Aşk konusunun halk arasında nasıl anlaşıldığının en belirgin örneklerinden biri olan bilhassa "âh minel aşk" yazılı levha-resimlerin gergef ile işlenmişleri evlerde, ayna üzerine yapılmışları kahvelerde, boyalı, boyasız el ile çizilmişleri, taş basmaları, yaldızlıları, sülüs ve ta'liK hattıyla veya dallardan yapılmış (hatt-ı şecerî) yazılarla yazılmışları da dükkânlarda görülürdü. Aşk derdine tutulanla-
rı temsil eden çift gözlü "ne" harfinin insan gözüne benzetilen gözlerinden akan derya misaii yaşlar (seylâb-ı aşk] bir göl veya deniz meydana getirmekte, diğer taraftan da Ferhad veya Mecnûn gibi aşktan dolayı dağlara düşmüş bir âşığın halini anlatmak maksadıyla dağların üzerine resmedilmiş ve kendisi de şekliyle bir dağı andıran ve dağ başına benzeyen bu harfin tepe noktasından tüten dumanlar âşığın aşk elinden yanıp tutuştuğunu, dumanının göklere çıktığını gösterir. Bu yazı-resimlerin hemen hepsinde genellikle ta'lik hattıyla yazılmış, "Âh mine! aşk ve hâlâtihî, ahraka kalbî bi-harârâtihî" (Âh bu aşktan ve hallerinden, ateşi kalbimi yaktı) beyti ve konuyla ilgili başka manzum ve mensur ifadeler yer almaktadır (bk. Aksel, s. 49, 52-55].
Aşk konusu Türk mûsikisinde de önemli bir yer tutmaktadır. Maddî aşkın terennüm edildiği şarkılar başta olmak üzere çeşitli formdaki lâdinî eserler arasında, bazan ilâhî aşkın da İfade edildiği gazel formunun ayrı bir yeri vardır. Dinî mûsikinin tekke mûsikisi kolunda da başta Mevlevi âyinleri olmak üzere riâ't, durak, ilâhi, tevşîh ve bilhassa irticalen okunan kasideler konunun işlendiği belli başlı formlardır. Bu eserlerde ele alınan aşk esas itibariyle tasavvuff-ilâhîdir. Fakat na't ve tevşîhlerde Hz. Peygamberce ve tarikat pirlerine karşı duyulan aşk ve muhabbet de dile getirilmiştir. Mevlevî âyinleri güfteleri itibariyle genellikle Hz. Mevlânâ'nm ilâhî aşkı işleyen âşıkane gazelleriyle, Meşne-vı'sinden seçilmiş bu konudaki beyitlerin bestelenmesinden meydana geldiği için hemen tamamen aşk konusunu işler. Bunlar arasında, "Beste-i Kadîm" adıyla tanınan ve ilk üç Mevlevî âyininden biri olan hüseynî âyininde yer alan ve daha sonra pek çok âyinde de tekrar edilmiş olan, güftesi Mevlânâ'ya nisbet edilen, "Âh mine'l-aşk ve hâlâtihî / ahraka kalbî bi-harârâtihî / mâ nazara'1-aynü ilâ gayriküm / uksimü billahi ve âyâtihr kıtası ile bunun Türkçe'si olan mütercimi meçhul, "Âh güzelin aşkına hâlâtı-1 na / Yandı yürek aşk harârâtına / And içerem gayri güzel sevmezem / Tann'ya vü Tann'nın âyâtma" kıtası pek meşhurdur ve aşk konusunun âyinlerde nasıl önemli bir yer tuttuğunun da en açık ifadesidir. Bu Arapça kıtanın ilk iki mısraı Şeyh Gaüb'in, "Ey rûh-ı pâkinde lyan nür-ı zât" matla'lı terciinde vasıta beyti ola-rak kullanıldığından bazılarınca beytin ona ait olduğu söylenirse de bu yanlıştır.
BİBLİYOGRAFYA:
Dihhudâ. Luğatrtâme, s. 264-271; Eşrefoğlu Rûmî, Eşrefoğlu Divanı (nşr. Asaf Halet Çelebi), İstanbul 1943; Sinan Paşa, Tazarru'nâme (nşr. Mertol Tulum), İstanbul 1971, 5. 187-215; Fuzûlî, Leylâ İle Mecnun (nşr. Necmettin Halil Onan], İstanbul 1956, s. 1-8; Şeyh Gâlib, Hüsn ü Aşk (nşr. Abdülbaki Gölpınarlıl, İstanbul 1968, s. 27; Emin Nihad Bey, Müsameratna-me: Gece Hikayeleri (haz. M. İsmet Uzun), İstanbul, ts. (Tercüman 1001 Temel Eser: 20); A. Nihat Tarlan, İslâm Edebiyatında Leylâ üe Mecnun Mesneuîsi (doktora tezi, 1922], Türkiyat Araştırma Merkezi, nr. 1; a.mlf., Şeyhî Di-uanını Tedkik, istanbul 1964, s. 4-7, 9, 21-26; Meuleuî Âyinleri (İstanbul Konservatuarı Neşriyatı), İstanbul 1934, VI, 270-271 (notası), 277 (güftesi); Haydar Tolun. Aşk Edebiyatı, Bursa 1936; Pertev Naili Boratav, Halk Hikâyeleri ue Halk Hikâyeciliği, Ankara 1946, s. 85; Tanpınar, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 5-10, 270-272, 280-281, 289-290; Agâh Sim Le-vend, Arap, Fars ue Türk Edebiyatlarında Leylâ ue Mecnûn Hikâyesi, Ankara 1959, s. 1-7, 370-383; a.mlf, Divan Edebiyatı, s. 24; Bedri Noyan, Aşk Risalesi, Aydın 1959; Malik Aksel. Anadolu Halk Resimleri, istanbul 1960, s. 49, 52-56; a.mlf., "Âh Minelaşk Yazı-Resim... Tabiat", TFA, sy. 213 (1967), s. 4378-4381; Nihad M. Çetin, Eski Arap Şİirİ, İstanbul 1973, s. 70, 71, 74, 80, 86, 89; Özeğe, Katalog, 1, 83; II, 569, 861; III, 967; E. Kemal Eyüboğlu. On Üçüncü Yüzyıldan Günümüze Kadar Şiirde ue Halk Dilinde Atasözleri ve Deyimler, İstanbul 1973-75, 1, 20-25; 11, 31-32; Filiz Çağman — Zeren Tanındı, Topkapı Sarayı Müzesi İslSm Minyatürleri, İstanbul 1979, rs. 11, 16, 17, 22, 45, 48; Begİr Ayvazoğlu, Aşk Estetiği, Ankara 1982; a.mlf., İslâm Estetiği ve İnsan, istanbul 1989, s. 38-53, 97-105; Nejat Mualli-moğlu, Deyimler, Atasözleri, Beyitler ue Anlamdaş Kelimeler, İstanbul 1983, s. 35-40; Abdülbâki Gölpınarlı, Şeyh Gaiib: Seçmeler oe Hüsn ü Aşk, İstanbul 1976, s. 32-40; a.mlf., Meulânâ'dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1983, s. 456; Cemal Kurnaz, Hayalı Bey Divanı Tahlili, Ankara 1987, s. 404; Gül Derman. Resimli Taş Baskısı Halk Hikâyeleri, Ankara 1989, s. 19-40, 60-65, rs. 1-180; Hikmet Dizdaroğlu, "Bayburtlu Celâli'nin Şiirleri: İV", TFA, sy. 131 (1960), s. 2171; Cahit Kavcar, "Hamdullah Hamdi'nin Yusuf ü Züleyha'sı", TDAY Belleten 1968 (1969), s. 157-169; İsmail Ün-ver, "Mesnevi", TDL, nr. 415-416-417 (1986),
s. 430-463. İTİ
LtJ Mustafa Uzun
aşkAbAd
Türkmen Sovyet Sosyalist Cumhurîyeti'nin
başşehri.
l_ _l
Hazar denizinin doğusunda bulunan Karakum çölünün güneyinde, Sovyetler Birliği iie İran arasında uzanan Kopet-dağ silsilesinin kuzey eteklerinde sınırdan 30 km. içeride yer alır. XIX. yüzyılın sonlarına kadar halkını Teke (Tekke) Türkmenleri'nin teşkil etmesi sebebiyle
Ahal Teke adıyla anılan vahalar bölgesinin 500 çadırlık en önemli obası (avul) iken bölgenin 1881'de Ruslar tarafından ele geçirilmesinden sonra şehir haline getirilmiştir. Ruslar'm önce bir kale inşa ederek burayı yeni kurdukları Zakar-piskaya (Mâverâ-i Hazar, Transcaspia) eyaletinin başşehri yapmaları ve dört yıl sonra, Hazar denizi kıyısındaki Krasno-vodsk'u Buhara ve Taşkent'e bağlayacak olan demiryolu hattını buradan geçirmeleri üzerine şehir Rus göçmenlerinin akınına uğrayarak kısa sürede önemli bîr ticaret ve hafif endüstri merkezi haline geldi. Aralık 1917'de kurulan Bolşevik yönetim Temmuz 1918'de Beyaz Rus ve Türkmenlerden oluşan karşı devrimcilerin eline geçtiyse de bir süre sonra General Kuybiçev kumandasındaki Kızıl Ordu birlikleri şehri geri aldı ve Aş-kâbâd adı, ilk Bolşevik yönetimin kurulmasında etkili olan ihtilâlci Poltoratsk'-ın adıyla değiştirildi. Şehir 1924 yılında, Soyyetler'in yapılaşma hareketi sırasında yeni kurulan Türkmen Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin başşehri haline getirildi ve 1927 yılında adı tekrar Aşkâ-bâd'a çevrildi.
Aşkâbâd, 1948'de geçirdiği çok büyük bir deprem sonucu tamamen yıkılmış ve daha geniş bir alan üzerinde aynı plana göre fakat daha alçak binalarla yeniden inşa edilmiştir. Bugün bir ticaret sanayi, kültür ve sanat merkezi durumundadır. Şehirde başlıca cam, motor, karoser, tarım aletleri, pamuklu ve ipekli dokuma, iplik, ayakkabı ve gıda sanayii üzerine çeşitli fabrika ve imalâthaneler bulunmaktadır. M. Gorki Türkmen Üniversitesi başta olmak üzere alt yüksek öğretim kurumu, Türkmen İlimler Akademisi ve özellikle bu akademinin Sovyetler Birliği'nde tek olan Çöl Enstitüsü ile
Güney Türkmenistan Arkeoloji Enstitüsü şehirdeki ilmî kuruluşların başlıcala-rını teşkil etmektedir. Kültür ve sanat kuruluşlarının en önemlileri ise bölgede yapılan kazılarda bulunmuş eski eserlerin korunduğu arkeoloji müzesi, Türkmen etnografyası üzerine büyük değer taşıyan eşyaya sahip etnografya müzesi, Farsça yazmaların bulunduğu bir araştırma kütüphanesi, opera, çeşitli tiyatrolar ve şehri bir sinema sanayii merkezi haline getiren film stüdyolarıdır.
1984'te 351.000 olan nüfusun % 30'u-nu Türkmenler, gerisini Ruslar (% 50) ile diğer Sovyet halkları teşkil eder. Şehrin merkezi olduğu Aşkâbâd ili, Ahal Teke vahalarının ve Karakum çölünün tamamını içine alan 93.400 km2 araziye ve 440.000 nüfusa (1983, tan.) sahip olup nüfusun 3/4'ünden fazlasıftşkâbâd şehrinde, gerisi de yine vahalarda yer alan Bezmein ve Tecen kasabalarıyla daha küçük yerleşim birimlerinde yaşamaktadır. 1962'de yapımı tamamlanan Karakum Kanalı ile sulanan vaha topraklarında pamuk, tahıl, sebze ve üzüm, kavun, karpuz gibi meyveler yetiştirilip hayvancılık yapılır; en önemli hayvancılık ürünü karakul kuzusu postudur (astragan). Bölgede çıkarılan başlıca yeraltı zenginlikleri çinko, kurşun, sülfür ve ba-rittir.
Aşkâbâd'ın 7 km. batısında, herhangi bir binası ayakta kalmamış olan Ortaçağ şehirlerinden Nesâ'nın harabeleri, 10 km. doğusunda da Asya'nın en eski yerleşim merkezlerinden birine ait kalıntıların ortaya çıkarıldığı Anav kurganı (höyük) bulunmaktadır. Kuzey-güney yönünde uzanan iki tepeden ibaret Anav kurganında XX. yüzyılın başlarında yapılan arkeolojik kazılar sonucu dört kültür katından oluşan bir medeniyetin izleri tesbit edilmiştir. Orta Asya ve ona bağlı olarak da Batı Çin tarihi için büyük önem taşıyan Anav'ın ilk kültürü kerpiç evlerde oturan, ziraatı, hayvan evcilleştirmeyi ve çanak çömlek yapmayı bilen bir Neolitik devir (yeni taş devri) medeniyetine, son kültürü ise demiri tanıyan bir maden devri medeniyetine aittir. Kronoloji konusunda yapılan son çalışmalarla üçüncü kültürün milâttan önce İli. binyılın ortalarına ait olduğu anlaşılmıştır. Birinci kültürün ise milâttan önce VI. binyılın sonlarına veya V. binyılın başlarına ait olduğu sanılmaktadır ki bu durum Orta Asya'da da Ön Asya'dakiler kadar eski medeniyetlerin varlığını göstermektedir. Anav kurganının yakının-
22
da, kitabesinden Ebü'l-Kasım Bâbür (ö. 861/1457) tarafından yaptırıldığı anlaşılan bir de cami bulunmaktadır.
BİBLİYOGRAFYA:
C. Schaeffer, Stratigraphie Comparee et Clıronologie de l'Asie Occidentale, London 1948, s. 598-599; R. H. Dyson. "Problems in the Relative Chronology of Iran", Chronologies in Oid World Archaeology (nşr, R. W. Ehrich), Chicago 1967, s. 247, 512; Shirin Akıner, Islamic Peoples of the Souiet Union, London, 1986, s. 317; "Anav", TA, II, 456-457; W. Barthold. "Ahal Teke", İA, 1, 155; a.mlf.. "Aşkâbâd", İA, I, 710; a.mlf., "Etek", İA, IV, 398; Mehmed Saray. "Türkmenler", İA, XII/2, s. 661-673; B. Spuler. "'Ashkâbâd", El2 |İng.|, I, 700-701; a.mlf.. "Ashkhabad", Elr., II, 750; Th. Shabad, "Ashkhabad", EAm., II, 436; G. E. Wheeler - A. Sheehy, "Ashkhabad", EBr., II, 572; ABr., II,
471-472. m
İffij Sargon Ekdem
AŞKIYYE
Tayfûriyye'den Şütâriyye'nîn bir kolu.
Ca'fer es-Sâdık ile başlatılan ve birbirinden farklı şekillerde kaydedilen bu tarikatın silsilesinde Bâyezîd-İ Bistâmî ve Ebü'l-Hasan el-Harakânî gibi sekr*, fena* ve aşk konusundaki fikir ve sözleriyle tanınmış büyük sûfîler yer alır. Aşkıyye (Iskıyye), belli birtakım âdâb ve erkânı bulunan bir tarikat olmayıp tamamıyla tasavvufun hususi bir temayülünü İfade eder. Bu temayülde olanlara göre ibadet mutlaka gerekli olmakla birlikte Allah'a ibadetle değil, aşk ve muhabbetle varılır. Bâyezîd-i Bistâmî'ye göre kafileden önce menzile varmak ibadetle değil ancak sevgiyle oiur. Bu sebeple hakiki mürid gece yatıp uyuşa bile sabahleyin kafileden evvel menzile
varır; kıldığı namaza ve tuttuğu oruca değil, Allah'ın lutfuna ve keremine bel bağlar. Bu anlayışa sahip bir kişi hangi tarikata mensup olursa olsun Aşkıyye'-ye dahil olmuş kabul edilir. Bir sınıflamaya göre mutasavvıflar dört kısma ayrılırlar: Hulûliyye, İttihâdiyye. Vâsıliyye, Uşşâkıyye. Uşşâkıyye Allah'a aşk vasıtasıyla erme yolunu seçtiği için bu ismi almıştır. Burada Uşşâkıyye ile Aşkıyye aynı mânaya gelmektedir.
BİBLİYOGRAFYA:
Zebîdî, cikd, s. 88; a.mlf.. İthafü'l-aşrtyâ', s. 245; Ma'sum Ali Şah, Tar&'ik, I, 286;' II, 151-152. m
LtJ Süleyman Uludağ
AŞKÎ, Kadîm
XV. yüzyıl divan şairi.
Tezkirelerde ve diğer kaynaklarda hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan Aş-kî, aynı mahlası taşıyan daha sonraki birkaç divan şairinden ayırt edilmek için "Kadîm" sıfatıyla anılmaktadır. Sehî Bey, tezkiresinde onun Fâtih Sultan Mehmed devri şair ve musahiplerinden, şiiri iyi bilen ve döneminde rağbet gören bir sanatkâr olduğunu belirtmektedir. Latîfî ise Aşkî'nin şiirlerinin sade ve "vezne uydurulmuş sözlerden ibaret" olduğunu, padişahtan gördüğü ilginin bu sebeple zamanın şairlerince kıskanıldığını kaydeder. Ayrıca Fenâî adlı bir şairin, Aşkî'nin günde 100 akçe almasını kıskandığı için, yazdığı bir beyiti naklederek yeteneksiz ve hünersiz kişilerin talihleri sayesinde itibar gördüklerinden şikâyetle sözlerini bitirir. Âşık Çelebi de Sehî ve Latîfî'ye uyarak tezkiresinde Aşkî'ye yer verdiğini, ancak onun anılmaya değer bir beytinin bile bulunmadığını söyler.
Tezkirelerin bu değerlendirmesine kısmen katılan S. Nüzhet Ergun, Silkü'l-JedJ'de (bk. ahmed hasîb efendi) aynı görüşlerin tekrarlandığı bir manzumeyi nakletmekte, gazellerinde li. Murad ile bilhassa Fâtih'i metheden şairin kudretli bir sanatkâr olarak gösterilemeyeceğini; Fâtih'in Aşkî'ye olan teveccühünü onun sahip olduğu başka meziyetlerde aramanın daha uygun olacağını belirtmektedir.
Ancak Aşkfnin Mecmûatü'n-nezâir ve Câmiü'n-nezâir'de bulunan gazelleri sanat bakımından mecmuadaki diğer şiirlerden daha az değerli değildir. Gerek MecmûatÜ'n-nezâif deki on gazel gerekse Fâtih gibi şiir ve edebiyattan anlayan bir padişahın Aşkrye verdiği değer, Sehî Bey'den sonraki tezkirecilerin yanıldığını göstermektedir. Nitekim Aş-kî'nin şiirleri üzerinde kısa bir değerlendirme yapan V. Mahir Kocatürk, onun dile, duyguya ve mazmunlara hâkimiyet bakımından devrinin iyi bir şairi olduğunu, divan şiirini maddî duygu ve klasik sanat endişesiyle işlediğini, an'anevî mefhum ve mazmunları Türk şiirine mal etmeye çalıştığını, bunda başarı göstermekle birlikte bariz bir şahsiyet kazanamadığını ifade etmektedir.
S. Nüzhet Ergun, şiirlerinin divan halinde toplandığı bilinen Aşkfnin divanının doksan sayfa hacminde ve 1OOO beyit kadar olan bir nüshasının Ankara Eski Eserler Kütüphanesi'nde bulunduğunu bildirmektedir.
Hadîkatü'l-cevâmi'de, Balat civarında bugün de aynı adla anılan Molla Aş-
kı Mescidİ'nin şair Aşkî tarafından yaptırıldığı ve mezarının da orada olduğu kayıtlıdır.
BİBLİYOGRAYFA:
Ömer b. Mezîd, Mecmüatü'n-nez&ir (nşr. Mustafa Canpolat), Ankara 1982; Sehî, Tezkire (G. Kut), s. 67; Aşık Çelebi, Meşâirü'ş-şuarâ, s. 246; Latîfî, Tezkire, s. 243; Kınalızâde, Tezkire, II, 635; AyvansarâyT, Hadîkatü'i-ceuâmV, 1, 196; Nail Tuman, Tuhfe-i Nailî, "Aşkî Kadim." md., sıra nr. 2874, İÜ Şarkiyat Araştırma Merkezi Ktp.; Ergun. Türk Şairleri, II, 512; Kocatürk, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 225. r—ı
İm İsmail Ünver
AŞKİ, Üsküdarlı
(Ö. 984/1576) Divan şairi.
İstanbul'da Rumelihisarı'nda doğdu. Asıl adı İlyas Çelebi'dir. Doğum tarihi bilinmemektedir. Gençliğinde babası gibi yeniçeri oldu. Âşık Çelebi'nin bildirdiğine göre askerlik mesleğine bir türlü ısı-namamakla birlikte çeşitli seferiere katılmış, Alman seferinde öldüğü söylentilerinin çıkması üzerine ulufesi kesilince Müeyyedzâde Hacı Halife'nin tekkesine kapılanarak derviş olmuştur. Bir müddet sonra Ebü'1-Fazl Çelebi'nin aracılığıyla bir kâtipliğe tayin edilmişse de hastalanarak görevine devam etmediği için yine maaşı kesilmiştir.
Kanunîye sunduğu bir şiirinde yıllarca padişah kapısında Kulluk ettiğini, piyade olarak seferlere katıldığını ve çeşitli fedakârlıklarda bulunduğunu anlatmaktadır. Şiiri beğenen padişah isteği-
ni sorunca Aşkî o sıralarda Ölen şair Ba-sîrî'nin 10 akçelik ödeneğinin kendisine verilmesini talep eden bir kıta nazmet-miş, padişah bu arzusunu yerine getirdiği gibi ayrıca ihsanda da bulunmuştur. Böylece maddî sıkıntılardan kurtulan şair Üsküdar'da bir yalı satın alarak bilgin, sanatkâr ve şeyhlerin toplandığı bir mahfil haline getirdiği bu yalıda yaşamaya başlamıştır. Latîfî Tezkiresi'n-den itibaren birçok kaynakta Üsküdarlı nisbesiyle anılması bundandır. Sairle 153S yılı baharında tanıştığını bildiren Âşık Çelebi eserinde Aşkî'nin bu yalıda geçirdiği debdebeli hayatı uzun uzun anlatmaktadır. Ancak aşırı harcamaları yüzünden bir müddet sonra borçlanan Aşkî, II. Selim'e sunduğu "kerem" redifli bir kaside ile evinin rehin düştüğünü be-iirterek yardım istemiştir. Padişahtan ilgi görüp görmediği bilinmeyen şair tekrar Rumelihisarı'na taşınmış ve bir süre sonra vefat ederek Rumelihisarı Mezar-lığı'na defnedil mistir.
Bazı tezkirelerde, yeniçerilikten ayrıldıktan sonra Bektaşî! İk'ten Bayramîliğe geçtiği söylendiği gibi Sadettin Nüzhet de divanındaki bir murabbaa dayanarak Mevlevi olduğunu öne sürmektedir. Devrinin güçlü şairlerinden biri olan Aşkî'nin tasavvufT şiirleri de vardır. Sade ve samimi bir dille söylediği şiirleri arasında, günümüzde de tanınan ve bir muhammesinin nakarat beytinde geçen "Gö-relüm âyine-i devrân ne suret gösterür" mısraı gibi güzel parçalara rastlanmaktadır.
Şiirleri bir divan halinde toplanmıştır. Divanının İstanbul kütüphanelerinde bilinen iki nüshası vardır (Millet Ktp., Ali Emîrî, Manzum, nr. 297; Nuruosmaniye Ktp., nr. 3858). Çeşitli nazire mecmua-' iarında eserlerinden Örneklere rastlanmaktadır.
BİBLİYOGRAFYA:
Sehî, Tezkire (G. Kut), s. 136; Âşık Çelebi. Meşâirü'ş-şuarâ, s. 176-177; Latîfî, Tezkire, s. 244; Ahdî. Gülşen-i Şuarâ, İÜ Ktp., TY, nr. 2604, vr. 246"; Beyânî, Tezkire, İÜ Ktp., TY, nr. 2568, vr. 57a; Âlî. Künhü'l-ahbâr, İstanbul 1277, s. 202; Kafzâde Fâizî, Zübdetü'l-eş'âr, İÜ Ktp., TY, nr. 1646, vr. 78b; Kınalızâde, Tezkire, [[, 636; Riyâzî. Tezkire, İCİ Ktp., TY, nr. 761, vr. 53"; Keşfü'z-zunûn, I, 801 ; Evliya Çelebi, Seyahatname, i, 335; Müstakimzâde, Mecellelü'n-Nisâb, Süleymaniye Ktp., Halet Efendi, nr. 628, vr. 319"; Ergun, Türk Şairleri, 11, 515; Nail Tuman, Tuhfe-i Nâilt, "Aşkî İlyas" md., sıra nr. 2869, İÜ Şarkiyat Araştırma Merkezi Ktp.; TYDK,
!- 163. ı—|
m İsmail Ünver
AŞR-ı ŞERİF
Kur'ân-ı Kerîmin
bir cemaat içinde sesli olarak okunan
ve genellikle orta uzunluktaki
on âyet kadar olan bölümlerine
Türkler arasında verilen ad.
L
Aşr Arapça'da "on" demektir. Kur'an'ı öğrenme ve ezberleme çalışmasının onar âyettik bölümler halinde yürütülmesiyle ilgili ilk uygulamanın Hz. Peygamber tarafından yaptırıldığı bilinmektedir. Ebû Abdurrahman es-Sülemî'nin Hz. Osman, Abdullah b. Mes'ûd ve Übey b. Kâ'b'dan rivayet ettiği bir hadise göre Hz. Peygamber bu sahâbîlere âyetleri onar onar öğretmiş, sadece okumayı değil bu on âyetteki hükümleri de öğrenmedikçe diğer on âyetlik bölüme geçmelerine izin vermemiştir (bk. Taberî, 1, 80; İbn Mücâ-hid, s. 69; Zehebî, I, 490}. Kur'an'dan on âyet okumanın veya ezberlemenin faziletine dair hadisler de vardır. Geceleri on âyet okuyanın gafillerden sayılmayacağı (bk. Dârimî, "Fezâ'ilü'l-Kur'ân", 25; Ebû Dâvûd, "Şalât", 326), Kehf sûresinin başından on âyet ezberleyenin deccal*-den korunacağı (bk. Müsned, V, 196; VI, 449-450; Müslim, "Müsâfirîn", 257; Ebû Dâvûd, "Melâhim", 14] bu hadislerde işaret edilen hususlar arasındadır. Ayrıca Hz. Peygamber'in bir gece yarısı namaz için kalkıp önce Âl-i İmrân süresinin son on âyetini okuduğu da rivayet edilmiştir (bk. el-Muuatta, "Şalâtü'1-leyl", 11;
Buhârî, "Vudû5", 36]. Muhtemelen bu fiilî ve kavlî sünnete uymak için mushaf yazımında süreler onar âyetlik bölümlere ayrılmış, buna ta'şîr denmiştir. Ta'şî-re işaret etmek üzere de her on âyetlik bölümün sonuna aşr kelimesinin ilk harfi olan "ayın" ( £_) konmuş, böylece bu harf bir aşrın bittiğini ve yeni bir aşrın başladığını gösteren bir işaret olmuştur. Bazı mushaflarda ise ayın harfi yerine veya ayınla birlikte aşır güileri ve hatta değişik renkte âyet gülleri kullanılmıştır. Ashap ve tabiînin ileri gelenlerinden bazılarının konu üzerinde görüş belirttiklerini bildiren rivayetlere bakılırsa (bk. Dânî, s. 3, 14-15), ta'şîrle ilgili ilk denemelerin daha sahâbîler hayatta iken başladığı anlaşılmaktadır. Zer-keşî. bu uygulamanın Abbasî Halifesi Me'mûn'un veya Haccâc b. Yûsuf es-Se-kafî'nin emriyle yapıldığını belirtmekte ise de (bk. el-Burhân, I, 251] bunun işin resmiyet kazanma safhası ile ilgili olduğu söylenebilir.
Ta'şîri gösteren "ayın" harfinin mushaf yazımında yaygın hale gelmediği, bir kıssa veya konunun bitip yenisinin başladığını belirtmek ve hatimle namaz kıldıranların yahut namazı uzun tutanların rükûa gidebilecekleri en uygun yeri göstermek üzere daha sonraki asırlarda bir kısım âyetlerin sonuna konan ve "rükû'" ( tfj ) kelimesinden alınan "ayın" işaretinin bazı İslâm ülkelerinde onun yerini aldığı anlaşılmaktadır. Özellikle Türk hattatları tarafından yazılan bazı
Kur'an nüshalarında bir kısım âyetlerin sonunda görülen "ayın" harfleri bu maksatla kullanılmış, on âyetlik bölüm ölçüsü (ta'şîr) dikkate alınmamıştır.
Genellikle cemaatle kılınan namazlardan sonra veya çeşitli toplantılarda ibadet maksadıyla yapılan tilâvetlerde, hadislerde yer alan on sayısına itibar ederek okunan on âyet veya orta uzunlukta yaklaşık on âyetlik bir bölüm için Türk muhitlerinde kullanılan "aşr-ı şerif" tabirine öteki müslüman ülkelerde rastlanmamaktadır.
BİBLİYOGRAFYA:
el-Muuatta, "Şalâtü'1-leyl", 11; Müsned, V, 196; VI, 449-450; Dârimî, "Fezâ'ilü'l-Kur'ân", 25; Buhârî, "Vudû3", 36; Müslim, "Müsâfirîn", 257; Ebû Dâvûd. "Şalât", 326, "Melâhim", 14; Taberf, Tefstr (Şâkir), 1, 80; ibn Mücâhid, Kitâ-bü's-Seb'a fi'I-kıra7âl (nşr. Şevki Dayf], Kahire 1972, s. 69; Ebû Amr ed-Dânî. el-Muhkem fî nakü'S-meşâhif (nşr. izzet Hasan), Dımaşk 1379/ 1960, s. 3, 14-15; Zehebî. A'lâmü'n-nübeiâ\ I, 490; Zerkeşî. el-Burhân, I, 251; Süyûtî, et-İt-kân, IV, 160-162; Zürkânî, Menâhilui-'İrfan, Kahire 1372/1953, I, 402-403; Hind Şelebî. et-Kıra'ât bi-İfrtkıyye, Tunus 1983, s. 77.
Iffil MUHAMMED ErOĞI.U
ÂŞÜRÂ ^
Çeşitli din ve mezheplerin
önem verdiği, muharremin onuncu günü.
Âşûrâyı on sayısı ile ilgili olan aşr ve âşir veya develerin güdülmesiyle ilgili ışr kökünden türemiş Arapça bir kelime kabul edenler olduğu gibi, bu dilde "fâûlâ" vezninin bulunmadığını ileri sürerek İbrânîce'den geldiğini söyleyenler de vardır. Fakat âlimlerin çoğu bu görüşe katılmamakta, kelimenin Arapça asıllı olduğunu benimsemektedirler.
Âsûrânın menşei hakkında kaynakların belirttiği görüşleri iki noktada toplamak mümkündür. 1. Âşûrâ, Hz. Mûsâ ve kavminin, Firavun'un zulmünden kurtulduğu ve yahudilerin oruç tutmakla mükellef olduğu bir gündür. Daha çok müsteşriklerin benimsediği bu görüşe göre müslümanların mübarek bir gün olarak kabul edip oruç tuttukları âşûrâ yahudi geleneğine dayanmaktadır. 2. Aşûra, Hz. Nuh'tan itibaren bütün Sâmî dinlerde mevcut olan ve Câhiliye devri Araplar'ı arasında da Hz. İbrahim'den beri önemli görülüp oruç tutulan bir gündür. Bu görüş, Hz. Aişe ile Abdullah b. Ömer'in rivayetlerine dayanır. Âişe'nin
rivayeti şöyledir: "Âşûrâ Kureyş'in Câhi-liye devrinde oruç tuttuğu bir gündü. Resülullah da buna riayet ediyordu. Medine'ye hicret edince bu orucu devam ettirmiş ve başkalarına da emretmişti. Fakat ramazan orucu farz kılınınca kendisi âşûrâ gününde oruç tutmayı bırakmış, bundan sonra müslümanlardan dileyen bu günde oruç tutmuş, dileyen tutmamıştır" (Buhârî, "Şavm", 69; Müsned, VI, 29-301. Abdullah b. Ömer'in aynı konudaki rivaveti de şöyledir: "Âşûrâ Câ-hiliye devri insanlarının oruç tuttuğu bir gündü. Fakat ramazan orucu farz kılınınca Resûlullah'a âşûrâ konusu sorulmuş, o da, 'Âşûrâ Allah'ın günlerinden bir gündür, dileyen bu günde oruç tutsun, dileyen tutmasın' buyurmuştur" (Müsned, il, 57, 143). Ashap arasında ilimleriyle temayüz etmiş bu iki şahabının rivayetlerinden, âşûrânın Câhiliye devri Araplar'mca önemli sayıldığı açıkça anlaşılmaktadır. Hz. Âişe'nin âşûrâ gününde Kabe örtülerinin değiştirildiğini anlatan diğer bir rivayeti de bunu desteklemektedir {Müsned, VI, 244). Araplar'ın, âşûrâ günü doğduğu rivayet edilen ve Kabe'yi inşa eden ataları Hz. İbrahim'in hâtırasına hürmeten bu günü yaşatmış olmaları uzak bir ihtimal değildir. Hz. Mûsâ ile İsrâiloğullan'nın Fİravun'un elinden âşürâ günü kurtulduğunu ve Hz. Nuh'un gemisinin Cûdî dağına aynı gün oturduğunu söyleyen yahudiieri Hz. Pey-gamber'in tekzip etmemesi, hatta, "Biz Musa'ya sizden daha lâyıkız" diyerek bu günde oruç tutulmasını emretmesi (tok. Buhârî, "Şavm", 69; Müsned, II, 359-360), âşûrânın Nuh'tan itibaren semavî dinlerde önemli bir yer işgal ettiğine işaret etmektedir.
Dostları ilə paylaş: |