Kaynaklar (Rene Guenon, Ruhcu Yanılgı İstanbul 1996, M. Said Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, Konya, 1995. Celal Kırca, İslam Dinine Göre Reenkarnasyon, Kayseri, 1986. Mustafa Çetin, Kur'an ışığında Reenkarnasyon, Ankara, 1990.)
RÜYA TABİRİ
İnsanın uyku halinde gördüğü düşler de, mevcut bilimsel verilerle açıklanması kolay olmayan, dinler ve çeşitli kültürler tarafından değişik açıklama ve ilgilere konu olan bir muammadır.
Tarihin hemen her devrinde insanların rüya ile ilgilendiği, onları yorumlayarak mânalar çıkarmaya çalıştığı görülür. Eski Mısırlılar, Bâbilliler ve Asurlular’da rüya tabiri gelenek haline gelmişti. Kâhin ve büyücülerin en önemli görevlerinden biri rüyaları yorumlamaktı.
Kur’an ve Sünnet’te rüya konusuna sıkça değinilir. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İbrâhim, Hz. Yûsuf ve Mısır hükümdarının gördüğü rüyalardan söz edilmekte (12/Yûsuf,/5, 43, 100; 17/İsrâ,60; 37/Sâffât,105), Hz. Peygamber’in gördüğü bir rüyanın yüce Allah tarafından doğru çıkarıldığı belirtilmektedir. (48/Feth,27) Hadislerde, rüyanın insan hayatındaki yerine ve önemine temas edilmiştir. Bir hadiste “Müminin sadık rüyası nübüvvetin kırk altı cüzünden biridir” buyurulmuş ve “Sadık ve sâlih rüya vahiy cümlesindendir” denilerek rahmânî rüyanın vahiy derecesinde mübarek bir telkin niteliği taşıdığına işaret edilmiştir (Buhârî, “Ta‘bîr”, 1-5; Müslim, “Rü’yâ”, 3-9; Ebû Dâvûd, “Salât”, 148; “Edeb”, 88). Hadis kitaplarında konuyla ilgili özel başlıklar açılarak Resûl-i Ekrem’in rüyalarına genişçe yer verilmiştir.
İslâmî kaynaklarda üç türlü rüyanın bulunduğu ifade edilir.
1.Rahmânî rüya. Buna rüyâyı sâdıka, rüyâ-yı sâliha veya sadece “rüya” da denir. Bu tür rüyalar Allah tarafından doğrudan doğruya melekler vasıtasıyla gelen hak telkinlerdir. Hz. Peygamber bunu müjdeleyiciler anlamında “mübeşşirât” diye isimlendirip nübüvvetin kırk altıda biri olarak nitelendirmiş, nübüvvetin bitiminden sonra da mübeşşirâtın devam edeceğini bildirmiştir. (Buhârî, Ta‘bîr, 5; Tirmizî, Rü’yâ, 2-3; İbn Mâce, Ta‘bîr, 1) Bu tür rüyalar insanlar için yol gösterici ve ışık tutucudur.
2. Şeytânî rüya. Şeytanın aldatma, vesvese ve korkutmalarından doğan karışık, yalan ve bâtıl düşler, insanı kötülüğe sevkeden telkinlerdir. Bunları anlatmak ve tabir ettirmek tavsiye edilmez.
3. Nefsânî rüya. Nefsin hayal ve kuruntuları, uyku esnasındaki dış etkiler ve günlük meşgalelere ilişkin rüyalardır. Rüyada görülen şeyin kısa bir zaman önce uyanık olarak idrak edilmiş olup sûretinin hayalde devam etmesi, üzerinde önceden düşünülen veya gelecekte vukuu beklenen türden olması, üşüyen kişinin kar, harareti olan kişinin ateş görmesi gibi mizaç değişikliği ile bağlantılı olması bunun örnekleri olarak sayılabilir.
Kelâmcıların çoğunluğu sadık rüyayı mâna âleminden rü’yet âlemine semboller şeklinde indirilen “ilham” olarak değerlendirmektedir. Ttasavvuf ehli ise ruhun uykuda misal âlemini seyretmesi ve bu esnada gördüklerini uyanınca hatırlamasıdır derler.
Rüyada tabiri zamanla özel bir uğraşı alanı olmuş, bunu konu alan ve “tabirnâme” denilen kitaplar telif edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de rüyaların yorumu “ta‘bîrü’r-rü’yâ” (Yûsuf 12/43), “te’vîlü’r-rü’yâ” (Yûsuf 12/100), “te’vîlü’l-ahlâm” (Yûsuf 12/44), “te’vîlü’l- ehâdîs” (Yûsuf 12/6, 21) ve “iftâ” kelimesinin türevleri ile (Yûsuf 12/43, 46) ifade edilmekte, Hz. Yûsuf’a rüyaların yorumunun öğretildiği (Yûsuf 12/6,21), Hz. İbrâhim, Hz. Ya’kub ve Hz. Yûsuf’un gördükleri rüyaları tabir ederek bu yorum ışığında hareket ettikleri bildirilmektedir (Yûsuf 12/4-6; es- Sâffât 37/102).
Kaynaklarda Peygamberimiz (as)’ın sabah namazından sonra “Rüya gören var mı?” diye sorduğu, varsa tabir ettiği belirtilir. (Buhârî, “Ta‘bîr”, 47; Ebû Dâvûd, “Îmân”, 10, Dârimî, “Rü’yâ”, 13) Yine efendimiz’in görülen güzel rüyaları anlatıp tabir ettirilmesini hoş karşıladığı, kötü rüyaların anlatılması veya tabir ettirilmesini ise istemediği belirtilmektedir.
Rüya, özellikle onu gören şahsı ilgilendiren bir hadisedir. Bu sebeple gördüğü rüyanın yorumunu en iyi yapabilecek olan da o şahsın kendisi olmalıdır. Başkasının gördüğü bir rüyayı tabir etmek de kolay değildir. Tabircinin, uyku esnasında görülen sembolleri ve işaretleri ayırt edip, bir karîne ile onlarla o şahsın gerçek dünyası arasında ilgi kurması ve onlardan bu yönde bir anlam çıkarması gerekmektedir. Öte yandan her bir rüyanın ve sembolün, rüyayı gören şahsın konumuyla sıkı ilişkisi bulunduğundan bu konuda kategorik ve genellemeci yorumlar da isabetli olmaz. Bu itibarla, günümüzde “rüya tabirleri” adıyla yayımlanan kitapların içeriğinin, rüyanın gerçek mânasıyla pek ilgisi yoktur. Ancak bunlar bir bakıma tahmin ve temenni niteliğindedir.
HASTALIK ve TEDAVİ
Hastalık, sakatlık ve ölüm, tüm canlılarda belli dünyevî ve tabii sebeplere bağlanmıştır. Bununla birlikte İslâm dini, hastalık, sakatlık, fakirlik, deprem, yangın, sel gibi bir açıdan olumsuz ve üzücü olan bu durumları metanetle karşılamayı, mücadele etmeyi ve bütün önlemler almayı, sonuçta ise bunu Allah’ın bir imtihanı bilip sabretmeyi telkin eder (el-Bakara 2/155; el-Mülk 67/2).
Hastalık ve sakatlıkla mücadele, gerekli tedavi yollarına başvurma hem insanın tabii yapısının gereği hem de dinin emir ve tavsiyesidir. Hz. Peygamber, “Allah hem derdi hem de devayı göndermiş, her hastalığa bir çare yaratmıştır. “Tedavi olun, ancak tedavide haramı kullanmayın” (Ebû Dâvûd, Tıb, 11) buyurmuştur. Bu itibarla bir dert ve hastalıktan kurtulmaya çalışmak, hem tevekküle hem de hakiki şifa verenin Allah olduğu hakikatine aykırı düşmez.
Ashabtan biri; Ya Rasûlullâh tedâviye başvuralım mı? diye sorunca Efendimiz: “Tedavi olunuz; çünkü Allah her hastalık için bir de ilâç ve tedavi yaratmıştır; bundan bir dert müstesnadır, oda ihtiyarlık" buyurdular. ( Seyyid Sâbık, A.G.E 1/341; (Ahmed ve Sünen sahipleri)
Yine Efendimiz: “Her nastalık için bir tedavi vardır. Eğer ilaç hastalığa isabet ederse Allahın izniyle iyi olur”. (Müslim’in Cabir RA dan rivayetidir.)
1) Haram Maddelerle Tedavi
Fıkıh kitaplarında şarap benzeri sarhoş edici içeceklerin tedavide kullanılması hakkında İslâm âlimlerinin görüşleri üç eğilim halinde özetlenebilir.
a) İslâm âlimlerinin bir kısmı, haram maddelerle tedaviyi câiz görmezler. Câhiliyye dönemiinde, içki ilâç olarak da kullanılmaktaydı. İslâm geldikten sonra içki yasağının yanı sıra, Rasûlullah tarafından içki ile tedavinin de yasak olduğu bildirildi. Bir adam Peygamberimize şarabın hükmünü sordu. Rasûlullah ise şarabın haram olduğunu ifade etti. Soruyu soran şahıs, “Biz onu tedavi için kullanıyoruz” deyince; Hz. Peygamber, “O, ilâç değil, hastalıktır.” buyurdu (Müslim, Eşribe, 3; Ebû Dâvûd, Tıb,11) Özellikle, şarap ile tedavi olmayı yasaklayan, pek çok hadis vardır. İşte bu hadisleri esas alanlar âlimler, bunlarla tedavinin câiz olmadığı kanaatindedirler.
Hanbelîler ve bu görüş sahipleri, haramla tedaviyi, zaruret halinde kifayet miktarı murdar hayvan yiyebilen kişiyle ilgili hükmü bu duruma uygulamayı isabetli görmemişlerdir. Bu iki durumu ayırt etmek üzere şöyle derler: Açlık yüzünden dara düşmüş kimsenin başka seçeneği yoktur. Hâlbuki hastalığı tedavi için tek çare bunları kullanmak değildir, birçok ilâç vardır.
b) Zâhirîler’e göre haram kılınmış şeylerle tedavi câizdir. Zâhirî hukukçu İbn Hazm şöyle der: Şarap darda kalan ve zaruret haline düşen için mubahtır. Tedavi zaruret hallerinden biridir. “Câiz değildir” diyenlerin dayandığı hadislerin bir kısmının zayıf olduğunu, bir kısmına da şöyle bir açıklama getirmiştir: Zaruret halinde tedavi maksadıyla haram kılınmış şeyleri içmek mubah olduğuna göre, bunlar “necis” (dinen pis sayılan) maddeler kapsamı dışına çıkmış demektir.
c) İslâm âlimlerinin çoğunluğu ise belli şartlarla câiz görmektedir. Hanefî ve Şâfiîlere göre: Helâl maddeyle tedavi imkânı olmadığında, uzman bir tabibin, hayatî bir tehlikeden ancak haram madde içeren bir ilâçla tedavi olabileceğini, bildirmesi halinde, ve kesin olarak şifa ümidi varsa, iyileşmenin kuvvetle muhtemel olması durumunda haramla tedavi caizdir. Darda kalan kimse haram ile tedavi görebilir.
Rasûl-ü Ekrem erkeklere ipek giymeyi yasakladığı halde cilt hastalığı dolayısıyla bazı sahâbîlere izin vermiştir (Buhârî, Libâs, 29; Cihâd, 91). Haram oluşun delili olarak gösterilen hadis, helâl ilâcın bulunduğu normal duruma göredir
Tartışma haram maddelerin tedavi için doğrudan alınması ve kullanılmasıdır. Bu maddelerin ilâç yapımında kullanılması durumunda “karışma ve değişme yoluyla pis ve haram olan nesnelerin hükümlerinin değişeceği” kuralı da devreye girecektir.
2) Okuyarak Tedavi
Hastalıkların maddî olduğu kadar mânevî sebepleri de vardır. Hz. Peygamberاَلْعَيْنُ حَقٌّ “Göz değmesi (nazar) gerçektir” (Buhârî, Tıb,36; Ebû Dâvûd,Tıb,38,79) diyerek hastalığın mânevî bir sebebine işaret etmiştir. Günümüzde zihnî ve ruhî hastalıkların maddî sebepleri yanında mânevî sebepleri de araştırılıp, hastalar her iki yönüyle tedavi edilmeye çalışılmaktadır. Telkin ve mûsiki ile tedavi öteden beri uygulanan ve iyi sonuçlar alınan bir yöntemdir.
Kişilerin Allah’a bağlılıkları, gerçek şifayı O’nun vereceğine güvenleri, ruh sağlıklarının ve morallerinin yerinde oluşu maddî hastalıkların tedavisinde bile ayrı bir önem taşımaktadır. Hastahanelerde isteyen, hastaları mânevî yönden rahatlatmak, onlara moral destek sağlamak, ruhî dirençlerini arttırmak üzere din görevlilerinin bulunması önem arzetmektedir. Avrupada, hastanelerde din adamlarına ayrılmış özel yerler vardır ve sürekle hastaları motive etmektedirler.
Tedavi imkânının bulunmadığı durumlarda veya ona yardımcı bir unsur olarak insanlar dinin üstün yapıcı tesirinden yararlandırılmış, dinî metinler ve dualar okunarak tedavi edilmeye çalışılmıştır. Bununla birlikte tıbbî tedaviye alternatif bir tedavi olarak algılanma veya ehliyetsiz ve çıkarcı kimseler tarafından kötüye kullanılma ihtimali de yok değildir.
Okumak suretiyle tedavi Hz. Peygamber ve sahâbe tarafından yapılmış, câiz ve etkili olduğu görülmüştür. Sahih hadis kitaplarında bu nevi tedavide daha ziyade Fâtiha, İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleriyle bazı duaların okunduğu rivayet edilmektedir. Bu sûre ve duaların, nazar değmesi gibi mânevî sebeplere dayalı hastalıklara da, belli durumlarda yılan ve akrep sokması gibi maddî sebepli hastalıklara da okunduğu ve netice alındığı bildirilmektedir.
Okuma ile tedavinin câiz olabilmesi için; okunanın âyet, hadis veya mânası anlaşılan bir dua olması, şifa verenin yalnız Allah olduğunun bilinmesi, gayri meşrû bir maksada hizmet etmemesi, tıbbî tedavinin önünü kapatmaması gibi şartlar ileri sürülür.
Sebebi bilinmeyen veya tedavi edilemeyen hastalıklarla karşılaşan insanların içine düştüğü çaresizlik eski dönemlerde insanları makul olmayan ve batıl olan bazı yöntemlere sevketmiştir. Bunlar arasında sihir, nazarlık, at nalı ve kafası kullanma, meşrû olmayan şekil ve metinleri içeren muska takma, kurşun dökme, tütsü yapma sayılabilir. Bunlarıntıbbî açıdan bir faydasının olmadığı gibi bâtıl inanç olmaları sebebiyle dinen doğru da bulunmamıştır.
Tedavisi yapılamadığı için çaresizlik içinde çırpınan insanların bu sıkıntılı durumunu fırsat bilip onlara nazarlık, muska takan, tütsü yapan ve böylece onların umutlarından çıkar sağlayan kimseler, âdeta bir insanlık suçu derecesinde ağır ve yüz kızartıcı bir suç işlemiş olmaktadırlar.
NAZARLIK TEMİME VE MUSKANIN YASAKLANMASI
Hz. Peygamber nazarlık kullanmayı menetmiş, bu gibi şeyleri asan kimselerin biatlarını kabul etmemişti. (Nesâî,Zînet,17; İbn Mâce,Tıb,39) Yine Rasulullah efendimiz: “Kim nazarlık takarsa Allah onun işini tamamlamasın. Kim muska takarsa Allah onu iyileştirmesin” buyurdular. (Ahmed, Hakim)
Abdullah b. Amr'ın rivayetine göre Peygamberimiz (sav) uykuda korkanlar için şu duâyı okumalarını tavsiye buyurmuşlardır:
أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللَّهِ التَّامَّاتِ مِنْ غَضَبِهِ ، وَعِقَابِهِ ، وَشَرِّ عِبَادِهِ ، وَمِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ ، وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونَ
"Kızmasından, azabından, kullarının şerrinden, şeytanın ve hazır olanların hilesinden, Allahın tam olan kelimelerine sığınyorum.” Râvi Abdullah b. Amr, bu duâyı aklı eren çocuklarına öğretir, aklı ermeyenler için de yazıp boyunlarına asardı. (Ebu Davud, Nesâî, Tirmizi)
Din bilginlerinden bir kısmı bu meyanda Hz. Âişe, Mâlik, Ahmed b. Hanbel ve şâfiîlerin çoğu yukarıdaki rivâyeti gözönüne, alarak bunun câiz olduğunu söylemişlerdir.
İbn Abbâs, İbn Mes'ûd, Hanefîler ve bazı şâfiîler de nazarlık vb. şeylerin yasaklanması hakkın-daki rivâyetlere bakarak âyet ve duâların da yazılıp taşınmasının câiz olmadığı görüşünü benimsemişlerdir. (Seyyid Sâbık A.G.E. I, s. 495-496. ) Muskacılığın bir meslek haline gelmemesi, dinin ve dinî duyguların hasis menfaatlere âlet edilmemesi bakımından ikinci görüş dikkat çekicidir.
Çocuklara ve okuma bilmeyenlere, bilenler bir menfaat beklemeden okumalıdırlar. Okuyacak bulunmazsa yazma yoluna başvurulur. Hz. Aişe, Malikiler, Şafiilerin çoğu ve bir rivayete göre Ahmet b. Hanbel bu görüşü benimsemiştir.
İbn Abbas, İbn Mes'ud, Huzeyfe, Hanefiler, Şafiilerin bir kısmı ve bir rivayete göre Ahmed; «geçen hadislerde bu konuda genel bir yasak bulunduğundan böyle bir şey asmak caiz olmaz,» görüşündedirler.
Tıbbî tedâvi yanında telkin ve duâ ile tedâvi usulü, aradan ondört asır geçtikten sonra, müsbet ilmin de dikkatini çekmiş, Avrupa ve Amerika'da bu usul ile tedâvi yapan şifâ yurtları açılmıştır.
Avf b. Malik (ra.): Cahiliye döneminde rukye (hasta içi yapılan dua) yapardık, konuyu Rasulullah’ a arz ettik, “Rukyenizi bana arzedin. Şirk olmadıkça rukye yapmanızda beis yoktur” buyurdular. (Seyyid Sabık A.G.E. 1/344; Müslim, E.Davud)
— Rasulullah (sav) okunan duâların anlaşılır olmasını, şifâ dileyen ifâdeler taşımasını istemiş; âyetlerin tahrif edilmesini, mânâsı olmayan birtakım ifadelerin kullanılmasını menetmiştir.
Rukye hakkında birkaç dua: Buhari ve Müslim Hz. Aişeden: Efendimiz hanımlarından birinin sağ eliyle hasta olan yerini mesh ederek,
اللَّهُمَّ رَبَّ النَّاسِ أَذْهِبْ الْبَاسَ اشْفِ وَأَنْتَ الشَّافِي لَا شِفَاءَ إِلَّا شِفَاؤُكَ شِفَاءً لَا يُغَادِرُ سَقَمًا
“Allahım sen insanların rabbisin, hastalığı gider, şifa veren sensin, senden başa şifa verecek yoktur. Hiçbir hastalık bırakmayanbir şifa ver.” (sahih-i Buhari kitabut-tıb) diye dua etmiştir.
Müslim’in Osman b. Ebul Astan: Osman (rav.) vücudundaki demir parçasından duyduğu ağrıyı Rasulullah’a şikayet etti. Efendimiz ona: “Elini vücudundaki ağrıyan yere koy, Bismillah ve yedi kere أَعُوذُ بِعِزَّةِ اللهِ وَقُدْرَتِهِ مِنْ شَرِّ مَاأَجِدُ وَأُحَاذِرَ “Duyduğum ve koktuğum ağrının şerrinden Allah’ın izzet ve kudretine sığınıyorum” de. Osman diyor ki, Bu duaya defalarca okudum, Allah benden ağrımı giderdi. Ailem ve diğerlerine böyel yapmalarını tavsiye ediyorum dedi.
Buhari, ibn. Abbastan: Efendimiz Hasan ve Hüseyin için dua ederek şöyle derdi.
أُعِيذُكُما بِكَلِماتِ اللَّهِ التَّامَّةِ، مِنْ كُلِّ شَيْطانٍ وَهامَّةٍ، وَمِنْ كُلّ عَيْنٍ لامَّةٍ “Sizi, her türlü hayvan ve zehirli haşarattan ve her türlü kötü gözden Allah’ın kelimelerine sığınıyorum”. buyurdu ve arkasından; “Çünkü atamız İbrahim AS’ da İsmail ve İshak için bu kelimelerle Allah’a sığınırdı” dedi. (Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne 1/344)
Bulaşıcı Hastalıktan sakınma: Nebi aleyhisselam; “Hastayı sıhhatlinin yanına getirmeyin” demiştir. “Bulaşma ve uğursuzluk yoktur,” sözüne rağmen hasta deve sahiplerini, sağlam deve sahiplerinin yanına getirilmesini de nehyetmiştir. Yine Efendimiz: cüzzam hastalığına yakalanmış bir adam, biat etmek için geldiğinde, onunla biat etmeyip, onun Medine'ye girmesine izin vermedi. (Fıkhu’s-Sünne 1/347)
Rasülüllah sav. Taun olan yerden çıkmayı veya oraya girmeyi nehyetmiştir. Çünkü bu yasaklamada, belaya karşı koymak, hastalığı belli bir bölgeye hasretmek ve vebanın yayılmasını önlemek vardır. Bugün buna «Sıhhi Karantina» denmektedir. (Tirmizi)
Yine Efendimiz Tâun’u anarak buyurdu ki; “O, Allah'ın Beni İsrail'den bir tayfaya gönderdiği bir azabın kalıntısıdır. Bulunduğunuz yerde tâun başlarsa o yerden çıkmayınız. Tâun başlayan yerde değilseniz ara1ara girmeyiniz” (Tirmizi) (Fıkhu’s-Sünne 1/347)
Buharî’ nin İbn Abbas (ra) dan rivayet ettiğine göre; Ömer bin Hattab (r.a) Şam'a doğru yolculuğa çıktı. Bisriğ mevkiine gelince ordu Komutanları Ebû Ubeyde bin Cerrâh ve arkadaşlarıyla karşılaştı. Şam'da veba olduğunu Ömer’e haber verdiler. Ömer yanındakilerle birlikte geri döndü. Ebû Ubeyde bin Cerrah (ra) “Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun ya Ömer?” dedi. Ömer (r.a) “keşke başka birisi bunu söyleseydi. Evet, Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyoruz.” Bende bu konuda ilim var. Rasulullah sav. in şöyle buyurduğunu işittim: “Bir yerde veba olduğunu işittiğiniz zaman oraya girmeyiniz. Veba olan bir yerde bulunduğunuz zaman kaçmak için o yerden çıkmayınız?» Ravi İbn Abbas diyor ki; «bu söz üzerine Ömer (r.a) Al1ah'a hamd ederek oradan ayrıldı.» (Seeyid Sabık A.G.E.. 1/337-348)
Ölümü temenni: Kişinin ölmeyi istemesi, fakirlik, hastalık, zorluk ve benzeri sebeplerle ölümüne dua etmesi mekruhtur:
لا يَتَمَنَّيَنَّ أَحَدُكُمُ المَوتَ لضُرٍّ أَصَابَهُ، فَإِنْ كَانَ لا بُدَّ فاعلاً، فَليَقُلْ: اللَّهُمَّ أحْيني مَا كَانَتِ الْحَياَ ةُ خَيْراً لِى وَتَوَفَّنِى اِذاَ كَانَتِ الْوَفَاةُ خَيْراً لىِ Sizden biriniz kendisine (hastalık gibi) bir zarar isâbet ettiğinden dolayı sakın ölümü temennî etmesin! Eğer muhakkak tememnî etmek zorunda olursa, şöyle desin: Allâh'ım, yaşamak benim için hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat, ölmek hayırlı olduğu zaman da beni öldür!(Tecrid-i Sarih, Hadis No:1916)
Nebi aleyhisselam, amcası Abbas'ın Yanına girdiğinde Abbas halinden şikâyet ediyor ve ölümü temenni ediyordu. Rasulüllah sav. ona şöyle dedi: “Ya Abbas, ey Rasulullah'ın amcası, ölümü isteme. Eğer iyi bir kimse isen, iyiliklerine yeni iyilikler ilave edersin. Bu senin için hayırlı olur. Eğer kötü bir kimse isen, tevbe-istiğfar edinceye kadar ve azabının kaldırılmasını isteyinceye kadar kalırsın, bu da senin için hayırlı olur. ölümü isteme.” (Ahmed, Hakim rivayet etmiş, Hakim hadisin Müslim'in şartına göre sahih olduğunu söylemiştir.)
Peygamber efendimiz (sav.) Rahat yüzü görmedi, sahabeler görmedi, ama yine ölümü temenni etmediler. Hz. Ömer O kılı kırk yaran ömer “keşke Ömer olmasaydım da daldaki bir kuş olsaydım veya saman çöpü olsaydım” derken üzerindeki ağır yükün hakkını verememe korkusuyla demiştir.
Abdullah b. Cahş: “Yarabbi beni şehid eyle, burnumu kulağımı kessinler, sorduğunda: onların hakkını veremedim uhutta bıraktım” demesi ölümü temenni değildir.
Dinde fitneye düşeceğinden korkarsa, o zaman hakaretsiz ölümü temenni etmesi caizdir.
3) Organ Nakli
Yaklaşık XVI. yüzyılda başlayan organ nakli giderek geliştirilmiş, XIX. yüzyılda insandan insana doku ve organ nakline başlanmış, önceleri deri, damar, kas nakli şeklinde başlayan bu tedavi yöntemi giderek geliştirilerek kalp, karaciğer, böbrek, kemik iliği, kornea gibi hayatî organların nakli aşamasına gelinmiştir.
İtikadî ve Uhrevî Açıdan Organ nakli: Bunun cismanî haşir inancıyla, organların sorumluluğu ve kıyamet günü şahitliği meselesiyle ve genel olarak dinî sorumluluk esaslarıyla bağdaşıp bağdaşmayacağı gibi tartışmaların belli bir sonuca varılmasını gerekli kılmaktadır.
Ehl-i sünnet âlimlerinin ve kelâmcıların çoğunluğu, âhirette haşrin cismanî olacağı, insanın ruh ve bedeniyle birlikte diriltilip böylece haşrolacağı, hesaba çekileceği, görüşündedir. Kur’an âyetleri bunu doğrular mahiyettedir (bk. 20/Tâhâ,55; 22/Hac,5, 7; 24/Nûr, 20; 36/ Yâsîn, 78-79; 75/Kıyâme,3-4). Âhirette haşrın cismanî (bedenî) olacağı inancının, organ naklinin tereddütle karşılanmasında kısmen de olsa etkisi vardır. Ancak konu yakından incelendiğinde organ naklinin cismanî haşir inancını zedeleyen bir yönü bulunmadığı, nakledilecek organın tekrar asıl sahibine döneceği ifade edilebilir. Nitekim organların toprakta çürümesi, yanıp kül olması, hayvanlar tarafından parçalanıp yenmesi de onun tekrar asıl sahibinde haşrolunmasına engel değildir. Kıyame suresinde âhirette insanın bütün uzuvlarının en ince ayrıntıya kadar toplanacağı ifade edilir.
أَيَحْسَبُ الإِنْسَانُ أَلَّنْ نَجْمَعَ عِظَامَهُ بَلَى قَادِرِينَ عَلَى أَنْ نُسَوِّيَ بَنَانَهُ “İnsan, kendisinin kemiklerini biraraya toplayamayacağımızı mı sanır? Evet, bizim, onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.” (75/Kıyâme,3,4) Sorumlulukta asıl olan iradedir, sorumlusu da o organları kullanan şahıstır.
Kıyamet gününde organların şahitliği hususundaki âyet ve hadisler organların âhirette lisân-ı hâl ile konuşacağı şeklinde anlaşılabileceği gibi, Allah’ın huzurunda insanın hiçbir mazeret ileri sürme ve yalan söyleme imkânının olmayacağı, her şeyin apaçık ortada olacağı anlamında da yorumlanabilir. يَوْمَ تَشْهَدُ عَلَيْهِمْ أَلْسِنَتُهُمْ وَأَيْدِيهِمْ وَأَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ “O gün dilleri, elleri ve ayakları, yapmış olduklarından dolayı aleyhlerinde şahitlik edecektir.” (24/Nûr,24)
اَلْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلٰى اَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَا اَيْديهِمْ وَتَشْهَدُ اَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ “O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder. “ (36/Yâsin,65) (Bak.Fussılet 41/19, 21, 22)
Bu konudaki âyetler gerçek anlamında alınsa bile yine organ nakline engel bir delil teşkil etmez. Her şey Allah’ın bilgisi dahilindedir ve organlar her bir bedende bulundukları süre içinde olup bitene şahitlik edebilirler.
Sorumluluk esasları açısından bakıldığında ise, duygu, düşünce, akıl, inanç gibi mânevî, ruhî özellikler, organların biyolojik yapısına bağlı olmadığından, organ nakliyle kişilik transferi olmamaktadır. Organ veren kimsenin veya organ verilen şahsın fâsık yahut gayri müslim olması gibi şahsî durumlarından ötürü diğer tarafın dinen sorumlu olabileceği söylenemez.
İslâm Hukuk Prensipleri Açısından: Çağdaş İslâm bilginleri ve fetva kuruluşları, ölüden tedavi maksadıyla bazı şartlar dahilinde organ nakline, cevaz vermişlerdir.
Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu daha önceki kararlarının yanı sıra 03.03.1980 tarih ve 396/13 sayılı kararı, Küveyt Evkaf ve Din İşleri Başkanlığı’na bağlı Fetva Kurulu’nun 24. 12. 1979 tarih ve 132/79 sayılı, 14.09.1981 tarih ve 87/81 sayılı kararları, Suudi Arabistan’da faaliyet gösteren Dünya İslâm Birliği’ne bağlı Fıkıh Akademisi’nin ve Mısır’daki Ezher Fetva Kurulu’nun kararları ve İslâm Konferansı Teşki- lâtı’na bağlı İslâm Fıkıh Akademisi’nin 11.02.1988 tarih ve 4/1 sayılı kararı da bu yönde olup, ölüden organ nakli belli şartlarla câiz görülmektedir. (Diyanet 2 ciltlik İslam İlmihali)
Ölüden diriye organ naklinin câiz olabilmesi için şu şartların bulunması gerekir:
1. Organ naklinde zaruretin bulunması,
2. Kon uzmanlarınca hastanın bu tedavi ile iyileşeceğine dair güçlü bir kanaat oluşması.
3. Ölümünden önce kendisinin veya ölümünden sonra mirasçılarının onayının alınması,
4.Tıbbî ve hukukî ölümün kesinleşmiş olması,
5. Organın bir ücret ve menfaat karşılığında verilmemiş olması,
6. Alıcının da buna razı olması.
Ölüden organ naklini câiz görmeyen bazı çağdaş bilginler ise, insan ölüsünün saygınlığını ve dokunulmazlığını, “Ölünün kemiğini kırmak, diri iken kemiğini kırmak gibidir” meâlindeki hadisi (Ebû Dâvûd,“Cenâiz”, 60; el- Muvatta’,“Cenâiz”,45), cismanî haşir ve organların şahitliği inancını, hilkati (aslî yaratılış) bozmanın câiz olmaması ilkesini gerekçe göstermektedir. Ancak bu görüşün ve dayanaklarının, İslâm’ın yukarıda zikredilen ilke ve gayeleri karşısında daha zayıf kaldığı açıktır.
Diriden diriye organ naklinin hükmüne gelince; bazı çağdaşİslâm bilginleri ve fetva kurulları belli şartlarla buna da cevaz vermişlerdir. Bu cümleden olarak Küveyt Evkaf ve Din İşleri Bakanlığı’na bağlı Küveyt Fetva Kurulu’nun 24.12.1979 tarih ve 132/79 sayılı kararında Suudi Arabistan’daki Dünya İslâm Birliği’ne bağlı Fıkıh Akademisi’nin 19-28 Ocak 1985 tari- hinde Mekke’de düzenlenen VIII. Dönem Toplantısı’nda alınan kararlarda ve İslâm Konferansı Teşkilâtı’na bağlıİslâm Fıkıh Akademisi’nin 11.02.1988 tarih ve 4/1 sayılı 20.03.1990 tarih ve 6/5-8 sayılı kararlarında diriden diriye organ nakli, belli şartlarla câiz görülmüştür.
Bu fetvanın dinî dayanağı وَمَنْ أَحْيَاهَا فَكَأَنَّمَا أَحْيَا النَّاسَ جَمِيعًا … “Kim bir insana hayat verirse, bütün insanlara hayat vermiş gibidir” (5/Mâide,32) وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَى “İyilik ve takvâ üzere yardımlaşınız” (5/Mâide, 2) meâlindeki âyetler ve bu konudaki hadislerdir.
Diriden diriye organ naklini câiz görmeyen çağdaş İslâm bilginlerinin sayısı, ölüden organ nakli konusundakine göre biraz daha fazladır. Gerekçe olarak da, insanın kendi organlarına mâlik olmadığını ve onlar üzerinde tasarruf yapma hakkının bulunmadığını, insanın saygıdeğer ve dokunulmaz olduğunu, organ naklinin hilkati (aslî yaratılış) değiştirdiğini, iki taraf için de denk bir tehlike teşkil ettiğinden bunun zararın zararla giderilmesi kabilinden olduğunu ileri sürmektedirler.
EVDE HAYVAN BESLEME
Hz. Peygamber döneminde bazı sahâbîlerin evlerinde kanarya veya serçe cinsinden kuş beslediği bilinmektedir. (Buhârî, Edeb, 81,112;Müslim, Edeb, 30) Yine Resûl-i Ekrem’in yalnızlıktan yakınan bir sahâbîye de güvercin veya horoz beslemesini tavsiye ettiği rivayet edilir. (Müsned, VI, 112; Heysemî, IV, 67). Fakihler bu rivayetlerden hareketle, eziyet etmemek, aç ve susuz bırakmamak kaydıyla kafeste kuş beslenmesini câiz görmüşlerdir. Ayrıca o dönemde evlerde kedi beslendiği de bilinmektedir. Bu sebeple, köpek ve domuz gibi hakkında özel bir yasak bulunmadıkça ve yukarıda temas edilen hayvan hakları ihlâl edilmediği, çevre için rahatsızlık ve kirlilik teşkil etmediği sürece evde hayvan beslemenin kural olarak câiz sayıldığı anlaşılmaktadır.
KÖPEK: Köpek, evcilliği ve sıcakkanlılığı, bazı özel kabiliyetleri sebebiyle insanoğlunun yer yüzünde en çok yararlandığı hayvanlar arasında yer alır. edilmişti.
İslâm âlimleri köpeğin avlanma konusunda eğitilmiş olması şartıyla avcı hayvan olarak kullanılmasının câiz olduğunu görüş birliği içinde bulunmaktadırlar. Yine, avlanmanın yanı sıra ihtiyaç duyulan diğer alanlarda kullanılmak üzere köpek beslenmesinin câiz olduğu, ihtiyaç olmadığı halde evde köpek beslenmesinin ise doğru olmadığı görüşündedirler. Konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber ziraat veya hayvancılık faaliyeti ya da ev bekletme veya av gibi bir sebep olmaksızın köpek besleyen kimsenin sevabından hergün bir miktar eksileceğini bildirmiş (Buhârî, Hars, 3; Zebâih, 6),
İçinde köpek bulunan eve meleklerin girmeyeceğini ifade etmiştir (Buhârî, “Bed’ü’l-halk”, 7,17; Müslim, Libâs, 81-84). Bu hadislerden hareketle, başta Şâfiîler olmak üzere bazı fâkihler, ihtiyaç yokken evde köpek beslemenin haram olduğu görüşüne sahip olmuşlardır. İslâm bilginlerinin çoğunluğu köpeğin artığının necis olduğu, yaladığı kabın da yedi defa, Ebû Hanîfe ise üç defa yıkanması gerektiği görüşündedir. Bu görüşlerle bağlantılı olarak köpeğin satışının ve bu satıştan elde edilen paradan yararlanmanın câiz olup olmadığı da tartışılmıştır. Hanefîler ve bir grup İslâm bilgini, kendisinden yararlanılması şer’an serbest olan köpeğin alım satımını ve satışından elde edilecek paradan istifadeyi câiz görürler.
YILBAŞI
Yılbaşı kutlamaları 31 Aralık/1Ocak gecesi yapılan eğlence ve faaliyetleri olarak gözüksede bunun hıristiyan Batı’nın Noel bayramıyla da yakın ilgisi vardır.
Hıristiyan Batı, milâdî takvimin başlangıcı olarak Hz. Îsâ’nın doğum tarihini esas almış, aralık ayının son haftasını, doğumun arefesi olarak, en önemli dinî bayramları olarak kabul etmişlerdir. Dinî bir atmosfer içinde geçen Noel bayramı akabinde ise, yeni yıla giriş büyük bir çılgınlıkla, lüks ve israfla kutlanır.
İslam toplumunun inanç, örf, adet ve gelenekleriyle bağdaşmayan bir gelenektir. Bu bakımdan hıristiyan olmayan ülkelerde yılbaşı kutlamaları Batı’nın körü körüne taklit edilmesinin kültür ihracının bir sonucudur.
Peygamberimiz diğer dinî inançlara karşı farklı bir kimlik kazandırmak için saç-sakal, kılık-kıyafet, yeme-içme âdâbı gibi pek çok konuda onlara karşı alternatif tavsiyelerde bulunmuştur. O halde yılbaşı kutlamalarının, sıradan bir kutlama değil aksine, toplumumuzda kültürel tahribata, kimlik bunalımına yol açtığı, yeni yetişen kuşakları kendi öz değerlerinden ve geleneklerinden koparıp Batı’nın önce hayat tarzına alıştırdığı, sonra değer ve inanç esaslarına sıcak bakmaya ve onları benimsemeye götürdüğü dikkate alınmalıdır.
EVLENME – NİKÂH
Evlenme, birlikte yaşamayı arzu eden erkek ve kadının şahitler huzurunda nikâh akdiyle hayatlarını birleştirerek bir takım sorumlulukları üstlenmeleridir.
Resmî bir memur önünde yapılan nikâhta dinen geçerlidir. Hatta ortaya çıkabilecek birtakım hukuki sorunların halledilmesi açısından da gereklidir. Meselâ Osmanlı Devleti’nin ilk yıllarından itibaren bir kısım nikâh akidlerinin mahkemelerde bizzat kadılar tarafından kıyıldığı bilinmektedir. Mahkemelerde kıyılmayan nikâhlarında rastgele değil, önce mahkemeden bir izin kâğıdı (izinnâme) almak suretiyle yapılmakta idi.
C.Allah her şeyi eşiyle birlikte yaratmıştır.وَمِنْ كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ “Düşünüp ibret alasınız diye her şeyi çift yaratmışızdır.” (51/Zariyat,49)
Ayrıca İnsanların bir erkekle bir dişiden üreyip çoğaldığını ifade ile şöyle buyurulur. يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَأُنْثَى “Ey insanlar! Şüphesiz ki biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık” (49/Hucurat,13) Ayrıca erkek ve dişinin birbirinin ayrılmaz bir parçası olduğu ifade edilir.
يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالاً كَثِيرًا وَنِسَاءً
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefs (can) dan yaratan, ondan da eşini meydana getiren ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinize karşı gelmekten, sakının” (4/Nisa,1)
İslâm dini Müslümanların evlenip yuva kurmalarına büyük önem verir. Kur’ân-ı Kerîm’de,
وَمِنْ آيَاتِهِ أَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ أَنْفُسِكُمْ أَزْوَاجًا لِتَسْكُنُوا إِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرَحْمَةً “Size onlar sayesinde veya onlarla huzur ve sükûnete ermeniz için kendi cinsinizden eşler yaratması ve aranızda sevgi ve merhamet halketmesi O’nun kudretinin alâmetlerindendir. (30/Rûm, 21) diğer ayette
وَأَنْكِحُوا الأَيَامَى مِنْكُمْ وَالصَّالِحِينَ مِنْ عِبَادِكُمْ وَإِمَائِكُمْ إِنْ يَكُونُوا فُقَرَاءَ يُغْنِهِمُ اللهُ مِنْ فَضْلِهِ وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
“Sizden bekâr olan kimseleri, köle ve câriyelerinizden uygun olanları evlendiriniz. Eğer onlar fakir iseler Allah fazlından onları zenginleştirecektir. Allah (imkânları ve rahmeti) geniş ve (her şeyi) bilendir” (en-Nûr 24/32) buyurulmuştur. Hz. Peygamber de muhtelif hadislerinde evlenmeyi teşvik etmiştir. Meselâ bir hadîs-i şerifinde,يَا مَعْشَرَ الشَّبَابِ مَنِ اسْتَطَاعَ الْبَاءَةَ فَلْيَتَزَوَّجْ “Ey gençler topluluğu sizden ev- lenmeye güç yetirenler evlensin” (Buhârî, “Nikâh”, 3; Müslim, “Nikâh”, 1) buyurmuş, bir başka hadisinde kezâ, “Peygamberlerin dört sünneti vardır” demiş ve dördüncü olarak evlenmeyi saymıştır (Tirmizî, “Nikâh”, 1; Müsned, V,421).
NİŞANLANMA
Evlenme akdinden önce yapılan bir hazırlık dönemidir. Taraflar bu süreç içinde birbirlerini daha iyi tanımakta, karşılıklı hediyeler alınıp verilmektedir. Eski toplumlarda pek rastlanmayan nişanlanma ile ilgili bazı esaslar belirlenmiştir.
1-Nişanlanma İslâm hukukunda taraflara evlilik mecburiyeti getirmez. Beraberliklerini sürdüremeyeceklerini anlayan nişanlılar her zaman için nişanı bozma hak ve yetkisine sahiptirler.
2- Öte yandan nişanlılık taraflara evliliğin verdiği beraber yaşama hak ve yetkisini vermez. Nikâh akdi yapılmadan aralarındaki sıcak ilgiye rağmen mahremiyet bakımından âdeta iki yabancı gibi mahremiyet sınırlarına dikkat etmeleri gerekir. Ancak kendi başlarına karar verebilecek derecede yetişkin ve aklı başında nişanlıların eşya bakmak üzere dolaşmaları; konuşmak ve birbirlerini daha yakından tanımak amacıyla herkese açık mekânlarda oturmaları, toplumun bu yönde müsamahasının bulunduğu durumlarda nişanlılık hukuku çerçevesinde mâkul ve meşrû karşılanabilir. Nişanlılık döneminde gayr-ı resmi nikâh kıyılması birçok sakıncaya neden olmaktadır.
Mehir: evlenme ile hak kazanılan bir mal olduğundan nişanın bozulması halinde mehire mahsuben verilen mal veya para mevcutsa aynen, harcanmış veya şekil değiştirmiş veyahut telef olmuşsa bedel olarak geri verilmelidir. (nikâh, halvet ve birleşme durumunda mehrin durumu-ilerde gelecektir)
Hediyelere gelince Hanefî mezhebine göre evlilik öncesinde verilen hediyeler hibe hükümlerine tâbidir; aynen duruyorsa geri verilir, harcanmış veya esaslı ölçüde şekil değiştirmişse iade mecburiyeti yoktur. Bu konuda Mâlikîler’e göre, Eğer nişanı bozan erkek tarafı ise nişanlısına verdiği hediyeleri geri alamaz. Nişan kız tarafından bozulmuşsa erkek verdiği hediyeleri her durumda geri alma hakkına sahiptir. Hediyelerin harcanmış olması, bir şekilde elden çıkmış bulunması bedel olarak tazmin edilmesini engellemez. Çünkü Mâlikîler bu tür hediyeleri mutlak olarak yapılan bir bağış değil, evlenme şartıyla yapılmış şartlı bir hibe olarak kabul ederler.
Toplumumuzda bir süre nişanlı kaldıktan sonra nişanın bozulması özellikle kız tarafını büyük ölçüde mağdur etmekte, dedikodu ve suizanna sebebiyet vermektedir. Bu yüzden nişanlılık süresinin kısa tutulmasında yarar vardır.
NİKAH AKDİNİN GERÇEKLEŞMESİ
İrade beyanı: Hanefîler nikâhın rüknü (unsuru) olarak sadece icap ve kabulü sayarlar, Nikahın geçerli olması için Taraflar veya yetkili oldukları durumlarda velileri yahut vekilleri iki şahit huzurunda yanlış anlamaya imkân vermeyecek bir tarzda “evlenmeyi kabul ediyormusun” sorusuna verilen cevabın etraftaki kişiler tarafından anlaşılır olması yeterlidir. “Kabul ettim, ediyorum veya evet” gibi irade beyanı yeterlidir. Ancak bu beyanı taraflar aynı mecliste beyan etmeleri gerekir.
EVLENME ENGELİ
Nikâhın gerçekleşmesi için taraflarda Geçerli evlenme engelinin olmaması da gerekir.
İslâm belirli akrabalarla evlenilmesi yasaklanmıştır. Nisâ suresinde
وَلاَ تَنْكِحُوا مَا نَكَحَ آبَاؤُكُمْ مِنَ النِّسَاءِ إِلاَّ مَا قَدْ سَلَفَ إِنَّهُ كَانَ فَاحِشَةً وَمَقْتًا وَسَاءَ سَبِيلاً
Geçmişte olanlar bir yana, babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin; çünkü bu bir hayasızlıktır, iğrenç bir şeydir ve kötü bir yoldur. (4/En-nisâ,22)
وَبَنَاتُ الأَخِ
|
وَخَالاَتُكُمْ
|
وَعَمَّاتُكُمْ
|
وَأَخَوَاتُكُمْ
|
وَبَنَاتُكُمْ
|
أُمَّهَاتُكُمْ
|
حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ
|
kardeş kızları
|
teyzeleriniz
|
halalarınız
|
bacılarınız
|
kızlarınız
|
Analarınız
|
Size haram kılındı
|
وَأُمَّهَاتُ نِسَائِكُمْ
|
وَأَخَوَاتُكُمْ مِنَ الرَّضَاعَةِ
|
وَأُمَّهَاتُكُمُ اللَّاتِي أَرْضَعْنَكُمْ
|
وَبَنَاتُ الأُخْتِ
|
eşlerinizin anaları
|
süt bacılarınız
|
sizi emziren analarınız
|
Bacı kızları
|
فَإِنْ لَمْ تَكُونُوا دَخَلْتُمْ بِهِنَّ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ
|
وَرَبَائِبُكُمُ اللَّاتِي فِي حُجُورِكُمْ مِنْ نِسَائِكُمُ اللَّاتِي دَخَلْتُمْ بِهِنَّ
|
Eğer onlarla (nikâhlanıp da) henüz birleşmemiş-seniz kızlarını almanızda size bir mahzur yoktur.
|
kendileriyle birleştiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız
|
إِلاَّ مَا قَدْ سَلَفَ إِنَّ اللهَ كَانَ غَفُورًا رَحِيمًا
|
وَأَنْ تَجْمَعُوا بَيْنَ الأُخْتَيْنِ
|
وَحَلاَئِلُ أَبْنَائِكُمُ الَّذِينَ مِنْ أَصْلاَبِكُمْ
|
ancak geçen geçmiştir. Allah çok bağışla-yıcı ve esirgeyicidir.
|
ve iki kız kardeşi birden nikahlamak
|
Kendi sulbünüzden olan oğullarınız’ın eşleri
|
|
|
(4/En-nisâ,23)
|
Not: Kadınlar içinde aynı karşı cinslerle evlenmeleri yasaktır. Mesela Ayette erkek için “analarınız” deniliyor, kadınlar için de yasak olan kişi babalarıdır. Erkek için kardeş kızları, kadın için de kardeş oğullarıdır.
Kendileriyle evlenilmesi yasak olan bu kadınlara muharremât denilir. Bu yasakların bazıları devamlıdır, bazıları da geçicidir.
DEVAMLI EVLENME ENGELLERİ. Bunlar üç gruptur.
1. Kan Hısımlığı.
a) Usul, yukarı doğru ana, nene…
b) Fürû, Aşağı doğru kızı, tüm torunları…
c) Ana babanın fürûu; Yani Ana babanın, tüm çocuk ve torunları…
d) Dede ve ninenin sadece çocukları.
2. Sıhrî Hısımlık.
1. Usulün eşleri yani anne veya baba tarafından üvey anne ve üvey nine.
2. Fürûun eşleri, yani gelinler.
3. Eşin usulü, yani kayınvâlide ve eşin her iki taraftan nineleri.
4. Eşin fürûu, yani üvey kızlar veya bu durumda olan kız torunlar. Ancak bu son grupta evlenme engelinin doğması için sadece nikâh yetmemekte, evliliğin zifafla da fiilen başlaması gerekir.
3. Süt Hısımlığı. Süt hısımlığı miras hakkı doğurmaz ama evlenme engeli teşkil eder.
Bu konuda özet formül olarak:
Emenin Emdirene Nefsi Haram, Emdirenin Emene Nesli Haram.
Emen çocuğun Emdiren Kadına sadece kendisi haram, diğer akrabaları haram değil, Emdiren kadının ise emen çocuğa öz çocuğu gibi diğer çocukları da haram.
Yani Bir çocuğu emdiren kadın, çocuğun ailesinden sadece emdirdiği çocukla evlenemez. Çocuğun diğer akrabalarıyla evlenebilir. Emen çocuğun diğer kardeşleri emdiren kadının çocuklarıyla evlenebilir. Emen Çocuk ise emdiren kadının öz çocuğu gibi olur. Kadının öz çocukları kendi akrabalarından kiminle evlenemezse emen çocukta onlarla evlenemez.
Fıkıh alimlerinin çoğunluğuna göre çocuğun ilk iki yaş içerisinde emdiği süt az olsun çok olsun süt hısımlığının meydana gelmesi için yeterlidir. İmam Şâfiî ise süt hısımlığının oluşabilmesi için ilk iki yaş içinde beş fâsılalı ve doyurucu emişin şart olduğunu söyler. Müctehidlerin çoğuna göre iki yaşından sonra emişme gerçekleşmez.
GEÇİCİ EVLENME ENGELLERİ
1. Evli olan kadınla evlenmek, Bir başkasıyla evli olan ve Boşanma veya ölüm iddeti bekleyen kadınlarla evlenmek yasaktır.
2. İki Akraba ile Birden Evlenme. Bu yakınlığın ölçüsü iki kadından her birini ayrı ayrı erkek kabul edildiğinde bunların birbirleriyle evlenemeyecek derecede yakın akraba olmalarıdır. Teyze ile yeğen buna örnek gösterilebilir. Çünkü hangisi erkek kabul edilirse edilsin diğeriyle evlenmesi haramdır.
3. Üç Kere Boşanma. Bir erkek üç boşama ile boşamış olduğu eşi ile tekrar evlenemez. Ancak bu kadın bir başkasıyla Hileli olmayan ve zifaf’ın gerçekleştiği geçerli bir evlilik yaparda o kocadan boşanır veya kocası ölürse ancak eski kocası onu nikâhlayabilir.
4. Din Farkı. Müslüman erkeğin, Müslüman veya Ehl-i kitap olmayan bir kadınla evlenmesi yasaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de, وَلاَ تَنْكِحُوا الْمُشْرِكَاتِ حَتَّى يُؤْمِنَّ “Müşrik kadınlarla iman edinceye kadar evlenmeyin...” (2/Bakara,221) buyurulmaktadır. Müşrik Allah’ın birliğine inanmayan, ona ortak koşan kimse demektir. Ehl-i kitap yani yahudi ve hıristiyan kadınlarla evlenilebilir
الْيَوْمَ أُحِلَّ لَكُمُ الطَّيِّبَاتُ وَطَعَامُ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ حِلٌّ لَكُمْ وَطَعَامُكُمْ حِلٌّ لَهُمْ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنَ الْمُؤْمِنَاتِ وَالْمُحْصَنَاتُ مِنَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ إِذَا آتَيْتُمُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ مُحْصِنِينَ غَيْرَ مُسَافِحِينَ وَلاَ مُتَّخِذِي أَخْدَانٍ
“Bugün size temiz ve iyi şeyler helâl kılınmıştır. Kendilerine kitap verilenlerin (yahudi, hıristiyan vb. nin) yiyeceği size helâldir, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Mümin kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da, mehirlerini vermeniz şartıyla, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir. (5/El-Mâide,5)
Yalnız müslüman bir kadının müşrek ve ehl-i kitap erkekle evlenmesi caiz değildir. İslâm hukukçularının dayandıkları Mâide sûresinin 5. Ayeti ve mümtehine suresinin 10. Ayetidir. Yukarıda geçen maide suresi 5. Ayette; Mü’min erkekler ehli kitapla evlenebilir derken ayette bunun aksi zikredilmemiş halbuki ayetin başında “sizin yiyecekleriniz onlara helal, onlarınki de size helaldir” denilmiş ama evlenme konusunda karşılıklı zikredilmemiş sadece mümin erkeklerin ehl-i kitap kadınlarla evlenebileceği zikredilmiştir. Ayrıca Mümtehine suresininde
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا جَاءَكُمُ الْمُؤْمِنَاتُ مُهَاجِرَاتٍ فَامْتَحِنُوهُنَّ اللهُ أَعْلَمُ بِإِيمَانِهِنَّ فَإِنْ عَلِمْتُمُوهُنَّ مُؤْمِنَاتٍ فَلاَ تَرْجِعُوهُنَّ إِلَى الْكُفَّارِ لاَ هُنَّ حِلٌّ لَهُمْ وَلاَ هُمْ يَحِلُّونَ لَهُنَّ وَآتُوهُمْ مَا أَنْفَقُوا وَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ أَنْ تَنْكِحُوهُنَّ إِذَا آتَيْتُمُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ وَلاَ تُمْسِكُوا بِعِصَمِ الْكَوَافِرِ Ey iman edenler! Mümin kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları, imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kâfirlere geri göndermeyin. Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. Onların (kocalarının) sarfettiklerini (mehirleri) geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın. (60/Mümtehine,10)
İslâm hukukçularının bu âyetleri gayri müslim erkeklerle evlenmeyi yasaklayacak biçimde yorumlamaları, Ehl-i kitap da olsa başka bir din mensubuyla evlenmenin kadının ve doğacak çocukların dinini menfi olarak etkilemesi endişesine dayanmaktadır. Ancak tabiatıyla bu engeller geçicidir. Gerek erkeğin gerekse kadının müslüman olarak bu engelleri bertaraf etme imkânı her zaman vardır.
Nikâhın Rüknü :
Nikâhın rüknü, icab ve kabul'den ibarettir. İcab: Erkeğin kadına, “Seni tezevvüc ettim, eş aldım” demesi, Kabul'den maksat, erkeğin bu sözüne karşılık kadının, “Ben kendimi sana tezvîç ettim, (eş olarak kendimi sana verdim” demesidir. Veya bunları içeren soruya verilen cevaplardır. Sıralamada önce kadın, sonra erkekde olabilir.
Evliliğin Şartsız Olması
Şu iş şöyle olursa seninle evlenirim Şu işin şöyle olması şartıyla seninle evleniyorum” gibi.
Ancak, tamamen tarafların iradeleriyle belirli kayıtlar altına alınması caizdir. Söz gelimi evlenecek kızın veya erkeğin “Annemin de bizimle beraber oturması şartıyla evlenmeyi kabul ediyorum” demesi gibi.
Hanefî ve Hanbelî hukukçuları evliliğin mahiyetine aykırı olmayan taraflardan birine yarar sağlayan şartların ileri sürülebileceği ve bunların tarafları bağlayacağını söylerler. Ayrıca Hanbelî hukukçuları evlenen kadının kocasının tek eşli olmasını şart koşabileceğini, aksine bir nas bulunmadığından bunun bağlayıcı ve geçerli olduğunu söylemektedirler.
Osmanlı Âile Kararnâmesi bu konuda Hanbelî mezhebinin görüşünü kabul etmiş ve bu tür bir şartı geçerli kabul etmiştir (md. 38). Koca bu şarta rağmen ikinci defa evlenirse kadın kocasının tek evli kalma şartına riayet etmemesi sebebiyle kendi evliliğini feshettirme konusunda bir seçim hakkına sahiptir. Dilerse mahkemeye başvurur ve evliliğini feshettirir.
Şahitler: Sıhhat şartlarından en önemlisi evlenmenin şahitler huzurunda yapılmasıdır. Hz. Peygamber’in, “İki şahit olmadan nikâh câiz olmaz” (Buhârî,“Şehâdât”, 8) hadisi evlilikteki en önemli şekil şartını getirmektedir. Mâlikîler dışındaki üç mezhep şahitlerin nikâh anında hazır olmasını ararken Mâlikîler şahitlerin mutlaka nikâh anında hazır olmasını gerekli görmezler; ikâhın aleniyete dökülmesi düğün yapılması ve böylece etrafa duyurulması suretiyle de olabilir.
Hanefîler’in dışındaki mezhep hukukçuları, şahitlerin ikisinin de erkek olmasını şart koşarken Hanefîler Bakara sûresinin 282. âyetini yorumlayarak nikâhta da bir erkek ve iki kadının şahitliğini yeterli kabul ederler.
Din İşleri Yüksek Kurulu 17/10/2002 tarihli kararı ile kadının şahitliğinin erkeğin şahitliğine denk olduğu yönünde görüş beyan etmiştir. Bu itibarla nikâh akdinde sadece iki kadının şahitliği de geçerlidir. Öte yandan şahitlerin müslüman ve aile hukuku bakımından tam ehliyetli olması, bâliğ olması gerekmektedir.
İkrahın Olmaması
Hanefîler’in dışındaki mezhepler “Ümmetimden hata, unutma ve yapmaları için cebir ve tazyike mâruz kaldıkları şeylerin sorumluluğu kaldırılmıştır” (İbn Mâce, Talâk,16) hadisini delil göstererek ikrah (zorlama) ile yapılan nikâh fâsittir derler.
Hanefîler ise “Üç şeyin şakası da ciddidir, ciddisi de ciddidir; nikâh, talâk ve talâktan dönüş” (Ebû Dâvûd,Talâk, 9;) hadisini delil getirerek geçerlidir derler. Cebir ve şiddete mâruz kalanı şaka yapan kimseye benzetmektedirler.
Osmanlı Hukuk-ı Âile Kararnâmesi ile zorla yapılan nikâh ve boşanmalar konusunda Hanefî dışındaki diğer hukukçuların görüşlerini kabul etmişlerdir. (md. 57, 105).
Evlenmenin Gizlenmemesi
Mâlikîler’e göre şahitlerle anlaşarak şahitler dışındaki insanlara duyurulmadan yapılan nikâh geçersizdir. Diğer üç mezhebe göre, şahitlerin duyduğu nikâh artık gizli değildir, caizdir derler. Ancak uygulamada zamanın şartları da dikkate alınması gerekir. Günümüzde resmi kayıt yapılmadan, ilan edilmeden yapılan gizli evliliklerin birçoğunun sonu hüsranla sonuçlanıyor. Fakihlerin çoğunluğunun iki şahidi yeterli görmesi, dönemlerinin toplumsal telakkileriyle yakından alakalıdır.
Evlenme ehliyeti
Tarafların başka bir kimsenin iznine ihtiyaç duymadan evlenmelerinin geçerli olabilmesi için evlilik ehliyetine sahip olmaları gerekir. Hanefîlerde tam ehliyet; akıllı ve bâliğ olmaktır.
Diğer üç mezhebe göre; evlenme ehliyetinde rüşd de şarttır, sefih tam ehliyetli değildir.
Biyolojik bir olgunluğu ifade eden erginlik insandan insana, bölgeden bölgeye değişir. Herkes için sabit bir ergenlik yaşı belirlemek mümkün değildir. Fıkıhçılar ergenlik için genel duruma bakarak bir alt bir de üst sınır belirlemişlerdir. Bu iki sınır arasında kişi ne zaman biyolojik olarak ergen olursa o andan itibaren bâliğ sayılır. Alt sınırdan önce ergenlik iddiası dinlenmez. Üst sınıra ulaşan kimse de ergenliğe ulaşmasa bile bâliğ kabul edilir. Alt sınır kızlarda dokuz, erkeklerde on ikidir. Üst sınır ise Ebû Hanîfe’ye göre kızlarda on yedi, erkeklerde on sekiz, İmam Mâlik’e göre her iki cins için on sekiz, Ebû Yûsuf ve Muham med’e göre yine her iki cins için on beştir.
NİKÂHTA VEKÂLET
İslâm fıkhında caiz olan akidlerin çoğunda vekâlete cevaz verilmiştir. Herhangi bir akdi şahsın kendisi yapması caizse, o akdi yaptırmaya vekil ta'yin etmesi de caizdir. Alım - satım, icare, tezvic ve talâk bu cümledendir.
Evlendirme hususunda bizzat Resûlullah (A.S.) Efendimizin kadın ve erkeğe vekil olduğu sahih rivayetlerle sabit olmuştur. Nitekim Akabe bin Âmir (R.A.) diyor ki,: “Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir adama, seni falan kızla evlendirmeme razı oluyor musun? diye sordu. O da evet, dedi. Sonra da kıza avnı soruyu yöneltti. Kız da kabul edince vekîl olarak onların nikâh akidlerini yaptı.” (Ebû Dâvud : Akabe bin Amir (R.A.)'den.)
Bu hadîse dayananlar, bir kimsenin iki tarafa da vekil olabileceğine delil getirmişlerdir.
-Hanefîlere göre, ergen olan erkek ve kız nikâhlarının akdi için ergen akllı erkek veya kadını vekîl ta'yin edebilirler. Mâlikîler vekilin ihram halinde bulunmamasını, Hanbelîlere de vekilin erkek ve ergen olmasını şart koşarlar. sonra da vekâlet bahsinde belirtilen şartları kendinde bulun, durması gerekir.
Vekil tutarken şahit bulundurmak şart değildir. Ancak istihsanen bir iki şahit bulundurmak tavsiye olunmuştur. Kendisine vekâlet verilen şahıs başkasını kendi yerine vekîl tutamaz. (Mezahibi'l-Erbaa, Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/485-486)
Velâyet
Aile hukukunda velâyet eksik ehliyetli ve ehliyetsizlerin bir yakını tarafından rızâları alınarak veya alınmaksızın evlendirilme yetkisidir.
Hanefîler’in dışındaki mezheplerde kadınlar, bazı durumlarda rızâları aransa bile, ancak velileri aracılığıyla evlenebilirler. Bu mezhepler لَا نِكَاحَ إلَّا بِوَلِيٍّ “Velisiz nikâh olmaz” (Buhârî, Nikâh, 36) hadisini ve benzeri hadisleri mutlak olarak değerlendirmekte ve her durumdaki kadınların -rızâları alınsa bile- sadece velileri aracılığıyla evleneceklerini söylemektedirler. Hanefîler ise bu hadisleri tam ehliyetli olmayan kadınların ancak velileri aracılığıyla evlenebilecekleri şeklinde yorumlamaktadırlar. Hanefîler’de âkıl-bâliğ olan kadın, aynen erkek gibi velisinin aracılığına gerek olmaksızın evlenebilir.
Hususi veli ve umumu velî
1. Hususi Veli. Velâyeti altında bulunan kimseyi evlendirme yetkisine sahip bulunan akrabalardır. Bir kimsenin araya bir kadın girmeyen bütün erkek akrabaları anlamına gelmektedir. Baba, babanın babası, erkek kardeş, amca, amcaoğlu gibi. Sıralamada önceki bir veli varken sonra gelen velinin evlendirme yetkisi yoktur.
2. Umumi Veli. Umumi veli devlet başkanı veya hâkimdir. Hususi velinin bulunmadığı veya yetkisini kötüye kullandığı durumlarda hususi velinin yerini umumi veli almaktadır.
Denklik (kefâet)
Evlenecek eşler arasında dinî, iktisadî ve sosyal bakımdan bir denkliğin olması kastedilir. Eşler arasındaki uyumun sağlanmasında denkliğin olması şüphesiz önemlidir. Ancak bunun kurulmuş bir evliliği sona erdirme sebebi olarak bakılmaması gerekir.
Hanefî mezhebinde şu altı noktada kocanın kadına denk olması aranmıştır: Soy, Müslüman oluş, dindar oluş, hürriyet, servet ve meslek. Âkıl bâliğ olan kadın velisinin rızâsını almadan evlenebilir. Ancak seçmiş olduğu eşinin sayılan altı noktadan ailesine denk olması gerekmektedir. Eğer bu denklik gözetilmemişse velisinin bu evliliğe itiraz ve fesih hakkı vardır.
MEHİR:
Mehr: Evlenirken nikâh akdinde Müslüman erkek tarafından kadına şer'î bir hak olarak verilen mal veya paradır. Yeni bir hayata adım atan kadın için malî bir destek, tutunacak bir imkândır. Nikâh akdinin bir bakıma sağlama bağlanmasının hukukî te'minatıdır. Ayet mehrin vücubuna delâlet eder.
وَآتُوا النِّسَاءَ صَدُقَاتِهِنَّ نِحْلَةً فَإِنْ طِبْنَ لَكُمْ عَنْ شَيْءٍ مِنْهُ نَفْسًا فَكُلُوهُ هَنِيئًا مَرِيئًا
“(Evlendiğiniz) kadınlara mehrlerini güçlük çıkarmadan gönül rızasıyla verin. Eğer onun bir kısmını kendi arzularıyla size bağışlarlarsa, onu rahatlıkla, içinize sinerek yiyin.” (4/Nisa,4)
-Nikâh akdi yapılan kadın, cinsel birleşme sonucu veya halvet-i sahiha sonucu veya kocanın ölümüyle mehri hak eder. Halvet-i Sahiha nedir? Nikâh akdi yapıldıktan sonra karı kocanın tenha yerde cinsel temasta bulunmalarına hissi, şer'i ve tabii hiçbir engelin bulunmaması halinde yalnız kalmalarıdır. (Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/485-499)
Erkeğin evlenirken karısına verdiği veya vermeyi taahhüt ettiği para veya sair bir mala mehir denir. Kur’ân-ı Kerîm’de evlenen erkeğin karısına vermek zorunda olduğu mehirle ilgili olarak (4/Nisâ, 4, 24) Eski Türkler’de de bu anlamda olmak üzere kalın uygulaması vardır. Kalın evlenecek erkeğin müstakbel karısının ailesine yaptığı ödemeler anlamında kullanılmaktadır.
İslâm hukukundaki mehir evlenecek kızın ailesine değil, doğrudan kendisine verilmekte veya doğrudan ona borçlu olunmaktadır. Kadın almış olduğu bu mehir karşılığında Hanefîler’e göre herhangi bir çeyiz hazırlamak mecburiyetinde de değildir. Diğer mallarında nasıl tasarruf edebiliyorsa bunda da aynı şekilde tasarruf etme hak ve yetkisine sahiptir. Nikâh esnasında belirtilmemiş bile olsa, hatta verilmeyeceği şart edilmiş bile bulunsa yine evlenen kadın mehire hak kazanır. Mehirin belirlenmemiş bulunması evlenmenin geçerliliğine zarar vermez.
Mehir olarak her türlü mal veya parasal değeri olan her türlü menfaat tesbit edilebilir. Mehirin en az miktarı Hanefîler’e göre ilk asırda 10 dirhem (yaklaşık iki koyun bedeli idi), Mâlikîler’e göre ise 3 dirhem gümüştür. Şâfiî ve Hanbelî hukukçulara göre ise mehirin bir alt sınırı yoktur, tıpkı bir üst sınırı olmadığı gibi.
Eğer nikâh anında mehir belirlenmişse buna mehr-i müsemmâ, belirlenmemişse buna da mehr-i misil denir. Mehr-i misil; evlenen kızın akrabaları arasında her bakımdan kendi konumundaki kızlara ödenen mehir demektir. Yani rayiç mehir olmaktadır.
Evlilik sırasında mehir belirlenmemişse veya bir sebeple belirlenen mehir geçersiz sayılırsa o zaman evlenen kadın misil mehire hak kazanır. Peşin ödenmesine Mihr-i Muaccel, sonraya bırakılan mehire ise Mehir-i müeccel denir.
Nafaka temini
Evlilik içinde kadının her türlü normal masrafı kocaya aittir. Kur’ân-ı Kerîm’de
(65/Talâk, 6) ve Hz. Peygamber’in hadislerinde nafakanın kocaya ait olduğu, erkeğin yediğinden karısına da yedirmesi, giydiğinden giydirmesi açıkça belirtilmiştir. Kocanın karısının nafakasını karşılamakla yükümlü olması için illa zengin olması gerekmediği gibi kadının fakir olması da gerekmez. Kadın zengin de olsa masrafları kocaya aittir.
Çiftlerin oturacakları evin temini, döşenip tefriş edilmesi kocaya aittir. Özellikle Hanefîler’ce kadının dinen ve hukuken eve çeyiz getirme mecburiyeti yoktur. Örf ve karı kocanın sosyal konumuna göre kadın tarafından da bazı şeyler karşılanabilir.
MUT'A NİKÂHI = MUVAKKAT NİKÂH:
Hayber savaşına kadar mubah olan Muvakkat Nikâh, Resülüllah'ın Sünnetiyle yasaklanıp haram kılınmıştır. O halde belli bir süre ta'yin edip bir kadınla nikâhlanmak caiz değildir. Böyle bir nikâhla evlenen çiftler birbirlerine mirasçı olamazlar, bir arada bulundukları sürece zina etmiş sayılırlar. (Fetavayı Kadıhan) Mut’a Nikâhının süresinin az veya çok olması arasında bir fark yoktur.
Ancak kıyamete kadar, İsa ininceye veya Deccal çıkıncaya kadar seni nikahlıyorum, yani seninle evleniyorum şeklinde bir ifade kullanırsa, muvakkatlık şartı burada hükümsüz kalır ve nikâh akdi sahih olur. Çünkü o zamana kadar yaşamaları mümkün değildir. (El-Muhit - Radıyüddin Serahsi. Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/461.)
Nikâh-ı Şiğar :
Nikâh-ı Şiğar: Mehr vermemek üzere iki adamın karşılıklı birbirlerine kızlarını veya kızkardeşlerini tezvîc etmeleri ve bu şartla nikâh akdinde bulunmalarıdır. Bu anlaşma batıldır. Kadınlara mehr-i misil gerekir. Çünkü Mehir kadının hakkıdır. (Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 2/485-496)
TAHARET
Bu konu ilmihal kitaplanırında uzun uzun ahlatılmaktadır. Biz burada sadece sular ve abdest kısmına temas edeceğiz.
Kur'ân-i Kerîm Peygamberimiz’in hadislerinde ve onun örnek hayatında temizliğin önemi üzerinde ısrarla durulmuş, temizliğin hem maddî hem de manevî buyutu ele alınmıştır. Temizlik genelde Maddî temizlik, hükmî temizlik ve manevî temizlik şeklinde üç bölümde ele alınır. İnsanın görünen kirlerden arınması maddi temizlik, Abdest ve gusül, hükmî temizlik, kişinin dilini yalan ve gıybetten, malını haramdan, kalbini kin, nefretten haset, kibir, hırs ve benzeri kötü duygulardan koruması gibi temizlik ise manevi temizlik için birer örnektir. Biz burada maddi ve hükmi temizlik üzerinde duracağız. Kur'ân-ı Kerim'de bedenin, çevrenin ve ibadet yerinin temizliğinden bahsedilir. إِنَّ اللهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ "Şüphesiz ki, Allah, tevbe edenleri de, temizlenenleri de sever." (Bakara,222) ve yine وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْ (74/Müddessir,4) “Elbiseni temizle” buyurulur.
C.Allah Hz. İbrahim’e وَطَهِّرْ بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْقَائِمِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ “Tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut.” (22/Hacc26)
Peygamber efendimiz de الطُّـهُورُ شَطْرُ الإِيمَانِ، "Temizlik imanın yansıdır" (Müslim,Taharet 1)
إِنَّ اللَّهَ طَيِّبٌ يُحِبُّ الطَّيِّبَ "Allah temizdir, temizliği sever" (Tirmizî, Edeb, 41), مِفْتَاحُ الصَّلاةِ الطُّهُورُ Namazın anahtarı temizliktir" (Ebû Dâvûd, Salât, 73) buyurmuş ve davranışlarıyla da örnek olmuştur.
İBADETLERDE TAHÂRET: İbâdetlere mâni olan, necâset denilen maddî pislikten ve hades denilen, hükmî kirlilik hallerinden su ile temizlenmek, su yoksa toprakla hükmün giderilmesidir.
SULAR: Suyun tabiatında asıl olan temiz olmasıdır. Yüce yaratan: وَأَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً طَهُورًا Gökten temiz su indirdik. (25/Furkân,48) وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ “Biz her şeye su ile hayat verdik” (21/Enbiyâ,30) Bu ve benzer ayetlerle suyun önemine ve temizliğine işaret edilir.
Sular: Mutlak ve mukayyet olmak üzere iki kısımdır. Mutlak su: yağmur, göz, kuyu ve deniz suları. Mukayyet: Bir karışımdan dolayı incelik ve akıcılığını kaybetmiş sular.
TEMİZ VE TEMİZLEYİCİLİK AÇISINDAN SULAR
a) Temiz ve temizleyici olup kullanılması caiz olan sular. Yağmur, göz, kuyu ve deniz suları gibi. Suda asıl olan temiz olduğudur. Çeşitli sıvı maddeler ve sel suları gibi temiz olan şeyler suya karışıp renk, koku ve tadı değişmemişse temizdir.
b) Temiz ve temizleyici olup Kullanılması mekruh olan sular. Pislik yiyen hayvanların ve (etinin mekruh olduğundan) At’ın, artığı, Evde yaşayan kedi, tavuk ve serbest dolaşan kuşların artıkları, eti haram olan pençeli kuşların, başka su varsa bunlarla abdest almak mekruhtur.
c) Temiz olduğu halde hades’i (hükmi necaseti) gidermeyen sular: Daha önçe abdest ve gusülde kullanılan müsamel sular. (Mâ-i müsta’mel)
d) Temiz olmayan sular: İçine pislik karışan ve akar olmayan az sulardır. Akar veya büyük sulara pis bir şey karışır da suda renk, tad ve kokusu hissedilirse kullanılmaz.
e) Şüpheli sular: (mâ-i meşkûk) Katır ve ehlî merkebin artıklarıdır. Başka su bulunmadığı
zaman, bunlarla abdest alınır ve ihtiyaten bir de teyemmüm yapılır.
Suyun vasıflarından (tad, renk, kaku) biri değişirse abdestte kullanılması caizdir. İki veya üç vasfı değişirse kullanılmaz.
Deniz Suyu: Bir kişi (sav)’e sorar: Biz denizde yolculuk yapıyoruz, deniz suyu ile abdest alabilirmiyiz? Diye sorar. Peygamberimiz sav. هو الطَّهُورُ ماؤُهُ ، الحِلُّ ميتتُهُ “Onun suyu temizdir Ölüsü helaldir” (Ravuhul Hamse, Ahkam Hadisleri, C. Yıldırım c,1 sh/14) Buradaki Tahûr kelimesi: Mutahhir (hem temiz, hem temizleyici) demektir. Tâhir ise (sadece temiz), demektir.
Dostları ilə paylaş: |