"Gevşemeyiniz, üzülmeyiniz, iman etmişseniz mutlaka en üstün sizsiniz." cai-i imran, 129)
Bu açıklamadan insan zihnine geliveren ilk şey bunun savaş alanındaki cihad olduğudur. Oysa bu açıklamanın gerçeği ve kapsamı, çeşitli Özellikleri ile bu tek durumdan daha büyük, daha geniştir.
Ayet, müslümanın bilincinin, düşüncesinin eşyd?) yi, olayları, değerleri ve kişilikleri değerlendirmesi-/ nin her zaman nasıl olması gerektiğini belirtir.
Allah, bu ayetle müslüman kişinin, bütün ku-~ mmlara, değerlere ve kişilere karşı sahip olması gereken üstünlük halini belirler. İman temeli dışında-' ki temelden doğan bütün değerlere karşı imanın ve onun değerlerinin üstünlüğünü ortaya koyar.
Bu, iman yönteminden sapan yeryüzü güçlerine,.imanın yaşamadığı yeryüzü kanunlarına, imanın kurmadığı yeryüzü kurumlarına karşı olan bir üstünlüktür.
Gücün zayıflığına, sayının azlığına, malın yokluğuna rağmen üstünlük; güçlülere, çokluklara ve zenginliklere olan üstünlük gibidir.
Azgın bir gücün, toplumsal bir adetin batıl bir hukuk düzeninin, insanlarca kabul görmüş, imanî bir dayanağı olmayan bir kurumun önünde boyun eğmeyen bir üstünlüktür bu.
Cihaddaki dayanışma ve dayanma hali, bu yüce ilahî buyruğun içerdiği hallerden sadece biridir.
İmana dayalı üstünlük, ne salt tek başına bir hareket, ne boş bir kibir, ne de ani bir kahramanlık olayıdır. O, ancak varlığın özünde gizlenmiş, sabit, hakka dayalı bir üstünlüktür. Güç mantığının, çevre ı düşüncesinin, toplum kavramının, insan alışkanlıklarının ötesinde bakî olan, hak olandır. Çünkü o, ölmeyen diri olan Allah'la bağlantılıdır.
Sağlam bir şekilde korunmayan, onun karşısına güçlü bir dayanakla çıkmayanlar için toplumun hakim bir mantığı, genel bir örfü, ezici bir baskısı ve ağır bir Ölçüsü vardır. Yürürlükteki anlayışların, yaygın düşüncelerin onun gölgesinde küçüleceği; daha yüce, daha büyük, daha güçlü bir kaynaktan yardım dilemedikçe, bunu yerleştirmedikçe, onların zararlı etkilerinden kurtulmak zordur.
Toplumun karşısına dikilen ve onun hakim mantığına, genel Örfüne, değerlerine, düşüncelerine, anlayışlanna, sapıklıklarına karşı koyan kişi, insanlardan daha güçlü yeryüzünden daha sabit, hayattan daha yüce bir dayanağa yaslanmazsa bir zayıflık hissedeceği gibi, bir yabancılık da hisseder.
Allah (c.c.) baskı altında yaşayan, ağır bir yük altında zayıflık ve hüznün kuşattığı müslümanı tek basma bırakmaz. Bu direktif ondan dolayjLjgeliyor: "Gevşemeyiniz, üzülmeyiniz, iman etmişseniz mutlaka en ÜStÜn SİZSİnİZ. " <Âl-i İmrân, 129)
ibir^zayıflığa da Bu ikisi, nefsi doğru-4aji-kuşaian- iki duygudur. Salt sabır ve direnme ile dej^g^çg yışlara, öçlülere, kurumlara, geleneklere, adetlere Müslüman dayanak ve kaynak bakımından en üstün olandır. Bütün bir yeryüzünün ne önemi vardır? İnsanların ne ön£rnLv,arda3& Yeryüzünde hüküm süren değerlerin ne önemi vardır? İnsanlar arasında revaçta olan ölçülerin ne önemi vardır? Çünkü o, herşeyini Allah'tan almaktadır. O'na dönecektir.
Varoluş gerçeğini algılama ve anlama, bakımından da en üstün odur. İslâm'ın getirdiği biçimde tek olan Allah'a iman, büyük hakikatin bilgisine ulaşmanın en güzel biçimidir. Bu biçim, eski ve yeni büyük felsefelerin getirdikleriyle, putperest akidelerle, bozulmuş ehl-i kitabla, materyalist ideolojilerin saptırdığı düşünce ve anlayışlarla karşılaştırıldığında islâm akidesinin büyüklüğü ortaya çıkar. Bu bilgiye sahip olanların herkesten üstün olduğu konusunda şüphe yoktur. 25
Hayatın, olayların, eşyanın, kişilerin değerlendirildiği ölçü ve değer anlayışı açısından da üstün olan odur. İslâm'ın getirdiği biçimde Allah'a ve sıfatlarına dair bilgiden kaynaklanan yalnızca küçücük dünyadaki değil, koskoca varlık alemindeki değerlerin gerçek bilgisinden doğan akide, müslümana sadece gözlerinin önündekini kavrayabilen insanoğlunun elindeki çeşitli ölçü ve değerlerden daha sağlam, daha üstün bir değerler sistemi vermektedir.
Mü'min, vicdan, şuur, ahlâk ve davranış bakımından da üstündür. Güzel isim ve yüce sıfatlarla nitelenen Allah'a olan inancı ona, yüceliği, temizliği, iffeti, takvayı, salih ameli, dosdoğru hilafeti bahşeder. Müslümanm dünyadaki sıkıntı ve üzüntülerini Ahiret mükafatı ile yok eder. Dünjadan^nasibsizay-rılsa bile, kalbi ahiret mükafatı ile dopdoludur,
O, hukuk ve siyasal düzen açısından da en.üstündür. Müslüman, insanlığın, eski ve yeni, tanık olduğu bütün düzenlere bakıp onları kendi düzeniyle karşılaştırdığında, onların hepsinin kendi düzenin yanında çocuk oyunlarına, körlerin hareketlerine benzediğini görecektir. İnsanlığın sapıklığına şefkat ve merhametle yaklaşıp, içinde bulunduğu kötü durumu tedavi etmeye çalışacaktır. Kendinde bu sapıklık ve kötülüğe karşı sadece üstünlük duygusuf? bulacaktır.
İlk müslümanlar boş görüntülere, azgın güçlere cahiliye döneminde insanları ibadet etmeye çağıran değerlere karşı böyle tavır koyuyorlardı. Cahiliye bir zaman dilimidir. Fakat o, geçmişte, günümüzde ve gelecekte toplumun İslâmî yöntemden saptığında yi-nelenegelen bir durumdur.
Muğire b. Şu'be ünlü İran komutam Rüstemın karargahında cahiliyenin biçimlerine, kurumlarına, değerlerine, anlayışlarına şöyle bir tavır koymuştu: "Ebu Osman en-Nehdi'den rivayet edilmiştir. Muğire köprüye gelip İran tarafına geçtiğinde, onu bir yere oturttular. İçeriye girmesi için Rüstem'den izin istediler. Rüstem'e güçlerini fazla göstermek için üzerlerinde bir değişiklik yapmadılar. Az sonra Muğire b. Şu'be kalktı, yürüdü. İran'lı askerler üniformalarını, taçlarını, altın işlemeli elbiselerini giymişti. Yerlere üçyüz ya da dörtyüz adımlık (fit) halı döşenmişti. Komutanlarının yanına bu halıda yürüyerek varılıyordu. Muğire elinde bir kamçı olduğu halde yürüdü. Koltuğuna oturup yastığına yaslandı. Üzerine atlayıp onu tartakladılar ve indirdiler. Onlara şöyle dedi: "Bize sizinle ilgili rivayetler gelirdi. Ancak şimdi görüyorum ki, sizden daha aşağılık bir millet yoktur. Biz Arap toplumu eşitiz. Savaş durumu hariç, birbirimizi köle edinmeyiz, bizim gibi bir-birinizle yardımlaşan bir millet olduğunuzu sanıyordum. Kiminizin kiminizi Rab edindiğini haber verseydiniz şu yaptığınızdan daha iyi olurdu. Bu yaptığınız doğru birşey değildir. Biz bunu yapmayız. Ben kendiliğimden gelmedim. Siz çağırdınız. Bugün sizin, çökmekte olduğunuzu gördüm. Siz yenileceksiniz. Bu şekilde, bu akılla bir devlet ayakta duramaz".
Rib' i b. Amir, Rüstem ve avanesine, Kadisiye savaşından önce aynı tavrı koymuştu: "Sa'd b. Ebi Vakkas Kadisiye'den önce Rib'i b. Amir'i, İran orduları komutam Rüstem'e elçi olarak göndermişti. Yanma girdiğinde, makam odasının ipekli halı ve yastıklarla döşenmiş olduğunu gördü. Tacını giymişti, üzerinde çok değerli inci ve yakutlar vardı. Altın koltukta oturuyordu. Rib'i basit bir elbise, kalkan ve zayıf atıyla yanına girdi. Atından halının kenarına basıncaya kadar inmedi. Sonra indi ve atını bir kenara bağladı. Üzerinde silahı, başında miğferi olduğu halde Rüstem'e doğru yürüdü. Silahını bırak dediklerinde, "Ben kendiliğimden değil, siz çağırdınız diye geldim, bu halimle kabul ederseniz ne ala, yoksa geri dönerim", cevabını verdi. Rüstem bırakın gelsin," dedi. Yürüdü ve yastıkların üzerine koyduğu mızrağına yaslandı. Rüstem "Sizi buraya getiren nedir?" deyince, dileyeni kula kulluktan tek olan Allah'ın kulluğuna, dünyanın darlığından, dünyanın ve ahiretin genişliğine, dinlerin zulmünden İslâmm adaletine kavuşturmak için Allah gönderdi bizi, karşılığını verdi.
Durumlar değişti artık. Müslüman salt maddî güçten oluşan güçler karşısında mağlup konumdadır. Ancak kendisinin üstün olduğu bilincinden kop-mamak, müslüman olduğu sürece kendisinden üstün görünene tepeden bakmalıdır. Bilmelidir ki, bu geçici bir durumdur. Kaçınılmaz olan şey, bir gün imanın sırasının geleceğidir. Bu durumu kabul eder, ama ona boyun eğmez. Bütün insanlar ölür. O ise, şehid olur. O, bu dünyayı bırakıp cennete giderken, Ona galip gelenler cehennemi boylar. Arada ne büyük bir fark vardır. O, yüce Rabbinin şu nidasına kulak verir: "İnkâr edenlerin diyar diyar gezip refah içinde dolaşması sakın seni aldatmasın. Az bir faydalanmadan sonra onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir yataktır. Fakat Rablerinden sakınanlara, Allah, katından ziyafetler bulunan, içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetler vardır. Allah katındaki şeyler, iyi olanlar için daha hayırlıdır." (Âl-i İmrân, 196-198}
Topluma egemen olan akide, düşünce, değer ve kurumların hepsi müslümanm akidesine, düşüncesine, değerine, ölçüsüne terstir. O kendisinin üstün olduğunu, diğerlerin hepsinin aşağı bir konumda oldukları bilincine her zaman sahiptir. Onlara yüksekten şerefle, izzetle, merhametle, şefkatle bakar. Kendisinin sahip olduğu iyiliğe ulaşmalarını, kendisinin yaşadığı yüce ufka ermelerini diler.
Batıl kimi zaman gürültü yapar, bağırıp çağırır, sesini yükseltir, kabarır. Gözleri ve kalpleri Örten yapmacık hallere bürünür. Bu hallerin ardındaki kötü ve alçak yönleri görünmez olur. Müslüman bu azgın batıla, buna kanmış zavallı topluluklara tepeden bakar. Korkmaz, üzülmez. Sahip olduğu doğrulara ısrarla bağlılığından, izlediği yöntemde direncinden bir şey eksilmez. Sapıklıkların, aldananlarm hidayete kavuşması arzusu da zayıflamaz.
Toplum bayağı arzularının içinde boğulup yararlanacağı umuduyla prangalardan kurtulacağı zannıyla çamura, balçığa gömülür. Bu gibi toplumlarda yararlı ve güzel olan herşey ortadan kalkar. Ancak bozuk, yararsız, çamur ve balçık kalır. Bu durumda müslüman çamur ve balçık deryasında boğulanlara tepeden bakar. O kendi basınadır. Korkmaz, üzülmez. Nefsi ona tertemiz elbisesini çıkarıp bu pisliğe dalmasını kabul ettiremez. O, imana, onun verdiği lezzete sahip olmakla üstündür.
Dinden, faziletten, yüce değerlerden, soylu amaçlardan, temiz ve güzel olan her şeyden uzaklaşmış olan toplumda dine sahip olmak kor ateşi elde tutmak gibidir. Diğerleri onun bu konumuyla alay edecekler, düşünceleriyle eğlenecekler, değerlerine güleceklerdir. Ama o korkmayacak, o alay edenlere, eğlenenlere, gülenlere tepeden bakacaktır. Kendisinden önce iman etmiş, bu uzun yolda yürümüş, bu kervana katılmış olanlardan birinin, Nuh'un (a.s.) dediği gibi diyecektir: "Bizimle alay ediyorsunuz ama alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz. "(Hud, 38)
Yine O, Allah'ın şu ayetinde tasvir edilen kafilelerin sonlarım görür: "Suçlular iman edenlere gülerlerdi. Yanlarından geçtikleri zaman da birbirlerine göz kırparlardı. Taraftarlarına vardıklarında bununla eğlenirlerdi. İman edenleri gördükleri zaman "Doğrusu bunlar sapık olanlardır" derlerdi. Oysa kendileri, iman edenlere gözcü olarak gönderilmişlerdi. Bugün de, iman edenler inkarcılara gülerler. Tahtlar üzerinde, inkarcıların yaptıkları şeylerin karşılığının nasıl verileceğini seyrederler." {Muttafîfin, 29-36)
Kur'an daha önce de; bize kafirlerin müslüman-lar a söyledikleri şu sözü haber vermişti: "Âyetlerimiz, kendilerine apaçık okunduğu zaman inkar edenler, müminlere, "Bu iki grubun hangisinin makamı daha iyi, yeri daha güzeldir" derler." (Meryem, 73)
Evet, iki gruptan hangisi? Muhammed'e iman etmeyen güçlüler mi, yoksa onun çevresinde toplanan fakirler mi? Hangisi? Nadr b. Haris, Amr b. Hi-şam, Velid b. Muğire, Ebu Süfyan b. Harb mi, yoksa Bilal, Ammar, Suheyb, Habbab mı? Eğer Muham-med'in davet ettiği daha hayırlı ise ona uyanlar, Ku-reyş içinde hiç bir güç ve kuvvetleri olmayanlar dar-ül Erkam gibi mütevazi bir evde toplananlar değil, Dar'ün Nedve gibi bir yerde bir araya gelen şan-şöh-ret, güç-kuvvet sahibi kişiler olurdu. (!)
Bu, yeryüzü mantığıdır. Her zaman ve her yerde yüce ufuklardan mahrum olanların mantığıdır. Akidenin süs ve ziynetten soyutlanması, azdırıcı etkenlerden, hakim güce yakınlıktan, kuvvetle böbürlen-mekten, lezzete sahip olmakla övünmekten, içgüdünün dümen suyuna girmekten uzak oluşu Allah'ın hikmeti gereğidir. O, ancak çabalamak, zorluğa göğüs germek, cihad etmek ve şehid olmaktır. Onu kabul eden insanlar ve onların benimsedikleri değerlerden dolayı değil, sırf Allah rızasını istediğini aklında tutarak kabul etsin. Çıkar ve yararları arzulayanlar, süsü ve şöhreti isteyenler, mal mülk peşinde olanlar, Allah'ın ölçüsünde çok alız kalan insanî ölçüleri değer olarak kabul edenler de bunu böyle bilerek reddetsin.
Mümin, değerlerini, düşüncelerini insanlara dayandırmaz ki, insanlar beğenmediğinde üzülsün. Bunları yalnızca insanların Rabbinden alır. O, ona kafidir, yeterlidir. Onları, yaratıklarm arzularına da dayandırmaz ki, arzularıyla birlikte bunlar da değişsin. Onlara yalnızca değişmeyen, sapmayan hakkın ölçüsünden alır. Şu geçici sınırlı alemden almaz onları. Gönlündeki varlık pınarlarından alır onları. İnsanların Rabbine, hakkın ölçüsüne, varlık pınarlarına bağlı olan mü'min nasıl kendinde bir zayıflık, kalbinde bir hüzün hissedebilir?
O, hak üzeredir. Haktan başka, sapıklığın dışında başka bir şey var mıdır? Varsın, sapıklığın gücü olsun, kuvveti olsun, toplulukları, grupları olsun. Bu hakkı değiştiremez. Çünkü o, hak üzeredir. Ve haktan başka sapıklığın dışında bir şey yoktur. Hiç bir mü'min, mü'min iken sapıklığı hakka tercih etmez. Şartlar ne olursa olsun, kesinlikle hakkı sapıklıkla değiştirmez: "Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme, katından bize bir rahmet ver. Sen sonsuz bağışta bulunansın. Rabbimiz! Geleceğinde şüphe olmayan günde,insanları toplayacak olan sensin. Şüphesiz Allah verdiği sözden Caymaz." (Al-i İnıran, 8-9) 26
Dostları ilə paylaş: |