RAUF BEY'İN SAHNEYE KOYMAK İSTEDİĞİ OYUNU FARKEDENLER TARAFINDAN BİR PARTİ TOPLANTISINDA KENDİSİNİN İMTİHANA ÇEKİLMESİ
Efendiler, Rauf Bey'in çalışmalarının nasıl bir hedefe yöneldiğini ve maksadının içyüzünü anlamak için, bir haftalık bir süre yetti. Elbette kimin tarafından yapılmış olursa olsun, Cumhuriyetçiler bu şekildeki bir çalışmaya daha fazla göz yumamazlardı. Rauf Bey'in sahneye koymak istediği oyunu farkedenler, bir parti toplantısında Rauf Bey'i imtihana çekmeye karar verdiler. Bu toplantıyı hatırlarsınız. Bu toplantıda yapılan görüşmelerde olduğu gibi yayınlanmıştı. Onu da okumuşsunuzdur. Ben burada o toplantının ayrıntılarına girecek değilim. Yalnız, o toplantının vardığı sonucu gerçek anlam ve kapsamıyla açıklamaya yarayacak bazı tahliller yapmayı, kamuoyunun aydınlanması için gerekli ve yararlı görüyorum.
Önce şunu açıkça arz etmeliyim ki, Rauf Bey, saldırıya geçmek için daha hazırlığını tamamlamakla uğraşırken, saldırıya uğramıştır. Gerçi, bazı gazetelerde yapılan olumsuz yayınlar, Halifeye ve bir şehzadeye aldırılan durumlar, Rauf, Adnan Bey'lerin ve bazı komutanların Halife'yi ziyaretleri, Halife ve şehzade hakkında söz söyleyenlere, yazı yazanlara bazı yerlerden yaptırılan haysiyet kırıcı hücumlar, memlekette kararsızlıklar, kamuoyunda karışıklıklar uyandırmaktan geri kalmamıştı.Fakat Meclis'te saldırıya geçmek için bu yeterli görülmemiş, Ankara'da Meclis üyeleri üzerinde de işlemenin gerekli bulunduğu anlaşılıyordu. İşte bu son hazırlıklar yapılırken, Rauf Bey'den önce davranılarak harekete geçilmiştir.
Parti Grubu Başkanlığı'na bir önerge verdirildi. Parti Grubu Başkanı İsmet Paşa idi. Verilen önergede : ''Rauf Bey'in İstanbul gazetelerinde çıkan Cumhuriyet'in ilânına karşı gelme yolundaki demecinin Cumhuriyet'i sarsıntıya uğrattığı ve bu demeç sahibinin çevresinde muhalif bir parti kurulduğu kanaatinin belirdiği'' ileri sürülerek, durumun, Parti Grubu'nun görüşlerine sunulması teklif edilmişti.
Parti Grubu'nun toplandığı 22 Kasım 1923 günü, ben de toplantıdan önce, toplantı salonuna bitişik odada bulunuyordum. Rauf Bey yanıma geldi. Benden görüşmelere karışmamaklığımı rica etti. Çünkü, bana karşı söz söyleyemeyeceğini bildirdi.
Kesinlikle görüşmelere müdahale etmeyeceğimi ve 'hiçbir söz söylemek niyetinde olmadığımı, ancak, Parti Başkanı sıfatıyla, görüşmelerin nasıl geçeceğini görmek üzere toplantı salonuna gireceğimi bildirdim.Toplantı salonunda da bulunmamamı rica etti. Bunu kabul etmedim.
Rauf Bey'in, benim görüşmelere karışmamı ve salonda bulunmamı önlemek isteyişindeki gerçek maksadı neydi? Benim huzurumda veya benim muhatabım olarak konuşmasına ve iddialarda bulunmasına engel olan şey, gerçekten bana karşı duyduğu saygı mıydı? Buna inanmak mümkün değildir. Benim anladığıma göre, Rauf Bey, muhatap ve hasım olarak İsmet Paşa'yı karşısına almak istiyordu. Ben orada bulunmadığım takdirde, parti üyeleri arasından kendisini destekleyenlerin çıkabileceğini zannediyordu.
Parti Grubu, İsmet Paşa'nın başkanlığında toplandı. İsmet Paşa, başkanlık kürsüsünden görüşme konusunu açıklayıp önemini belirttikten sonra, ''bugünkü toplantıda benim de söz almam gerekebilir''diyerek başkanlığı başkasına bıraktı.
Önerge sahibinin yaptığı açıklamalardan sonra, söz alan Rauf Bey, uzun bir konuşma yaptı.
Rauf Bey, İstanbul'daki demeci dolayısıyla bir yanlış anlama ortaya çıktığını, bunu düzeltmek için arkadaşlarla görüşmelerde bulunduğunu söyledikten sonra ''eğer bizim eleştirmek istediğimiz bir nokta varsa o da eserdir'' dedi.
Rauf Bey'in :'' Çok iyi niyetlerle başlanıp uğrunda canlar feda edilmiş olan pek sağlam ilkelerin uygulanmasında yapılan yanlışlıklar yüzünden sakatlandığını da sanırım hiçbirimiz bir kalemde reddedemeyiz''şeklindeki sözlerini de olduğu gibi alıyorum.
Şimdi, bu iki cümle üzerinde bir an duralım. Rauf Bey'in eleştirmek istediği eser hangi eserdir? Cumhuriyet mi, yoksa Cumhuriyet'in ilân ediliş tarzı mı?
Eser olan Cumhuriyet'tir. İlân ediliş tarzı şu veya bu şekilde olabilir.
Rauf Bey'in ''sağlam ilkeler'' dediği Cumhuriyet ilkeleri midir? Yoksa, uygulamasında yapılan yanlışlık yüzünden sakatlanmasından korktuğu Cumhuriyet midir?
Efendiler, söz konusu olan Cumhuriyet'in kendisi ve onun memlekette ilânıdır.
Daha Cumhuriyet rejimini uygulama safhalarında yanlışlık olduğunu iddia edecek kadar zaman geçmemişti. Rauf Bey'in telâşı Cumhuriyet ilânının hemen ertesi günü başlıyor ve daha iki üç gün bile geçmeden demeç veriyor.
KAZIM PAŞA'YA "CUMHURİYET'İN İLANINA ENGEL OLABİLİRSEN MEMLEKETE BÜYÜK HİZMET ETMİŞ OLURSUN" DİYEN RAUF BEY ASLA CUMHURİYETÇİ OLAMAZ
Rauf Bey, demecinin ne anlama geldiğini ve ne gibi düşünceleri içine aldığını, her birini birer evirip çevirme ile yorumlayarak dedi ki : '' Duygularım, Cumhuriyet rejiminden başka hiçbir rejimi benimsemediğim yolundadır.'' Rauf Bey'in bu itirafı Meclis üyelerinde sevinç yarattı ve ''bravo'' sesleri ile karşılandı.
Rauf Bey, ''aziz duygularım'', ''kutsal duygularım'' diye söylediği bu sözlerinde samimî ve ciddî miydi? Ben, hiç çekinmeden hayır diyorum, Efendiler. Çünkü, Ankara'dan ayrılırken, kendisine Cumhuriyet'ten söz açan Meclis Başkanı Kâzım Paşa'ya : ''Buna engel olabilirsen, memlekete büyük hizmet etmiş olursun'' diyen Rauf Bey olduğunu biliyorum.
Rauf Bey, Cumhuriyet'i bir puntuna getirip ilân eden sorumsuz kimselerden, birtakım müşavir ve danışmanları kastettiğini de söyleyerek bunda da yanlış anlama olduğunu anlatmak istedi ve ''böyle olunca benim kullandığım ifadeden şu veya bu kimse sorumludur şeklinde bir anlam çıkarılmasın; bunu benden beklemek doğru olmaz dedi.
Rauf Bey, sözlerindeki bu evirip çevirme ile de gösteriyordu ki, bugünkü Parti Grubu toplantısında, Parti'nin şimşeklerini üzerine çekmeden maksadına ulaşabilmek için, gereken noktalarda geri çekilme ve sözlerimi evirip çevirme yolunu tutmuştu. Fakat, asıl görüşünden vazgeçmiş değildi. Örnek olarak şu sözlere dikkat buyurunuz : ''Türkiye'de hükümet şekli nedir?'' diye sorulacak sorulara karşı, hatırlarsınız ki, büyük Başkanımız, bu kürsüden yapıcı bir cevap olarak ilân buyurdular ki, ''Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti'dir.'' ''Hangi idareye benziyor?'' dediler. 'Bize benziyor. Çünkü biz, bize benzeriz. Bize has bir idaredir'' buyurdular. Bu benim vicdanımı tatmin eden en açık bir ifadeydi ve buna itiraz etmek çok güçtür. Zannetmem ki, insaflı olmak şartıyla dışarıda ve içeride buna itiraz edecek bir tek adam bulunsun. Bu inandırıcı ve büyük sözlerden sonra, sırf bir kabine bunalımı yüzünden bu hükûmet şeklinin idare edilemez bir şekil olarak gösterilip de ad değişikliğinden ibaret olan 'Cumhuriyet' kelimesinin konmasını ve eskisine bu kadar güvendiğimiz hattâ halkın da güvendiği bir şeklin sakat olduğunun bu bunalım devresinde anlaşıldığı ileri sürülerek yeni bir hükûmet şeklinin getirilmesini doğru bulmuyoruz. Bu duygunun etkisi altında kalanları gerici olarak kabul etmeyeceğinizden emin olarak söylüyorum. Eğer bu da eksik görülürse, acaba bunu da tamamlayacak yeni bir şekil var mıdır diye kararsızlık ve endişeye düşenler vardır.''
''... Bir halk ki, Cumhuriyet'i istiyor; bir halk ki, hâkimiyet kayıtsız şartsız miletin elinde oldukça bunun Cumhuriyet olduğunu biliyor ve onu istiyor; istiyor ama uygulayamayız da başka bir rejimde kalırız, diye halk üzüntü ve endişe duyarsa... üzülmek mi sevinmek mi gerekir?''
SALTANAT DEVRİNDEN CUMHURİYET DEVRİNE GEÇİŞ DÖNEMİ VE BU DÖNEMDE İKİ AYRI GÖRÜŞÜN ÇARPIŞMASI
Efendiler, Saltanat devrinden Cumhuriyet devrine geçebilmek için, herkesin bildiği üzere bir geçiş dönemi yaşadık. Bu dönemde iki ayrı düşünce ve görüş, birbiriyle sürekli olarak çarpıştı. O düşüncelerden biri, saltanat devrinin devam ettirilmesiydi. Bu görüşün sahipleri belli idi. Diğer bir düşünce, saltanat rejimine son vererek Cumhuriyet rejimini kurmaktı. Bu bizim düşüncemizdi. Biz düşüncemizi açıkça söylemeyi başlangıçta sakıncalı buluyorduk. Ancak, düşünce ve görüşlerimizi daha sonra zamanı geldiğinde uygulayabilmek için, saltanat taraftarlarının görüşlerini yavaş yavaş uygulama alanından uzaklaştırmak mecburiyetinde idik. Yeni kanunlar yapıldıkça, özellikle Teşkilât-ı Esasiye Kanunu yapılırken, saltanat taraftarları padişah ve halifenin hak ve yetkilerinin açıkça belirtilmesi için ısrar ediyorlardı. Biz, bunun zamanı gelmediğini veya gerekli olmadığını söyleyerek, o tarafı geçiştirmekte yarar görüyorduk.
Devlet idaresini, Cumhuriyet'ten söz etmeksizin millî hâkimiyet ilkeleri çerçevesinde her an Cumhuriyet'e doğru yürüyen rejim etrafında yoğunlaştırmaya çalışıyorduk.
Büyük Millet Meclisi'nden daha büyük bir makam olmadığını telkinde ısrar ederek, saltanat ve hilâfet makamları olmadan da devleti idare etmenin mümkün olacağını ispat etmek lâzımdı.
Devlet Başkanlığı'ndan bahsetmeksizin onun görevini fiilen Meclis Başkanı'na yaptırıyorduk.
Fiiliyatta, Meclis Başkanı İkinci Başkan'dı. Hükûmet vardı. Fakat Büyük Millet Meclisi Hükûmeti adını taşırdı. Kabine sistemine geçmekten çekiniyorduk. Çünkü saltanatçılar, hemen Padişah'ın yetkisini kullanması gerektigini ortaya atacaklardı. İşte, geçiş döneminin bu mücadele safhasında, bizim kabul ettirmek mecburiyetinde bulunduğumuz orta şekli yani ''Büyük Millet Meclisi Hükumeti sistemini haklı olarak yetersiz bulan ve meşrutiyet şeklinin açıkça belirtilmesini saglamaya çalışan muhaliflerimiz, bize itiraz ederek diyorlardı ki : 'Bu kurmak istediğiniz hükûmet şekli, neye, hangi idareye benzer?'' Maksat ve hedefimizi söyletmek için yöneltilen bu türlü sorulara biz de zamanın geregine uygun cevaplar vererek saltanatçıları susturmak zorunda idik.
Rauf Bey, bu durumu dikkate alarak verdiğimiz bir cevabın, vicdanını tatmin eden, reddi ve itirazı mümkün olmayan bir cevap niteliğinde olduğunu söylüyor; bütün görüş ve iddiasını benim o ifademe dayandırıyordu.
Rauf Bey, ''bu inandırıcı ve büyük sözlerden sonra'', Büyük Millet Meclisi Hükûmeti şeklinin sakat olacağını kabul etmek istemiyor.Eğer bu sakat ise, bu sakat şekli vaktiyle bize kabul ettirenlerin, bu defa da bir gün bu kabul ettirdikleri Cumhuriyet şeklini eksik görüp başka bir şekli ortaya atmalarından endişe edilmek gerekir, tarzında mantık yürütüyor. Bu mantığın ne kadar çürük bir safsatadan ibaret olduğu meydandadır. ''Kutsal duyguları, Cumhuriyet rejiminden başka hiçbir rejimi benimsemediği yolunda'' olan bir kimsenin, geçiş döneminin zaruretlerinden olduğunu çok iyi bildiği Büyük Millet Meclisi Hükûmeti şeklinde saplanıp kalarak, Cumhuriyet şeklinin de eksik görüleceği ve başka bir şekil araştırılacağı endişesine düşmesinin yeri midir? Rauf Bey'in burada, Cumhuriyet'ten sonra başka şekil diye ifade ettiği şeyle ne anlatmak istediği bellidir. Rauf Bey demek istiyor ki, Cumhuriyet'i ilân edenler, Osmanlı hânedanını bu yolla saltanattan uzaklaştırdıktan sonra, acaba cumhuriyetten tekrar saltanat devrine geçerek, saltanat makamını işgal etmeyecekler mi? Bunun tarihte benzerleri yok mudur? diye tereddüt ve endişe edenler var.
Rauf Bey, olduğu gibi aldığımız sözlerinin sonunda, halkın Cumhuriyet'i istediğini kaydederken, ''istiyor ama uygulayamayız ki...'' yolundaki şaşılacak ifadesiyle benim işaret ettiğim noktayı çok güzel açıklamaktadır.
SALTANAT DEVRİNDEN CUMHURİYET DEVRİNE GEÇİŞ DÖNEMİ VE BU DÖNEMDE İKİ AYRI GÖRÜŞÜN ÇARPIŞMASI
Efendiler, Saltanat devrinden Cumhuriyet devrine geçebilmek için, herkesin bildiği üzere bir geçiş dönemi yaşadık. Bu dönemde iki ayrı düşünce ve görüş, birbiriyle sürekli olarak çarpıştı. O düşüncelerden biri, saltanat devrinin devam ettirilmesiydi. Bu görüşün sahipleri belli idi. Diğer bir düşünce, saltanat rejimine son vererek Cumhuriyet rejimini kurmaktı. Bu bizim düşüncemizdi. Biz düşüncemizi açıkça söylemeyi başlangıçta sakıncalı buluyorduk. Ancak, düşünce ve görüşlerimizi daha sonra zamanı geldiğinde uygulayabilmek için, saltanat taraftarlarının görüşlerini yavaş yavaş uygulama alanından uzaklaştırmak mecburiyetinde idik. Yeni kanunlar yapıldıkça, özellikle Teşkilât-ı Esasiye Kanunu yapılırken, saltanat taraftarları padişah ve halifenin hak ve yetkilerinin açıkça belirtilmesi için ısrar ediyorlardı. Biz, bunun zamanı gelmediğini veya gerekli olmadığını söyleyerek, o tarafı geçiştirmekte yarar görüyorduk.
Devlet idaresini, Cumhuriyet'ten söz etmeksizin millî hâkimiyet ilkeleri çerçevesinde her an Cumhuriyet'e doğru yürüyen rejim etrafında yoğunlaştırmaya çalışıyorduk.
Büyük Millet Meclisi'nden daha büyük bir makam olmadığını telkinde ısrar ederek, saltanat ve hilâfet makamları olmadan da devleti idare etmenin mümkün olacağını ispat etmek lâzımdı.
Devlet Başkanlığı'ndan bahsetmeksizin onun görevini fiilen Meclis Başkanı'na yaptırıyorduk.
Fiiliyatta, Meclis Başkanı İkinci Başkan'dı. Hükûmet vardı. Fakat Büyük Millet Meclisi Hükûmeti adını taşırdı. Kabine sistemine geçmekten çekiniyorduk. Çünkü saltanatçılar, hemen Padişah'ın yetkisini kullanması gerektigini ortaya atacaklardı. İşte, geçiş döneminin bu mücadele safhasında, bizim kabul ettirmek mecburiyetinde bulunduğumuz orta şekli yani ''Büyük Millet Meclisi Hükumeti sistemini haklı olarak yetersiz bulan ve meşrutiyet şeklinin açıkça belirtilmesini saglamaya çalışan muhaliflerimiz, bize itiraz ederek diyorlardı ki : 'Bu kurmak istediğiniz hükûmet şekli, neye, hangi idareye benzer?'' Maksat ve hedefimizi söyletmek için yöneltilen bu türlü sorulara biz de zamanın geregine uygun cevaplar vererek saltanatçıları susturmak zorunda idik.
Rauf Bey, bu durumu dikkate alarak verdiğimiz bir cevabın, vicdanını tatmin eden, reddi ve itirazı mümkün olmayan bir cevap niteliğinde olduğunu söylüyor; bütün görüş ve iddiasını benim o ifademe dayandırıyordu.
Rauf Bey, ''bu inandırıcı ve büyük sözlerden sonra'', Büyük Millet Meclisi Hükûmeti şeklinin sakat olacağını kabul etmek istemiyor.Eğer bu sakat ise, bu sakat şekli vaktiyle bize kabul ettirenlerin, bu defa da bir gün bu kabul ettirdikleri Cumhuriyet şeklini eksik görüp başka bir şekli ortaya atmalarından endişe edilmek gerekir, tarzında mantık yürütüyor. Bu mantığın ne kadar çürük bir safsatadan ibaret olduğu meydandadır. ''Kutsal duyguları, Cumhuriyet rejiminden başka hiçbir rejimi benimsemediği yolunda'' olan bir kimsenin, geçiş döneminin zaruretlerinden olduğunu çok iyi bildiği Büyük Millet Meclisi Hükûmeti şeklinde saplanıp kalarak, Cumhuriyet şeklinin de eksik görüleceği ve başka bir şekil araştırılacağı endişesine düşmesinin yeri midir? Rauf Bey'in burada, Cumhuriyet'ten sonra başka şekil diye ifade ettiği şeyle ne anlatmak istediği bellidir. Rauf Bey demek istiyor ki, Cumhuriyet'i ilân edenler, Osmanlı hânedanını bu yolla saltanattan uzaklaştırdıktan sonra, acaba cumhuriyetten tekrar saltanat devrine geçerek, saltanat makamını işgal etmeyecekler mi? Bunun tarihte benzerleri yok mudur? diye tereddüt ve endişe edenler var.
Rauf Bey, olduğu gibi aldığımız sözlerinin sonunda, halkın Cumhuriyet'i istediğini kaydederken, ''istiyor ama uygulayamayız ki...'' yolundaki şaşılacak ifadesiyle benim işaret ettiğim noktayı çok güzel açıklamaktadır.
HİLAFETİ KALDIRMANIN ZAMANI DA GELMİŞTİ
Saygıdeğer Efendiler, her meselede ve her uygulama safhasında kendisini söz konusu ettirmiş olan Halife'ye ve hilâfet'e bir defa daha dokunacağım.
1924 yılı başııvda, büyük çapta bir ordu harp oyunu yapılınası kararlaştırılmıştı. Bu harp oyununu İzmir'de yapacaktık. Bu münasebetle 1924 yılının Ocak ayı başında, İzmir'e gittim. Orada iki ay kadar kaldım. Hilâfet'in kaldırılması zamanının geldiğine orada iken karar vermiş tim. Bu işin nasıl yapıldığını kısaca özetlemeye çalışacağım : Başbakan İ s m e t P a ş a 'dan 22 Ocak 1924 tarihli bir şifre aldım.
Onu olduğu gibi bilginize sunayım :
Şifre
Türkiye Cumhurbaşkanlığı Yüksek Katma Bir süreden beri gazetelerde, hilâfet makamının durumu ve Halife'nin şahısları ile ilgili olarak yanlış anlanıalara yol açabilecek yayınlara rastlannıası ve özellikle arasıra İstanbul'a giden hükûmet üyelerinin ve resmî hey'etterin kendi siyle görüşmekten kaçınmalan ve çekinmeleri dolayısıyla Halife'nin büyük biri üzüntü duyduğu; bu yüzden Başmabeyinci'lerinin Ankara'ya veya güvenilir bir zatın İstanbul'a kendi yanına gönderilmesini rica ederek duygu ve düşüncelerini ulaştırmayı düşünmüş ise de, yanlış yorumlanabilir endişesiyle bundan da vazgeç tiklerini söyledikleri, Başlsatip ßey tarafından bir yazıyla bildirilmektedir. Bu ya zıda, ayrıca uzun uzadıya ödenek işi de anlatılarak Hilâfet Hazînesi'nm gücünü aşan ve yükümlülüğü dışında kalan giderler için Maliye hazînesince yardımda bulunulacağı yolunda Hükîızzıet'in yazdığı 15 Nisan 1923 tarihli yazının ineelenmesi ve gereğinin yerine getirilmesi istenmektedir. Durum, Hükûmet'çe göri.işülecektir. Sonucu ayrıca arz ederim, efendim.
İsmet
Bu telgrafa cevap olarak makine başında yazdığım telgıaf şudur :
Makine başında
İzmir
Ankara'da Başbakan İsmet Paşa Hazretleri'ne
İlgi : 22.1.1923 tarihli şifre,
Hilâfet makamı ve Halife'nin şahısları ile ilgili yanlış anlamalar ve yanlış yorumlar Halife'nin kendi yanlış tutum ve davranışlanndan kaynaklanmaktadır. Halife, kendi özel hayatı ve dış yaşayışı ile, ecdadı padişalıların yolunu tutmuş görünmektedir. Cuma alayları, yabancı devlet temsilcileri yanına memurlar göndererek ilişkiler kurmak, gösterişli gezintiler, saray hayatı, sarayında yedek subaylara vanncaya kadar kabul etmek, onlann şikâyetlerini dinleyerek onlarla bir likte ağlamak gibi davranışlar bu cinstendir. Halife, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk halkı karşısındaki durumunu düşündüğü zaman, İngiltere Krallığı ile Hindistan Müslüman halkı veya Afgan Devleti ile Afgan halkı arasındaki durumuııu bir ölçü olarak alınalıdır.
Halife ve bütün dünya kesin olarak bilmelidir ki, bugi.in var olan ve korunmakta bulunan Halife'nin ve halifelik makamının gerçelcte ne dinî ve ne de siyasî bakımdan hiçbir anlamı ve varolma gerekçesi yoktur. Türkiye Cumhuriyeti safsatalarla varlığını ve istiklâlini tehlikeye atamaz. Bizce, hilâfet makamı olsa olsa tarih bir hâtıra olmaktan öteye bir önem taşıyamaz. Türkiye Cumhuriyeti devlet adamlannın veya resmî hey'etlerin kendisiyle görüşmelerini istemesi bile, Cumhuriyet'in bağımsızlığına açık bir tecavüzdür. Başmabeyinei'sini Ankara'ya göndererek veya güvenilir bir kimseyi kendi yanına getirterek, Hükûmet'e duygu ve dileklerini ulaştırmak istemesi de, Cumhuriyet Hükûrneti ile karşı karşıya bir durum alması demektir. Buna da yetkili değildir. Kendisi ile Cumhuriyet Hükîuneti arasındaki yazışmalarda Başkâtibi aracı kılması da yersizdir. Başkâtip Bey'in böyle bır küstahlıktan sakınması gerektiği, kendisine bildirilmelidir. Halife'nin yaşayışı ve geçimi için Türkiye Cumhurbaşkanı'nın ödeneğinden mutlaka daha aşağı bir ödeneğin yetmesi gerekir. Maksat, gösterişli ve debdeli bir hayat sürmek değil, insanca yaşamak ve geçimi sağlamaktan ibarettir. "Hilâfet Hazînesi"ile ne denmek istendiğini anlayamadım. Hilâfetin hazînesi yoktur ve olamaz. Kendisine erdadından böyle bir hazîne kalmışsa, ve açık olarak bilgi alınmasını ve bana bildirilmesini rica ederim:
Halifeniıı aldığı ödenekle yerine getirilemeyen yükümlülükler nelermiş; I5 Nisan I923 tarihli yazısıyla, Hükûmet ne gibi vaatlerde bulunarak Halife'ye bildirilmiştir? Lûtfen bunu da belirtiniz. Halife'nin oturacağı yeri tespit edip açıklamak, Hükûmet'in şimdiye kadar yapmış olması gereken bir görevdi. İstanbul'da. milletin boğazından kesilmiş paralarla yapılmış bir çok saraylar ve bu sarayların içindeki birçok kıymetli eşya ve malzeme, Hükûmet'in durumu tespit etmemesi yüzünden yok olup gidiyor. Halife'nin yakınları, sarayların en değerli eşyalarını Bevvğlu'nda, şurada burada satıyorlar diye söylentiler vardır. Hükûınet bunlara bir an önce el koymalıdır. Satılmak gerekiyorsa Hükûmet eliyle satılmalıdır. Hilâfet kadrosu ciddî olarak incelenerek yeni baştan düzenlenmelidir ki, başmabeyin cilerin ve başkâtiplerin varlığı, Halife'yi hâlâ saltanat hülyası içinde uyutmasın! Fransızlar, kral hanedanını ve yakınlarını Fransa'ya sokmakta, bağımsızlıkları ve hâkimiyetleri için yüz yıl sonra, bugün bile sakınca görüp dururken, her güıı ufuk tarı kendileri için bir saltanat güneşinin doğmasına duacı bir haneden mensup larıyla ilgili tutumumuzda Türkiye Cumhuriyeti'ni nezaket ve safsataya kurban edemeyiz.
Halife, kendinin ve makamının ne olduğunu açık olarak bilmeli ve bununla yetinmelidir. Hükûmetçe, ciddî ve esaslı tedbirler alınarak bildirilmesini rica ederim, efendim.
Gazi Mustafa Kemal Türkiye Cumhurbaşkanı
HİLAFET'İN, ŞER'İYE VE EVKAF VEKALETİ'NİN KALDIRILMASI VE ÖĞRETİMİN BİRLEŞTİRİLMESİ KARARI
Bu yazışmadan sonra harp oyunu dolayısıyla İsmet Paşa ve Millî Savunma Bakanı bulunan K a z ı m P a ş a da İzmir e gelmişlerdi. Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa da zaten orada bulunuyordu. Hilâfetin kaldırılması gereğinde görüşleri miz birleşmişti. Aynı zamanda Şer'iye ve Evkaf Vekâletlerini de kaldırmak ve öğretimi birleştirmek kararında idik.
1924 yılı Martı'nın birinci günü Meclis'in tarafımdan açılması gerekiyordu.
23 Şubat 1924 günü Ankara'ya dönmüştük. Burada da gereken kimselere kararımı bildirdim. Mecliste bütçe görüşmeleri yapılıyordu. Hanedan'ın ödeneği ile Şer'iye ve Evkaf Vekâletleri'nin bütçeleri üzerinde durulmak gerekiyordu. Arkadaşlarımız bu maksada göre görüşme ve tenkitlere başladılar. Görüşme ve tartışmalar devam ettirildi.1 Mart günü, Büyük Millet Meclisi'nin beşinci çalışma yılı dolayısıyla verdiğim nutukta, şu üç noktayı özellikle belirttim :
1-Millet, Cumhuriyet'in bugi,in ve gelecekte bütün saldırılardan kesin ve ebedî olarak korunmasını istemektedir. Milletin isteği, Cumhuriyet'in denenmiş ve olumlu sonuçları görülmüş olan bütün esaslara bir an önce ve tam olarak dayandırılması şeklinde ifade edilebilir.
2-"Millet kamuoyunda tespit edilen eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ilkesinin bir an önce uygulanmasını gerekli görüyoruz.
3-"Müslümanlığın, yüzyıllardan beri yapılageldiği üzere bir siyaset vasıtası olarak kullanılmaktan kurtarılmasının ve yüceltilmesinin şart olduğu gerçeğini de görmüş bulunuyoruz."
2 Mart günü Parti Grubu toplantıya çağrıldı. İşaret ettiğim bu üç konu ortaya atıldı ve görüşüldü. İlkeler üzerinde anlaşmaya varıldı. 3 Mar t günü, Meclis'in birinci oturunıunda, Başkanlığa gelen evrak ara sında şu önergeler okundu :
1- Şeyh Saffet Efendi ile elli arkadaşının, hilâfet'in kaldırılması ve Osmanlı Hanedanı'nın Türkiye dışına çıkarılması ile ilgili kanun teklifi.
2 - Siirt Milletevekili Ha1i1 Hu1ki Efendi ve elli arkadaşının Şer'iye ve Evkaf Vekâleti ile Erkan-ı Harbiye Vekâleti'nin kaldırılması ile ilgili kanun teklifi.
3 - Manisa Milletvekili Vâsıf Bey ve elli arkadaşının, eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ile ilgili önergeleri.
Başkanlık kürsüsünde oturan Fethi Bey : "Efendim, birçok imzalarla gelen bu kanun tekliflerinin hemen görüşülmesi ile ilgili önerge ler vardır. Yüksek oyunuza sunacağım" dedi ve bu tekliflerin ilgili ko misyonlara gitmeden hemen görüşülmesini oya koyarak, kabul edildiğini bildirdi.
İlk itiraz, Kastamonu Milletvekili Ha1it Bey'den geldi. Görüşmeler sırasında H a 1 i t B e y' e bir iki kişi daha katıldı. Tekliflerin lehinde uzun konuşmalar yapan birçok değerli konuşmacılar kürsüye çıktı. Önerge sahipleri dışında, rahmetli Seyyit Bey'in ve İsmet Paşa'nın ilmî ve inandırıcı konuşmaları her zaman için ekunmaya değer. Bu konuda yapılan görüşme ve tartışmalar beş saat kadar sürdü. Saat 18.45'te görüşmeler bittiği zaman, Türkiye Büyük Millet Meclisi, 429, 430 ve 431' inci kanunlarını çıkarmış bulunuyordu.
Bu kanunlara göre "Türkiye Cumhuriyeti'nde millet işleriyle ilgili kanunları yapma ve yürütme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun kurduğu hükûmete verildi"; "Şer'iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılmış" oldu.
Türkiye içindeki bütün bilim ve öğretim kurumlarıyla, bütün medreseler Milll Eğitim Bakanlığı'na bağlandı.
Halife, görevinden uzaklaştırıldı ve hilâfet makamı kaldırıldı. Uzaklaştırılan Halife ve tarihten izi silinmiş Osmanlı hanedanının bütün mensuplarına Türkiye Cumhuriyeti ülkesinde oturma hakkı süresiz olarak yasaklandı.
HİLAFET MAKAMININ KORUNMASINDA DİNİ VE SİYASİ MENFAAT VE ZARURET BULUNDUĞUNU ZANNEDENLERE VERDİĞİM CEVAP
Efendiler, Hilâfet makamının korunmasında, dinî ve siyasî menfaat ve zaruret bulunduğu inancında olan bazı kimseler, arz ettiğim kararların alınmakta oldugu son dakikalarda, hilâfet görevini kendi üze rime almam teklifinde bulundular.
Bu gibilere, hemen gereken red cevabını vermiştim. Yeri gelmişken başka bir noktayı da arz edeyim. Büyük Millet Meclisi hilâfet'i kaldırdığı zaman, din bilginlerinden Antalya Milletvekili Rasih Efendi, Kızılay adına, Hindistan da bulunan bir heyetin başkanlığını yapıyordu. Rasih Efendi Mısır'a ugravarak Ankara ya döndü. Benimle görüşmek isteyerek şunlan söyledi : "Gezdıgı ülkelerde Müslüman halk benim halife olmamı istiyormuş... Yetkili İslam heyetleri, bana bu dururumu bildirmek üzere Rasih Efendi 'yi vekil etmişler." Rasih Efendi'ye verdiğim cevapta, Müslümanların bana olan bağlılık ve sevgilerine teşekkür ettikten sonra dedim ki : "Zâtalîniz din bilginlerindensiniz. Halifenin devlet başkanı demek oldugunu bilirsiniz. Başlarında kralları, imparatorları bulunan halkın bana ulaştırdığınız dilek ve tekliflerini ben nasıl kabul edebilirim. Kabul ettim desem, buna o halkların başında bulunanlar razı olur mu? Halifenin emir ve yasaklan yerine getirilir. Beni halife yapmak isteyenler emirlerimi yerine getire bilecekler midir? Durum böyle olunca, anlamı ve fonksiyonu olmayan asılsız bir sıfatı takınmak gülünç olmaz mı?
Efendiler, açık ve kesin olarak söylemeliyim ki, Müslümanlan hâlâ bir halife korkuluğu ile uğraştırıp aldatmak gayretinde bulunanlar, yalnız ve ancak Müslümanlann ve özellikle Türkiye'nin düşmanlarıdır. Böyle bir oyuna kapılıp hayal kurmak da ancak ve ancak cahillik ve gaflet eseri olabilir.
Rauf Bey'lerin, Vehip Paşa'ların, Çerkez Ethem ve Reşit'lerin, bütün yüzelliliklerin, kaldırılmış hilâfet ve saltanat hanedanı mensuplarının, bütün Türkiye düşmanlarının, elele vererek aleyhi mizde durmadan ateşli bir şekilde çalışıp uğraşmaları din gayretiyle midir? Sınırlarımıza bitişik merkezlerde yuvalanarak, hâlâ Türkiye'yi yoketmek için "Mukaddes İhtilâl" adı altında haydut çeteleri, suikast tertipleriyle çılgınca aleyhimizde çalışanların maksatları gerçekten mukaddes midir? Buna inanmak için gerçekten kara cahil ve koyu bir gafil olmak gerekir.
Müslümanlan ve Türk milletini bu kerteye düşmüş sanmak ve İslâm dünyasının vicdan temizliğinden, ahlâk ve karakterindeki incelikten, alçakça ve canîce maksatlar için yararlanma yolunu tutmak, artık o kadar kolay olmayacaktır. Küstahlığın da bir derecesi vardır.
Dostları ilə paylaş: |