Yunan dilinden Arapça’ya geçen mûsiki kelimesinin yerini tutacak bir Arapça kelime yoktur. Arapça’daki “gınâ” kelimesi, şarkı söylemeyi, “semâ” ise sadece dinlemeyi ifade eder. Bu itibarla, âyetlerde ve sahih hadislerde doğrudan müziği belirtmek üzere bir ifadeye rastlanmaz.
Ebû Hanîfe, gınâyı mekruh görmüş ve günah saymıştır. Sonraki Hanefî âlimleri, Ebû Hanîfe’nin tahrîmen mekruh olarak gördüğünü söylerler. Bu konuda gınâ ve çalgı aletleri karşısında en keskin tavır Hanefîler’inkidir. Hanefîler, def, mizmar gibi çalgı aletlerini dinlemenin haram ve mâsiyet olduğunu açıkça belirtmişlerdir. Hatta bazı Hanefîler, bu çalgı aletlerini dinlemenin fâsıklık, bundan zevk almanın küfür olduğunu iddia etmişlerdir. Hanbelî fakihlerden İbnü’l-Kayyim, Hanefîler’in dayandıkları hadisin Hz. Peygamber’e nisbetinin sahih olmadığını belirtir. (Kâsânî, Bedâ’i‘, V, 128-129; İbn Kayyim, İgâsetü’l-lehfân, I, 227).
İmam Mâlik, gınânın hem icrasını, hem dinlenilmesini tasvip etmemiştir. Kendisine sorulan, “Medine ehli ne tür gınâya ruhsat veriyor” şeklindeki soruya bunu, bizde fâsıklar yapar” cevabını vermiştir (İbn Kayyim, İgâsetü’l-lehfân, I, 227). Bununla birlikte, gınâ konusunda en ılımlı görüşün Medineli bilginlere ait olduğu bilinmektedir.
Şâfiî, “Gınâ, bâtıla benzeyen mekruh bir eğlencedir. Bunu çok yapan sefih sayılır ve şahitliği reddedilir” demiştir (Gazzâlî, İhyâ, II, 267). Ahmed b. Hanbel de gınânın hükmü sorulduğunda “Gınâ kalpte nifakı yeşertir, ben hoşlanmam” diye cevap vermiştir (İbn Kayyim, İgâsetü’l-lehfân, I, 229). (Diyanet 2 ciltlik İslam İlmihali)
Gınânın aleyhinde olanların dayandıkları âyet ve hadisler:
1.وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْتَرِي لَهْوَ الْحَدِيثِ لِيُضِلَّ عَنْ سَبِيلِ اللهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَيَتَّخِذَهَا هُزُوًا أُولَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ مُهِينٌ
“Bazı insanlar, Allah’ın yolunu (âyetlerini) alay konusu yaparak halkı sinsice Allah’ın yolundan saptırmak için ‘söz eğlencesi’ni satın alırlar. Küçük düşürücü azap işte bunlar içindir” (31/Lokmân,6).
Âyette geçen (lehve’l-hadîs) ifadesini müfessirler iki şekilde tefsir ederler.
Birincisi; âyette geçen “lehve’l-hadîs”, masal, asılsız sözler ve hurafeler demektir. Âyetin nüzûl sebebi: Nadr b. Hâris ismindeki biri, Fars memleketlerine ticaret için gittiğinde Acem kitaplarını satın alarak Kureyşliler’e anlatır ve “Muhammed size Âd ve Semûd kavminin hikâyelerini anlatıyor. Ben ise Rüstem’in, Behlûl’ün efsanelerini, anlatıyorum” der ve insanları Kur’an’ı dinlemekten alıkoymaya çalışırdı. İşte âyet bu kişi hakkında nâzil olmuştur.
İkincisi: Gınâ ve müziktir. Yine aynışahsın Fars memleketlerinden şarkıcı kadınlar getirmek suretiyle insanları Hz. Peygamber’in etrafından uzaklaştırmaya çalışmasıdır. Anlatıldığına göre, bu kişi güzel bir şarkıcı câriye satın almıştı. Birinin müslüman olacağını duyduğu zaman onu alıp câriyesinin yanına getirir ve câriyesine “Hadi buna yedir içir, şarkı söyleyip gönlünü eğlendir” der ve bu suretle onu eğlendirdikten sonra “Gördün ya! Bu, Muhammed’in çağırdığı namaz ve oruçtan, savaşmaktan daha iyi değil mi?” derdi. (Elmalılı Hamdi YAZIR Hak Dini Kur’an Dili, VI, 3838-3839).
Yukarıdaki âyette tenkit edilen husus “Kur’an’dan uzaklaşma” keyfiyetidir. Bu açıdan müzik ile geçmiş kavimlerin hikâyelerini okumak arasında fark yoktur. Kur’an’dan yüz çevirmeyi ve uzaklaşmayı sonuçlayan her şey aynı hükümdedir. (Gazzâlî, İhyâ, II, 282).
2. أَفَمِنْ هَذَا الْحَدِيثِ تَعْجَبُونَ وَتَضْحَكُونَ وَلاَ تَبْكُونَ وَأَنْتُمْ سَامِدُونَ “Siz ağlayacakyerde dudak bükerek ve istihza ile gülerek bu söze mi(Kur’an’a mı) hayret ediyorsunuz!”(53/Necm,59-61).
İbn Abbas âyette geçen ve“dudak bükerek” anlamına gelen “semed” lafzının “gınâ” anlamında olduğunu belirtmiştir. Gazzâlî, ayette geçen “sâmidûn” kelimesi “şarkı söyleyenler” olarak anlaşılsa bile, buradan hareketle gınânın haramlığı sonucu çıkarılamaz. Çünkü normalde gülme haram olmadığı halde Kur’an’ı hafife alarak gülme nasıl haramsa, aynı şekilde Kur’anı hafife alan gınâ (şarkı) ve şiir de haramdır. Nitekim, وَالشُّعَرَاءُ يَتَّبِعُهُمُ الْغَاوُونَ “Şairlere ancak azıtmışlar uyarlar” (26/Şuarâ, 224) âyetinde kastedilen, kâfirlerin şairleridir. Yoksa bu âyetten hareketle bizzat şiirin haramlığı sonucu çıkmaz. (İhyâ, II, 282; krş. İbn Kayyim, İgâsetü’l-lehfân, I, 258). (Diyanet 2 ciltlik İslam İlmihali)
Müziğin lehinde olanların gerekçeleri: Malikî âlimi İbnü’l-Arabî: Kur’an’da Sünnet’te bunun haramlığına dair bir delil yoktur. Sahih bir hadiste, Hz. Ebû Bekir, bir defasında Hz. Âişe’nin evine girip orada iki câriyenin şarkı söylediklerini görünce “Allah’ın Resulü’nün evinde şeytanın mizmarı ha!” diye çıkışmıştı. Hz. Peygamber ise, “Onlara ilişme ey Ebû Bekir! Bugün bayram günüdür”(İbn Mâce, Nikâh, 21) demiştir. Eğer müzik haram olsaydı Resûlullah’ın evinde icra edilmezdi. Resûlu Ekrem’in, müziğin serbestliğini “bayram günü” ile illetlendirmesi ise, bunun sürekli yapılmasının mekruh olduğunu, bayram, düğün gibi sebeplerle ruhsat verileceğini göstermektedir. (İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l-Kur’ân, III, 1053-1054).
Zühaylî: Bazı Hanefî, Mâlikî, Hanbelî âlimlerin, gınânın kerahetsiz mubah olduğu görüşünde olduklarını ve bu görüşün genelde tercih edilen görüş olduğunu ifade etmektedir (Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhü’l-İslâmî ve edilletühû, III, 573).
Bütün bu anlatılanlardan müziğin mutlak olarak yasaklanmadığı, aksine mubah bırakıldığı sonucuna ulaşılır. Kur’an ve Sünnet’te müzik dinlemenin haram olduğunu ispata yetecek malzeme yoktur. Ancak, diğer mubahlar gibi müziğin de haramın işlenmesine vesile yapılması, içinde isyan, küfür veya İslâm’ın hoş karşılamadığı sözler bulunan yahut cinsel tahrik, müstehcenlik gibi dinimizce hoş görülmeyen şeylere yol açan müziğin söylenmesi ve dinlenilmesi kesinlikle uygun değildir.
Müzik ve Eğlence Araçlarının Satımını Ebû Hanîfe, mekruh sayarken, Ebû Yûsuf, imam Muhammed ve Şâfiîler de, alım satımını bâtıl kabul etmişlerdir. (Diyanet 2 Ciltlik İslam İlmihali)
DOĞUM KONTROLÜ
İslâm dini: toplumun temeli kabul edilen ailenin kurulmasına ve korunmasına kurumuna ehemmiyet vermiştir. Peygamber (sav) imkânı olan kimselerin evlenmesini ve evliliğin kolaylaştırılmasını tavsiye etmiş, kıyamet gönünde ümmetinin çokluğu ile övüneceğini bildirmiştir. (Buhârî, Nikâh, 2; Ebû Dâvûd, Nikâh,1,4) Bu ve benzeri hadislerde Resûlullah’ın neslin devamına ve nüfus artışına önem verdiği, doğum kontrolüne gidilmesini tasvip etmediği şeklinde yorumlanabilir.
Doğum kontrolünü benimseyenler; Fazla çocuk yüzünden ailenin ve çocukların sıkıntıya düşmesi, anne sağlığının bozulması, çocukları gereği şekilde yetiştirememe tehlikesi gibi gerekçeleri sayarlar. Zâhirî hukukçu İbn Hazm hariç tutulursa, bu konuda Sünnî ve Şiî mezhepleri arasında ciddi bir görüş farklılığı yoktur. Ancak İslâm âlimleri, eşlerin karşılıklı iki tarafın rızası dâhilinde uygulanmasını telkin ve tavsiye ederler.
İslâm âlimleri gebeliği önlemeye oldukça müsamahalı baktıkları halde, çocuk düşürmeyi hiçbir aşamada, tıbbî ve dinî zaruret olmadıkça cinayet ve büyük günah saymışlardır.
Kadın veya erkeğin kısırlaştırması konusunda ayet ve hadislerde doğrudan bir hüküm olmamakla birlikte, İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu tıbbî veya dinî bir zaruret yokken bu yönteme başvurulmasını câiz görmezler. Bunun fıtrat değiştirme, Allah’ın doğuştan verdiği kabiliyet ve nimetleri inkâr, insanın temel hak ve hürriyetine müdahale olduğu görüşündedirler.
ÇOCUK DÜŞÜRME - ALDIRMA
Döllenme gerçekleştikten sonra rahimde oluşan ceninin dış etki ve müdahale ile düşürülmesi, dinin, ahlâk ve hukukun tasvip etmediği bir durum olmakla birlikte çeşitli toplumlarda sık sık karşılaşılan bir durumdur. Yahudilik’te çocuk düşürme yasaklandığı gibi buna sebebiyet veren kimse anne de olsa cezalandırılmıştır. Hıristiyanlık’ta da çocuk düşürme büyük günah kabul edilmiş ve bunu yapan kimse öteden beri kilise geleneğinde cinayet işlemekle itham edilmiştir.
İslâm’da durum böyledir. İnsan hayatının korunması, İslâm dininin temel ilkelerinden biridir. Ana rahminde döllenmenin başladığı andan itibaren cenin yaşama hakkı Allah tarafından verilmiş temel bir haktır. Anne babanın başlangıçta gebeliği önleyici tedbir almalarına dinen izin verilmişse de, artık gebelik teşekkül ettikten sonra doğacak çocuğun hayatına son verme hakları yoktur.
Kur’an’da çocuk düşürmeyle ilgili özel bir hüküm bulunmaz. Ancak âyet ve hadislerde yer alan genel prensipler ve özel hükümler gebeliğe son verilmesine müsaade etmez.
وَلاَ تَقْتُلُوا أَوْلاَدَكُمْ مِنْ إِمْلاَقٍ “Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyin”(6/En‘âm,151)
وَلاَ تَقْتُلُوا أَوْلاَدَكُمْ خَشْيَةَ إِمْلاَقٍ نَحْنُ نَرْزُقُهُمْ وَإِيَّاكُمْ إِنَّ قَتْلَهُمْ كَانَ خِطْئًا كَبِيرًا “Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur.(17/İsrâ,31) ayetlerinin dolaylıdır ki, Hz. Peygamber’in kasten çocuk düşürmeyi cinayet kabul ederek bunu işleyen veya sebep olanın maddî tazminat ödemesine hükmetmesi, çocuğun hayat hakkını da güvence altına almaya mâtuf emir ve tedbirlerdir.
Bu itibarla İslâm hukukunda, tıbbî ve dinî bir zaruret bulunmadıkça anne karnındaki çocuğun düşürülmesi ve aldırılması cinayet (suç) ve haram sayılmıştır.
Ceninin bulunduğu safhaya göre düşürmenin cezasında ve günahında bir fark olup olmadığı tartışmalıdır. Kur’an’da ceninin anne karnındaki yaratılış safhalarından bahsedilmekle birlikte bu safhaların ruhun üflenişiyle bir ilgisinin olup olmadığı konusunda açıklama bulunmaz.
وَلَقَدْ خَلَقْنَا الإِنْسَانَ مِنْ سُلاَلَةٍ مِنْ طِينٍ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً فِي قَرَارٍ مَكِينٍ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ أَنْشَأْنَاهُ خَلْقًا آخَرَ فَتَبَارَكَ اللهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ “Adolsun biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık.Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe haline getirdik. Sonra nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden, alakayı, bir parçacık et haline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan haline getirdik. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.(23/Mü’minûn,12-14)
Peygamberimiz (sav) ana rahmindeki çocuğa 120. günden sonra ruh üfleneceğini söyler.
"إِنّ أَحَدَكُمْ يُجْمَعُ خَلْقُهُ فِي بَطْنِ أُمّهِ أَرْبَعِينَ يَوْماً نُطْفَةً. ثُمّ يَكُونُ فِي ذَلِكَ عَلَقَةً مِثْلَ ذَلِكَ. ثُمّ يَكُونُ فِي ذَلِكَ مُضْغَةً مِثْلَ ذَلِكَ. ثُمّ يُرْسَلُ الْمَلَكُ فَيَنْفُخُ فِيهِ الرّوحَ. “Sizden birinizin yaratılışının başlangıcı, annesinin karnında kırk günde derlenir toplanır. Sonra ikinci kırk günlük süre içinde pıhtı hâline döner. Sonra da bir o kadar zaman içinde bir parça et olur. Sonra Allah bir melek gönderir ve melek, ona ruh üfler. (Buhârî, Bed’ü’l-halk,6, Ayrıca bk. Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbni Mâce) (Riyazussalihin şerh 8 ciltlik. No: 397)
Ruh üflenmesinin ilk kırk günden sonra vuku bulduğuna işaret eden hadisler de vardır. (Müslim, Kader, 2,4)
Aralarında bazı Hanefîler’in de bulunduğu bazı İslâm alimleri 120 günden önce, bazı Mâlikî ve Hanbelî fakihleri ise 40 günden önceki çocuk düşürmeyi, tam oluşmuş düşürme saymamışlardır.
Ancak söz konusu hukukçuların böyle düşünmesi, ceninin ana rahminde geçirdiği safhalar, döllenme ve çocuğun oluşumu konusunda, kendi dönemlerinde yeterli tıbbî ve teknik bilgiden yoksun olmalarından kaynaklanmaktadır.
Ceninin canlılığı ile ruhun üflenmesi aynı şey değildir. Günümüzde ulaşılan ayrıntılı tıbbî bilgiler ceninin döllenmeden itibaren ayrı bir canlılık ve bütünlük kazandığını, safha safha oluşum ve yaratılışının tamamlandığını, ilk birkaç haftadan itibaren organlarının teşekkül ettiğini, hatta kalp atışlarının hissedildiğini ortaya koymaktadır. Böyle olunca ilk120 gün içindeki çocuk düşürmeleri, cinayet ve günah olmadığı söylenemez. Nitekim İslâm hukukçularının çoğunluğu hangi safhada olursa olsun düşürmeyi câiz görmezler. Mezheplerde hâkim görüş de budur.
Ruh üflendikten sonra çocuk düşürmenin veya aldırmanın haram olduğunda ve bu davranışın cinayet telakki edileceğinde İslâm âlimleri görüş birliğindedir. Ancak annenin hayatını kurtarma gibi tıbbî ve kesin bir zaruret ortaya çıkmışsa o zaman tıbbî bir müdahale ile alınması câizdir.
Bu konuda anne babanın değil uzmanlığına güvenilen tıp doktorlarının kararı esastır.
Cenine karşı bir cinayet işlenmesi halinde gurre tabir edilen bir ceza tazminat ödenir. Gurrenin miktarının, sünnetteki tatbikat örneğinden (Ebû Dâvûd, Dıyât”, 19; Tirmizî, Dıyât,15) yola çıkarak beş deve, altın ve gümüşün o asırdaki değerine göre yaklaşık 212,5 gr. altın veya (Hanefîler’e göre 1487,5 gr.) gümüş olduğu belirtilir. Verilmese gereken gurre, ceninin mirası kabul edilir ve düşmesine sebep olan kimse hariç vârisleri arasında paylaştırılır.
Gurrenin ödenmesi için çocuk düşürmenin kasten veya hata ile olması, anne veya baba tarafından işlenmesi farketmez. Şâfiî ve Hânbelî fakihleri gurre ile birlikte kefâret ödenmesini de gerekli görürler. Bu hükümler de İslâm’ın insan hayatına verdiği değerin açık bir göstergesidir.
SUNÎ İLKAH VE TÜP BEBEK:
İslâm dini, meşrû evlilik dışında çocuk sahibi olma yollarını yasaklamış bunu toplumsal bozulmanın nedeni olarak görmüştür.
لِلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ يَهَبُ لِمَنْ يَشَاءُ إِنَاثًا وَيَهَبُ لِمَنْ يَشَاءُ الذُّكُورَ أَوْ يُزَوِّجُهُمْ ذُكْرَانًا وَإِنَاثًا وَيَجْعَلُ مَنْ يَشَاءُ عَقِيمًا إِنَّهُ عَلِيمٌ قَدِيرٌ “Göklerin ve yerin Mülkü Allah'ındır. Dilediğini yaratır; dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder. Yahut onları, hem erkek hem de kız çocukları olmak üzere çift verir. Dilediğini de kısır kılar. O, her şeyi bilendir, her şeye gücü yetendir.” (42/Şûrâ,49,50)
Şu var ki, Allah Teâlâ yarattığı her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Meşrû bir arzuya kavuşmak için uygun sebeplere sarılmak, kader inancı ile çatışmaz. Bu yüzden, kısırlığı sebebiyle çocuk sahibi olamayan eşlerin tedavi olmalarında çocuk sahibi olmalarında bir sakınca yoktur.
Tüp bebek yöntemi, bir nevi sunî ilkah (sunî döllenme) olup erkekten sperm alınıp, uygun dış ortamda kadının yumurtasıyla döllendirilmekte, sonra da kadının rahmine konularak hamileliğe imkân hazırlanmaktadır.
Ancak bunda kocanın sperminin ve eşinin yumurtasının kullanılması ve hamileliği de yine eşin yapması şarttır. Yalnız bu yöntemin, kocanın veya karısının tabii yoldan hamile kalma imkânının olmaması halinde uygulanabileceği unutulmamalıdır.
Kadının kocasından değil de başka erkeklerden alınan sperm ile hamileliğin oluşturulması asla caiz değildir. Bu durum gerek her iki tür baba gerekse her iki tür anne için farklı boyutta psikolojik fıtrî bunalımlara, sosyal ve ahlâkî problemlere yol açmakta, çocuk için de olumsuz, gayri tabii bir aile ve sosyal ortam hazırlamakta, çocuğun temel insanî ve ailevî haklardan mahrum olarak dünyaya gelmesine sebep teşkil etmektedir. Bunun nesep karışıklığına yol açtığı, aile ve toplumu kökünden sarstığı da açıktır. Ayrıca kocanın spermi ile eşinin yumurtasının dışarıda döllendirilip, kocanın diğer karısının rahmine yerleştirilmesi de câiz değildir.
Avrupa ülkelerinde görüldüğü üzere, erkeklerin spermlerini önceden alarak ihtiyaç duyulması halinde kullanılmak üzere sperm bankası oluşturma gibi bir durum caiz değildir.
BİD‘AT VE HURAFELER
Bid‘at, dinin aslında olmadığı halde inanç ve ibadet alanında sonradan icat edilen, dinin aslındanmış gibi gösterilen inanış ve davranışlardır. İslâm dininde temel inanç esaslarının korunmasının gerektiği, bu alanda yapılacak değişikliğin dini tahrif anlamına geleceği belirtilmiştir. Kur’an’da, Yahudilik ve Hıristiyanlığın aslının bozulma sebebinin bu dinlere yapılan iyi ve kötü niyetli beşerî müdahaleler olduğu söylenir.
Kur’ân-ı Kerîm’de, Peygamberimiz’in görevinin sona ermesiyle birlikte dinin kemale erdirildiği bildirilirالْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ “Bugün size dininizi ikmal ettim”(5/Mâide,3) buyurulur.
Bu sebeple Hz. Peygamber’den sonra dini alanda icat edilen ve uydurulan her şey bid‘attır.
Bid‘at sünnetin zıttıdır. Bid‘atın kapsamının dinî konularla sınırlıdır. Bu sebeple inanç ve ibadet hayatının dışında kalan yenilikler bid‘at denmez. Peygamberimiz (as)
مَنْ أَحْيَا سُنَّةً مِنْ سُنَّتِي فَعَمِلَ بِهَا النَّاسُ كَانَ لَهُ مِثْلُ أَجْرِ مَنْ عَمِلَ بِهَا لَا يَنْقُصُ مِنْ أُجُورِهِمْ شَيْئًا وَمَنْ ابْتَدَعَ بِدْعَةً فَعُمِلَ بِهَا كَانَ عَلَيْهِ أَوْزَارُ مَنْ عَمِلَ بِهَا لَا يَنْقُصُ مِنْ أَوْزَارِ مَنْ عَمِلَ بِهَا شَيْئًا “Kim benden sonra terk edilmiş bir sünnetimi diriltirse onunla amel eden herkesin ecri kadar o kimseye sevap verilir, hem de onların sevabından hiçbir şey eksiltilmeden. Kim de Allah’ın ve Resulü’nün rızâsına uy- gun düşmeyen bir kötü bid‘at icat ederse onunla amel eden insanların günahları kadar o kişiye günah yükletilir, hem de onların günahlarından hiçbir şey eksiltilmeden”(Müslim, İlim, 6; Tirmizî, İlim, 16; Riyazussalihin,8 ciltlikşerh Hadis No: 172) buyurarak, kötülenen bid‘atı “Allah ve Resulü’nün rızâsına uygun düşmeyen kötü bid‘at” diye nitelendirmiştir. Bu durumda dinin ruhuna ve genel prensiplerine aykırı olmayan ve ibadet rengine bürünmeyen âdetler bid‘at sayılmazlar.
Türbelere horoz ve mum adamak, ölünün başında mum yakmak dinin aslında olmadığı, fakat bunu yapanlarca bir nevi ibadet sayıldığı ve bununla sevap umulduğu için bid‘attır. Buna karşılık hacca giderken deveye değil de uçağa binmek, Unu elekten geçirmek, yemekte çatal, kaşık, masa kullanmak, otomobile binmek, bilgisayar kullanmak da bid‘at olmaz.
İslâm âlimleri bid‘atı ikiye ayırmışlar, iyi ve yararlı gördüklerine bid‘at-ı hasene, kötü ve zararlı bulduklarına da bid‘at-ı seyyie adını vermişlerdir. Kur’ân-ıKerîm’i bir mushaf içinde toplamak, hadis kitapları yazmak, teravih namazını cemaatle kılmak, kabirlerin üzerine türbe yapmak gibi hususlar da sonradan ortaya çıkmış şeyler olmakla birlikte İslâm bilginlerince güzel bid‘at olarak nitelendirilmişlerdir.
Günümüzde bir hayli yaygın olan mevlid, hâfızlık ve hatim merasimlerinin, camilerin görkemli mimarisinin ve tezyinatının, cemaatle namazda toplu tesbihlerin ve mûsikinin, ölümü takip eden belli günlerde düzenlenen dinî toplantıların katı bir yaklaşımla bid‘at olarak nitelendirilmesi yerine, bu tür âdetler dinin aslî unsurlarının yerini almadığı sürece, içerdiği yararlar sebebiyle müsamaha ile karşılanması daha isabetlidir.
O halde bir davranışın bid‘at olup olmadığına kesin bir yaklaşımdan ziyade, o davranışın hangi ortamda ne gibi sonuçlar verdiğinin, mahiyet ve gayesinin göz önünde bulundurulması yerinde olur. Bid’adların bir kaynağı da, İslâm tarihinin değişik dönem ve bölgelerinde az da olsa Müslümanların eski din ve geleneklerin, yabancı kültürlerin etkisinde kalmalarıdır.
Buna rağmen, Müslüman çoğunluk daima istikametini korumuş, dinin ana sınırlarını ve değerlerini ayakta tutmuş, inanç, ibadet ve hukukla ilgili temel hükümlerinde ve temel ahlâkî değerlerinde ciddi bir sapma yaşanmamıştır.
GAYB BİLGİSİ
GAYB iki kısımdır :
1- (غَائِبْ) Ğâib: Bir kısım insanın muttali olup bir kısmının muttali olmadığı durumdur.
2- (غَيْب) Ğayb: İse hiç kimse tarafından zahir olmayandır. C.Hakka iman gaybe imandır.
1-Nisbî veya izafi gayb: Bir kısım insanın yer, zaman, imkan ve yetenek gibi nedenlerle haberdar olduğu, bir kısmının olmadığı daha önce olmuş bir hadisedir. Meteoroloji haberi gibi. Bna (غَائِبْ) Ğâib denir.
2-Mutlak Gayb: Akıl ve 5 duyu ile algılanamayan, Yalnız Allah’ın bilgisinde olan gaybtır.
Bna da ( غَيْب ) Ğayb denir. Gayb bilgisi yalnızca Allah’a aittir.وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لاَ يَعْلَمُهَا إِلاَّ هُوَ “Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez.” (6/El-En’âm,59) (Ayrıca: 9/Tevbe,105; 13Ra‘d, 9; 27/Neml,65).
Konu inanç alanında çok kolay ve pürüzsüz görünse de maalesef günlük hayat öyle değildir. Birkısım insanlar Akıl ve duyular yoluyla hakkında bilgi edinilemeyen şeyleri bilme çabasındadırlar.
İnsan yaratılışının gereği olarak, bilinmeyen ve görünmeyene, esrarengiz olana karşı daima ilgi duymuştur. Onun bu istek ve ilgisi vahiy yoluyla ve peygamberler aracılığıyla belli ve yeterli ölçüde karşılanmış, fakat geride kalan boşluk ve sorular da her dönemde çeşitli çevrelerin istismarına konu olmuştur. İlk devirlerden itibaren gaybdan haber vererek insanların ilgisini çeken ve bu yolla itibar ve servet kazanan kâhin, büyücü, arrâf, falcı, medyum, ruhçu gibi şahısların hemen her toplumda görülmüş ve etrafında daima bir grup insanlar kümelenmiştir.
Resûl-i Ekrem, Allah’ın en sevgili kulu olmasına rağmen onun hakkında şöyle buyurulur:
قُلْ لاَ أَمْلِكُ لِنَفْسِي نَفْعًا وَلاَ ضَرًّا إِلاَّ مَا شَاءَ اللهُ وَلَوْ كُنْتُ أَعْلَمُ الْغَيْبَ لاَسْتَكْثَرْتُ مِنَ الْخَيْرِ وَمَا مَسَّنِيَ السُّوءُ إِنْ أَنَا إِلاَّ نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ “De ki; Allah’ın dilemesi dışında ben kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim” (7/A‘râf,188)
Peygamber Efendimiz de gaybdan haber veren kimseye inanan kimsenin kırk gün namazının kabul olunmayacağını, vahyi ve kitabı inkâr etmiş olacağını bildirerek (Müslim, Selâm, 125; İbn Mâce, Tahâre, 102) ağır bir tehdit ve uyarıda bulunmuştur.
İslam dini, İnsanın ilgi ve hayal dünyasının gayb âlemiyle ilgili olarak vahyin bildirdiğinin dışında bir arayışa girebileceğini göz önünde bulundurarak temel bazı prensipler koymuştur. Bunlardan biri, Allah’tan başka kimsenin gaybı bilmediğidir.
FALCILIK
Falcılık denince, çeşitli tekniklerle gelecekten ve bilinmeyenden haber verme, gizli kişilik özelliklerini ortaya çıkarma sanatı gibi manalar kasdedilir.
İnsanoğlu tarih boyunca gerek kendisiyle gerekse çevresiyle ilgili bilinmezleri anlayıp keşfetmeye, geleceği hakkında bilgi sahibi olmaya ve kendi kaderine hükmetmeye çalışmıştır. Bunun için sihir, büyü, fal, kehanet gibi uğraşıların toplumda yer edinmesine ve revaç bulmasına zemin hazırlamıştır.
Neticede kâhin, sihirbaz, büyücü, falcı, bakıcı gibi isimlerle anılan bu kişiler mistik sezgi güçlerinin bulunduğunu, görünmez varlıklarla temasa geçtiklerini ve sıradan insanların bilemediği bazı bilgilere sahip olduklarını ileri sürmüşlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de hem duyulur âlemin hem de duyular ötesi âlemin mutlak hâkimiyetinin Allah’a ait olduğu bildirilir. (39/Zümer,46;65/Talâk,12) ve Câhiliye dönemi âdetlerinden biri olan şans okları ile (ezlâm) fal tutup kısmet arama şiddetle yasaklanır.(5/Mâide,3)
Nitekim Hz. Peygamber, insanların etrafındaki çeşitli olay ve eşyaya uğursuzluk atfetmesini kınayarak, “Sizden biri hoşlanmadığı bir şeyi gördüğünde, ‘Allahım! İyilikleri yalnız sen verir, kötülükleri de yalnız sen defedersin, senden başka güç ve kuvvet sahibi yoktur’ desin”(Ebû Dâvûd, “Tıb”, 24) buyurmuştur. Uğursuzluk inancının yasak kılınmasındaki asıl sebep, buna inanan kişinin kendi irade vegücünü inkâr yanında, yaratmayı Allah’a değil, bizzat uğursuz saydığı varlığa nisbet etmesidir.
Dostları ilə paylaş: |