Ömer Seyfettin Kaşağı



Yüklə 216,38 Kb.
səhifə2/4
tarix06.03.2018
ölçüsü216,38 Kb.
#44412
1   2   3   4

ağacından, gece yakaladığı hırsızı çözdü. Ayaklarının bağlarını gevşetti, arkasına kattı. Beyaz eşekle beraber hükümet konağına doğru yürüdü. Ahırdan bembeyaz çıkan eşeğin rengi artıyor, boynunda, sırtında, sağrısında, yol yol siyah çizgiler peyda oluyordu. Eşeğin rengi şakır şakır yağan yağmurla böyle hârelendikçe, Hacı Hüseyin daha beter hiddetleniyor, dönüp Mıstık'ın ensesine tokatları indiriyor.

"Gidi sizi dolandırıcılar! ilk önce sen gelirsin, sonra arkadaşın o yalancı Arap!... Çıkarın altınlarımı!..", diye küfürleri basıyordu. Gören alaya katıldı. Olay hemen duyuldu. Bütün kasaba hükümetin avlusuna toplandı. Bir eşeğe bakıyor, bir Mıstık'a... Gülmekten katılıyorlardı. Dün boya aradığı dükkâncılar, kına aldığı aktar, hancılar onu tanıdılar. Daha jandarma zabiti gelmemişti. Uzun boylu çavuş, yanındaki neferlerine gülerek emrini verdi:

— Tıkın şu uğursuzu bodruma! Yağmur altında eşek gibi onun da rengi değişmesin!

Neferler, Mıstık'ı tuttular. Ahalinin arasından çektiler, kollarının bağlarını çözmeden dar bir kapıdan kapkaranlık bir yere fırlattılar. Mistik bu karanlıkta yapayalnız kalınca, Molla'nın kendine ettiği oyunu sezer gibi oldu. Gözünün önünde, siyaha boyanmış, çember sakallı bir çehre, kırmızı dilini çıkartarak sırıttı. Bu hayalin tıraşlı başında, giydire-

31

Ömer Seyfettin



mediği külah yerinde yeşil bir hacı sarığı vardı. Şimdi ne yapacaktı? Ne cevap verecekti? Düştüğü bu tuzaktan nasıl kurtulacaktı? Öyle bir tuzak ki... Düşünüyor, düşünüyor, aşık kemiklerine kadar kafasına geçirilmiş üç katlı kurşun bir külahın altında ezilmiş gibi kıvanıyor, karanlıkta ayaklarını yere vurarak, "Tuh bre anasını! Tuh bre anasını!" diye yüzünü bir sağa, bir sola çeviriyordu.

32

GAYET BÜYÜK BİR ADAM



Hürriyet ilân olunduğu vakit ben İzmir'de idim. El şakırtıları, allı yeşilli bayrak dalgaları, birbiri üstüne binerek "yaşasın!" diye haykıran şuursuz halkın içinde beni arkadaşlarım buldular:

— Ulan, hâlâ burada sen ne arıyorsun? dedi- ler.

— Durmayıp da, ne yapayım? diye ağzımı açtım.

— Ne yapacaksın! İstanbul'a git! diye haykırdılar.

— Senin gibi filozof, muharrir, şâir, müverrih, mütelefennin bir genç payitahtta milletine hizmet edebilir, yoksa burada değil!...

Ve beni omuzladılar. Havaya kaldırarak et üzerinde gezdirmeğe başladılar. Halk, Hürriyet kahramanlarından biri sanarak, beni, onların elinden zorla aldı. Ayaklarımı ve pantolonumun paçalarını öperek, saatlerce sokaklarda dolaştırdı. Ben, bu tezahürleri kendim için çok görmüyordum. Çünkü biliyordum ki, Türkiye'de benden başka ambriologie ilminde ihtisas kazanmış kimse yoktu. Ve halk haberi olmadan, bu meziyetim için beni yükseklere kaldırıyordu. İliımsiz, irfansız, fensiz, felsefesiz bir vatan

33

Ömer Seyfettin



yaşar mıydı? Eğer uykusuz kaldığım geceler am-briologie ile uğraşmasam, bu güzel ve aydınlık saadet gününü görebilir miydik? Rıhtımdaki Paris Kahvesi'nde yapa yalnız bunu düşünüyordum. Artık gece yarısı çoktan geçmişti. Mersinli'nin üstünde, menekşe, mor ve sincabîrenkte bir fecir açılıyordu. Garsonlar uyukluyorlardı. Ve önümden hür bir insanlık hukukuna mâlik Osmanlılar geçiyorlardı. Kalktım. Onların arkasına takıldım. Galiba biraz sarhoştular. "Yeni bir âleme doğan bu yeni halk, ne konuşuyor" diye merak ettim. Kendilerine yaklaştığımı duymuyorlardı. Biri diyordu ki:

— Bu eğlenmekse, eğlenmemek nedir?

— Yatıp uyuma...

— Sabaha kadar uyanık durmanın bir şey olduğunu bileydik. Abdülhamid'in devrinde de yapardık. •

Gülümsedim. Kalbim çarpıyordu. Daha Hürriyet'in ilânından üç gün geçmemişti. "Dün" ayrılıyor, Abdülhamid'in devri oluyordu. Onları dinledikçe yetmiş dört birahane gezdiklerini, doksan iki şişe bira içtiklerini ve daha yüzümü kızartacak birçok şeyler işitiyordum. Biraz geriledim. Arkamdan yine hür Osmanlılar geliyordu. Ve kendileri gibi lafları da kulaklarıma geliyordu.

34

¦



Gayet Büyük Bir Adam

— Sabah oluyor, yahu...

— Hürriyet bu... Gündüz uyku, gece keyif...

— Eyy, para?

— Allah kerim!

Onlar da yanımdan geçtiler. Ve Mısır Oteli'nin işkembeci dükkânına girdiklerini görünce, karnımın acıktığını hatırladım. Ben de girdim. Çorbayı içtikten sonra çıkarken elimi cebime soktum. Ancak bir çeyrek bulabildim. Ve işkembeci altı kuruş istiyordu. Sözde içine dört yumurta fazla kırmış...

— Ne yapayım? Ne yapayım? diye başımı kaşıdım.

Pazarlık olmazdı. Hem bu millî şenlik içinde bir tatsızlık yapmak, artık vücutları görünmez olan polisleri yine meydana çıkarmak, benim gibi fâzıl ve uyanık, âlim ve muharrir bir gence yakışır mıydı? Fena olduğunu bildiğim halde yalan söylemenin faydasını inkâr edemem, Aklımda ismi kalmayan bir filozof, "Yalan olmasa, dünya dönmez, yıkılır, giderdi!" diyor. Kaşlarımı yukarı kaldırdım:

— Eyvah! diye bağırdım, çantamı düşürmüşüm... ve hemen ilâve ettim; içinde yedi İngiliz, dokuz Fransız, on bir Osmanlı, hatta bir tane de Fas lirası vardı. Mührüm de altından idi.

35

36



Gayet Büyük Bir Adam

Tezgâh başında hesap gören hür Osmanlılardan hiç bir kimse hür bir kardeşinin ziyanına eseflenmedi:

"Korkma Usta, şimdi paranı vereceğim," diyor, çantamı kim bulursa, Fas lirasından mâdasını kendisine hediye edeceğimi söylüyordum. Herkes başını sallıyor, en dikkatli dinleyen bile gülümsü-yordu. Çantamın kaybolmasından ancak işkembeci heyecana geldi:

— inşallah bulursunuz dedi. Ama şimdi üzerinizde başka para yoksa, bana bir şey rehin bırakınız. Üzerimde beş sene evvel iki kuruşa aldığım bir cep cüzdanı vardı. Bir de kurşunkalem, iki forma Fransızca "Essai sur l'embriologie," bu kâğıtları uzattım.

— İşte, sana bir rehin! dedim. Bir liradan fazla eder.

Usta, gözlerime baktı:

— Eğleniyor musun? diye sordu. Ve köşede yığılmış Rumca büyük gazete yığınını göstererek ' ilave etti: Kâğıt, para etseydi, biz dükkânları kapardık. İşte sana on okka kâğıt, getir beş kuruş, al hepsini git.

Mesele çatallaştı. Çorbasını bitiren tezgâhın başına geliyordu. İçlerinden bazısı şüpheli nazarla beni süzerek,

37

Ömer Seyfettin



— Ayıp, ayıp! diye homurdanıyorlardı.

Al aşağı, ver yukarı, sanki haberim yokmuş da, kazara buluyormuşum gibi cebimdeki çeyreği çıkardım, geriye kalan bir kuruş için de yeleğimi bıraktım. Kapıdan kendimi dışarı attım. İçimde biracı duyuyordum. İzzeti nefis kırılmıştı. Hiç bir kuruş için adamın ceketi çıkartılır, yeleği arkasından alınır mıydı? Keşke tütünü bırakmasaydım! Tütünü bı-rakmasam bu felâket başıma gelmeyecekti. Çünkü fakfon tabakamı da kaybetmeyecek, müşkül bir mevkide bir kuruşa rehin gibi onu kullanacaktım. Zaten adam, üzerinde kıymetli bir şey bulundurmalıydı. Bu âdeta içtimaî bir mecburiyetti. Fakat benim gibi âlimâne, say ve tetebbu kpinde hayat geçirenler, akıllarını öyle lüzumsuz şeylere sarfe-demezler. Spenser gibi büyük bir filozof bile üzerinde elbette gümüşe dair bir şey taşımazdı. Büyük hakikatin herkes tarafından anlaşılması için aç acına kitaplar yazdı. On beş sene yazdıktan sonra otuz bin franktan, yani bin beş yüz liradan fazla bir para kaybetti. Yineyılmadı. Kendisine verilen mükâfatları, rütbeleri bile istemedi. 1882'de Paris "Ulûm-i Ma'neviyye ve Esâsiyye Akademisi"ne âzâ tâyin olunduğu halde tabiî bir genç Osmanlı vatanperverliği ile hiçbir ecnebi müesseseye giremeyeceğini söyledi. Amerika'da kendini seven dostları ve okuyucuları bu filozofun fakirliğini, açlığını dü-

38

Gayet Büyük Bir Adam



şünerek aralarında kırk bin frank kadar para toplamışlar ve bir altın saatle göndermişlerdi. Spenser saati aldı, paraları da geri yolladı. Sonra Kraliçe Viktorya'nın kendine verdiği rütbe ile Almanya imparatorluğunun madalyasını da geri çevirdi. Güzel ve küçük bir odasında yattığım Hacı Seymen Hanı'na giden sokaklardan geçiyordum. Kalabalık buralara bile taşmıştı. İstemeye istemeye:

J — Doğrusu bu Spenser biraz budala imiş...

diyordum ve ne kadar büyük olursa olsun ona benzememeğe karar verdim. Hayatta niçin para ve menfaatten böyle nefret etmeli? Eğer ilim için bir budalalık lazımsa, ben bütün embriologieye ait notlarımı yırtar, meydana atılarak,

— Cahilim, yahu ben de cahilim! diye haykırmağa başlardım.

Halbuki işte hürriyet ilân edildi. Bunu, şu, yahut bu zat, isimlerini bütün dünyaya telgraflarını aksettirdiği Niyazi ve Enver yapmadı. Halk yaptı. Ahali yaptı. Uyanan Osmanlılar yaptılar. Tabiîşimdi bunlar gençliğe, ilme, fenne, hususiyle, embriologieye büyük bir kıymet verecekler ve bizim gibi âlimleri, bu akşam bana yaptıkları gibi hep el üstünde gezdirecekler, mükâfatlar, paralar, maaşlar bahşedeceklerdi. Ve akademi açılacaktı... Embriologie mütehassısı ben, mutlaka ilk azadan olacaktım. Yarın nereden para bulabileceğimi hep bunlarla

39

Ömer Seyfettin



beraber düşünüyordum. Artık son parasız günlerimiz bu günlerdi. Yarın Meşrutiyet ve Hürriyet sayesinde şöhret cennetine girince gamlı bir mazi olan sefalet ve züğürtlüğümü nasıl hatırlatacak, hatıramı yazarken bir saat evvelki yelek vakıasını nasıl ba-llandıracaktım.

Hanın kapısına geldim. Tuhaf! Hancı Mesut beni bekliyordu. "Hey gidi Hürriyet hey!... İşte ilmin, âlimin kıymeti bilinmeğe başladı" diye suratımı ekşittim. Mesut, kalın kara kaşlı, kısa boylu, ters ve mendebur bir herifti.

— Seni bekliyordum, dedi. Feneri nerede söndürdün?

— Heyhat zavallı, diye kabardım, fener söndürmedim. Bilâkis hezaran es bi eydi hisad hezaren eşi'a-i hürriyet ikad ettim.

— Ne yaptın, ne yaptın?

— Söylediğimi anlamadın mı?

— Yooook...

: —Niçin? I

— Türkçe söylemiyorsun ki, babam, boyuna lügat paralıyorsun.

— Bu Osmanlıca, ilm-i lisandır. Sizin Türkçe ile söylenemez,

40

41

— Öyle ise sus, hiç söyleme...



Fena halde surat astı. Gözlerini öbür tarafa çevirdi. Ben, sevgili vatandaşımın hatırını kırmamak için lafımı Türkçeye tercüme ettim:

— Bak, ne diyorum: Fener filan söndürmedim. Bilâkis binlerce fikirsiz kafada yüzbinlerce hürriyet alevlendirdim.

— Ee, sonra buraya niye geldin?

— Yatmağa...

— Ben senin odana iki müşteri yatırdım.

Hiddetlenecektim. Halbuki, iki aylık borcum vardı. Şimdi Mesut, biraz akıllı ve fikri açık bir adam olsa, benim gibi, tam şöhret ve samanın eşiğine gelmiş bir âlime böyle eşekçe muamele eder miydi? Filozofluğa başvurmak istedim:

— Neyse zararı yok... Başka, cahil adam olsa, bu yaptığına kızardı... *

— Ben cahile kızmam ama... parasız biri elime geçse, anasını bellerim...;'•¦

Gayri ihtiyarî,

— Yaaaa... diye ağzım açıldı.

Gündüz oluyordu. Uyku gözlerimden akıyordu. Ayaklarım titriyordu. Acaba bu kaba herif benim parasızlığımı yüzüme vurmak, taş mı atmak istiyordu?

42 '


Gayet Büyük Bir Adam

Yine pişkinliğe vurdum, filozofların avam ile uğraşmaları ayıptı. Gülümseyerek:

— Bana başka bir yatak göstersen de bir, iki saat kestirsem.. dedim.

— Hiç boş yatağım yok

— Ee..., ben şimdi ne yapayım?

— Senin ne yapacağını ben ne bileyim? Artık herifin münasebetsizliğine dayanamadım.

İki aylık borcumu vermeyeceğimi söyledim. Cevap olarak benim bütün eşyalarımı, yatağımı, kitaplarımı zaptettiğini söylemesin mi?... Boğazına sarılacağım geldi. Lâkin artık Meşrutiyet'ti... Böylece vahşice ve barbarca bir hareketin benden çıkması, doğrusu gençliğe, Meşrutiyet'e, ilme, insaniyete leke olabilirdi. Ah, kendimi tutmak için nasıl dişlerimi sıktım. Gıcırdarken "çatt!" dedi. Üst sıra dişlerimin sağdan üçüncüsü kırılmasın mı? Hiddetimin dehşetinden kendim de korktum. Tekrar caddeye doğru kaçmaya başladım. Mesut arkamdan küfürleri basıyordu.

Salepçibaşı Hanının kıraathanesine girdim. Henüz kimse yoktu. Başımı, masanın mermerine dayadım kollarımın üzerine bir güzel yerleştirdim. Kulaklarım uğulduyor, başım ağrıyordu. Evet, ben İstanbul'a gitmeliydim. Şan, şöhret, sâmân beni orada bekliyordu.

43

ŞÎMELER


Fantezi

Herkesin, "Gayet büyük bir adam" dediği bu zat sahiden pek büyük. Boyu bir doksan beş santimetre idi. Yahut yürürken çok kabardığından öyle gözüküyordu. Kuvveti, şiddeti, çıplak resimlerindeki kabarık pazularından belli oluyordu. Hele bıldırcın avına gidecekmiş gibi başı açık ve spor elbisesiyle çıkarttığı fotoğrafı... Elinde tuttuğu kalın ve korkunç kırbaç... Tüyleri ürpermeden kimse bu nefis ve kahraman hayale bakamazdı. O kadar büyüktü ki, nazırlar yanında pek küçük kalıyorlardı. Okuduğu birkaç milyon kitabın kafasına yığdığı o nihayetsiz malûmata okumayıp da, "Okudum" diye iddia ettiği birkaç kentrilyon risalenin sayıları da ilâve edilecek olursa zekâsının... hayır, hayır, dehasının dehşetinden titrememek kabil değildi...

Bütün gençlik, bütün ihtiyarlık, bütün orta yaşlılık, dişilik, erkeklik, büyüklük küçüklük, iyilik fenalık, hâsılı bütün dünya onun adı anılınca ayağa kalkıyor, evvelâ rükûa, sonra secdeye varıyor, vardığı bu secdeden bir daha doğrulamıyor, bir daha kımıl-danamıyordu.

44

Şimeler



Bu "Gayet büyük adam in en ziyade kızdığı şey millî ve dinî mefkurelerdi." "Ah bu serseriler", derdi. Ellerinden gelse bütün insaniyeti mahvedecekler... Evet, dünyada milliyet kadar çirkin ve yırtıcı bir vahşîlik iddiası olamazdı. İtalyanları yarım asır evvel Avusturya'ya karşı isyan ettiren, kurdukları müstakil hükümetleri birdenbire büyüterek meş'um tarihlerinden ilham alarak Trablus'a atılmalarına |.-f sebep olan "milliyet" hissi değil miydi? Rusya'nın Asya'yı benimsemesi, Japonya'nın sivrilişi, Sarı Tehlike, Pan Cermanizm, Pan İslâvizm tehlikeleri hep bu milliyet hissinden doğmamış mıydı? Bulgarların iki hafta içinde istanbul'a dayanmaları hangi uğursuz kuvvet sayesinde idi? Milliyetler ve dinler olmasa insanlar bu arzın üzerinde kardeş gibi yaşayacaklardı. Türkiye'de olmayan bu tehlikeyi icat etmek en büyük bir cinayet değil miydi?

Büyük adam, aynı zamanda gayet büyük bir muharriraj, Liberal gazetelerin baş sütunlarında Pan TuTklzraPan İslâvizm aleyhinde birçok yazılar yazdı. Hattâ bir mecmua; Yeni Lisan ve Yeni Hayat hareketinin aleyhinde bulunuyor, millî cereyanı asker bozuntusu iki üç muharrire atfediyordu. Büyük muharrir sabredememişti. Hemen bir mektupla, "Ben tamamiyle sizin fikrinizdeyim. Türklük cereyanı vatan ve mlllete(l) çok muzırdır." diye takdirlerini saçıyordu. Onun fikrince felsefenin, ilmin, fennin

45

Ömer Seyfettin



gayesi fertleri cemaatlerinden ayırmak, onu hür ve müstakil bırakmaktı. İlim ve felsefeye yabancı kalmayan bir fert ne milliyetini, ne de dinini tanır, aynı dinlerin sâliklerini hep kardeş sayardı.

Bütün arz onların vatanı idi. Milliyetleri insanlıktı. Ancak bu nazik ve medenînoktayı anlayan insan, insan olurdu... Yoksa milliyet gibi vahşet ve karanlık zamanından kalma bir mües-seseye bağlanan, bir cemaatin ruhiyle, idaresiyle hareket eden, kendi arzularını unutan bir adam asla insan addolunamazdı. Ve bu insan addolunmayan güruh halkı kendilerine benzetmeye çalışıyor. "Turan, Turan, Turan!" diye tehlikeli bir gürültü koparıyorlardı.

Kırk sekiz yaşındaydı. Memeden kesilir kesilmez düşünmeye ve yazmaya başladığı gayr-ı matbu altı yüz bin sahifelik eserinde medeniyetin ferdiyete doğru yürümek olduğunu ispat etmişti. Milliyetler ölmeğe mahkûmdu. Cemaatlar dağılınca millî vicdanlar da yaşamayacak, herkes umumî bir idare ile değil, şahsî arzularla hareket edecek ve o vakit ortada yalnız insanlık kalacaktı. Fakat Avrupa'daki cemaat ruhların iflâsına daha çok zaman isterdi. Ruhsuz ve idraksiz bir cemaat olan Osmanlı Türkleri işte bu insaniyet gayesinde yüzlerini çevirmişlerdi. Politika ile uğraştığı zamanlar diğer Osmanlı'ları, yani Bulaar'ları, Sırp'ları, Rum'ları, Arnavut'ları, pek iyi

46

Şimeler



tanımıştı. O vakitki bu gayr-i Türk Osmanlı arkadaşlarının milliyet ve din hususundaki taassuplarına bakar, içinden.

— Ne dar kafalı herifler... derdi. Bununla beraber Kozmidi ile, can ciğer, sevişirdi. intihabat esnasında Boşo'yu halka, "Sağlamdır... Benden hamiyetli, benden vatanperver bir Osmanlıdır." diye takdim etmişti. "Osmanlılık, müsavat, adalet, kanun, kanun, yine kanun, sonra yine kanun..." * davasını', şimdi Arnavut Krallığı nazırlarından olan eski fesatçılarla beraber ne güzel müdafaa etmişti! Artık "Elhamd-ül-Bakon Vel-Spencer" bu millî ve taaassup unsurları Osmanlılığının içinden çıkmışlardı. Arap'lar Arabistan'da, Türk'ler Anadolu'da, hemen hemen yalnız kalıyorlardı. Ve Türkleri yalnız İstanbul ahalisinden ibaret sanırdı. Ecnebi coğrafya kitaplarının adedini yazdığı on beş milyon Türk'ün varlığına inanmaz.

— Bu Avrupalılar etnografya ilminde pek cahildirler, derdi. Matematik-i Osmaniye ye haksız olarak Türkiye dedikleri gibi Anadolu Ahalisine de hep Türk, diyorlar.

Ve faydasız mütaleayı sevmediğinden tarihe o kadar ehemmiyet vermemişti. Bütün tarihî malûmatı mektepte öğrendiği şeylerdi. Bu malûmatın verdiği katî itimat ile gülerdi:

47

Ömer Seyfettin



— Anadolu'da onbeş milyon Türk ha... Bunu yazan Avrupalılar hiç tarih okumamışlar. Türkler Anadolu'ya altı yüz sene evvel beş yüz çadır halkı olarak gelmişler. Ada tavşanı olsalar bu kadar tü-reyipçoğalamazlar.,.

Hâlâ mekteplerde okutulan ve içinde Türk ve Turan kelimesi geçmeyen küçük "Fezleke-i Tarih-i Osmanî" kitabından başka tarih görmediğinden Osmanlı Türkleri gelmezden evvel Anadolu'nun baştan aşağıya kadar Türk milleti ile dolu olduğunu bilmezdi. Selçukîleri Acem zanediyordu. Hele Aydın ahalisi tamamıyle Rum'du. Çünkü orda ahalisine verilen "Efe" ismi Rumca eski ve genç kahramanlara verilen "Efe" kelimesinden çıkmamış mıydı? Ve milliyetperverlerin Türk yapmaya çalıştığı Türk-Osmanlı nüfusu karmakarışık, kendi tabirince" "Mağşuş-ül-milliye" bir heyetti. Bunlara millî ve dinî bir mekfûre vermek müşteVek insanlığa karşı bir hiyanet idi, Zira bu Türk-Osmanlı'ların damarlarında beş sene evvel Selanik'ten çıkan milliyetperver bir paçavraya yazdıkları gibi Rum, Bulgar, Sırp, Rus, Fransız, İngiliz, Alman, italyan kanı akıyordu. Ve asla "Türklük"ü kabul edemezlerdi. İşte kendisi Meşrutiyetin ilânından beri beş altı milliyete intisap iddia etmişti. Hattâ Balat'ta verdiği bir konferansta:

— Bizzat ben bir siyonistim... diye haykırmıştı. 48 '

Şimeler


Lâkin yine Türklüğü kabul edemezdi. Çünkü kendisinin Türk olmadığını iyice biliyordu. Türk olmadığına zekâsı, dehâsı şahit değil miydi? Hiç Türk'lerin içinden kendisi gibi mütekâmil, âlim, fâzıl, mütefennin, filozof çıkabilir miydi?

Kendisi olsa olsa Osmanlı olabilirdi, öyle bir Osmanlı ki, mazi ile, Memalik-i Osmaniye haricindeki Türkler ile, Türklük ile, Turan ile katiyen alâkası yok.

Yalısının denize bakan en büyük odasını kütüphane yapmıştı. Yıllarca biriktirdiği ciltlettirdiği kitapları birkaç sene evvel Türklük iddia eden Osmanlılara inat için Hıristiyan ve ecnebi bir müesseseye vermişti. O vakitten beri yine her hafta Beyoğlu'ndan bir küfe kitap alır ve hamalla evine getirirdi. Bu zerzevat gibi küfe ile kitap almak onun eski bir âdetiydi. Osmanlılar, küfe küfe alınan bu kitapların hepsini oku/or zannederek ondan ürkerlerdi. Hattâ Abdülh amit Efendi bile padişahken onun şöhretinden ve ilminden korkmuş, terbiyesini verememişti.

Yine dolmağa başlayan kütüphanesine bu sefer büyük büyük dolaplar da koydurmuştu. Akajudan yapılmış bu narin ve şık dolaplar otuz âşıklı bir kokotun elbise dolaplarına benziyordu. Ve kapakların fildişi levhaları üzerinde yaldızlı harflerle:

49

Ömer Seyfettin



Birinci sahifeden,

Yüz on iki bin sekiz yüz kırk beşinci sahifeye kadar..

Yüz on iki bin sekiz yüz kırk altıncı sahifeden,

Dört yüz otuz bin dokuz yüz yetmiş üçüncü sahifeye kadar...

Beş yüz altı bin altı yüz elli üçüncü sahifeden,

Sekiz yüz bin üç yüz on birinci sahifeye kadar...

yazılmıştı. Bu dolapar altı tane idi. Birisi görse bu gayet büyük adamın tevazu için yalan söylediğine, altı yüz bin sahifelik eserinin birkaç milyon sahifelik olduğuna hükmedecekti. Fakat sıkı sıkıya kilitlenmiş olan bu dolapların içinde hiç kâğıt yoktu. Onun eski spor elbiseleri, kırbaçları, kispetleri tek ve çift gözlükleri, kemerleri, cübbesi, külahı, teşbihleri neyi ve tanburası dururdu.

Açık pencereleri indirdi. Hava çok güzeldi. Fakat soğuktu. Üstünde küçük kitap kaleleri yükselen yazı masasına oturdu. Meşguliyetine başlayacaktı. Bu masanın üzerinde asla yazı yazmadı. Yalnız usturalarını bilerdi. Anahtarla çekmeceyi açtı. Bileyi taşını, küçük birzeytinyağ şişesini ve bir deste ustura

50

Şimeler


çıkardı. Büyük ve âlimâne bir dalgınlıkla işe başlayacaktı. Lâkin,

— Belki erken gelirler... diye durakladı. Düşündü. Tekrar çıkardığı şeyleri çekmeceye soktu ve kilitledi. Sonra önüne büyük ve İngilizce bir kitap açtı. Okuyormuş gibi bakmaya başladı. Bugün iki büyük adamı davet etmişti. Onları barıştıracaktı. Şair, âlim, mütefennin, filozof, mutasavvıf ve kabalist olduğu kadar hayalperverdi. Bu iki büyük adamın dargrnlığında Osmanlılık için gayet büyük bir tehlike görünüyordu. "Mağşuş-ül-milliye" ve Türklük'e, Turan'la münasebeti olmayan Osmanlıların en büyük adamı kendisiydi. Hatta üç dört aylık hükümeti esnasında vatana, millete ettiği büyük hizmetleri tarihin asla unutulamadığı "Büyük Kabine" onun iktidarını, meziyetini takdir ederek âyanlığa namzet göstermemiş miydi? Tuhaf ve hayalî bir hezeyan içinde kendisini nazır zannetti. Yine yalnız hayâlinde mevcut olan Osmanlı milletine bir hizmet edecek, bu iki meşhur ve büyük adamı barıştırarak ayana sokacaktı. O vakit ikiye ayrılan Osmanlılar birleşecekler, gayr-i millî ve ferdî hayatlarına devam edeceklerdi. Bunlardan birisi" şîme-i muhabbet", birisi "şîme-i husûmet" iddia ediyordu.

Hayalinde büyüttüğü, hayalinde vücut verdiği gayr-i millî Osmanlı Milleti şimdi şaşırmıştı. Husumet'e mi, yoksa muhabbet'e mi taraftar olsunlar? Ve bu

51

Şimeler



iki âlimin, çıkardıkları davalarla şöhretleri cihana yayılmıştı. Eğer barışmazlarsa Avrupa'da değil, hatta bütün dünya yüzünde umumî bir muhaberenin başgöstereceği iki kere dört eder kadar muhakkaktı. O vakit "şîme-i muhabbef'çi ile "şime-i husumet" çinin namları tarihe geçecekti. Bu ne muvaffakiyetti... Kendisi altı yedi yüz bin sahifelik bir eser yazmaya kalkmasına rağmen fotoğraflarına, makalelerine hususî mektuplarına, resmî istifalarına imzasını" feylesof" diye attığına rağmen henüz onlar» kadar baş döndürücü ve âni bir şöhret kazanamamıştı. Bunu kıskanıyordu. Ah ne olurdu, o da bir "şime-i bir şey" uyduruverseydi... Lâkin hayır, işte kendisi nazırdı. Maddeten değilse bile manen nazırdı. Mademki Türklüğü kabul etmeyen, millet-perverlerin arkasından gitmeyen, Osmanlı'ların en büyük adamıydı, hakikatte hakkı nazırlık değil, sadrazamlıktı. Ve şîmeciler'i barıştırıp Ayana koyacak, onların iddiasından kendisine mahsus vesatî bir "sime..." çıkaracaktı. Dünyada en nefret ettiği, sözüyle kalemiyle her fırsatta aleyhlerinde bulunduğu Genç Türklerin en yırtıcı huysuzlukları, vahşetleri barışmamak, itilâf etmemekti. Onlar, "İtilâf, mesleğin ölümüdür..." derlerdi. Ve biraz kendi itmi'nanlarından, programlarından feda ederek muhalifleriyle, şantajcılarıyla anlaşmazlardı. Halbuki o "muhabbet" ile "husumef'i barıştıracaktı. Çünkü budala değildi ve gayet zekiydi. Hem muhabbet

53

Ömer Seyfettin



ile husumet in arasında ne fark vardı? Hemen hiç... Beyaz ile siyahın, tek ile çiftin, ateş ile suyun arasındaki fark kadar ehemmiyetsiz bir başkalık,.. Bu başkalığa âdeta "müsavat" denebilirdi. Biraz tahlil istiyordu, yoksa muhabbetin husumetten beyazın siyahtan, tekin çiftten, ateşin sudan hiç farkı yoktu. Ve başını sallayarak,

— Bütün bunlar Roma'ya gider... dedi.

Zaten o hissediyordu, muhabbetçi ile husu-metçinin yalnız nağmeleri değişiyordu. Bestelerin güftesi, bu güftenin mânası hep birdi... Hep bir... Menfaat... Ve madem ki fikirlerin esası birdi, niçin dargın duracaklar ve Turan düşmanı Osmanlılığı anarşi içine bırakacaklardı.

Daldığı, cehennemdeki Gayya Kuyusundan daha derin mütalâadan hizmetçi kız uyandırdı... Rumca, şişman bir beyin geldiğini söyledi. O da Rumca, yanına getirmesini söyledi. O on yedi lisan biliyordu. İngilizle İngilizce, Fransızla Fransızca, Rumla Rumca, Arnavutla Arnavutça, Yahudi ile İspanyolca, fakat Türklerle Osmanlıca konuşurdu.


Yüklə 216,38 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin