"Burçlara sahip olan göğe andolsun! Va'dolu-nan güne andolsun! O gün şahidlik edene ve edilene and olsun! Hazırladıkları hendekleri, tutuşturucu ateşle doldurarak onun çevresinde oturup mü'minle-re dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlere lanet olsun!... Kafirlerin müminlere zulmetmeleri onların sadece göklerin ve yerin egemenliğinin kendisine ait olan, övülmeye layık ve güçlü olan Allah'a iman etmiş olmalarındandır. Allah her şeyden haberdardır. Mü'min erkek ve kadınlara dinlerinden dönmeleri için işkence edip sonra yaptıklarına tevbe etmeyenler (yok mu), onlar için cehennem azabı vardır. Yakıcı azab da onlaradır. İman edip salih amel işleyenler için de içlerinden ırmaklar akan cennetler vardır. Bu, büyük kurtuluştur. Doğrusu Rabbinin intikamı çok şiddetlidir. Yaratan ve bunu yineleyen O'dur. Çok bağışlayan, çok sevendir. Yücce arşın sahibidir. Dilediğini kesinlikle yapandır..." {Buruc, 1-16)
Buruç suresinde zikredüdiği gibi Ashab-ı Uhdud kıssası her yerde, her nesilde Allah'a davette bulunan mü'minlerin düşünmesi gereken bir gerçektir. Kur'an bu üslûbu ve girişiyle; bunu yorumlayıp, açıklamasıyla, buna uygun şekilde yönlendirmesiyle Allah'a davetin niteliği, insanın oradaki rolü ve bu geniş alandaki -bu toprak olarak yeryüzünden daha geniş, dünyadan büyüktür- muhtemel gelişmelere dair derin bir çizgi çizmekte, müslümanlar için yoldaki işaretleri belirlemektedir. Onları Allah'ın gayb bilgisinde gizli olan hikmeti gereği bu yolda başlarına geleceklere karşı hazırlamaktadır.
Bu kıssa, Rabbine iman etmiş ve imanlarının hakikatini haykırmışların, sonra bu nedenle, Hakka iman etme özgürlüğü; güçlü ve her türlü övgüye lâyık olan Allah'a inanma özgürlüğü hakları ellerinden alınanların... Böylece zorba ve zalim düşmanların işkencelerine maruz kalmış bir grubun... İnandığı gibi yaşamak isteyen küçük bir müslüman topluluğun kıss asıdır.
O zalimler insanın Allah katındaki değer ve yüceliğini hiçe saymaktadırlar. Değerli bir varlık olan insanın acılarını tağutlar, bir oyun aracı olarak görmekteler, ateşle işkence edilirkenki haliyle de eğlenmektedirler.
İman bu kalplerle işkenceye üstün gelmiş, akide hayata karşı zafer kazanmıştır. Müslüman, zorbaların, tağutlarm tehditlerine aldırmamış, ateşte ölünceye kadar yanarken dininden vazgeçmemiştir.
Bu kalpler, dünya hayatına ibadet etmekten kurtulmuş, bu korkunç şekilde ölümle yüz yüze gelirken bile hayatta kalma sevdasına boyun eğmemiş, yeryüzünün bütün çekiciliğinden, prangalarından kurtulmuş, akidenin hayata galip gelmesiyle yücel-miştir.
Bu iman etmiş, hayrı isteyen, yüce ve değerli kalplerin karşısında, kafir, kötü, günahkar ve alçak bir topluluk vardı. Bunlar ateşin yanına oturmuşlar, mü'minlerin nasıl işkence gördüklerini, nasıl acı çektiklerini seyrediyorlardı. Oturmuşlar; ateşin yiyip bitirdiği hayatın manzarasıyla eğleniyorlardı. Ve o yüce insanlar da ateşlerine yakıt olup toprağa dönüşüyorlardı. Ateşe mü'minlerden, o iyi insanlardan bir delikanlı, bir genç kız, bir kız çocuk, bir ihtiyar kadın, bir erkek çocuk ya da bir ihtiyar adam atılınca tağutlarm ruhlarında âdâ bir mutluluk peydah ediyor, çılgınların kanlı çığlıkları ortalığı kaplıyor-du.
Tağutlarm bu derece alçakça gerçekleştirdikleri ve oturup bu korkunç işkence manzarasını seyre koyuldukları dehşetengiz olay budur. Bunu, bu adilikleri hiç bir vahşi hayvan yapmaz. Vahşi hayvan yemek için saldırır, avının çektiği acılardan haz duy-j inak için değil.
Mu minlerin ruhlarının yükseldiği ve kurtulduğu bütün çağ ve nesillere Önderlik eden ve sayesinde insanlığın yüceler yücesine vardığı olay budur.
Yeryüzü hesaplarına göre; azgınlığın imana galip geldiği görülebilir. İyiliksever, yüce ve üstün bir topluluğun nefislerinde o yüce zirveye ulaşan bu imanla azgınlık arasındaki savaşta bir hesap ve kitap olmamıştır.
Kur'an ayetlerinin anlattığı üzere bu olayla ilgili rivayetler; Allah'ın (c.c.) Nuh kavmini, Hud kavmini, Salih kavmini, Şuayb kavmini, Lut kavmini, Firavun ve askerlerini helak ettiği gibi o tağutları da bu suçlarından dolayı helak ettiğim zikretmiyor.
Yeryüzü hesaplarına göre bu son, üzüntü ve acı veren bir son olarak görülebilir.
İş böyle mi bitecektir? İmanın zirvesine ulaşan mü'min topluluk, hendekte korkunç acılarla kaybolup gidecek midir? Bu derece azgınlık yapan asi topluluk kurtulacak mıdır?
Yeryüzü hesabı, bu acı sondan dolayı senin kalbine bir şey ilham eder.
Ancak Kur'an mu minlere başka bir şey öğretiyor: Onlara başka bir hakikatin kapısını aralıyor. Onlara kendisiyle kendilerini ölçecekleri değerlerin yapısını, yapacakları savaşın güzelliğini gösteriyor.
Hayat, acı tatlı yönleriyle, varlık ve yokluğuyla mizanda büyük bir değer değildir Kazanma yada kaybetmeyi belirleyen öge de değildir. Zafer, zahiren galip olmayla sınırlı değildir. Bu, zaferin bir çok biçiminden sadece birisidir.
Allah'ın terazisinde en büyük değer, akide değeridir. Allah'ın pazarında revaçta olan mal imandır. En büyük zafer ruhun maddeye, akidenin acıya, imanın işkenceye karşı kazandığı zaferdir. Bu olayda, mü'minlerin ruhları, korkuya, acıya, dünyanın ve hayatın çekiciliğine, işkenceye, bütün çağlarda bütün bir insanlığa yol gösteren bir zafer kazanmıştır. İşte zafer budur.
İnsanların hepsi ölürler. Ölüş nedenleri farklıdır. Fakat insanların hepsi bu zafere erişemezler, bu yüksekliğe ulaşamazlar, bu özgürlüğü elde edemezler, bu ufuklara varamazlar. Bu sadece, mele'i âlânın ölümde insanlarla birlikte olması ve dünyadaki yücelik yalnızca onların olsun diye Allah'ın seçtiği, şereflendirdiği değerli bir topluluğun yapacağı iştir.
Mü'minler hayatlarını, imanlarından vazgeçerek kurtarma imkanına sahiptirler. Böyle yapsalardı ne kadar hüsrana uğrarlardı? Bütün bir insanlık da ne kadar hüsran olurdu? Bu büyük anlamı terkettikleri zaman, inançsız bir hayatı, hürriyetsizliği tercih ettikleri takdirde ne kadar hüsrana, ziyana uğrarlardı? Tağutlar vücudlarma egemen olduktan sonra, ruhlarına da egemen olurken neleri kaybederlerdi?
Bu, gerçekten yüce bir keyfiyettir, büyük bir anlam ifade eder. Onlar yeryüzünde ölürken, ateş onlara dokunup fanivücudlannı yakarken kazandıkları şey işte budur. Ateşin temizlediği bu yüce değer galip gelmektedir.
Savaş alanı yalnızca yeryüzü, yalnızca dünya hayatı değildir. Savaşın tanıkları da yalnızca insanlar değildir. Yüce Topluluk (Mele'i a'la) yeryüzündeki olaylara karışmakta, bunlara lehinde ya da aleyhinde şahidlik etmektedir. İnsanlar arasında yürürlükteki ölçünün dışında başka bir ölçüyle onları ölçmektedir. Yüce topluluğa, insanların yeryüzüne katıldığından kat kat fazla saygın ruhlar katılır. Yüce topluluğun övgüsü ve ilgisi yeryüzündeki insanî değerlendirmelerden kesinlikle daha büyük, daha fazladır.
Bundan da öte, ahiret vardır. Yeryüzünün kendisine katıldığı temel alandır o. Ne varolan gerçekte, ne de bu gerçeğe inananın duygusunda, ondan ayrılma olmaz.
Öyleyse henüz savaş bitmemiş, asıl sonuç da hali hazırda alınmamıştır. Yeryüzünde bununla ilgili verilen hüküm doğru olmayan bir hükümdür. Çünkü bu hüküm, bu savaşın az bir kısmı için verilen bir hükümdür.
İlk bakış, aceleci insanın kısa vadeli, dar açılı bakışıdır. İkinci bakış ise Kur'an'm mü'minleri teşvik ettiği uzun vadeli, geniş açılı bakıştır. Çünkü o, sahih iman anlayışının üzerine kurulduğu gerçeği yansıtmaktadır.
Bundan dolayı Allah'ın, imana, itaata, sabra ve hayatın fitnelerine galip gelmeye karşılık muminle-re vadettiği şey, kalbin huzur ve sükunudur:
"Onlar iman etmişler, kalbleri Allah'ı zikretmek^ le huzura ermiştir. Dikkat edin, kalbler ancak Al-\ lah'ı zikretmekle huzura erer." (Ra'd, 28)
Bu, Allah'ın, Rahmanın hoşnud olması, sevmesi-dir: "iman edip salih amel yapanlar için Rahmani bir sevgi Verecektir." (Meryem, 96)
Bu, yüce topluluk tarafından anılmaktır da: Allah Rasûlü (s.a.v.) buyurdu: Kulun çocuğu öldüğünde Allah meleklere: "Kulumun çocuğunu mu öldürdünüz?" diye sorunca, "Evet" derler. "Kalbinin mey-vasını mı aldınız" deyince Allah'a "Evet" derler. Allah der ki, "Kulum ne dedi?" "Sana hamdetti, inna lillahi ve inna ileyhi raciun dedi" derler. Allah "Kulum için cennette bir ev yapın, bu eve "hamd evi" adını verin buyurur." (Tirmizi)
Yine Allah Rasûlü buyurdu ki: Allah (c.c.) şöyle buyurdu: Ben, kulum benim hakkımda ne düşünüyorsa O'yum. Beni zikrederken onunla beraberim. Kendi kendine beni zikrederse, ben de onu kendi kendime zikrederim. Eğer beni bir topluluk içinde zikrederse, ben onu, ondan daha iyi bir toplulukta zikrederim. O bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir dirsek yaklaşırım. O bana bir dirsek yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. Eğer o bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak giderim." (Buhari, Müslim)
Bu, yüce topluluğun yervü^ündeki mü'minlerin işiyle ilgilenmesidir de: "Arşı taşıyan ve çevresinde bulunanlar, Rablerine hamdederek onu teşbih ederler. O'na iman ederler. Müminler için, "Rabbimiz! İlmin ve rahmetin her şeyi kapsamıştır. Tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla, onları cehennem azabından koru" diyerek istiğfarda bulunurlar." (Mümin, 7)
Allah katında şehidler için ayrı bir hayattır da o: Allah yolunda öldürülenleri ölü sayma, tersine on-la,r Rableri katında diridirler. Allah'ın bol nimetinden onlara verdiği şeylerle sevinç içinde rızıklanırlar, arkalarından kendilerine katılamayan kimselere, kendilerine korku olmadığını ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler. Onlar Allah'ın verdiği bir dimeti, bolluğu ve Allah'ın, müminlerin ecrini karşılıksız bırakmayacağını muştulamak isterler."{Mümin,7)
Allah yalanlayanların, tağutlarm, suçluların ahirette cezalandırılmağını, belli bir zamana kadar yeryüzünde kendilerine zaman tanındığını bir va'd olarak tekrar tekrar beyan eder. Her ne kadar bazılarının cezasını dünyada veriyorsa da, sonraki ayetlerde asıl cezanın ahirette olduğu bildirilmektedir: "Ey Muhammed, inkar edenlerin diyar diyar gezip refah içinde dolaşması, sakın seni aldatmasın. Az bir faydalanmadan sonra onların varacakları yer cehennemdir. O, ne kötü barınaktır! "(AUÎmrmı, 196-197)
"Sakın, Allah'ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma; gözlerinin dışarı fırlayacağı bir güne kadar onları ertelemektedir. O gün başları kalkmış, gözleri kendilerine dönemiyecek şekilde sabit kalmış, gönülleri bomboş halde koşup duracaklardır. "(İbrahim, 42-43)
"Onları bırak, kendilerine vadedilen güne kavuşuncaya kadar dalıp oynasınlar. Kabirlerinden hızlı hızlı çıkacakları gün, gözleri dönmüş, yüzlerini zillet bürümüş olarak sanki dikili putlara doğru koşarlar, işte bu, onlara söz verilmiş olan gündür."(Mearic, 42-44)
Böylece insanların hayatı Yüce Topluluğun hayatıyla, dünyada ahiretle birleşmiş olur. Yeryüzü tek başına hayırla şerrin, hakla batılın, imanla inkarın arasındaki savaş alanı değildir. Dünya hayatı da son istasyon, bu mücadeledeki ayrışma noktası değildir. Dünya ve onunla ilintili tatlar, acılar, varlıklar ve yokluklar mizanda pek değerli sayılmazlar.
Zamanda ve mekanda, değer ve ölçülerde bir alan genişlemesi olmuş, mü'min nefislerin dış dünyasında (afakında) bir genişlik meydana gelmiş, ilgileri artmıştır. Yeryüzü ve içindekiler, dünya hayatı ve onunla ilgili olanlar ise küçülmüştür. Mü'minse, gördüğü ve tanıdığı dış dünya ve hayat kadar büyümüştür. Ashab-ı Uhdud kıssası, bu geniş kapsamlı büyük ve yüce anlayışın inşası yolunda zirve bir örnektir.
Ashab-ı Uhdud kıssasının, Buruç suresinin Allah'a davetin yapısıyla ilgili; her ihtimal karşısında davetçinin konumuyla ilgili ortaya koyduğu başka bir şey daha var.
Allah'a davetin tarihi, yeryüzünde farklı davalara ait çeşitli örneklerin sonuçlarına tanık oldu.
Nuh kavminin, Hud kavminin, Şuayb kavminin, Lut kavminin mücadelelerine, az sayıdaki mü'min topluluğun kurtuluşuna tanık oldu. Bundan sonra Kur'an, kurtulanların yeryüzünde, hayatta bir rolleri olup olmadığını belirtmiyor. Bu örnekler, bazen Allah'ı (c.c.) yalanlayanlara ve tuğyan edenlere, azabın bir kısmını bu dünyada tattırmak istediğini, asıl azabın orada, öteki dünyada onları beklemekte olduğunu bildiriyor.
Davetin tarihi; Firavn ve askerlerinin boğuluşu-ria, Musa ve kavminin ilk kez en iyi şekilde bir üstünlük sağlayarak, kurtuluşuna tanık olmuştur. Her ne kadar O'nun kavmi doğru yola girmemiş, yer yüzünde Allah'ın dinini bütün bir hayatı kuşatacak şekilde hakim kılmaya yönelmemiş iseler de, bu örnek ilk örneklerden farklıdır.
Yine davetin tarihi, hidayete, Muhammed'e (s.a.v.) ve imana karşı çıkan müşriklerin mücadelesine karşın hayretengiz bir şekilde akidenin nefislerde galib gelmesiyle mü'minlerin gerçek bir zaferine tanık olmuştur. İnsanlık tarihinde ilk kez, insanlığın daha önce kesinlikle görmediği bir biçimde Allah'ın yönteminin hayata hükümran oluşu gerçekleşmiştir.
Gördüğümüz gibi Ashab-ı Uhdud örneğine de tanık olmuştur. Dün ve bugün, iman tarihi, arşivinde nadiren rastlanan diğer örneklere tanık olmuştur. Çağlar boyunca bu sonuçlar arasında değişegelen örneklere hala tanık olmaktadır.
Uhdud olayı ve buna yakın ya da uzak diğer örnekler kaçınılmazdır. Mü'minlerin kurtulmadığı, kafirlerin cezalandırılmadığı örnek olaylar zorunludur. Bu, müminlerin, Allah'a davet erlerinin hissiyatında, Allah'a giden yollarında, böyle bir sonuca davet ettiklerinin yerleşmesi içindir. Onların yapabileceği bir şey yoktur. Kendileri ve akideyle ilgili netice Allah'a aittir.
Onlara düşen, görevlerini yerine getirmek, sonra da çekip gitmektir. Onların görevleri Allah'ı seçmek, akideyi hayata hakim kılmak, fitneye karşı imanla yükselmek, hem amelde, hem de niyette Allah'ı tasdik etmektir. Sonra Allah onlara ve düşmanlara yapacağını yapar. Davetine, dinine istediğini yapar. İman tarihinin tanıdığı ya da bilmediği, görmediği bir sonuca bağlar onların işini.
Onlar Allah katında işçidirler. Allah nerede, ne zaman ve nasıl çalışmalarını istemişse, öylece çalışmışlar, malum ücreti almışlardır. Davetin hangi yöne gideceği onların sorumluluğunda değildir. Bu, işçiyi değil, işvereni ilgilendiren bir husustur.
Onlar, ilk etapta kalbte bir huzura, bilinçte bir yüceliğe, anlayışta bir güzelliğe, engel ve cazibelerden, her durumda korku ve endişeden bir kurtuluşa ererler.
İkinci etapta, henüz bu daracık yeryüzünde iken Yüce Topluluğun övgüsüne, zikrine, ikramına maz-har olurlar.
Son etapta ise, ahirette kolay bir hesap ve büyük bir nimete ererler.
Bütün bunlardan daha büyüğü ise, Allah'ın rıza-sidir. Onlar, Allah'ın kaderinin aracı, gücünün örtüsü olsunlar diye seçilmişlerdir. Allah onlarla yeryüzünde istediğini yapar.
İlk dönem müslümanları arasından seçilen topluluğun Kuranî eğitimi, onları kendi benlik ve çıkarlarından soyutlayarak bu gelişme düzeyi ile sonuçlanmıştır. İşverenin yanında işçi olarak çalışmışlar, her durumda, her konumda Allah'ın kendileri için seçtiğine razı olmuşlardır.
Nebevi eğitim de Kur'anî emirlerle birlikte yürüyor, kalbleri ve buluşları cennete, Allah'ın dünyada ve ahirette istediğini yapmaya, belirlenen rolün kendilerine verilmesine yöneltiyordu.
Peygamber (s.a.v.) Ammar'a, annesine, babasına, -Allah hepsinden razı olsun- Mekke'de müthiş işkenceler yapıldığım görüyordu. Şundan başka bir şey söylemiyordu:
"Sabredin Yasir ailesi, sabredin, size va'dedilen yer cennettir"
Habbab b. Eret'in rivayetine göre şöyle dedi:
'Allah Rasûlü'ne (s.a.v.) şikayette bulunduk. Kabe'nin gölgesinde, hırkasına bürünmüş duruyordu. "Bizim için yardım istesene, dua etsene" dedik. "Sizden önce adam alınıp götürülür, yerde ona bir çukur kazılır ve oraya gömülürdü. Sonra bir testere getirilip boydan boya kesilerek ikiye ayrılır, demir taraklarla eti kemiğinden ayrılıncaya dek taranırdı da, bu, onu dininden ayıramazdı. Allah'a and olsun ki, Allah bu dini tamamlayacaktır. O kadar ki, yolcu San'a 'dan Hadramut'a kadar emniyet içinde seye-hat edecek, ancak Allah'tan korkacak, kurt dahi koyununa saldırmaya çaktır. Ancak siz acele ediyorsunuz" (Buhari)
Her konumun, her durumun ardında Allah'ın bir hikmeti vardır. O, bütün bu varlığı evirip çeviren, onun başlangıç ve sonunu bilen, olayları ve ilişkileri düzenleyendir. O, gayb bilgisinde saklı olanı uzun seyir çizgisinde İradesi'ne boyun eğen hikmeti bilendir.
Nesiller sonra, çağlar sonra; çağdaşlarının hikmetini kavrayamadıkları, bir olayın hikmeti, bazen bizce bilinebilir. Belki onlar "niçin" diye soruyorlardı?" Ya Rabbi niçin bu böyle oluyor?"Bu sorunun bizatihi kendisi, mü'minin uzak durması, sakınması gereken bilgisizliktir. Çünkü o daha başlangıçta, her kaderin ardında bir hikmetin olduğunu bilir. Çünkü düşünce alanının genişliği, zaman, mekan, değer ve ölçülerdeki geniş boyutluluk daha işin başında onu böyle soruları düşünmekten alıkor. Teslimiyet ve huzurla kadere boyun eğer.
Kur'an, emaneti yüklenecek kalbler hazırlıyordu. Bu kalblerin o derece sert, güçlü ve dayanıklı olması gerekiyordu ki, her şeyini harcarken, her şeye katlanırken, şu yeryüzünde hiç bir şeye yönelmeye-cek, bakışlarım ancak ahirete çevirecek, Allah'ın rızasından başka birşey istemeyecekti. Bu kalbler, dert, güçlük, yoksunluk, işkence ve ölümle bile olsa bütün bir yeryüzünü terk etmeye hazırlanıyorlardı. Şu dünyada, davetin galibiyeti, İslâm'ın ve müslür manların üstün gelmesi gibi yakın bir mükafatı olmayan bir hazırlıktı bu. Bu mükafat, önceki yalanla-yıcılara yaptığı gibi, Allah'ın onları kahr-u perişan etmesi şeklinde olsa bile.
Bu hazırlık, o kalblerin yeryüzü yolculuklarında yapacakları şeyin karşılıksız vermek olduğu, Hak ile Batıl arasında hükmün verileceği ahireti beklemek olduğu bilinç yerleşinceye kadar sürer. Allah, yaptıkları biat ve anlaşma üzere niyetlerinin doğruluğunu bilince, yeryüzüne zafer gelir. Emanet teslim edilir. Bu hassasiyet onların kendileri için değil, ilahî yöntem emanetinin hakim kılınması içindir. Bu kalbler, dünyada kendilerine bir pay, bir ganimet sözü verilmeden, alacak-verecek araya girmeden bu emaneti yerine getirecetir. Allah'ın rızasından başka bir şey gözetmemişler, kendilerini Allah'a vermişlerdir.
Zaferi, ganimetleri, müşriklerin yeryüzünde müslümanlarm eliyle öldürülmelerini zikreden ayetlerin hepsi Medine'de inmiştir. Bu işler müslümamn programının, beklentisinin dışına çıkınca zafer gelmiştir. Çünkü Allah'ın iradesi, bu yöntemin insan hayatında görünür hale gelmesini gerektirir. Sonraki nesillerin göreceği belirli bir biçimde pratik olarak yerleşmiştir. Yorgunluk, dert, ölüm ve acılara karşılık değil, ancak şu anda (kendisini) görmeye çalıştığımız, ardında gizli bir hikmet bulunan Allah'ın kaderi gereği olmuştur.
Bütün bir yeryüzünde, bütün nesillerde, Allah'a davet erlerinin düşünmesi gereken bir özelliktir bu. Qj_Yoldaki_ İşaretleri gQstermek,_sonuç_nasıl olursa olsun, yolun sonuna dek yürümek isteyenlerin adım-la^mTsâbîtleştirmeye yeterlidir. Sonra davete ve on-lanrÂIlah'm kaderi doğrultusunda bir şeyler olur. Kafatasları, et parçaları, ter ve kanla düzenlenen yolda gözlerini zafere, galibiyete ya da yeryüzünde Hak ile batılın, arasının ayrılmasına çevirmezler. Bunlarla Allah, davet ve dinine bir şey yapmak isterse Allah'ın istediği bu şey gerçekleşecektir. Acılara, verilen canlara karşılık değil. Hayır, dünya mükafat yeri değildir. Bu, ancak Allah'ın dilediğini ger-çekleştirsinler diye seçtiği bazı kulları aracahğıyla davet ve dini konusunda Allah'ın takdirinin, kaderinin tecelli etmesidir. Onlara, dünya hayatı ve yeryüzündeki bu yolculuklar sırasında karşılaştıkları her darlık ve bolluğun küçük ve güdük kaldığı bu "seçilme onuru" yeter.
Uhdud kıssasmdaki Kur'anî yorumlardan birinin işaret ettiği başka bir gerçek de şudur: "Onların müminlere zulmetmeleri, övülmeye layık ve güçlü olan Allah'a iman etmelerinden dolayıdır."(Buruç, 8)
Her yerde, her nesilde Allah'a davette bulunanların düşünmesi gereken bir gerçektir bu. Müminlerle düşmanları arasındaki savaş, esasında bir akide savaşıdır, kesinlikle başka bir savaş değildir. Düşmanları onlara yalnızca imanlarından dolayı kınayıp zulmetmekte, onlara sadece akidelerinden dolayı kızmaktadırlar.
Bu, politik, ekonomik ve etnik bir savaş değildir. Eğer böyle bir şey olsaydı durdurulması, sorunun çözümlenmesi kolay olurdu. Bu, gerçekte bir akide savaşıdır: Ya küfür, ya iman. Ya cahiliye ya İslâm.
Müşriklerin ileri gelenleri Allah Resûlü'ne (sav) tek bir şey karşılığında, akide savaşını terketmesi veya bu konuda yumuşak davranması karşılığında mal ve yönetim teklifinde bulunmuşlardı. Allah korusun, onların isteklerinden birini kabul etmiş olsaydı, ortada savaş kalmazdı.
Bu, bir akide sorunu, bir akide savaşıdır. Her nerede bir düşmanla karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, müslümanlarm yakinen bilmeleri gereken şey budur. Onlara düşmanlık eden ancak bu akideden dolayı düşmanlık eder: Ancak güçlü ve övgüye layık olan Allah'a iman etmelerinden, itaat ve boyun eğmeyi O'na özgü kılmalarından. Müslümanların düşmanları, onların savaşın içyüzünü unutmaları ve ruhlarındaki akide pırıltısını söndürmek için savaşa ekonomik, politik ya da etnik bir görüntü vermeye çabalıyorlar. Müslümanların buna kanmamaları gerekir. Bunun, hedefi saptırmak olduğunu bilmeleri gerekir. Savaşın görüntüsünü değiştiren, bu savaştaki zafer silahını kullanmaktan alıkoymak istemektedirler onları. Bu zafer, her ne şekilde olursa olsun. İster, Uhdud olayında müslümanların başına geldiği gibi ruhî kurtuluş biçiminde, isterse de ilk müslüman neslin karşılaştığı gibi ruhî kurtuluştan ileri gelen üstünlük biçiminde olsun.
Bugün biz, Hıristiyan dünyanın bizi savaşın iç yüzü konusunda aldatmaya çalıştığına dair örneklere tanık oluyuruz. Tarihi değiştirme, ters yüz etme gayretleri var. Haçlı savaşlarının sömürgeciliğe bir duvar olduğu bize yutturulmak istenmektedir. Hayır... Kesinlikle... Daha sonraları ortaya çıkan sömürgecilik, haçlı ruhunun bir maskesidir. Bu haçlı ruhu, çeşitli topluluklardan oluşan müslümanların komutasındaki akide kütlesinin önünde paramparça olmuştur. Bu müslümanlar arasında Salahaddin-i Kürdî, Memluklu Turan Şah gibi, ulusunu unutan, akidesini yücelten ve bu bayrak altında galip gelen diğer kişiler vardı. "Onların müminlere zulmetmeleri, onların güçlü ve övgüye layık olan Allah'a iman etmelerinden dolayıdır"
Yüce Allah'ın -sözü ne kadar doğru, hilekarlann, düzenbazların sözü ne kadar yalandır. "O günde, in-sanları toplayacak olan sensin. Allah verdiği sözden Caymaz. " (Al-i İmrân, 8-9) 27
Dostları ilə paylaş: |