N E D E N G E N Ç L İ K, N E D E N E D E B İ Y A T ?
Fatma CAN
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Bergama Akif Ersezgin Anadolu Lisesi
Sancısız mutluluk mu arıyoruz? Hangi ana yavrusuna acı çekmeden sarılmış ki biz sarılacağız mutluluğumuza… “Mutluluk bile emek ister.” Böyle olduğunu hepimiz kabul ediyoruz .Ben çevremdeki insanların bu konudaki düşüncelere genellikle katıldığına şahit olmuşumdur. Ancak hayatın yoğunluğu içinde düşünceler davranışa dökülmeyebiliyor. Haklı mıyız? Bunun cevabını en iyi kendimiz verebiliriz. Bir dizi şikayet.. İyi giden hiçbir şey yok mu? Yok! Unutulan doğum günleri, hatırlanmayan yıldönümleri öldürebilir mi sevgiyi? Buna benzer yapay sorunların yanında bizi ezen gerçekler de yok değil… Kalbinizde kaynayan bir cevher varsa eğer, yakaladığınız filizler geride kalan acıları örter. Tıpkı Mehmet Akif ‘in Seyfi Baba’da dediği gibi “Ya hamiyyetsiz olaydım, ya da param olsa idi” dediğimiz zamanlar hayat karşısında ezildiğimiz anlardır. İçimizde düğümlenen duyguları bir yanardağ gibi püskürtmedikten sonra rahatlamaz canımız. Bu rahatlamaya eremeyiş, hayatın o zor anlarından biridir işte…
Hissetmeli insan...Güzel şeyler hissetmeli... O zaman güzel şeyler görmeli, duymalı ve yaşamalı. Hatırında hep iyilikler kalmalı... Yaratılışı gereği sevmeli insan.. Bir şarkıda da söylendiği gibi: Sevmeli insan…“çünkü en kolayı bu”. Sevilmek için değil sadece, hissiyatının gereği... İnsan hissedebildiği, mutluluklardan pay çıkarabildiği kadar insanlığı yaşar. Etrafındaki güzellikleri görmeden kusurları gören insan mutlu olamaz. Görmese de duyuyorsa, koşmasa da tutabiliyorsa bir şeyler yapabiliyordur herkes... İşte o zaman sanatın olağanüstü iyileştiriciliği giriverir hayatımıza…
Ve edebiyat…
"Nasıl kafa sayısı kadar düşünce varsa, kalp sayısı kadar da sevgi çeşidi vardır." diyor Tolstoy… Hepimiz hayatımız boyunca ayrı öyküler içinde rol alıyoruz. Bu öykülerde ya en önemli kişi oluyor ya da kenarda köşede izleyici kalıyoruz. Oysa hayat elimizden sabun gibi kayıp gidiyor. Yılların içimizde biriktirdiği anılarla; bizi yaşatan, üzen, sevindiren hatta bazen bezdiren duygularla çoğumuz zaman zaman sarılırız edebiyata…
Edebiyat denilince de aklımıza önce yazarlık geliyor. Yazarlık bir meslek mi? Ya şairlik? İnsan yazar veya şair olmak için nerede, ne okumalıdır? Yazarlık da şairlik de yeteneğe bağlı gelişen eylemler olmakla birlikte her ikisinde de sıradanlıktan kurtulabilmek için bazı anlatım yöntemlerinin keşfedilmesi gerekir. Okuduğumuz birçok roman bize hayatı bir başka bakış açısıyla yakalatmayı amaçlar. Belki daha önce göremediğimiz tarafıyla… Kimi yazarlarımız kendi yaşamından kimileri ise tanıklık ettiği yaşamlardan kesitler sunar. Bir de tarihten söz edenler vardır; tarihi kendince yorumlayarak… Geleceğe yönelik varsayımlarda daha çok bilimsel gelişmelerin ışığı yön verir çalışmalara: Olabilirlik hesapları. Aslında salt hesap işi değildir roman. Biraz da olması istenilen olayların kurgusunu verir anlatılanlar. ”Anlatılan” ne mi? Sevgiler, kahramanlıklar, özlemler,anılar, düşünceler, duygular….
On dokuzuncu yüzyıla kadar halk edebiyatımızda romanının yerine destanlar, masallar, öyküler, kıssalar, fıkralar,menkıbeler dinlediğimiz sözlü edebiyat dönemi ve klasik edebiyatta mesnevi yazma geleneği vardı. Ondan önce Orta Asya’daki yazılı edebî ürünlerimizden Göktürk Kitâbelerinde gördüğümüz bir seslenme sanatı… Bazen yazarak bazen konuşarak ama hep anlatarak… Evet, bilinen veya bilinmeyen ilk ürünlerden bu yana sesimizi duyurmaya çalıştığımız birileri var. İşte tam bu noktada dikkatimizi çeken bir şey var: Gençlere öğütler. Genç demek gelecek demek olduğu için olsa gerek bütün düşünürler, edipler düşünce ve eserlerini en çok onlara yönelik verirler. Hayatın hareketli ve enerjik tarafı oldukları için… Nâbi’nin Hayriyye’si , Mehmet Âkif’in Safahat’ı ,Tevfik Fikret’in Halûk’un Defteri gibi nazım türündeki birçok eserde “düşünce” işlenmiş, dönemin gençleri aydınlatılmak istenmiştir. Aslında bu şairlerimiz kendi çocuklarına seslenirken bütün gençliğe seslenmişlerdir.. Ülke olarak genç bir nüfusa sahip olduğumuzdan bu durum günümüzde de geçerli. Peki gençler okumuyorsa onların ilgisine nasıl ulaşacak? Edebi eserlerde içerik ile anlatım birbirinden kopmaz. En azından bunu eserin sahibi pek yapmaz. O zaman iş eleştirmene kalır. Eleştirmen eseri okur, yorumlar ve bu yorumları, eserin uzantısı olarak yayımlar. Eleştirmenin yargıları ne kadar olsa öznellik içerir. Buna rağmen okurun dikkatini çekmeye yaradığı taktirde eleştirmen eseri okuyucuya ulaştırır. Eleştirmen de okunmazsa esere nasıl ulaşılır? Şiirlerin duygu ve düşünce terazisinde anlatımın daha çok duygudan yana kayacağını düşünsek bile nesirde de nazımda da hayat konusunda önemli deneyimlerin “saklı veya açık” anlatıldığını görebiliyoruz. “İyi iş, başkasının yüzüne mutluluk gülücüğü konduran iştir.” Edebiyat yoluyla bize mutluluk gülücüğü dağıtmak isteyen birçok kitap raflarında bizi bekliyor. Demek ki bizden önce de günümüzde de birikimlerinden yararlanabileceğimiz edipler var. Sadece bizim ülkemizi değil dünyanın düşünce tarihini etkilemiş kişileri okuyup anlamış olanlar kendileri ve çevreleri için yararlı olabilmişlerdir ve olacaklardır da.
Bilimsel gelişmelerin bize sunduğu imkanlar ölçüsünde değişen hayat şartlarına da bağlı olarak yeni yeni değerler ortaya çıkıyor. Bazı eserlerin içeriği günümüzün etkin değerlerini karşılamamakla birlikte belli bir zaman dilimini yansıtması ve o dilimden bu dilime geçiş aşamasında yaşadıklarımızı göstermesi bakımından önemlidir. İşte bu yüzden düşünceleri, yaşamları ve yaptıklarıyla toplumu etkileyen insanların “bilme”ye ihtiyaçları vardır. Toplumun da neyi kabullenip kabullenmeyeceğine bilinçli olarak karar verebilmek için “bilme”ye ihtiyacı vardır. Bilmek için de geçmişten günümüze seçkin eserleri okumaya, anlamaya çalışmamız gerekir. Okuyarak inancımızı dogmatik olmaktan çıkarabiliriz. Neye, niçin inandığımızı okuma yoluyla daha iyi anladığımız için, yaşamımızı anlamlandırmak ve bize yaşatılanları yorumlamak için de seçici bir okur üslûbuna ihtiyacımız vardır. “İnsanın aydınlanması ve aydınlığı takip edebilmesi sadece okumayla sınırlı kalmamalı ama okumayla başlamalı.” diye düşünüyorum. Ya da şöyle söyleyeyim; bu düşünüşe katılıyorum. Birikimin elde edilmesinde okumanın yanında gözlemin, aklı iyi işletmenin, matematiğin önemi büyük. Çünkü okunanı harekete geçiren dinamikler burada yatıyor.
İşte bu nedenle, yıllarca güçlü kalemler gençliğe seslenme konusunda özel bir çaba göstermişler. Gençlik okusun, gelecek okusun istemişler… Gençlik hayatın neresinde olursa olsun okumalı: okulda, işte, evde yani hayatın içinde… Doğruyu eğriden ayırma adına yazdılar ve yazmaya devam ediyorlar.
Ve okullarımız...
Okul; eğitimin, öğretimin, bilimin, sporun anahtarı olan kurum. Türkiye kültürünün filizlerinin yeşermesi gereken yerler. İşte bu yörüngede; sınırlı yaşamımıza güzellik katacak, gerçeklerimizin keskinliğini törpüleyecek bir güç olduğunu ve bunun da adının “sanat” olduğunu anlamak ve anlatmak gerekmiyor mu? Acaba okumanın ve yazmanın diğer anlamını öğrenmeye buradan mı başlasak? Kim bilir, belki okudukça başka dünya, başka Türkiye olmadığını bir kez daha kavrar ve kavratırız.
Dostları ilə paylaş: |