Ö. 1119/1707 [?] Türk saz şairi



Yüklə 1,11 Mb.
səhifə21/25
tarix05.09.2018
ölçüsü1,11 Mb.
#77458
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   25

BİBLİYOGRAFYA:

Lane, Lexicon, V, 1866-1867; Pars Tuğlacı. Okyanus. Ansiklopedik Sözlük, İstanbul 1979, [, 167; İN, 2513; Petit Robert 1. Dicüonnaire de ia iangue Française, Paris 1985, s. 1765; Tirmizî, "Libâs", 1-2; Evliya Çelebi, Seyahatna­me, I, 615; Fahri Dalsar, Türk Sanayi ue Tica­ret Tarihinde Bursa'da İpekçilik, İstanbul 1960, s. 37-40, 58-61, 77-82, 104, 109, 154, 160, şe­kil 11; Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlılarda Narh Müessesesi ue 1640 Tarihli Narh Defteri, İstanbul 1983, s. 114-116; Nevber Gürsu, The Art of Turkish Weauing, İstanbul 1988, s, 29-30, resim 155, 179; SA, I, 128; Pakalın, 1, 111; H. İnalcık, "Harir", El2 (İng.), III, 215; "Atlas", TA, IV, 161-162. j—ı

lifti Sargon Erdem

i— —


ATLI, Halit Lemi

(1869-1945)

Türk mûsikisi bestekârı ve icracısı.

L J


Üsküdar Sultantepesi'nde doğdu. Ba­bası İbrahim Hakkı Bey, annesi Dilber Hanım'dır. Doğumundan bir hafta son­ra annesi öldüğünden ablası ve eniştesi tarafından büyütüldü. İki yaşında da ba­basını kaybetti. Fâtih ve Soğukçeşme As­kerî Rüşdiyesi'nden sonra Mülkiye Mek-tebi'ne devam etti. Bu arada özel ola­rak Türkçe, Arapça ve Fransızca dersle­ri aldı. On dokuz yaşlarında Dahiliye Ne­zâreti Mektübî Kalemi'nde ve Takvîm-i Vekâyi' gazetesinde muhabir olarak gö­reve başladı. Bir müddet sonra da Da­hiliye müsteşarı mühürdarlığına tayin edildi. Bu görevde iken 19 Ağustos 1890 tarihinde kendisine saniye rütbesi veril­di. 1894'te Dahiliye Nezâreti "ndeki gö­revinden aynlarak Zabtiye Nezâreti Mek-tûbî Kalemi'ne geçti. Takvîm-i Vekâ-yi'deki muhabirlik vazifesinden 1907'-de ayrıldı ve hayatının bundan sonraki kısmını mûsiki ile meşgul olarak geçir­di. Bir süre İzmir'de de bulundu. Bura­da Deniz Ticaret Müdürlüğü'nde Liman Dairesi şefi olarak görev yaptı. 25 Kasım

1945'te Suadiye'deki evinde vefat etti ve İçerenköy Mezarlığı'na defnedildi.

Asıl haklı şöhretini mûsiki sahasında göstermiş olan Lemi Atlı bestekârlığı, icracılığı ve hocalığı ile zamanın önemli musikişinasları arasında yer almıştır. Fâ­tih Askerî Rüşdiyesi'ndeki talebeliği sı­rasında eniştesi Şefik Bey'in konağında yapılan aylık mûsiki toplantılarında Ke-mânî Şeref Dürrî Efendi, Santûrî Edhem Efendi, Giriftzen Rızâ Bey, Hacı Kirâmî Efendi, Beylerbeyin Hakkı Efendi, Do­mates Ahmed Bey gibi devrin ünlü sa­zende ve hanendelerini tanıdı. Bu top­lantılardaki fasılların idarecisi Kadıköylü Hafız Yûsuf Efendi'den ilk mûsiki ders­lerini almaya başladı. On dört yaşların­da iken Hacı Arif Bey'i tanıdı ve yakla­şık iki yıl kadar ondan meşketti. Hacı Arif Bey'in onun üzerinde büyük tesiri olduğu muhakkaktır. Faydalandığı diğer musikişinaslar arasında Hacı Faik Bey, Kadıköylü (Kel) Ali Bey. Bolâhenk Nuri Bey, Püsküllü Osman Efendi, Leon Han-cıyan, Şekerci Cemil Bey ve Tanbûrî Ce­mil Bey'i bilhassa zikretmek gerekir.

İlk bestesini on sekiz yaşında yapan Lemi Atlı, Türk mûsikisinde şarkı for­munun en başarılı bestekârlarından bi­ridir. Eserlerinde hareketli bir üslûp hâ­kimdir; bilhassa ritm zevki ve melodik ifade özelliği dikkati çeker. Şarkı for­munda çok kullanılan makamların he­men hepsinde eser vermiştir. Mehmed Akif Ersoy'un kaleme aldığı İstiklâl Mar­şı dahil 300'ün üzerinde beste yapmış­sa da bunların yarısına yakını unutul­muştur. Eserlerinin bir kısmının unutul­masında nota bilmeyişinin büyük tesiri vardır. Zamanımıza ulaşan 170 eserin­den biri saz semaisi, biri marş olup geri kalanları şarkı formundadır.

Lemi atlı aynı zamanda kıvrak bir se­se ve hançereye sahip olduğundan köşk ve yalılarda tertiplenen mûsiki toplantı­larının vazgeçilmez hânendelerindendi. Gençliğinde "Boğaziçi bülbülü" diye şöh­ret yapmıştı. İstanbul'da Şark Mûsiki Ce-miyeti'nde, İzmir'de bulunduğu sıralar­da da Dârülmûsikî adlı mûsiki mekte­binde bir müddet hocalık yapan Lemi Atlı, talebe yetiştirmek hususundaki cid­diyet ve hassasiyetiyle de tanınmıştır.

Türkiye Yayınevi tarafından neşredi­len "Canlı Tarihler" serisinde Lem'i Atlı, Hatıraları adıyla bir bölüm de yer al­maktadır (bk. bibi.|. Takdim yazısından öğrenildiğine göre bu bölüm Atlı'nın biz­zat kendisinin ve yakınlarının notların­dan meydana getirilmiştir.

81

BİBLİYOGRAFYA:



Canlı Tarihler: Lem'i Atlı, Hatıraları (nşr. Türkiye Yayınevi), İstanbul 1947, s. 91-145; Ezgi, Türk Musikisi, V, 495-496; İbnülemin, Hoş Sadâ, s. 213-214; Mustafa Rona, Yirmin­ci Yüzyıl Türk Musikisi İstanbul 1970, s. 133-141; İzzettin Ökte, "Lerai Atlı", TMD, 11/18 (1949), s, 7, 15; İlyasTongu. "Türk Musikisi ve Sadettin Arel", ileri Musiki Mecmuası, sy. 112, İstanbul 1957, s. 102; IstA 111, 1303-1311; öz-tuna. TMA, I, 82-84. r—ı

İH NuriÖzcan

ATMACACIBAŞI

Osmanlı sarayında

şikar ağalarından biri ve

Hassa atmacacılar cemaatinin âmiri.

L J

Atmacacılann başlıca görevi, impara­torluğun belli yerlerinden gönderilen avcı kuşlarının bakımını yapmak ve padişah­la birlikte sürek avlarına çıkmaktı. Avcı kuşu olarak kullanılan atmacaları taş­radaki görevliler yakalardı. Ağ kullanıla­rak veya başka usullerle yakalanan at­maca yavruları önce insana alıştırılır, da­ha sonra da avcılıkta alıcı kuş olarak kul­lanılırdı. Merkezdeki atmacacılann mev­cudu XVII. yüzyılın ikinci yarısında kırk beş kişi civarında iken XVIII. yüzyılda otuz kişinin altına düşmüştür. Atmaca-cıbaşı aynı zamanda rikâb*-ı hümâyun ağalarındandı. Derece bakımından sara­yın bîrûn* kısmından olan şikâr ağala­rının üçüncüsüdür. Rütbece çakırcıba-şi* ve şahindbaşı*nın altında idi; terfi edince şahincibaşı olurdu. Genellikle Şa­hinci Ocağı kethüdâlığından gelen at-macacıbaşının tayin ve azli, çakırcıbaşı veya şahincibaşının arzlanyla yapılırdı.



Taşradaki atmacacılar timar'lı ve bazı vergilerden muaf idiler. Bunlar vazifele­rine göre kendi aralarında yuvacı, yav­rucu, götürücü, gürenceci (veya güreneci) ve sayyad gibi kısımlara ayrılırdı. Hem müslüman hem de hıristiyanlardan at-

macacılar vardı. Öteki avcı kuşu yetişti-ricileriyle birlikte atmacacılann da bağlı oldukları vilâyet, sancak ve kazalarda hizmetlerini, isimlerini, ellerindeki dir­lik* lerin gelirlerini gösteren ayrı def­terler mevcuttu.

BİBLİYOGRAFYA:

Sertoğlu, Tarih Lügati, s. 125; BA, KK, nr. 258, 7170; BA, İbnülemin-Saray, nr. 2398, 2615; BA, Cevdet-Saray, nr. 3369/3, 5891; Koçi Bey, Risale (nşr. Ali Kemali Aksüt), İstanbul 1939, s. 91; Ayn-i Ali, Risale-i Vazlfehorân, s. 95, 115; Barkan, Kanunlar, I, 278, 280, 285; Avni Ömer, "Kânûn-ı Osmânî Mefhûm-ı Defter-i Hâka-nî" (nşr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı), TTK Belle­ten, XV/59 (1951), s. 395; Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, s. 420-425; Ahmet İşık, Osmanlılar­da Avcı Kuşu Yetiştiricilerinin Statüsü (yüksek lisans tezi, 1986). 10 Ed.Fak,, Tarih bl., s. 17-19; TA, IV, 171. m

Iffl Abdüi-Kadir Ozcan

ATMEYDANI

Osmanlılar zamanında

İstanbul'da Sultan Ahmed Camii'nin

önündeki meydana verilen ad.

Bizans döneminde Ayasofya'nın güney­batısında yer alan ve araba yarışları ya­pılacak şekilde düzenlenmiş bulunan meydan Hippodromos (hipodrom, at ko­şusu alanı) adıyla anılmış ve çeşitli siya­sî olaylarla bazı ayaklanmaların başladı­ğı bir yer olarak büyük önem taşımıştır. Yapımına Roma İmparatoru Septimius Severus (193-211) devrinde başlanan ve orta çizgisine Mısır'dan getirilen dikili­taş ile Delphoi Apollon Mâbedi'nden ge­tirilen Burmalı Sütun gibi ünlü anıtlar dikilen bu meydanın, "Bizans'ta Tanrı Ayasofya'ya, imparator saraya, halk da Hipodrom'a sahiptir" sözüyle vurgulanan siyasî önemi Osmanlılar zamanında da kısmen devam etmiş, özellikle XVII-XIX. yüzyıllar arasında sipahi ve yeniçeri ayak­lanmalarına sahne olan meydanda ünlü Atmeydam Vak'ası da cereyan etmiştir.

İstanbul'un fethinden sonra, ortasın­da Hipodrom'un bulunduğu bu alan, At-meydanı adı ile at yarışlarının ve cirit oyunlarının yapıldığı bir yer olarak varlı­ğını sürdürmüştür. Ayrıca saraya yakın oluşundan dolayı değeri artarak çevre­sine inşa edilen önemli yapılarla yeni bir görünüm kazanmış, bayram şenlik­leri ve saray düğünleriyle şehir hayatı­nın merkezi haline gelmiştir. Atmeyda-ru'nın Divanyolu girişine 1491 yılında Fi-ruz Ağa Camii, batısına XVI. yüzyıl ba­şında İbrahim Paşa Sarayı, Kanunî Sul­tan Süleyman devrinde Mimar Sinan'ın yaptığı su yoluna ait bir sıra çukur çeş­me ile bunun üst tarafına Oğlan Şeyh olarak tanınan İsmail Ma'şûki'nin ma­kamı ve Üçler Namazgahı (sonra camii), doğusuna 15S3'te Haseki Hamamı ile 1617 yılında tamamlanan Sultan Ahmed Camii, türbe, dârülkurrâ ve vakıf dük­kânlar yapılmıştır. 1. Ahmed'in inşa et­tirdiği yapılar topluluğuna bağlı imaret ve dârüşşifa ile, alan güneyden sınırlan­mıştır. Çeşitli kaynaklar, bu önemli in­şaattan önce meydanı paşa saraylarının çevrelediğinden bahsetmektedirler. Ge­çen yüzyılda Üçler Camii tamamen or­tadan kalkmış, sadece hazîresinden üç mezar kalmıştır.

İstanbul'un fethinden önce yapılan gra­vürler Hipodrom'u, güney ucu ile orta­da sıralanan anıtlar dışında, yıkıntı ha­linde gösterirler. Beydn-ı Mendzii-i Se-fer-i Irâkeyn'de 1537 yılına tarihlenen İstanbul manzarası, Atmeydam'nı çev­resindeki yapılar, ortasındaki anıtlar ve güney ucunda yer alan sütunlarla gös­terir. Ayrıca bu minyatürde, o sırada he­nüz cami haline getirilmemiş Üçler Na­mazgahı gayet ayrıntılı olarak gösteril­miştir. Cornelius van Loos'un 1710 yılı­na ait olan gravürü ise bugüne ulaşma­yan imaret ve dârüşşifayı da göstermek­tedir.

Kanunî Sultan Süleyman'ın sadrazamı ve damadı Makbul (Maktul) İbrahim Pa-şa'nın 1524 yılında yapılan düğünü sı­rasında at koşuları, atlıların direkler üze­rine geçirilen çömleklere mızrak atma­ları, güreşler, ip üzerinde yürüme, yağlı direğe tırmanma, çeşitli vücut gösteri­leri, soytarı oyunları, verilen armağanla­rın ve gelin çeyizinin taşındığı alaylarla gerçek bir şenlik olarak bu meydanda yapılmış, on beş gün on beş gece süren düğünde geceleri de donanma fişekleri atılmıştır. İbrahim Paşa Budin'in fethin­den (1526) sonra İstanbul'a getirdiği He-rakles, Diana ve Apollon'dan oluşan üç-

lü bir tunç heykel grubunu Atmeydanı'n-da kendi sarayının önüne diktirmiş, fa­kat halkın tepki göstermesi üzerine bun­lar kaldırılmıştır. Hünernöme'nın II. cil­dindeki bir minyatürde (TSMK, Hazine, nr. 1524) bu heykeller açıkça görülebil­mektedir.

Kanûnrnin şehzadeleri Mustafa, Meh-med ve Selim'in 1530 yılında yapılan sünnet düğünü sırasındaki şölenler, kâ-sebaz-hokkabaz oyunları, at yarışları ve gece yapılan ateş oyunları ile geçmiş, padişah, İbrahim Paşa Sarayı divanha­nesi şahnişininden haika altın ve gümüş paralar atmıştır. Fransa ile ilk kapitü­lasyon anlaşması da 1536 yılında, İbra­him Paşa'nın idam edilmesinden kısa bir süre önce, Fransız elçisi La Forât ile İb­rahim Paşa tarafından bu sarayda im­zalanmıştır. İbrahim Paşa'nın idamından sonra bir bölümü XVII. yüzyıl ortalarına kadar İç Oğlanları Ocağı olarak kullanı­lan ve Atmeydanı Sarayı diye de anılan İbrahim Paşa Sarayı, II. Selim dönemin­de Zal Mahmud Paşa'ya, III. Murad dö­neminde Bosnalı İbrahim Paşa'ya. daha sonra da Yemişçi Hasan Paşa'ya veril­miş, bugün ise restore edilerek Türk ve İslâm Eserleri Müzesi haline getirilmiştir.

Kanûnî'nin diğer şehzadesi Bayezid'in sünnet düğünü U539) ile Osmanlı sara­yının en muhteşem düğünü olduğu bili­nen III. Murad'ın şehzadesi Mehmed'in sünnet düğünü (1582) yine Atmeydanı'n-da yapılmıştır. Şehzade Mehmed'in sün­net düğünü elli iki gün elli iki gece sür­müş, eğlenceler bilhassa esnaf alayları ile dikkat çekici hale getirilmiştir. İbra­him Paşa Sarayı'nın mimari özelliklerini

de gösteren müeilifi ve musavviri bilin­meyen ve daha çok ///. Murad Surnâme-si adıyla meşhur Surnâme'üe (TSMK, Ha­zine, nr. 1344) minyatürlerinin canlı bi­çimde tasvir ettiği, küçük tekerlekli dük­kânlarda işlerini yapan esnaf ve yürü­yen bir hamamda müşterilerini yıkayan tellâklar gibi günlük hayattan alınmış sahneler, bu düğün münasebetiyle o dev­rin esnafı hakkında değerli bilgiler ver­mektedir.

XVII. yüzyılda Marquis de Nointel, IV. Mehmed'in Atmeydanı'nda kurulan bir buçuk yılda hazırlanmış otağını gördü­ğünü; Silâhtar Mehmed Ağa, 1660 yılın­da çıkan yangında halkın civar mahalle­lerden gelerek Atmeydanı'na yığıldığını, sıkışıklıktan "boyun döndürmeye, nefes almaya" imkân olmadığını, alanı doldu­ran kalabalığın "mahşer günü"ne örnek teşkil ettiğini; XVIII. yüzyılda Poujoulat Atmeydanı'nda cirit oynandığını; 1782 yılında İstanbul'a gelen Comte de Fer-rieres-Sauveboeuf, İbrahim Paşa Sara-yı'nı oldukça kötü bir durumda gördü­ğünü, alanın çevresinin yangınlarla ge­nişlemiş olduğunu, burada bazı günler cirit yarışlarının yapıldığını, bazı günler de bir at pazarının kurulduğunu; Cevdet Paşa ise 1777 yılında Hindistan'dan ge­len bir filin Atmeydam'nda halka göste­rildiğini yazmaktadırlar.

1863 yılında ilk genel sergi, XIX. yüz­yılda Sultanahmet Meydanı adıyla anılan

Atmeydanı'nda açılmış, Abdülaziz döne­minde Zaptiye Nâzın Hüsnü Paşa alanı bir park olarak düzenlemiştir. 1919 yı­lında, İzmir'in işgali üzerine yapılan açık hava toplantısı ise burayı millî mukave­metin hareket noktalarından biri olarak tarihe geçirmiştir.

XIX. yüzyıl sonu ile XX. yüzyıl başla­rında inşa edilen yapılar, bu tarihî mey­dana bugünkü görünümünü vermişler­dir. İbrahim Paşa Sarayı'nın yanına inşa edilen Defter-i Hâkânî Nezâreti, güney uçta yer alan imaret ve dârüşşifanın ye­rine yapılan Mekteb-i Sanayi, 1901 yılın­da yapılan Alman Çeşmesi eski Atmey­danı'na yeni katılan yapılardır. Mekteb-i Sanâyi'nin bir bölümüne yerleşen tica­ret mektebi, halen Marmara Üniversite­si rektörlük binası olarak kullanılmak­tadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Matrakçı Nasuh. Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irâkeyn (nşr. Hüseyin G. Yurdaydın), Ankara 1976, vr. 8b; Konyalı, istanbul Sarayları, s. 1-27; Nurhan Atasoy. İbrahim Paşa Sarayı, İstan­bul 1972, s. 12-14; Metin And, Osmanlı Şen­liklerinde Türk Sanatları, Ankara 1982, s. 35-

3e- İTİ


Mİ Tanju Cantay

ATOM (bk. CEVHER).

ATPAZARÎ OSMAN FAZLI

(ö. 1102/1691)

Âlim, mutasavvıf; İsmail Hakkı Bursevî'nin şeyhi.

1041 "de (1632) Şumnu'da doğdu. İlk bilgilerini babası Fethullah Efendi'den al­dı. Ailesi ve hayatının ilk on yedi yılı hak­kında yeterli bilgi yoktur. Daha sonraki yıllarını müridi ve halifesi İsmail Hakkı Bursevî'nin eserlerinden tesbit etmek mümkündür. İlk tahsilini Şumnu'da ta­mamladıktan sonra Edirne'ye giderek Aziz Mahmud Hüdâyrnin halifesi Saçlı İbrahim Efendi'ye intisap etti. Burada sıkı bir riyazet hayatı yaşayan Osman Fazlı, şeyhinin kendisine kızını vermek istediğini anlayınca artık feyiz alamaya­cağını düşünerek Celvetiyye'nin Üskü­dar'daki merkez tekkesine gitti. Yaşlı bir derviş ona, tekkenin şeyhi ve Hüdâ­yrnin kızından torunu olan Şeyh Mesud'-un meczup olduğunu, irşada yetkili ol­madığını, bu konuda Zâkirzâde Şeyh Ab­dullah'ın kendisine daha faydalı olaca­ğını söyledi. Osman Fazlı, Zeyrek Camii'-

nin yanında tekkesi olan bu Celvetî şey­hine intisap etti ve sekiz yıl kadar bura­da kaldı. Bu arada çeşitli hocaların ders­lerine devam ederek zahirî ilimlerle ilgi­li bilgilerini geliştirdi. Şeyhinin her salı günü Fâtih Camii'nde icra ettiği Celvetî zikrine de devam etti. Bu yıllarda içine doğan duyguları kaleme almaya başla­dı. Bunları Zâkîrzâde'ye gösterdiğinde şeyhi ona sözlerinde "Şeyh-i Ekber zev­ki" bulunduğunu söyledi.

Bir müddet sonra şeyhi Atpazarî'yi Edirne'ye bağlı Aydos kasabasına halife olarak gönderdi. Birkaç yıl burada vaaz ve irşadla meşgul olan Atpazarî, "vahde­tin yüzünden kesret perdesinin açılma­sı ve âfakta vahdet nurunun zuhuru" diye tarif ettiği bir tecelliye nail oldu. Şeyhinin ölümünden sonra Filibe'ye git­ti (1068/1657-58). Burada gördüğü bü­yük ilgiyi çekemeyenler onu devlet yet­kililerine şikâyet ettiler ve Filibe'den göç etmeye zorladılar. Osman Fazlı İstan­bul'a geldiğinde (1672), daha önce Fili­be'de kadı iken tanıdığı Esîrî Mehmed Efendi'nin şeyhülislâm olduğunu öğren­di ve durumunu ona arzetti. Şeyhülislâm da Filibe kadısına hitaben bir mektup yazarak kendisine verdi. Filibe'ye dönen Osman Fazlı gördüğü bir rüya üzerine tekrar İstanbul'a gitti. İsmail Hakkı'nın Tamâmü'1-feyz adlı eserinde anlattığı­na göre bu yıllarda sıkıntılı bir hayat ge­çiren Atpazarî daha sonra Fatih Atpa-zan'nda Manisalı Mehmed Paşa Camii'-nin içinde kurduğu tekkeye yerleşti. Soh­betlerinde vahdet-i vücûd* çizgisini ta­kip ettiğinden ulemânın tepkisini çek­ti. Sadrazam KÖprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa ile görüşmesi durumu biraz yatış­tırdı. Tekkedeki irşad faaliyetlerinin ya­nı sıra cuma günleri Vefa Camii'nde, çar­şamba günleri de Süleymaniye Camii'n­de vaaz vermeye devam etti.

1683 Avusturya seferi sebebiyle dev­let ricâliyle arası açıldı. Ona göre bu se­fer Osmanlılar'ın hayrına değildi, barış yapılmalıydı. Ayrıca Kara Mustafa Paşa bu işleri becerebilecek bir kabiliyete de sahip değildi. Bozgundan sonra IV. Meh­med kendisini sohbet için Edirne'ye da­vet ettiğinde konu ile ilgili düşünceleri­ni padişaha açık bir şekilde arzetti. Sul­tan memnuniyetini bildirdiyse de Sad­razam Kara Kethüda İbrahim Paşa'nın faaliyetleri neticesinde Şumnu'ya sür­gün edildi. Üç ay sonra yeni sadrazam Bosnevî Süleyman'ın daveti üzerine Os­man Fazlı Edirne'ye döndü ve IV. Meh­med ile birlikte İstanbul'a geldi. Daha

sonra 1689 Belgrad Seferi'ne davet edil­di. Sadrazam Tekirdağlı Bekrî Mustafa Sofya'ya vardıklarında geri dönmesini istedi. Osman Fazlı da ordu bozguna uğ­rayıp geri dönünceye kadar Sofya'da kal­dı, daha sonra İstanbul'a döndü. Burse-vî'nin ifadesine göre bu olaydan sonra devlet yetkilileriyle ilişkisini kesti. KÖp­rülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa'nın sadra­zamlığı sırasında Magosa'ya sürülen At­pazarî Konya, Lârende, Silifke, Lefko­şe yoluyla Magosa'ya gitti. İsmail Hakkı Bursevî, Atpazarfnin oğlu Mustafa, Os­man Dede, Yakut Dede ve Yahya Dede ile birlikte 1690 yılında Magosa'ya gide­rek şeyhini ziyaret etmiştir. Atpazarî 17 Zilhicce 1102'de (11 Eylül 1691) vefat et­ti ve Magosa'da defnedildi. Daha sonra­ki yıllarda türbesinin yanına Kutub Os­man Tekkesi inşa edildi.

Kutub Osman, Fazlı-i İlâhî, Emîr Efen­di diye de anılan Atpazarî. XVII. yüzyıl Anadolu ve Rumeli topraklarında geli­şip yayılan tasavvuff düşüncenin önem­li simalarından biridir. Kadizâde Şeyh Mehmed Efendi (ö. 1045/1635-36) ile Ab-dülmecid Sivâsî'nin vahdet-i vücûd üze­rine tartışmalarının olduğu bir dönem­de sürekli olarak Fuşûşü'l-hikem'ı oku­yan, okutan ve açıklayan Atpazarî'nin hayatındaki sürgün ve sıkıntıların teme­linde bu vahdet-i vücûdcu meşrebini ara-

mak gerekir. İsmail Hakkı Bursevî KM-bül-Hİtâb'üa Atpazarî'nin bu durumu kısmen örtmek için etrafındakilere zahi­rî ilimleri de okutmaya başladığını kay­deder. Onun iki önemli eserinin Sadred-din Konevî tarafından kaleme alman eserlerin şerh ve haşiyesi olması da vah­det-i vücûd görüşüne bağlılığını gösterir. Eserleri vahdet-i vücûd düşüncesi açı­sından bir orijinallik taşımamakla bir­likte müellifin kendi ilham ve varidatı­nın (bk. uârid) mahsulü olmaları sebe­biyle önemlidir.

Kaynaklara göre Atpazarî Rumeli, Ana­dolu ve Hicaz bölgelerine 150'ye yakın halife göndermiştir. Celvetiyye'nin Hak-kıyye kolunun pîri olan İsmail Hakkı Bur-sevfyi bunların başında saymak gere­kir. Kendisinden sonra İstanbul'daki der­gâha şeyh olan oğlu Mehmed Cûdî Efen-di'den başka meşhur halifelerinden ba­zıları şunlardır: Seyyid Abdülbâki Efen­di (Edirne), Ahmed Efendi (Aydos), Ali ed-Debrevî (Eşteb), Mehmed Efendi (Mısır), Mehmed el-Karinâbâdî (Siroz).

Eserleri. 1. el-Lâ 'ihâtü'J-berkıyyât iî keşü'l-hucüb ve'I-estâr "an vücûhi es­rarı ba'zi'l-ehâdîş ve'J-âyât. Bazı âyet­lerin tasavvuff yorumunu yaptığı bu ese­rinde gönlüne doğan bilgileri vahdet-i vü­cûd çizgisindeki bir tasavvuf anlayışıyla kaleme almıştır. Çeşitli sûrelerden alt­mış altı âyetin tefsirini ve birkaç hadisi ihtiva eden eser müridi İsmail Hakkı Bur-sevî'nin meşhur tefsiri Rûhu'i-beydn'ın temel kaynaklarından biridir. Müellif nüs­hasından (Süleymaniye Ktp., Reîsülküt-tâb, nr. 511/I) başka nüshası bilinme­mektedir. 2. Mişbâhu'l-kalb. Sadreddin Konevî'nin Miftâhu'1-ğayb adlı eserinin şerhidir. Müellif nüshası Süleymaniye Kü-tüphanesi'ndedir (Reîsülküttâb, nr, 511/ 2). 3. Mir^âtü esrâri'l-'irfan. Sadreddin Konevî'nin Fatiha tefsirinin hâşiyesidir (Süleymaniye Ktp., Râgıb Paşa, nr. 120). 4. Tecelliyâî-ı Berkıyye. İbnü'l-Arabi'nin bir kasidesinin şerhidir (Süleymaniye Ktp., Reîsülküttâb, nr. 511/3), 5. Fetlm'l-bâb. Münazara ilmine dair Risâîetü'l-cAdu-diyye'nin şerhidir {îzâhu'l-meknûn, 1, 565). 6. Hediyyetül-mütehayyirîn. Hik­met ve kimyadan bahseder (Süleymani­ye Ktp,, Esad Efendi, nr. 3491). 7. Ğöye-tül-müntehob. İksir ilmi ile ilgilidir [Keş-fü'z-zunûn, 11, 1811). 8. Haşiye calâ Muh­tasarı '1 -Me cânî, Muhtaşarü'1-M.e cânî'-nin diğer bir haşiyesi olan Hâşiye-i Mag-ribiyye ile birlikte basılmıştır (İstanbul 1276).

Diğer eserleri de şunlardır-. Hâşiye-i Mutavvel (Süleymaniye Ktp., Lâleli, tır. 2821); Tulü'u'ş-şems ve'S-işrâk (Süley­maniye Ktp., İzmir, nr. 321); Mektûbât (Süleymaniye Ktp., Tâhir Ağa, nr. 608); Ri-sâle-i Rahmâniyye îî beyânı kelime-ti'1-insâniyye; Şerh-i Telvîh ve Şerh-i Tenkîh.

BİBLİYOGRAFYA :

■ Atpazarî. el-Lâ' İhâiü'l-berkıyyât (haz. Bed-reddin Çetiner), DİA Ktp., nr. 10.674, Giriş, s. 22-65; Keşfü'z-zunûn, II, 1181; İsmail Hakkı Bursevî, TamSmü'l-feyz, Süleymaniye Ktp., Ha­let Efendi, nr. 244, vr. 89M67a; a.mlf.. Silsile­name-i Celuetî, Süleymaniye Ktp., Şazelî Tek­kesi, nr. 63, vr. 46a-47h; a.mlf., Mecmûatü'l-esrâr, Atıf Efendi Ktp., nr. 1500, vr. 73b-101b; a.mlf., Kitabü'l-Hitab, İstanbul 1292, s. 295; Uş-şâkizâde İbrahim Efendi. Zeyl-İ Şakâik (nşr. H. I. Kissling),Wiesbaden 1965, s. 686; Râşid, Târih, III, 123-124; Hüseyin Vassâf, Sefine, III, 22-26: Osmanlı Müellifleri, I, 15; İzâhı/l-mek-nûn, I, 565; HediyyelÜ'l-cS.riftn, I, 657-658; Mehmet Ali Ayni, Türk Azizleri!: İsmail Hakkı Bursalı, İstanbul 1944, s. 23-49; Oktay Aslana-pa, Kıbnsta Türk Eserleri, İstanbul 1975, s. 25; Sâkıb Yıldız, L'Exege!.e Turc Ismâ'll Hakki Bu-rûsaıvl Sa Vie, Ses Oeuures et La Methode dans son Tafsîr Rüh al-Bayân (doktora tezi," 1972), L'üniversite de Sorbonne (yayımlanma­mış müellif Öze! nüshası), s. 23-40; Bursalı Mehmed Tahir, "Atpazarî Osman Fazlı-i İlâ­hî", SR, sy. 28/210 (13301, s. 29-30.

H SÂkıb Yıldız

ATPAZARİ TEKKESİ

XVII. yüzyılın ikinci yarısında

İstanbul, Fatih Atpazarı'nda kurulan

günümüze ulaşmamış bir tekke.

Fâtih devri ulemâsı ve devlet ricalin­den Manisalı Mehmed Paşa (o. 1495) ta­rafından yaptırılan ve kendi adıyla anı­lan caminin içinde yer alır. İnşa tarihi kesin olarak bilinmeyen bu caminin Fâ­tih devrinde (1451-3481) yaptırıldığı tah­min edilmektedir. Ancak vakfiyesi 909 Rebîülevvel (Eylül 1503) tarihlidir. Gece­leri şehrin çeşitli yerlerinde nöbet tutan on iki yeniçeri çorbacısı görevlerine da­ğılmadan önce akşam namazlarını top­luca burada kıldıkları için cami Kul Camii adıyla da anılagelmiştir. Atpazarî Tek­kesi ise Fazlı-i İlâhr, Atpazarî ve Kutub la­kapları ile tanınan Şeyh Osman Efeh-di'nin (ö, 1691) XVII. yüzyılın ikinci yansı içinde bu camiye "vaz'-ı meşîhat" etme­sinden sonra kurulmuştur. Başlangıçta Atpazarî Osman Efendi'nin mensup oldu­ğu Celvetiyye tarikatına bağlı iken onun Magosa'ya sürülmesinden sonra Şâbâ-niyye'ye, 1865'ten itibaren Sünbüliyye'ye,

1885'ten sonra da tekrar Celvetiyye'ye intikal etmiştir. Tekkenin Fatih ve çev­resini etkilemiş olan yangınlarda zarar gördüğü ve birtakım tamirler geçirdiği, hatta yeniden inşa edildiği tahmin edi­lebilir. Her şeye rağmen Manisalı Meh­med Paşa Camii'nin XX. yüzyılın başla­rında ayakta olduğu ve Atpazarî Tek-kesi'nin de faaliyetini kesintisiz sürdür­düğü anlaşılmaktadır. 1901'de çıkan bir yangında ve 1918 Cibâli-Fatih yangının­da büyük ölçüde tahribe uğrayan cami uzun süre dört duvardan ibaret bir ha­rabe halinde kalmış, 1964'te bu duvar bakiyeleri yıktırılarak yalnızca dış ebadı korunmak suretiyle yeniden inşa edil­miştir.

İlk yapısından günümüze hiçbir şey ulaşmadığı için Atpazarî Tekkesi'nin mi­mari Özellikleri bilinmemektedir. Ancak tekkenin, tevhidhane olarak kullanılan cami İle bunun avlusu etrafında yer alan bir harem dairesi ve derviş hücrelerin­den ibaret olduğunu söylemek müm­kündür. Zaman içinde çeşitli onarımlar geçirdiği muhakkak olan bu yapıların ilk konumları pek fazla değişmemiş olsa gerektir. Günümüzde tekkeden artaka­lan yegâne unsurlar cami-tevhidhane ile güneyinde yer alan küçük hazrredir. Ka­reye yakın dikdörtgen planlı kagir du­varlı ve ahşap çatılı olan bu yapı müte­vazı bir mescid niteliğindedir. Aslında duvarları moloz taslar ve tuğlalarla özen­siz bir biçimde örülü iken son ihyasında almaşık olarak bir sıra kesme köfeki taş ve iki sıra tuğla ile itinalı şekilde örül­müştür. Her cephesinde ikisi altta, ikisi de üstte olmak üzere dörder pencere vardır. Alttakiler mermerden söveler, demir parmaklıklar ve aynaları köfeki-den mamul tuğladan örülü sivri tahfif kemerleriyle üsttekiler ise çift kat alçı pencerelerle donatılmıştır. Hazîrede Ma­nisalı Mehmed Paşa başta olmak üzere bazı devlet ricali, ulemâ ve tekke men­suplarının kabirleri bulunmaktadır. Bun­lar arasında caminin banisine ait olanı XV. yüzyıl Osmanlı mezar taşlarının gü­zel bir örneğini teşkil etmektedir. Hazî­rede bulunan Anadolu Kazaskeri Molla-cıkzâde İshak Efendi'nin dayısı Ahmed Efendi'ye (ö. 1113/1701-1702), kızkarde-şi Hatice Hatun'a (ö. 1144/1731-32) ve kayınvalidesi Rukiyye Hatun'a (ö. 1166/ 1753) ait müşterek bir mezar taşı çok değişik tasarımı ile dikkati çekmekte­dir. Yekpare bir mermer kitlesi yan ya­na .bitişik duran üç müstakil mezar taşı görünümü verecek şekilde işlenmiş, ön


Yüklə 1,11 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   25




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin