Orhan Kemal Murtaza



Yüklə 1,57 Mb.
səhifə10/22
tarix06.09.2018
ölçüsü1,57 Mb.
#78072
növüYazı
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   22
"Abe yavaş ol," dedi, "gelmez arkadan atlı!"
Murtaza kaşığını bırakıp doğruldu:
"Düşünürüm yeni vazifemi!"
Demin Âkile Halayla konuştuklarını işitmemişti kocasının:
"Demek olundun tayin?"
Yeşil ışıltılı gözleriyle karısına sertçe baktı.
"Helbet! Şimdi gideceğim, teslim edeceğim beyliklerimi, ve-dalaşacağım amirlerimle, arkadaşlarımla hem de..."
Yemeği falan unutuvermişti:
"Ne der Fen Müdürü bilirsin?"
Kadının bütün bunlara karnı toktu ya gene de:
"Ne der?"
"Bozuldu disiblini fabrikanın der. Çok aramış idim disiblini sıkı bir arkadaş, olsundu kurs görmüş... Gittim sizin emniyet müdürü hem de kumser beylere, ettim rica, dedim var ise sizin kadroda bu evsafta sıkı bir arkadaş, veresiniz bana."
Karısıyla çocuklarının hiç olmazsa hayran hayran bakmalarını beklediyse de oralı değillerdi.
"...Tabi derhal ben gelmişim akıllarına emniyet müdürümle komserimin. Demişler var bizim kadroda bu evsafta bir arkadaş, lakin veremeyiz sana, çünkü direğidir kadromuzun. Uzatmayalım Fen Müdürü yalvarmış çok, düşmüşler ellerine ayaklarına hem de. Dayanamamış amirlerim. Demişler vereceğiz sana Mürteza'mızı, lakın bilesin kıymetini. Çünkü benzemez o başkalarına aldı çok sıkı dersler, gördü kurs..."
Gözleri birden karşı duvardaki Hasan Beyin karakalem resmine ilişince:
"Hem de dolaşır damarlarında dayısı Kolağası Hasan Beyin mübarek kanı!"
Karısıyla çocuklarında gene, böyle birinin karısı ve çocukları olmaktan gelen birşeyler aradı, bulamadı. Bulamayınca da ateşe devam etti:
"Ne der Fen Müdürü bilirsin? Var bir arkadaş, der, adı Nuh. Olur hemşerim. Lakin zinhar güvenmeyeceksin ona. Doğru.
140
Gördüm adamı, baktım nafile."
Karısının pilava uzanan eline vurdu:
"Bilirsin, var bir kuvvet bende, Allahtan. Bakayım herhangi bir insana, anlarım ne evsaftadır... tabii anladım derhal, dedim Fen Müdürüne: Çekmeyesin kaygu müdürüm. Hiç merak etme, sokacağım fabrikanı çok yakın bir zamanda disipline. O da kurs görmüş, almış terbiye büyüklerinden, belli. Dedi: Aşkolsun be Mürteza Efendi, olmadı başlayalı vazifene çeyrek saat, lakin kavradın her birşeyleri, olacaksın numune-i imtisal."
Karısını yeniden gözden geçirdi.
"... Sonra gittim çayhaneye, buldum çok pis, hem de disib-linsiz. Topladım ameleleri söyledim çok hisli sözler, hem de dokunaklı... Neden? Çünkü lazım böyle. Kavrasınlar nedir vazife, mertlik, civanmertlik, olsunlar bu yolda mütenebbih."
Kadın sonunda:
"Abe maaş kaç?" diye sordu.
Murtaza dudak büktü:
"Aldım bu kadar büyük vazife, sdracam bir de maaş?"
"Helbet soracan. Var sende evlat altı."
"Abe ermez aklın, söylenirsin haminnem gibi. Ne için böyle-siniz bütün kadınlar? Uzun saçlarınız, kısa akıllarınız hepten... Bir gün toplamış idim başıma milleti, atlamış idim herhangi bir çöp bidonunun üstüne, söylemiş idim çok hisli, hem de dokunaklı sözler, lakin bir kadın, tıpkı sen... Demiş idi: bakkal vermez peyniri namuz ile; kasap eti, fırıncı ekmeği. Değildir üstün bir vazife, şeref, hem de namuz bir kilo fasuldan değerli.
"Yalan mı?"
"Doğru mu?"
"Helbet doğru. Ne bakkal, ne kasap, ne fırıncı vermez zırnık namus, şerefe, şana... İster para!"
Murtaza acı acı güldü:
"Bilirsin aldım ne büyük vazife?"
Kadın da kızmıştı:
"Abe madem aldın büyük vazife, versinler maaş büyük."
"Abe verecekler muşşamba; tabanca, pottin, elektrik feneri bile."
141
"Abe ne bana elektrik feneri, muşşamba, tabancadan?"
"Vazife!"
"Vazife," anladık. "Vazife büyük, olmalı maaş da büyük."
"Abe Hasan dayım gider iken salmağa düşmanlara sormuş mu idi maaşı?"
"Onun için herkes der hâlâ kakavan Hasan!"
Murtaza kaşığı elinden atıp kalktı:
"Olamayacaksın, olamayacaksın Mürteza'ya layık evsafta karı!"
Fen Müdürünün masası önünde "hazır ol'da bekleyen Murtaza, bekçi elbisesini soyunmuş, fabrika dokuması kül renkli pamukludan, sert, buruş buruş bir elbise giymişti. Esas duruşta, Fen Müdürüne göz kırpmadan bakıyordu.
Fen Müdürüyse başını masasındaki kâğıtlara indirmiş, sinirli elleriyle kâğıtları karıştırıyor, önemli bir kâğıdı arıyordu. Bir ara masasının önünde birisinin dikildiğine dikkat etti. 'Blrisi'ydi gerçekten de o an. Çok önemli kâğıt bulunmazsa fenaydı. Belki de felaket!
Masası önünde dikilmekte olana bakmadan:
"Ne var?" dedi. "Ne istiyorsun?"
Böyle bir karşılanış beklemeyen Murtaza şaşırdı:
"Ben mi, bendeniz mi?"
"Sen, sendeniz..."
Esas duruşunu bozmadan Fen Müdürünün masasına az daha sokuldu,
"Geldim!"
Fen Müdürü tamamiyle unutmuştu.
"Niye geldin?"
Murtaza iki yanına bakındı. Tuhaf, çok tuhaftı hem de. Disiplini bozulan fabrikasının düzene sokulması için amirlerinden yalvar yakar aldığı, kurs görmüş damarlarında Kolağası Hasan Beyin mübarek kanı dolaşan bir insana karşı...
Esas duruşunu bozmadan:
"Yoksa Müdürüm," dedi, "yapmayasınız benimle şaka?"
Fen Müdürü şaştı:
142
"Şaka mı? Ne şakası?"
"Yani demek isterim latife..."
"Ne latifesi be? Ne şakası be? Sırası mı latifenin, şakanın?"
Murtaza şöyle bir düşündü, haa... sınardı müdürü bnu. Bakalım disiplini sıkı, kurs görmüş, damarlarında dayısı Kolağası Hasan Beyin mübarek kanı dolaşan bir ast, üstüne karşı ne ker-te(*) saygılıydı.
Aklı yatınca, daha sıkı bir esas duruş aldı.
"O halde affedersiniz müdürüm... buyurmuştunuz ki geleyim bugün. Ettim teslim beyliklerimi, vedalaştım amirlerimlen, hem de arkadaşlarımlan."
Fen Müdürü o kadar iş, daha önemlisi de yitik evrakın sinirliliği arasında unuttuğu Murtaza'yı yeniden hatırlayarak güldü:
"Evet evet... sen şimdi çağır bana şu Nuh'u, yahut dur, odacıyı çağır, yahut bırak bırak... Şu Buldan'ın, iplik siparişleri gitti mi acaba?"
Murtaza şaşkına dönmüştü.
Fen Müdürü zile bastı. İçeriye--giren odacıya:
"Sor muhasebeciden. Buldan'ın iplik siparişleri gitti mi?" dedi. "Bir de şu Kontrol Nuh'u çağır bana."
Odacı çıktı.
Fen Müdürü:
"Kafa meşgul oldu mu," dedi, "insan bakıyor, göremiyor. Demin senin ne istediğini birdenbire anlamadım. Nah, buldum aradığım kâğıdı. Bu cenabeti arıyordum, kafamı karıştırmıştı."
Murtaza:
"Olur beyim," dedi, "haçan meşgul olunca kafa, göremez insan baktığını, ayıplamam!"
"Ya? Demek ayıplamazsın?"
"Ayıplamam müdürüm..."
"O halde mesele yok. Ayıplarsın diye ödüm kopmuştu da.."
Kapı açıldı, Nuh'un iri başı göründü.
Fen Müdürü:
"Haydi," dedi, "Nuh geldi. Birlikte fabrika içlerini dolaşın..."
"Çünkü lazım etmek tedkik, görmek mahallinde her birşeyle-
ri."
I Ölçü derece.
143
"Evet, ama her şey yavaş yavaş ve usulüyle olmalı..."
"Sen çekme kaygu.. bekçilikte ben..."
"Peki, peki..."
"Derdi kumser bey."
"Peki dedim, peki şimdi, hadi..."
Murtaza bozulduysa da aldırmadı. Herhangi bir üst, dilediği anda dilediğinde 'işlem' kullanır, hatta bağırıp çağırdıktan başka, ana avrat bile sövebilirdi. Onun için üstünün davranış ve sözlerinde hiçbir aşırılık bulmamalı, saygıda kusur etmemeliydi.
Müdürünü saygıyla selamlayıp, sert bir soldan geri, odadan çıktı. Nuh ardından geliyordu... Geliyordu ya... Deli miydi bu herif, zırnkı mıydı? Ulan şu fabrikatorlarda hiç mi hiç akıl yoktu be. Daha herif fabrikaya adımını atmadan dokumahanenin en azılılarını karşısına almış esmayı başına sıçratmıştı. O Yassılar, Ensizler, Dörtköşeler... sidiklerine basan uyuz olurdu... Sen tut, git çayhaneye, paldır küldür et, kendine milleti güldür...
Fen Müdürünün kapısından üç adım uzaklaşmamışlardı ki, Murtaza rap durdu, elini Nuh'un omuzuna koydu.
"Arkadaş," dedi. "Başladık yeni vazifemize şükür. Duydun ne hisli sözler söyledi müdürümüz? Dedi: "Edeceğiz tatbik fabrikaya çok sıkı disiplin. Doğru söyler. Çünkü yaramaz güleryüz bizim millete. Gördün saplaşmış çamurlara, koşmayacaksın yardımına zinhar. Atacaksın bir tekme de sen. Çünkü yaramaz gevşek muamele."
Kontrol Nuh kös dinliyordu. Kaba bıyığını yumruğunun tersiyle sıvazlayarak yürürken, çayhanedeki deliliklerini düşünüyor, bıyık altından gülüyordu. Yassa, Dubara, Ensiz, Dörtköşe, aptesane aralığında daha şimdiden 'Muhacir kontrol' taklitleri yapıyor, çevrelerini kırıp geçiriyorlardı.
Kontrol Nuh'un, kendisini dinlemeyip yürümesi, Murtaza'nın canını sıktıysa da üzerinde durmadı. O da yürüdü. Fabrika kapıcısı Ferhat'ın oraya gelmemişlerdi ki, Murtaza gene durdu:
"Şimdi," dedi, "bilirsin ne yapacağız sennen ben?"
"Yook," dedi Nuh. "Ne bileyim? Ne yapacağız?"
"Vereceğiz omuz omza, götüreceğiz ileri fabrikayı."
Nuh düşündü düşündü:
144
"Yok ağa, yok," dedi. "İleri götürmeye kulak asma, fabrikanın yeri iyi!"
Az sokuldu, sır verircesine ekledi:
"Hem sana bir şey deyim mi? Sen sen ol, tatavacılığa boş ver. Daha dün bir, bugün iki... senin neyine gerek fabrikayı ileri götürmek? Fabrikanın ileri geri gitmesi bizim üstümüze vazife değil. Al maaşını şükret Allahına. Zaptiye nazırı gibi zort atıyon bire herif."
Murtaza şiddetle dikildi:
"Öyle değil, değil öyle kazın ayağı arkadaş. Pisleyemem yediğim çanağa. Beh yaptım bekçilik, gördüm kurs, aldım çok sıkı dersler büyüklerimden. Yapsa idin bekçilik, görse idin kurs, alsa idin büyüklerinden çok sıkı dersler, konuşmaz idin böyle cahil cahil."
Kontrol Nuh esnedi.yaşaran gözlerini avuçlarının içiyle sildi, yürüdü. Murtaza da yürüdü. Omuz omza yürüyorlardı. Dün kahvelerde; 'Bana mavin aldılar,.' dediğini söylemişti işçiler. Onun için işi çok sıkı tutacak, böylesine cahil birine muavin olmayacağını anlatacaktı ona.
Malzeme yedek ambarının önünden geçiyorlardı. Murtaza durakladı. Pencereden göz attı içeriye:
'Birtakım memurlar toplaşmış, çok mühim şeyler müzakere,' ediyorlardı herhalde.
Nuh'sa çekmiş gidiyordu.
"Abe," dedi, "baksana arkadaş!"
"Ne var?"
"Görmezsin? Meymur beyler!"
Kontrol Nuh lahavle çektikten sonra:
"Her uğruna çıkan kravatlıya salta durursan vazife göremen burda," dedi.
Murtaza şaşkınlık içinde bakıyordu ki, Nuh:
"Yürü," dedi. "Yürüsene!"
Ağır ağır yaklaşan Murtaza ellerini arkasına koydu:
"Abe nasıl duymaz ağzından çıkanı kulağın? Nasıl sarfeder-sin amirlerimiz hakkında böyle sözler?"
"Hangi amirler?"
145
"Ambarda toplaşmış..."
"Ne ki onlar? Onları ne belliyorsun?"
"Memur beyler, amirlerimiz!"
"Ne amiri lan?"
"Helbet memur, var boyunlarında kravatları..."
"Allahümme sâbıriiin... oraya niye toplandıklarını biliyor musun?"
"Ederler helbet çok mühim müzakereler."
"Lan ne mühimi? Ne müzakeresi hey Allahın habennekası? Yörü, yörü hele bee..."
Kolundan çektiği halde Murtaza kımıldamadı. Sanki yere kazık gibi kakılmıştı:
"Abe,"dedi,"abe sen..."
"Lan bırak abeyi, mubeyi. Onlar orada akşam çektikleri kafaları, barları, bardakları, avratları mavratları anlatıyorlar birbirlerine. Senin anlayacağın vazifelerinden kaytarmış dalga geçiyorlar."
Murtaza'nın koluna girdi:
"Yörü, yörü de onları uzun uzun anlatayım sana."
Murtaza hâlâ olduğu yerde kakılmış kazık:
"Hayır," dedi. "İstemem, anlatma!"
"Yahu Murtaza Efendi, kardaşım, yörü hele, hele biyol bee, abooo... sen bilmezsin onları. Onların en iyisinin anasını da avradını da.."
Nuh'un kolundan çıldırmışçasına kurtulan Murtaza, avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı:
"İstemeem, istemem bu yolda sözler. Nasıl, nasıl söversin ana hem de avrat amirlerimize? Memur beyler onlar."
"Ah kardaşım, Murtaza Efendi, sen bilmezsin bu memur takımını. Yüreğim pek göğnük onlardan benim. En biri kasadar... Ne gün varsan kooperatif markası değişmeye de, desem ki böyle böyle Hasan Bey, hastam var... yahut insan hali, lazım oldu pek, şunları paraya çeviriver desem, bi paylar ki... İlle müdür, muhasebeci, patron oldu mu yanında eh... Bellersin Ebüs-suut Efendinin torunu deyyus. Kendilerine oldu mu, kooperatif markasını tonla değişiverirler, bize oldu mu yoook."
146
İç geçirdi, yeni bir örneğe geçti:
"...Birinde marangozhane kâtibinin şerbeti içilecek dediler. Hani kâtip fıkara oğlandır, alçakgönüllü, iyi., birde şakacıdır ki deme gitsin. Hadi dedik biz de varalım nişana, iyi kötü bir de hediye alalım. Kooperatif markam var epey. Kasaya gittim. Gitmez olaymışım da ayaklarım kırılaymış. Kasasında yalnızdı. Bir iskemle çektim tam oturacaktım, boynu yularlı arkadaşları geldi. Arkadaşları gelince, herifin kaburgası bi kalınlaştı, eh. Beni, kapıcı Ferhat'ı, odacı Haydar'ı bi koğdu ki, kanımız kurudu tekmil."
Murtaza gene de:
"Lazım saygı amirlere," dedi. "İstemem bir daha bu yolda ayıp sözler... çünkü onlar..."
Nuh'un tepesi fena attığı halde belli etmedi.
Murtaza'ysa ardını getirdi:
"...amirlerimiz, üstlerimiz, büyüklerimiz. Tanımayan büyüğünü, tanımaz Allahını da."
Tohumlu pamukların tohumdan ayrıldığı 'Çırçır Dairesi'ne gelinceye kadar konuşmadılar. 'Çırçır Dairesi'ne çıkan harap merdivenden, çoğu paçavralar içinde kadın, erkek, çoluk çocuk işçiler inip çıkıyorlardı. Bunlar, su içmek ya da ayakyoluna gitmek üzere makinelerinden ayrılmış işçilerdi. Bu yandaysa, sıra sıra yatan pamuk balyalarının üzerinde birtakım çocuklar oynuyor, gülüp şakalaşarak altüst oluyorlardı.
Murtaza'nın dikkatini çekmişti bu:
"Abe ne oynar vazife bir sırasında bu çocuklar?"
Nuh anlatmaya çalıştı:
"Bu çocuklar pamukçu. Irgatbaşları var, biz karışmayız, yani onlar bizi alakadar etmez."
"Etmez mi? Nasıl etmez?"
"Basbayağı etmez."
"Ben olayım bu fabrikanın kontrolü, etmesin beni alakadar. Olmaz öyle şey."
Çocukların üstüne yürüdü:
"Hey, bakın bana bakayım."
Çocuklar korkudan uzaklara kaçıştılar.
147
Murtaza küplere bindi:
"Abe bakın derim, muzir vatandaşlar."
Çocuklar lahzada pamuk balyalarıyla duvar kıyılarına dağılıp gizlendiler. Murtaza koştu kocaman postallarıyla. Çocuklar kaçıştılar. Derken eğlenceli bir kaçıp kovalamaca başladı. Oyun, matrak için fırsat kollayan çocuklara göreydi tam da. Başladılar:
"Muzır sensin."
"Senin baban muzır."
"Muzır oğlu muzır."
"Geldi geldi geldi..."
"Kaçın lan, eheeey!"
"Eheeeey!"
Murtaza deli camız gibi çocukların üstüne koşuyor, çocuk-larsa çok usta şaşırtmacalarla Murtaza'yı yanıltıp, pamuk balyalarının üzerine yuvarlanıyorlardı. Gürültü, şamata öyle yayıldı ki, mavi tulumlu işçiler, dokumacılar, iplikhane, dokumahanenin kadınlı erkekli bölük bölük işçileri doldu. Murtaza'nın ufacık çocuklara maskara oluşu gülmekten kırıyordu milleti.
Sonunda gene Nuh yardımına koşup koluna girdi de millete maskara olmaktan kurtardı. Kurtardı ama Murtaza üç adım sonra gene durdu:
"Buradan türkü sesi geliyor."
Nuh:
"Onlar pamuk balyacısı," dedi. "Onlar götürü çalışır. Bizi hiç alakadar etmez..."
"Ama söyler türkü."
Nuh'un tepesi atmıştı:
"Söyler söyler baba," dedi. "Kahyası mısın heriflerin?"
Yürüdü, yürüdü, ama içi içini yiyordu. Ne demekti, 'Kâhyası mısın heriflerin?' Elbette hem kâhyası, hem de amirleri, yani bütün bir fabrikadaki işçilerin üstüydü. Vazife bir sırasında türkü söylemek de ne oluyordu? Vazife bir sırasında türkü söylendi mi, söylenen yerde disiplinden eser kalmamış demekti ki, öyle
148
görünüyordu.
'Çırçır Kâtibi'nin odasına gelince kapıda durdular. Alabildiğine sinirli bir Arnavut olan kâtip, sertçe baktı. Murtaza'ysa bu adamı memur sayıp saymamakta çekimserliğe düşmüştü. Masası, kalemi, kalın kalın defterleri vardı, ama boynunda kravatı yoktu.
Nuh'a sordu:
"Abe memur mu bu?"
"Memur ya," dedi Nuh. "Benzetemedin mi?"
"Yok kravatı boynunda."
'Çırçır dairesi'ne çıkmak üzere merdivenlere yönelince, Nuh da kâtibin odasına girdi.
"Enayi oğlu enayi..."
Gözlüğünün üstünden hâlâ sertçe bakmakta olan Arnavut kâtip, sordu:
"Kim?"
"Demin yanımda dikilen..."
"Ne olmuş? Ne diyor?"
"Senden ötürü, memur mu diyor. Memur ya benzetemedin mi dedim..."
"O ne dedi?"
"Bırak canım Yakup Efendi Allahını seversen..."
"Hayır, ne dedi? O ne dedi?"
Nuh mahsustan abarttı:
"Ne diyecek? 'Boynunda yuları yok, öyle memur mu olur,' dedi."
Kıpkırmızı kesilen Arnavut kâtip ellinin üstündeydi. Sultan Hamit Tüfekçilerinden ünlü bir paşaya dayanmışlığı ile övünür, kravata falan mahsustan boş verir, gelecek iyi günleri beklerdi. Gelecek iyi günler hangi günlerdi? Gelecek iyi günler, saltanatın yeniden kurulacağı günlerdi ki, çırçır kâtibi o zaman babası, hatta dedesi gibi saraya yanlayacak, onu bu 'Çırçır Kâtipliği'ne düşürenlerden hesap soracaktı.
'Boynunda yuları yok' sözüne öyle içerledi ki birden, kan tepesine çıktı, yüzü acı bir kırmızı biber gibi kızardı.
"Demek memur olabilmek için boynunda mutlaka yular ol-
149
malıymış ha?"
"Kimbilir. Öyle diyor..."
"Bakma, mahsustan takmıyor, onun bir ucu Sarayı hümâ-yun'a dayanır demedin mi?"
"Amaan bire Yakup Efendi sen de. Uyduğun bir insan olmalı. Suretâ(*) insanlarla..."
"Hayır, eşek gibi konuşmuş. Kim bu sahi?"
"Hiç. Serserinin teki!"
"İyi amma, yanında gezdiriyorsun. Senin urbadan giyinmiş..."
Nuh derin bir iç geçirdikten sonra:
"Bu heriflerin malı deniz," dedi. "Yemeyen domuz."
"Yahu anladık. Bu herif kim diyorum sana be."
"Bana muavin diye almış güya Kâmuran. Hani, yoruluyorum, amelelerle başa çıkamıyorum dediydim bir iki... lakin ada-mımdaki gönül gönül değil, Erciyes Dağı. Zaptiye nazırı gibi zort veriyor. "(**)
"Anladık. Neyin nesi, kimin fesi?"
"Anlatıyorum ya... Kâmuran demiş ki, şu deli oğlan yoruluyor, bir yardımcı alalım şuna demiş. Hani hemşerinin kötüsü olmaz ne de olsa... orası lazım değil, bugünden ötürü dediydi ki, sana bunu yardımcı aldık, fabrika içlerini dolaştır, girdiyi çıktıyı göster, bellet... Esasına bakarsan, Fen Müdürü bunu buraya hatır belası almış. Şu komiser Rıza Efendi başından atmış senin anlayacağın... yanımıza kattık, Kâmuran'ın odasından çıktık, bir iki üç adım attık atmadık ki zıppadak durdu. Ne o? Elini omuzuma koydu: Arkadaş, dedi, bana bak. Baktık tabii... Omuz omza vererek ileri götürek fabrikayı, dedi."
Arnavut Kâtibin sert, kıpkırmızı yüzü yumuşayiverdi:
"Ne dedi, ne dedi?"
"Omuz omza verek de ileri götürek fabrikayı."
Kâtip bir kahkaha attı:
"Vay dürzü vay. Fabrikanın yeri iyi demedin mi?"
"Kaçırır mıyım? Fabrikanın yeri iyi arkadaş, ileri götürmeye
(*) Sureta: Görünüşte.
(**) Zort vermek: Çalım yapmak, Kabadayılık.
150
kulak asma, dedim..."
Kâtip durup durup gülüyordu. Birden ciddileşti:
"Ben bu adamı tanıyacağım Nuh!"
"Nerden?"                                                                   •:
"Hem de gayet iyi tanıyacağım..."
Uzun uzun düşündü, belleğini zorladı, sonunda:
"Buldum" dedi. "Tamam. Kerhaneden tanıyorum bunu ben. Kerhanede bekçiydi o serseri. Sivil giyince tazıya dönmüş. Sana bir şey deyim mi? Bu herif Allah'ın belasıdır ha!"
"Nasıl? Ne gibi yani?"
"İnsafsız, rezil... bir dayısı mı varmış ne de, Balkan Harbinde şehit düşmüş. Hatta birinde, damarlarımda dayımın kanı dolaşıyor, dediydi..."
Murtaza merdivenleri iniyordu, sözü kestiler.
Nuh kalktı.
Kâtip:
"Otur, otur," dedi. "Otur da söyletelim bir iki..."
Murtaza kapı önüne gelince Nuh:
"Gel birer cigara içelim," dedi.
Murtaza şaştı:
"Cigara ha? Vazife bir sırasında?"
Kâtip araya girdi:
"Buyrun Murtaza Bey, beş dakika, buyrun..."
Murtaza, bu kravatsızın da 'kâtip' olduğunu öğrenmiş olsaydı kaabil değil girmezdi. Ama kravatsız falan da olsa kâtipti, girdi. Boş iskemlelerden birini çekip oturdu.
"Hoş geldiniz," dedi kâtip.
"Hoş bulduk..."
"Cigara?"
Murtaza kâtibin uzattığı paketten bir cigara alıp gene kâtibin kibritinden yaktı. Karşılıklı hoşbeşten sonra:
"Bir zamanlar bekçiydiniz değil mi?"
Murtaza isteksizlikle:
151
"Evet."
"Ayrıldınız demek?"
"Çünkü lazım imiş bu fabrikaya disiblini sıkı bir arkadaş. Bozulmuş disiblin, çıkamazlar imiş ameleler ile başa. Onun için etmiş rica Fen Müdürü, demiş sayın Emniyet Müdürüm ve Komiserim, yalvarırım size, verin bana disiblini sıkı, hem de kurs görmüş bir arkadaş..."
Kâtibin ağzı açık kalmıştı.
"Yaa... demek Fen Müdürü sizi Emniyet Müdürü ve Komiserden..."
"Etmiş rica. Vermeyecekler idi, lakin düşündüm, haayır saygıdeğer amirlerim, dedim, olmaz vermemek. Madem bozulmuş disiplin, gideyim, göreyim. Edeyim her birşeyleri mahallinde tetkik... sonra, der Fen Müdürü, güvenemem fabrikamı hiçbir kimselere... der güvenemem babama bile."
Nuh dayanamadı:
"Babasına bile güvenemezmiş de sana' mı güvenirmiş?"
Sertçe baktı:
"Ne sanarsın kurs görmüş, disiplini sıkı bir meymuru?"
Arnavut Kâtibin de ayranı kabarıverdi:
"Bekçiler memurdan sayılmazlar," dedi. "Hem ne olacak sizin gördüğünüz kurstan? Biz vaktiyle, ohooo... nice nice hâkimler geçti elimden!"
Şıp değişiveren Murtaza saygıyla:
"Demek," dedi, "devlet meymuruydunuz?"
"Memur da söz mü? Şimdiki zabıt kâtipliği ne? Çocuk oyuncağı. Bizim zamanımızda yazı makinesi falan yoktu. Böyle gayrı ciddi şeylere olsa bile iltifat etmezdik ya... biz zabıtlarımızı elle, eski harflerle tutardık. İlamları elle yazardık. Kararların müsveddelerini ben yapar, hâkimin önüne koyardım da, hakim, 'Aşkolsun Yakup Efendi,' derdi. 'Sen bizleri cebinden çıkarırsın.'"
Murtaza az kalsın kâtibin önünde sert bir esas duruşa geçecekti. Geçmedi, ama sordu:
"Demek gördünüz siz de çok sıkı kurs?"
"Kurs murs görmedik biz. Bizim zamanımızda böyle maskaralıklar yoktu."
152
"Ama aldınız şüphesiz büyüklerinizden sıkı terbiyeler?"
"Ohooo... hem de ne terbiye! Biz Sultan Hamit'in okkalı ekmeğiyle beslendik. Şimdikiler gibi sen sensin, ben ben değil. Bir büyüğümüzü gördük mü kulaklanmıza kadar kızarırdık. Neden? Eski zaman terbiyesi."
Murtaza cûş-u huruşa gelmişti. Nuh'a döndü:
"Duyarsın söyler ne dokunaklı sözler?"
"Söyler, çünkü adamın bir ucu Saray'a dayanır. Sen? Senin ucun nereye dayanıyor?"
Ayağa hızla kalktı:
"Hasan Beye" dedi. "Kolağası Hasan Beye. Tanırsın Hasan Beyi? Okudun tarihlerde namını Hasan Beyin? Bilirsin naasıl döktü mübarek kanını kudsal vatan topraklarına? Bilmezsin. Konuşursun haminnem gibi. Bir vazife yüksektir bir namuzdan ve bir vazife benzemez peynir ekmek yemeye."
Kâtip makaraları koyuverdi, sonra arkasını okşadı:
"Çok heyecanlısınız Murtaza Efendi..."
Nuh:
"Heyecana meyecana boş ver de birbirimize düşmeyek. Neden dersen onlar tavşana kaç tazıya tut derler."
Murtaza:
"Kim?" dedi, "Onlar kim?"
"Fen Müdürü, patron, şu bu..."
Murtaza bu sözleri mimlerken, Kâtip sordu:
"Genelevlerde de bulunmuştunuz değil mi?"
Murtaza iç geçirdi.
"Evet... çünkü bozulmuş idi disiblini genelevlerin, lazım idi sokmak disibline. Düşünmüş amirlerim, gelmişim akıllarına. Çağırdı komiserim, lakin sıkılır canı çok. Ne için? İstemez vermek kadrosundan beni. Çünkü almış o da büyüklerinden sıkı dersler, görmüş kurs. Bakarım yüzüne, derim ne düşünürsün be komserim? Sallar başını, der: Abe Mürteza Efendi, ben düşünmeyeyim de düşünsün kimler? Sorarım: Ne var düşünecek şükür? Abe, der, bozuldu disiblini genelevlerin, lazım sokmak disibline. Derim: Ne üzülürsün? Et müsaade bu Mürteza'na, düzeltsin yirmi dört saat içinde, soksun nizama, intizama hem
153
de. Der komser, yok bundan şüphem, lakin istemem kaçırmak seni karakolumdan, onu düşünürüm... Dedim: Üzülme komse-rim, bir vazife kutsaldır bir namuzdan."
Durdu, gırtlağını temizledikten sonra:
"Ne zaman aldım zapt hem de raptı elime, başladı titremeye orospular. Kaabil mi idi gülsünler kahkaha ile? Girsin bir evden içeri bir delikanlı, kalkmasın orospular, almasınlar esas duruş karşısında delikanlının? Demez idim yarattı Allah... Lastik kırbaç elimde, çektirir idim amanallah, saydırtır idim yıldızları."
Kontrol Nuh dayanamadı:
"Burayı kerhane belleme sakın ha!"
"Ne için?"
"Burası fabrika. Buranın ameleleri adama ipi taktılar mı... Öyle değil mi Yakup Efendi?"
Kâtip başını salladı.
Murtaza ayağa kalkmıştı:
"Abe sen baksana bana iyi," dedi. "Kırılsın sapı ister ise kaşığın, dönemem ben pilavdan."

Yüklə 1,57 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   22




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin