[8] - Sahih-i Buhari, c. 3, s. 30 (Hudeybiye Gazvesi babı)
[9] - Hicri 250. Yılda Buhari’nin vefatından 6 yıl önce Irak’ta şehit edildi!
[10] - Bakınız nasıl da Allah’ın, kendilerinden her türlü pislik ve günahı giderdiği Ehl-i Beyt’i Hariciler ile aynı kefeye koyuyor? (Allah’a sığınırız.)
[11] - İbn-i Haldun bu cümlesinde yalan söylemiştir: Eğer İbn-i Haldun onların mezhebinden bir şey bilmiyorsa, onların kitaplarından bir şey rivayet etmiyorsa ve onlara ait bir şeye sahip değilse peki Ehl-i Beyt’in tüm Müslümanların aksine hareket ederek bidat koyduğunu nereden biliyor? Onların temellerinin hepsinin boş olduğunu, o haddini bilmez adam nereden anladı.?!
[12] - Şeblenci’nin Nur’ul-Ebsar’ının haşiyesinde “İs’af’ur-Rağıbin” s. 114. Allame Sebban.
[13] - Sekaleyn hadisine işarettir. Bkz. Raşfet’üs- Sadi, Ebu Bekir Alevi, bab: 5, 4. ayetin tefsiri, İbn-i Hacer Mekki Savaik’ul-Muhrika, bab. 11
[14] - Savaik, İbn-i Hacer Mekki, s. 92.
[15] - eş-Şifa, s. 41.
[16] - Taberani Mucem’ul- Evsat, ondan naklen Siyuti İhya’ul-Meyyit bi Fezail-i Ehl-i Beyt, Nebhani Erbain’de.
[17] - Taberani İbn-i Abbas’tan nakleder, Siyuti İhya’ul-Meyyit’te ve Nebhani de Erbain’de
[18] - Mekan isimleridir.
[19] - Müstedrek-i Hakim, Sahih-i İbn-i Habban, Siyuti İhya’ul-Meyyit, Erbain-i Nebhani
[20] - Bakara / 285.
[21] - Sahih-i Buhari, c. 4, s. 177.
[22] - el- Fasl, c. 3, s. 247.
[23] - Hucurat / 10.
[24] - Enfal / 46.
[25] - Al-i İmran / 105.
SEKİZİNCİ BÖLÜM
KİTABIN HATİMESİ HZ. ALİ’NİN PEYGAMBER (S.A.A)’DEN SONRA HALİFETE LİYAKATİ
Kitabımıza aynen başladığımız gibi Peygamber (s.a.a)’den sonra imamet bahsi ile son veriyoruz. Bu ise Allah ve Resulünün bu konuya olan has ilgileri sebebiyledir. Bu durum tüm Müslümanların dini ve dünyevi işlerinde ona ihtiyaç duymalarından kaynaklanır. İşte bu yüzden Peygamber (s.a.a) Allah’ın emriyle bu yolda hiçbir fedakarlıktan çekinmemiştir.
Peygamber (s.a.a)’in daha ilk günden İslam devletini tesis ederken izlediği yolu bilen herkes, Hz. Ali (a.s)’ın Hz. Peygamber (s.a.a)’in hanedanı içerisinden O’nun veziri, işinin ortağı, düşmanlarına karşı muhafızı, ilminin sahibi, hikmetinin varisi, veli ahdi ve halifesi olduğunu çok iyi bilir.
Kim Peygamber (s.a.a)’in, daha bisetin başlangıcından ölümüne dek söz ve davranışlarına dikkat ederse, O Hazretin her fırsatta bu mevzuu açtığını ve Ali (a.s)’ı övdüğünü görecektir.
Peygamber (s.a.a) bisetin başlangıcında, daha davetini herkese ilan etmeden önce, Mekke’de olduğu zaman, Beni Haşim’den olan akrabalarını kendi evinde toplayarak bu konuda açıklamalarda bulunmuştur. İşte burada elini, herkesten yaşça küçük olan Hz. Ali’nin omzuna koyarak şöyle buyurdu: “Bu benim, kardeşim, vasim ve varisimdir. Onu dinleyin ve itaat edin.” [1]
Bundan sonra da bazen açıkça Hz. Ali’nin hilafetini ilan ederdi. Örneğin: Hz. Peygamber (s.a.a) Tebük savaşına giderken Hz. Ali’yi yerine bırakarak şöyle buyurdu: “Seni, halifem ve temsilcim olarak kendi yerime bırakmadan önce gitmem doğru olmaz.” [2]
Bazen de bu konuya üstü kapalı deyinirdi. Şöyle ki Bureyde Hz. Ali’yi Peygamber (s.a.a)’e şikayet edince şöyle buyurdu: “Ali hakkında bir şey söyleme. Zira o bendendir; ben de ondanım. O, benden sonra sizin önderinizdir.”
Bu, Ahmed b. Hanbel’in, Müsned kitabında naklettiği hadisin aynısıdır.
Ama Nesai Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Ey Bureyde! Ali’yi bana bir düşman gibi gösterme. Zira Ali benden, ben de ondanım. Ali benden sonra sizin önderinizdir.”
Taberani bu hadisi daha geniş bir şekilde naklederek şöyle der: Peygamber (s.a.a) öfkeli bir şekilde şöyle buyurdu:
“Ne olmuş da halktan bazıları Ali’ye itiraz ederler? Kim Ali’ye düşman olursa bana düşman olmuştur. Kim Ali’yi bırakırsa benden uzaklaşmıştır. Ali bendendir; ben de O’ndanım. Ali benim çamurumdan yaratılmıştır; ben de İbrahim’in çamurundan yaratıldım. Ben İbrahim’den daha üstünüm. Biz, birbirinden türeyen bir ocaktanız. Allah her şeyi duyandır, bilendir!
Ey Bureyde! Ali’nin hakkının, aldığı cariyeden daha fazla olduğunu bilmiyor musun? O, benden sonra sizin önderinizdir!!”
Bunun bir benzerini İmran b. Hasin rivayet ederek şöyle der: Sahabeden 4 kişi Ali’yi Peygamber (s.a.a)’e şikayet etmeyi kararlaştırdı. Onlardan birisi kalkarak şöyle dedi: “Ya Resulellah! Ali’nin şöyle yaptığını bilmiyor musun?”
Peygamber (s.a.a) yüzünü ondan çevirdi.
İkinci şahıs kalkarak aynı sözleri tekrarladı. Peygamber (s.a.a) yine yüzünü ondan da çevirdi. Üçüncüleri de aynı sözleri tekrarladı ama Peygamber (s.a.a) ona da yüz vermedi. Dördüncü şahıs da kalkarak üç arkadaşının sözlerini tekrarladı.
Tam bu sırada çok sinirlenen Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ali’den ne istiyorsunuz? Ali’den ne istiyorsunuz? Ali’den ne istiyorsunuz? Ali benden, ben de ondanım. Ali benden sonra her müminin önderidir.”
Bu hadise benzer bir hadisi de el-İsabe’de Veheb b. Hamza’nın şerhi halinde ondan naklederler. O şöyle diyor: “Ali b. Ebi Talip ile yolculuğa çıktım. Yolculuk esnasında ondan incindim. Geri dönünce onu Peygamber (s.a.a)’e şikayet ettim. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ali hakkında böyle konuşma. Zira o, benden sonra sizin önderinizdir.” [3]
Peygamber (s.a.a)’in Hz. Ali’nin hilafetini açıkça belirttiği, O Hazretin Selman-ı Farisi gibi has sahabeleri tarafından nakledilmiştir. Örneğin: Taberani Mucem’ul-Kebir adlı kitabında Selman’dan şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Benin halifem, vasim, sırdaşım, kendimden sonra geriye bıraktığım en iyi şahıs, vasiyetime amel edecek ve borçlarımı ödeyecek olan Ali b. Ebi Taliptir.”
Onlardan bazıları da Bureyde gibi kalpleri hasta olanlar tarafından rivayet edilmiştir. Muhammed b. Hamid Razi Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakleder: “Her peygamberin vasi ve varisi vardır. Benim vasi ve varisim de Ali b. Ebi Taliptir.”
Enes b. Malik, Ebu Naim İsfahani’den şöyle dediğini nakleder: Peygamber (s.a.a) bana şöyle buyurdu: “Ey Enes! Bu kapıdan ilk içeri giren şahıs, muttakilerin İmamı, elçilerin efendisi, dinin koruyucusu ve vasilerin sonuncusudur...”
Enes şöyle dedi: Ali içeri girdi. Peygamber (s.a.a) sevinçle yerinden kalkıp onunla tokalaştıktan sonra şöyle buyurdu: “Sen benim sözlerimi iletecek, sesimi onlara duyuracak ve aralarındaki ihtilafı halledeceksin.” [4]
Yine Hatip, Enes b. Malik’den şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu duydum. “Ben ve bu; yani Ali, kıyamet günü ümmetime hüccetiz.” [5]
Ümm’ül-Müminin, Ümmü Seleme, amcasının zevcesi Ümm’ül-Fazl, Ümeys kızı Esma, Ümmü Selim Ensari vb. birçok faziletli mümin kadınlar da bu konu hakkında rivayet etmişlerdir.
Peygamber (s.a.a) bu konuya, bazen de minberde deyinirdi. Bazı zaman ise, Baki mezarlığında yarenlerinden bazılarına söylerdi. Bir zaman da Mekke ve Medine’de Ensar ve Muhacirler arasında kardeşlik ilan ettiğinde bu konuya değindi. Her defasında da Hz. Ali’yi kendisi için seçerek onu kendisine kardeş yaptı. Böylece Hz. Ali’yi diğerlerinden üstün kılarak ona şöyle buyururdu: “Sen bana, Harun’un Musa’ya olduğu konumdasın. Şu farkla ki benden sonra Peygamber gelmeyecektir.”
Yine Peygamber (s.a.a), Muhacirlerin, Mescid-i Harama açılan evlerinin kapısını kapattırıp Hz. Ali’nin kapısını açık bıraktığı gün yukarıdaki hadisi buyurdu.[6]
Ümmet de unutmadı. Ebu Bekir’in, hilafeti zamanında naklettiği şeyi de unutmayacaktır. O şöyle rivayet etmişti: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ali bana nispetle, benim Allah’a olan nispetim gibidir.”[7] Ve “Adalette benim ve Ali’nin eli birdir.” [8]
“Sen ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir hidayet edeni vardır.”[9] ayeti nazil olunca, Peygamber (s.a.a) onu tefsir ederek şöyle buyurdu: “Ben uyarıcıyım, Ali de hidayet edendir. Ya Ali! Benden sonra hidayet olacaklar senin vesilen ile hidayet olacaklardır.” [10]
Hatip Burra’dan, Deylemi de İbn-i Abbas’tan Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu rivayet ederler: “Ali bana nispet, başımın bedenime olan nispeti gibidir.” [11]
Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ali, Kur’ân iledir; Kur’ân da Ali iledir. Bu ikisi havuzun başında bana gelinceye kadar birbirinden ayrılmazlar.” [12]
Yazar: Sayın okurların şunu bilmesi yeterlidir: Ali Kur’ân anlamındadır. Ali ve Kur’ân birbirinden ayrılmazlar. Peki ey Müslümanlar! Onun ismetine ve Peygamber (s.a.a)’den sonra itaat edilişinin farz olduğu konusunda bundan daha açık hangi hüccet vardır?!
Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır. O halde kim ilim isterse kapıdan gelsin.”
Bu hadisi, Siyuti, Cami’us-Sağir, s. 107’de, Hakim Nişaburi, iki sahih senetle Müstedrek, c. 3 s. 126-127’de Menakıb-i Ali’de Taberani’den nakletmiştir. İki sahih senetten birisi iki yolla İbn-i Abbas’tan, ikinci sahih senet ise Cabir b. Abdullah Ensari’den nakledilmiştir.
Hakim Nişaburi bu hadisin nakledilen yollarının sahih olduğuna dair kesin deliller sunmuştur. Kahire’de oturan Ahmed b. Muhammed b. Sıddık (Fas asıllıdır) bu hadisin sahih olduğuna dair “Feth’ul-Mulk’ul-Ali Bi Sıhhat-i Bab-i Medinet’il-İlm-i Ali” isminde bir kitap yazmıştır ve H. K. 1353’de Mısır’da basılmıştır. İlgilenenler oraya müracaat edebilir.
O halde Nasibilerin (Ehl-i Beyt düşmanlarının) bu hadisin sıhhatine itiraz etmeye hiçbir hakları yoktur. Biz onların itirazlarını iyice inceledik. Onlarda taassupta arsızlıktan başka hiçbir şey bulamadık. Nitekim Hafız Salahattin Alai buna tasrih etmiştir; zira Zehebi ve diğerlerinden onun batıl olduğuna dair kaviller naklederek şöyle diyor: “Hadisin uyduruk olduğunu iddia etmeleri hariç onu reddedebilecek hiçbir delil getirememişlerdir.”
Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Ben hikmet eviyim; Ali de o evin kapısıdır.” [13]
Yine şöyle buyurmuştur: “Ya Ali! Sen, ümmetimin ihtilafa düştükleri konuları aydınlatacaksın.” [14]
Yine şöyle buyurmuştur: “Kim bana itaat ederse, Allah’a itaat etmiştir; kim bana karşı gelirse, Allah’a karşı gelmiştir; kim Ali’ye itaat ederse, bana itaat etmiştir; kim de Ali’ye karşı gelirse bana karşı gelmiştir.” [15]
Aynı hedefi takip eden bu ve buna benzer birçok rivayet vardır. Gerçi lafız olarak biraz farklıdırlar ama mana itibarı ile tevatür haddine ulaşmışlardır. Bu rivayetlerin her biri Peygamber (s.a.a)’in makamlarından birisini Hz. Ali’ye vermektedir. Bu makamların, Peygamber (s.a.a)’in veliahdı ve halifesinden başkasına verilmesi doğru değildir. Zihnin bunları duyduğunda anladığı ilk şey ve örfün çıkardığı anlam da budur.
Buna ek olarak, sahih sünenlerde Hz. Ali ve onun vasilerini Peygamber (s.a.a)’in hak vasileri olduğunu belirtmekte ve her devirde ümmetin onlara itaat etmesini farz bilmektedir. Zira ümmeti iki iple bağlı kılmış ve iki değerli emanetle (Kur’ân ve Ehl-i Beyt) de onları kıyamet gününe kadar korumuştur.
Ümmetin bütün kadın ve erkeği, alim ve cahilleri, hür ve köleleri, reis ve tüccarları bu hususta eşittirler; öyle ki Sıddık, Faruk ve Zu’n-Nureyn hiçbir surette istisna edilmemiştir!!
Peygamber (s.a.a) tüm ümmetini, onlara sarılmamaları durumunda haktan uzaklaşacakları hususunda uyarmış ve sakındırmıştır. Ayrıca Peygamber (s.a.a) ümmetine bu ikisinin (Kur’ân ve Ehl-i Beyt’in) birbirinden ayrılmayacağı, her zaman yeryüzünde baki kalacakları, Kevser havuzunda Peygamber’in yanına beraber gidecekleri haberini vermiş, böylece her türlü şüphe ve tereddüdü ortadan kaldırarak hak ve hakikati aşikar etmiştir.
Buna ilave olarak, Peygamber (s.a.a) sadece “Sekaleyn” hadisiyle de yetinmedi. Tam aksine Ehl-i Beyt’i, Nuh’un gemisine benzetti. Bazen de altından geçtikleri takdirde bağışlanacakları Hıtta kapısına teşbih etti. Bazen ise onları, yeryüzünün, ihtilaflar karşısında güvenceleri olarak vurguladı. Öyle ki bir kabile onlarla muhalefet ederse dağılır ve Şeytanın grubuna geçer.
Peygamber (s.a.a) bu şekilde elinden geldiğince ümmetini onlara tabi etmeye çalışmış ve bu hususta hiç kimseyi de, ister malik olsun ister köle istisna etmemiştir.
Ehl-i Beyt, Nuh’un gemisi, Hıtta kapısı ve Kur’ân’ın eşi olduğu bilindikten sonra kim onlardan uzaklaşabilir? Hiçbir Müslüman onlara sırt çeviremez. Bütün Müslümanların, bunları bildikten sonra Ehl-i Beyt’e tabi olmaktan başka çareleri yoktur.
Soru: Birisi şöyle söyleyebilir: Eğer bu konuda Peygamber (s.a.a)’in ashabının eline nass ve rivayet ulaştıysa, onların bu nass ve rivayete aykırı amel etmeleri nasıl mümkün olabilir? Hz. Ali (a.s) nasıl taahhütlü hakkı bırakıverdi? Eğer Hz. Ali böyle bir hakka sahip idiyse neden bu hakkını savunmadı ve muhaliflerine karşı koymadı? Hz. Ali (a.s) ilk üç halifenin hilafetlik zamanında çekilip evinde oturdu. Her fırsatta ilk üç halifeye fikri yardımlar bile ediyordu. Şia, Peygamber (s.a.a)’in şu hadisi “Benim ümmetim dalalet ve hata üzerine icma etmez” hakkında ne söylüyor?
Neden Hz. Ali (a.s) ve O’nun Beni Haşim ve diğerlerinden olan taraftarları Sakıfe’de Ebu Bekir’e biat alınırken hiçbir itirazda bulunmadılar? Neden Hz. Ali’nin hilafeti hakkında, nübüvvet, adalet, tevhit ve kıyamet günü dirilmek gibi konularda açık ayetler nazil olduğu gibi açık ve muhkem bir ayet nazil olmadı?
Cevap: Siz onların naslarla (Allah ve Resulünün açık seçik söz ve hükümleri) muhalefetlerini elinizdeki bu kitapla tanıyacaksınız. Zira onların açık naslara olan muhalefetleri ve onlara sırt çevirmeleri o kadar fazladır ki onları zikretmeye ihtiyaç bile duymuyoruz.
Biz, Peygamber (s.a.a)’in bazı dünya perest sahabelerinin yaşantısından şunu anladık: Onların, Peygamber (s.a.a)’in açık naslarına amel ettikleri konular sırf dini olan ve sadece din ile ilgili konulardı. Örneğin: Namaz, kıbleye yönelme, oruç vb. meseleler. Ama Peygamber (s.a.a)’in nasları yöneticilik, komutanlık, devlet işlerinin idaresi vb. gibi siyaset ile ilgili konuları içerdiğinde, bu naslara bağlı kalmayı farz bilmezlerdi. Aksine onların kendileri bu konuda şahsi görüşlere sahiptiler. Daha geniş bilgi için bkz. el-Müracaat ve el-Fusul’ul-Muhimme [16]
Hz. Ali’nin kendi hakkını savunmama ve muhaliflerine karşı koymama konusuna gelince; biz, Şia’nın bu konudaki görüşünü el-Müracaat’ta geniş bir şekilde zikrettik.[17] Oraya müracaat ediniz.
Sakıfe biati konusunu da el-Müracaat adlı kitapta 102. Mektup olarak genişçe bahsettik, oraya müracaat ediniz.
Tevhit, adalet, nübüvvet, ölümden sonraki hayat vb. gibi konularda ayet nazil olduğu gibi Hz. Ali’nin hilafeti hakkında neden ayet nazil olmadığına gelince; bu sorunun cevabını da “Misak ve Velayet’in Felsefesi”[18] adlı kitabımıza havale ediyoruz. Zira orada hak ve hakikat aydınlığa kavuşturulmuştur.
Şimdi söylediğimiz şeye geri dönüyoruz. Peygamber (s.a.a) kendi yakınlarını evine toplayıp Hz. Ali’nin hilafet ve velayetini açıkladıktan sonra sürekli bu durumu vurgulardı. Değişik yollarla Hz. Ali’nin hilafeti konusunu açar onlara tavsiyelerde bulunurdu. Bu durum Peygamber (s.a.a) hastalanıp yatağa düşene kadar devam etti.
Peygamber (s.a.a), odası sahabe ile dolu bir haldeyken şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Ruhumun alınması ve götürülmem yakındır. Şimdi size bir şey söyleyeceğim ve umarım onu dinlersiniz. Biliniz ki ben Allah’ın kitabını ve itretimi yani Ehl-i Beytimi sizin aranızda bırakıyorum.”
Daha sonra Hz. Ali’nin elini tutup yukarı kaldırarak şöyle buyurdu: “Bu Ali, Kur’ân iledir. Kur’ân da Ali iledir. Bu ikisi Kevser havuzunda bana gelinceye kadar birbirinden ayrılmazlar.” [19]
Peygamber (s.a.a)’in velayet konusu ve onun beyanı hakkında ne kadar hassas olduğu hususunda şöyle söylememiz yeterlidir: Peygamber (s.a.a), ölümünün yakın olduğunu hissedince hacca gideceğini ilan etti. “O, arzusuna göre de konuşmaz.”[20] Bu hac, Peygamber (s.a.a)’in Veda haccı idi. Peygamber (s.a.a)’in doksan bin kişi ile (daha fazla olduğu da söylenmiştir) Medine’den ayrıldı. Nitekim Sire-i Halebiye, Sire-i Dehlani ve diğer kitaplarda da nakledilmiştir. Bu rakam, yolda ve Arafat’ta Peygamber (s.a.a)’e katılanlardan ayrıdır.
Peygamber (s.a.a), Arafat’ta hacıları kendi ve kendisinden önceki peygamberlerin nasihatleri ile nasihat edip müjdeledi. Onları itaatsizliklere karşı uyararak sakındırdı. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey İnsanlar! Aranızdan ayrılmam yakındır. Size öyle bir şey bırakıyorum ki ona sarıldığınız takdirde asla sapmazsınız. O, Allah’ın kitabı ve Ehl-i Beytimdir. Bu ikisi Kevser havuzunda bana gelene dek birbirinden ayrılmazlar. İyi bakın, bu ikisi hususunda benim hakkımı nasıl riayet edeceksiniz.”
Önceden de söylediğimiz gibi Peygamber (s.a.a), hem o günden önce hem de sonra ümmetini bu iki ipiyle irtibata geçiriyordu ve onlardan her nesli bu iki değerli emanetle yani Allah’ın kitabı ve ailesinden olan masum İmamlarla koruyordu; sürekli, bu ikisine bağlı kaldıkları müddetçe baki kalacaklarını müjdeliyor, ümmetini onlara itina göstermemeleri durumunda sapma tehlikesine karşı uyarıyordu. Aynı zamanda bu ikisinin birbirinden ayrılmayacağı ve yeryüzünün de bu ikisinden boş kalmayacağı haberini veriyordu.
Ama o zamana kadar bu konunun beyanı genel ve umumi değildi. Ama Arafat ve Gadir-i Hum’da söyledikleri, Müslümanların genelini muhatap alıyordu.
İbn-i Hacer-i Mekki Savaik’ul-Muhrika kitabında “Sekaleyn” hadisini naklettikten sonra şöyle diyor:
“Peygamber (s.a.a)’in ümmete Kur’ân ve Ehl-i Beyt’e sarılmalarını emrettiği bu hadis, birçok yolla nakledilmiştir. Yirmi küsur sahabe bu hadisi rivayet etmiştir.”
Daha sonra şöyle diyor: “On birinci şüphede geniş yollarla onu naklettik. O yolların bazılarında Peygamber (s.a.a)’in bu hadisi Veda haccında, Arafat’ta söylediği belirtilmiştir.”
Diğer bir tarikde şöyle diyor: “Peygamber (s.a.a) bu hadisi, Medine’de hasta iken, odası da sahabe ile doluyken buyurdu.”
Başka bir tarikte de şöyle diyor: “Bu sözü, Gadir-i Hum’da buyurdu.”
Bu yolların bazılarında ise şöyle geçer: Peygamber (s.a.a), Taif’ten dönüp bir hutbe okurken bu hadisi buyurdu. Sonra şöyle diyor: Söylenilen yerlerin değişik olmasının hiçbir sakıncası yoktur. Zira Peygamber (s.a.a)’in bu konuyu Kur’ân ve Ehl-i Beyt’in makamını göz önüne alarak bütün bu yerlerde ve başka yerlerde söylemiş olması mümkündür... (Bkz. Savaik, s. 89, bab: 11, Saffat / 74 ayetinin tefsiri).
Yazar: İbn-i Hacer-i Mekki, Peygamber (s.a.a)’in bu hadisi, sözü geçen her yerde ve daha başka yerlerde buyurduğunu itiraf etmiştir. Daha sonra şöyle diyor: Bu hadis yirmi küsur sahabeden rivayet edilmiştir. Eğer Peygamber (s.a.a) bu hadisi sadece Arafat’ta veya Gadir-i Hum’da söylemiş olsa bile bu hadisin mütevatir olması gerekir. Zira bu hadisi Peygamber (s.a.a)’den duyanlar en küçük ihtimalle 90 bin kişi idi. Peygamber (s.a.a) Arafat’tan ayrılmadan önce devesine binip yüksek sesle şöyle buyurdu:
“Ali benden, ben de Ali’denim. Benim hakkımı, kendimden veya Ali’den başka kimse ödeyemez.”
Ahmed b. Hanbel,[21] Habeşi b. Cünade’den hepsinin sahih olduğu değişik yollarla bu hadisi nakletmiştir. Söylememiz gerekir ki, o, bu hadisi Yahya b. Adem’den, İsrail b. Yunus’tan dedesi Ebu İshak-ı Sebii’den ve adı geçen Habeşi’den nakletmiştir. Bunların hepsi de Buhari ve Müslim’in kabul ettiği şahıslardır. Onların ikisi de sahih adlı kitaplarında onlardan tahriç etmişlerdir.
Kim Ahmed b. Hanbel’in Müsnedin’de bu hadise bakarsa, onun Veda haccında söylendiğini anlayacaktır. İbn-i Mace[22] de bu hadisi Sünen adlı kitabında nakleder. Tirmizi ve Nesai de onu nakletmiştir. Kenz’ul-Ummal’da (c. 6 s. 153) 2531. hadis olarak rivayet edilir.
Peygamber (s.a.a)’in bu hadiste Ali (a.s) ile yaptığı bu ahitleşme dilde kolay ama terazide ağırdır. Zira Peygamber (s.a.a) kendisinde olan liyakatin aynısını Hz. Ali’ye de vermiştir. Bu, Peygamber (s.a.a)’in, kendisinden sonra halkın karşı karşıya kalacağı şer’i hükümlerde Hz. Ali’ye kanun koyma yetkisi veren izinidir!
Hz. Peygamber (s.a.a) tarafından Hz. Ali için sabit olan eda etme manası ve ondan başka kimse bu özelliğe sahip değildir sözünün anlamı da budur. Zira fakihler, furu-u dini Peygamber (s.a.a)’den taraf, usul alimleri de usul-u fıkhı O Hazretten taraf, Muhaddisler de, hadis ve rivayetleri O’ndan taraf eda ediyor ve yerine getiriyorlar. Herkes bu işi yapabilir. Kim de Allah ve Resulüne yalan atfederse cehennem ateşini boylar.
Evet, Peygamber (s.a.a) bu hadisiyle Hz. Ali’yi kendi işine ortak kıldı. Hz. Ali’yi kendisine emin ve vasi seçti. Nitekim Harun Musa’ya nispet böyle idi. Şu farkla ki Hz. Ali peygamber değildi, Peygamberin vasisi ve veziri idi ve onun metodunu göre hareket ediyordu. O yani Hz. Ali, diğerlerinin Peygamber (s.a.a) tarafından eda edemediklerini eda ediyordu.
Peygamber (s.a.a), bu hekimane metotla, velayet mevzusunu tebliğ etti ve bu meşru yollarla, onu ümmeti arasında yaydı...
Aynı zamanda Peygamber (s.a.a), muhaliflerin tevil ve içtihat adı altında nass ve gerçekleri değiştirebilme yollarını da, Allah ve Peygamberin zıddına ayaklanmamaları için onların yüzüne açık bıraktı. Bu nedenle onlara karşı hekimce bir metot uyguladı. Şöyle ki onların isyan ve serkeşliklerinin önünü aldı. Onların sinir sistemlerini uyuşturdu. Sonuçta onlar görünüşte Peygamber (s.a.a)’le beraberdiler ve O’nun sözlerini kabul ediyorlardı. Ama gönülleri muhalefet ve itiraza meyilliydi. Peygamber (s.a.a)’in onları bu kadar gözetmesi, Peygamber (s.a.a)’in din ve İslam ümmetine olan ilgisinin yüksek düzeyinin bir göstergesidir.
GADİR-İ HUM OLAYI
Nihayet Peygamber (s.a.a) yanındakilerle beraber Veda Haccından döndü. Allah’tan kendisi ve ümmetinin bu asi insanların (muhaliflerin) şerrinden korumasını gönülden diliyordu. Topluluk Gadir-i Hum’a ulaşır ulaşmaz Allah (c.c) vahiy nazil etti: “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kafirler topluluğunu hidayet etmez.”[23]
Yazar: Bu ayet-i kerimenin Gadir-i Hum’da Hz. Ali’nin velayeti hakkında nazil olduğuna dair biz Şialar arasında hiçbir ihtilaf yoktur. Bu hususta rivayet edilen hadislerimiz mütevatirdir. Bu konuda Şia yolu haricinde nakledilenler okuyucular için yeterlidir.
Vahidi, sözü geçen ayetin tefsirinde[24] iki sahih ve muteber yolla yani Atiyye ve Ebu Said-i Hudri’den şöyle dediklerini rivayet eder: “Bu ayet (Maide 67) Gadir-i Hum’da Hz. Ali hakkında nazil oldu.”
Diyorum ki: Bu, Hafız Ebu Naim’in, sözü geçen ayetin tefsirinde kendi kitabı “Nüzul’ul-Kur’ân”da iki senetle yani Ebu Said ve Ebu Rafi’den rivayet ettiği şeyin aynısıdır.
İbrahim b. Muhammed Himvini “el-Feraid” adlı kitabında bu hadisi değişik yollarla Ebu Hureyre’den nakleder.
Ebu İshak Sa’lebi de kendi tefsir kitabında bu hadisi iki muteber senetle nakleder. Ayyaşi de tefsirinde Mecma’ul-Beyan’dan naklen kendi senediyle İbn-i Ebi Ümeyr'den, İbn-i Üzeyne’den, Kelbi’den, Ebu Salih’ten, İbn-i Abbas’tan ve Cabir b. Abdullah Ensari’den şöyle dediklerini rivayet eder: “Allah (c.c) Muhammed (s.a.a)’e, Ali’yi yükseltip onun hilafet ve velayetini halka ilan etmesini emretti.”
Peygamber (s.a.a) halkın; “Kendi amcası oğlunu seçerek halife yaptı” deyip onu eleştirmelerinden çekiniyordu. Bunun üzerine Allah Teala bu ayeti (Maide / 67) nazil etti. Peygamber (s.a.a) de Gadir-i Hum’da Hz. Ali’nin velayetini halka tebliğ ve ilan etti.
Mecma’ul-Beyan’da şöyle der: Seyyid Ebu’l-Hamd, Hakim Ebu’l-Kasım Haskani’den naklen kendi senetleriyle Ebu Ümeyr’den “Şevahid’ut-Tenzil li Kavaid’it-Tefsil ve’t- Te’vil” adlı kitabında bu hadisi aynen bize nakletti.
Mecma’ul-Beyan’da şöyle der: Bu kitapta zincirleme senetle Hayyan b. Ali el-Alevi’den ve Ebu Salih’ten ve İbn-i Abbas’tan şöyle dediği rivayet edilir: Bu ayet (Maide / 67) Hz. Ali hakkında nazil olmuştur. Peygamber (s.a.a) de Ali’nin elini tutarak şöyle buyurdu: “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım! Onun dostuna dost, düşmanına düşman ol...” (Mecma’ul-Beyan’daki hadisin sonuna kadar)
Gadir-i Hum olayının, Hz. Ali’nin hilafet makamı olduğuna dair şahit şudur ki; bu ayetin nazil olmasından önce namaz kılınıyor, zekat veriliyor, ramazan ayı orucu tutuluyor, hac yerine getiriliyor ve tüm helal ve haramlar tanınıyordu. İlahi cezalar da uygulamada idi. Dinin tüm hükümleri gelmiş idi. O halde, hilafet ve veliahtlıktan başka hangi konu kalmıştı da Allah tarafından tebliği bu kadar şiddetle vurgulanıyordu? Hilafet meselesinden başka hangi konu vardı da Peygamber (s.a.a) onun tebliğinin fitneye yol açmasından korkuyordu? Hangi mevzu vardı da onu tebliğ etmek halkın şerrinden korunmaya ihtiyaç duyuluyordu. Bu konu muhalifleri şöyle tehdit ediyordu: “Doğrusu Allah kafirler topluluğunu hidayet etmez.”[25]
Dostları ilə paylaş: |