Örneklerle



Yüklə 5,79 Mb.
səhifə15/58
tarix31.10.2017
ölçüsü5,79 Mb.
#23511
növüYazı
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   58

Mukaddes Erdoğdu Çelik

M.ERDOĞDU ÇELİK: Şaban Bey sizinle, Ceylan Yayınları olarak sizin çocuklar ve gençler için yazdığınız dosyalarınızı kitaplaştırdığımız süreçte tanıştık. Şimdi hem editörünüz, hem de söyleşiciniz olarak yanınızdayım. Çocuk edebiyatına olan ilginiz hangi nedenle ortaya çıktı?

ŞABAN AKBABA: Bu güzel buluşmadan ötürü sevinçli ve gururlu olduğumu söyleyerek başlamak istiyorum. Hasan Kıyafet’le yaptığım bir söyleşide o şöyle bir şey söylemişti: ”Öğretmen olunca biraz çocuk, biraz genç oluyorsunuz; ya da hep onlarla birlikte; içiçe,yanyana, kolkola... Ben ki uzun yıllar ilkokul öğretmenliği yaptım. Bu süreçte örneğin 12 Eylül ve benzeri dönemleri yaşadım. Özellikle 12 eylül döneminin “tahditlidir” damgalı çocuk kitapları beni alabildiğine üzdü. Sanki kitapları yasaklı olunca, çocukların yaşamalarının da aslında yasaklanmış gibi olduğunu duyumsuyordum. Böyle değerlendiriyordum bu olayı. Doğrusu biraz da böyledir, bu anlama gelir. Bebeğin mamasına yasak koyacaksınız, ama ondan yaşamasını, büyümesini bekleyeceksiniz, olacak iş değil! Öte yandan, çocukları hamasi yaklaşımlarla kahramanlıklara özendirecek, kişiliğini bulmasına engel olacak ve hatta giderek onu kişilik çatışmasının içine sokacak çocuk kitapları sarmıştı ortalığı. “Herry Poter” v.b. böylesi bir sürecin getirisidirler işte. Kısacası ben, nitelikli,çağdaş kafa yapısının ürünü, bilimin ve sanatın öngördüğü çocuk kitapları bulmakta inanılmaz güçlükler çekiyordum. Ya öylesi vardı piyasada, ya da yasaklanmış olduğu için o olumlu çizginin önüne setler çekilmiş, ürünlerinin soyu tüketilmişti. Bu sıkıntı, zaten yazma eyleminin içinde olan beni çocuk yazınına da yöneltti. Orada ciddi bir boşluk var diye söylendi içimdeki öğretmen, oraya dönük yaz! Ben de bunun üzerine bu alana yöneldim.

M.ERDOĞDU ÇELİK: Kurt genç kızı kapardı, ya da Kırmızı Başlıklı Kız’ın anneannesini kurt yerdi falan... Kurtların çocukları kapmadığı, ya da insanları yiyemdiği, kuzuların da kurtlara yem edilmediği kitaplar da artık çıkıyor. Buna bir örnek de, senin kitaplarının da içinde bulunduğu bizim yayınlarımızdır. Deneyimlerinizden de yola çıkarak söyleyebilir misiniz; bu tür yapıtlar çocukların algılarında ne gibi değişimlere neden oluyor, onların bilinç oluşumuna nasıl bir katkı sunuyor?

ŞABAN AKBABA:Her şeyden önce çocuk aileden, toplumdan, kültürden aldığı eğitimle başbaşa kalacak olsa, bilinen bir gerçek olarak, ataerkil toplumun kültürü de ataerkil olarak kalacak. Çocuk da bu kültürün içinde “erkek çocuk” olarak... Ve erkek olduğu için hep önde; kız çocuk ve kadın ise hep birkaç adım arkada... Katya’yla Anya’nın bir çocuk kitabındaki rolleri sürüp gidecek; Katya Anya’yı korumakla görevlendirilmiş olacak, ama onu hep birkaç adım gerisinde tutarak korumuş gibi gözükecek.Böyle bir bilinç yapılanması kültürümüzde zaten var. Kitapların ve çocuk kitaplarının görevi bu bilincin korunmasına mı, değiştirilerek güzelleştirilmesine mi hizmet edecek? Sorun burada. Kendi kişiliğiyle, özgürce karar veremeyen, devinemeyen, kararları kolayca etkilenen; ikircikli, tutarsız; olumlu olumsuz birçok etkiye kolayca kapılabilen, özdeşleşen, yaşam fırtınası içinde kendini kolayca yitirebilen, kişilik çatışmasına, hatta bunalımlara düşen, intiharlara doğru itilen çocuklarımıza ve gençlerimize bizim gibi düşünen ve yazan insanlar ışığı tanrılardan çalıp vermek çabasındadırlar. Süreç içinde sonuç elbette ki bunun tersi olmak durumundadır.Yani böylece düşünen,üretebilen, sorgulayabilen, kararını verebilen, dengeli, duyarlı, özgüveni güçlü, kendi var oluşuna ve kişiliğine saygılı, eyleyebilen, yaşama gülümseyerek katılabilen bir bilinç oluşmak durumunda.

M. ERDOĞDU ÇELİK:Yazdıklarınız buna katkı sunuyor. Üç kitabınızın editörü olarak incelediğimde gördüm ki, yapıtlarınızın içinde öğretmenliğinizin izleri, katkıları var. Öğretmenlikle bağınız sürecek mi?

ŞABAN AKBABA:Şu anda sürüyor.Burada bir somutluk var. Kolonya Kokulu Mendil örneğin, bu kitabımdaki olaylar çok da somut olarak, birebir yaşanmış, paylaştığım bir yaşantının estetize edilmiş halidir. Gerçek estetik kurallara göre kurgulandı, örüldü ve bu gençlik romanı ortaya çıktı. Işığa Yolculuk adlı gençlik romanım fantastik bir kurguya sahip. Bununla birlikte benim görmek ve göstermek istediğim çocuklar da var orada. Bunlar, çağı yakalmış, ileriyi görebilen, geleceği algılayabilen, yaşama katılan ve onu etkilemeye, hatta iyiye, güzele doğru değiştirmeye çalışan çocuklar ve gençlerdir. Orada bir zamanlar bir biçimde bunları başarmış olan çocuklar ve gençler var. Romanın kahramanları onlardır:Che Guevera, Fidel Kastro, Tevfik Fikret, Nazım Hikmet, Mandela v.b...

M.ERDOĞDU ÇELİK: Biraz da üçüncü ve yeni kitaplaştırdığımız yapıtınızdan söz edelim. Sevgi Ana adlı şiir kitabınızdan.

ŞABAN AKBABA: Sevgi Ana’yı, çıktıktan hemen sonra okuyan yazın öğretmenleri arkadaşlarımdan şair Halime Yıldız’la, genç şair dostum Yusuf Yağdıran ki, onların yazın biligi ve bilinçlerine güveniyorum, çok güzel şeyler söylediler.Bunu nasıl başardığımı sorduklarında onlara da söylemiştim: Bilindiği gibi ülkemizde de çocuk şiirleri yazılır. Ama çocuk mutlaka zaptı rapt altına alınması, yaşken eğilmesi bükülmesi gereken küçük, yaramaz yaratıklar olarak görüldükleri için, onlara yazılan şiirlerin böylesi bir işlev vermesi düşünülür ve öyle yazılır. Pek çoğu da tıpkı “andımız” gibi her sabahın köründe, her öğlen sıcağının alnında çocuklara “resmen” dayatılan beyin yıkama aracı olarak kullanılan hamasi nutuklarla, kuru tarihi övgüler, ya da sövgülerle dolu şiirimsilerdir. Oysa yıllar önce bir yazımda da belirtmiştim; çocuk, yalnızca yarınımız falan değildir, o her şeyden önce bu günkü toplumumuzu önemli bir kesimidir. Onlar bugün de çok önemlidirler; “yarınımız “diye diye bugünlerini çar çur etmeye hakkımız yoktur. Bunu hiçbir araçla yapmamalıyız; ne ezberci eğitim dizgesinin insan harcayan izlenceleriyle, ne kafatasçıların hamasi nutuklarıyla, ne büyüklerin büyük kaprisleriyle, ne de gericilerin öbür dünya, yazgı v.b aldatmacalarıyla. Onlar bizim arkadaşlarımızdırlar aynı zamanda. Ama en önemlisi onlar, çocuk olmadan önce insandırlar. Ben onlara böyle bakıyorum, şiirlerimi de bu bakış açısından yazıyorum. Bu yüzden, öteden beri süregelen yanlış şiir örnekleri yüzünden şiir okuyamaz olan çocuklarımızın şiirlerimi okuduklarını, hatta sevdiklerini görüyorum. Bir başka bakış açım da şudur: Çocuk aynı zamanda hem gençtir, hem ortayaşlı, hem de yaşlı.. Daha doğrusu çocuk bir insan yaşamının aritmetik ortalaması gibidir. Bu yüzden onlar için yazdığım şiirleri gençler ve hatta büyükler de severek okuyabiliyorlar. Ama belki onların sevinci çocukları adınadır. Buna da hakları var ve ben örneğin yıllar önce İsmail Uyaroğlu’nun bir çocuk şiirleri kitabını çocuğum için alıp baktığımda ve hatta severek okuduğumda, çocuğum için doğru bir kitap seçmiş olmamın, hatta kendimin de şiir tadı alarak okuyabilmemin sevincini duymuştum. Dokuzuncu kitabım olan “Sevgi Ana”’da böylesi bir sürü şiir var. Yenileri de gelecek elbet.

M.ERDOĞDU ÇELİK: Başka çalışmalarını bekleyelim mi?

ŞABAN AKBABA: Elbette. Yeni bir gençlik romanı ve bir masal dosyam var onları tamamlamak üzereyim. Onların dışında büyüklere bir roman çalışmam bitti:ANTİK MAVİ GELİNLİK ve kapsamlı bir başka roman çalışmam da sürüyor:GİZEMİN GİZEMLİ İKİ YÜZÜ. İyi de galiba söyleşinin sonuna geldik, bitirmeden ben de size bir soru sorayım: NEREDEN NEREYE adlı gençlik romanı ve BAĞDATLI MAYMUN adlı masal dosyamla ilgili ne düşünüyorsunuz, kitaplaştıracak mısınız?

M. ERDOĞDU ÇELİK: Dosyalarınızı beğendiğimi, sevdiğimi söyleyebilirim, ama biliyorsunuz ki, bu güzel duygular bile her zaman yayınlamaya yetmiyor. Umarız komşumuzu kasıp kavuran bu savaş uzantısının gölgesi ülkemizin üzerinde daha fazla kalmaz; böylece biz de yeni, güçlü atılımlar yaparız ve o durumda bu dosyalarınızı da kitaplaştırmış oluruz. Yanıtlarınız için teşekkürler. Sağolun.

ŞABAN AKBABA:Ben de size teşekkür ederim bir yayıncı olarak gösterdiğiniz farklı ilgiden ötürü. Siz de sağolun.

Bursa Kültür Bülteni(Dergisi)

Bursa Tüyap Söyleşileri 7.
ÖNER YAĞCI’YLA ROMAN

AYDIN ŞİMŞEK’LE ŞİİR...

Tüyap’tan iki yazar çaldık öğrencilerimiz için. Zamanları yoktu, konferansları, dinletileri, ya da imza günleri vardı. Bir de söyleyecekleri sözleri... Var mısınız? diye sorduk, “varız” dediler. Aldık, geldik. Konuştular, dinledik, özellikle öğrencilerimizle birlikte gözlerimizde şimşeklenen hoşnutluk belirtisi ipiltilerle yolcu ettik, daha doğrusu aldığımız gibi götürüp yerlerine teslim ettik. Soru sormadık, yalnızca “lütfen yazın alanlarınızla ilgili olarak düşüncelerinizi öğrencilerimize aktarır mısınız? diye rica ettik, aktardılar. Hem de ne güzel aktardılar!

ÖNER YAĞCI anlattı: Her romancının kendine göre bir yöntemi ve yaşama bakışı var. Ben bugüne kadar beş roman yayınladım. Beşinde de kendi yaşadıklarımı, yakın arkadaşlarımın, ailemin yaşadıklarını yazdım. Yaşadığım ilde, ülkede gözümle gördüğüm, kulağımla duyarak, yakın tanık olduğum olayları yazmaya, yazarken yakından tanıdığım insanları kişileştirmeye, tipleştirmeye çalıştım.Yani bir yandan da kendi yaşam öykümle çakışan bir biçimde, çocukluğumu, ilk gençlik dönemlerimi; ülkemizde hala devam eden, yaşadığımız siyasal çalkantılarla anlattım. Ne yazık ki sürekli siyasal, ekonomik istikrarı yaşamış bir ülkede değiliz. Televizyonlarımızda görüyoruz, gazetelerde okuyoruz; siyasal olaylarla kaynayan bir ülkeyiz. Benim gençliğim de bu anlamda 27 Mayıs gibi, 12 Eylül gibi bir sürü yanlışlığı gündeme getiren siyasal olayların merkezinde geçti.

ŞABAN AKBABA:Sanatın, bu arada da romanın amacı ve nasıl yazıldığıyla ilgili neler düşünüyorsunuz?

ÖNER YAĞCI: Sanatın amacı, yaşamı güzelleştirmektir. Yaşamı güzel olan bir insan mutlaka sanatla içiçedir. Sanatla içiçe olmayan (bu resim olabilir, müzik, tiyatro, ya da diğer sanat dalları olabilir) insanın özgür ve mutlu olması mümkün değildir. Bu güzelliklerin kaynağı sanat ve onunla içiçe geçen bir yaşam olmalıdır. Onun için de sanatın her dalına mutlaka ilgi göstereceksiniz. Ama romancı olmak istiyorsanız, özel olarak ülkemizde ve hatta dünyadaki romanı ve edebiyatı çok iyi izleyeceksiniz, bir de dünyaya romancı gözüyle bakabilmek için bu romanlarda neler yazılmışsa, oralardan zaten ipuçları yakalayacaksınız. İnsanlara, insanla doğa arasındaki ilişkilere nasıl bakmalıyım ve ondan nasıl bir sonuç çıkarmalıyım diye düşünmelisiniz. Bir insanın yalnızca yirmidört saatini yüzlerce sayfayla anlatabilirsiniz, ama yüzlerce sayfa yerine bunu bir paragrafta, ya da bir sayfada nasıl anlatabilirimi kendinize sorarsanız ve bu yoğunlaşmayı, estetize etmeyi, edebileştirmeyi sağlayabilirseniz, o zaman romanın da temellerini atmış olacaksınız.

AYDIN ŞİMŞEK:(Öğrencilere) Unutmamak gerekir ki, her insanın hayatı çok büyük yaşamlardan oluşur. Kendimizin, ailemizin, okulumuzun oluşturduğu bir hayat biçimi vardır. Bir de bunun dışında bir hayat vardır. Hepinizin hayatı çok büyüktür. Hayatımızı çok önemsemeliyiz. Bunun için o kadar çok nedeniniz var ki. Olanaklarınız var örneğin, bu olanaklarınızı kullanabileceğiniz mekanlarınız var, bizler varız, tartışabildiğiniz öğretmenleriniz var. Dolayısiyle birşeye başlarken elinizdeki olanaklarınızı çoğaltabileceğiniz bir düş dünyanız olmalı. Yani gerçek dediğiniz şey aslında sizin elinizde. Herkes, her yazan gerçeği, aslında gerçek hayatta yaşanmayan, yeniden yaşayabileceği bir olanağa çevirir. O zaman gerçek hayatta göremediğiniz şeyler, bir şairin, bir romancının elinde gerçek hayatın kendisi olur. Hep büyük hayatları düşünün. Hepinizin büyük bir hayatı var ve çevrenizdeki her şey büyüktür. Yazarken bu büyük hayatların varlığını duyumsamak daha güzel şeyler yazabilmenize neden oluyor.

ŞABAN AKBABA:Bütün bunların temelinde ne var sizce?

AYDIN ŞİMŞEK:İnsan... İnsan temeldir. İnsan yoksa hiçbir şey yoktur. Doğada birçok tür var; bitki var, hayvan var, hareketsiz nesneler var ve insan var. Doğadaki, tür olarak insanı diğerlerinden ayrıştıran belli özellikleri var. Örneğin eylem özelliği var, düşünebilme özelliği var ve kendisinin yaratıcı özelliği var. Doğadaki hiçbir tür yaratıcı değil. Ona verilmiş ve güdülenmiş hayat var; koşması gerektiğinde koşuyor, acıktığında avlanıyor. Ama insan eylemi ve düşüncesiyle yaratıcı oluyor. O zaman herbiriniz birer yaratıcısınız. Baktığınız şeyden yeni bir şey yaratma olanağınız var. Dolayısiyle insanın temel merkez olduğunu düşünürsek hepimiz birer yaratıcıyız. Bizi yaratacak şeyler nelerdir, bizim yaratacağımız şeyler nelerdir, ortak esinlenmeler, insana ait olan her şey bizi ilgilendirir O nedenle merkeze insanı alarak yola çıktığımı söyleyebilirim. İnsan ölçüttür.



ŞABAN AKBABA:Yazmak nasıl başlar, hangi etkenlerle beslenir ve nasıl bir eylemliliktir?

ÖNER YAĞCI: Bir insan öğrencilik yıllarında yaşamı iyi öğrenirse, gerçekten eğitim dediğimiz olay içerisinde, sadece ders kitaplarında yazılan şeylerle yetinmeyip, bunların dışında da öğrenilecek bilgi kaynağı var diyerek, yeni bilgi kaynaklarına ulaştıkça, bilgim arttıkça daha mutlu, daha huzurlu, daha güvenli ,insan olma bilincine daha yakın oluyorum diye düşününce insanın bilgisi çoğalıyor. Bilgisi çoğalan insan, bilgisini daha daha çoğaltmak için bir coşku, bir duygu, bir düşünce halkası yakalamış oluyor. İşte bir insan bilgisini çoğaltmak için ne kadar çok gözlem yaparsa, kitap okursa, sinemaya, tiyatroya giderse,dinletilere giders, müzik dinlerse; bunların her birinden bir şeyler öğrenir. Ne zamanki bu öğrenme sürecinde ben de bütün bu öğrendiklerimin toplamı içerisinde kendi gözlemlerimle insanlara bir şeyler aktarabilirim noktasına geldiği zaman yazma dürtüsü başlamış oluyor. Bundan önce asıl dürtü şudur: Bir insan kendisini ne kadar çok iyi tanırsa, kendisini iyi tanıdığı için, kendisinin yaşamla ilişkilerinde nasıl davranacağını da çok iyi bilir. Kendisini mutsuz edecek, kendisine acı, hüzün, sevinç, coşku verecek şeyleri de çok iyi tanır. Bir insandaki yazma isteği, yazma dürtüsü kendisini tanıma isteğinden başka bir şey değildir. Ben kendimi ne kadar çok tanırsam, yazdıklarımla kendimi ne kadar çok iyi anlatırsam, yazdıklarımla kendimi tanımak, benim gibi benzer duygular, benzer yaşam biçimleri, benzer düşünüşler taşıyan insanlar da yazdıklarımdan kendilerini tanımak için bir şeyler yakalayabilirlerse, o zaman yazma eylemi işlevselleşmiş demektir. Çünkü ben başkalarının yazdıklarından kendimi tanıyorum. Örneğin aşkın ne olduğunu kitaplardan öğreniyoruz. Sevginin ne olduğunu, mücadelenin ne olduğunu, dayanışmanın, öfkenin, alçaklığın; bütün bunların, dünya kuruluğundan beri tarihsel zaman dilimi içerisindeki çeşitli yaşanmışlıklardan örnekler alarak kitaplarla, ya da başka edebiyat ürünleri olarak önümüze çıkıyor. Çeşitli davranış biçimleri... O davranış biçimleri bende varsa, kendimi ona yakın hissediyorum, o kitap benim başucu kitabım oluyor ve daha çok öğreniyorum. Dolayısiyle bütün bu öğrendiğim birikimleri, eğer ben de başkalarına bir şeyler aktarabilecek ölçüde, kendimi tanımamın bir aracı olarak aynı zamanda bir şeyler yazabilirsem, benim özgürlüğüm ve mutluluğum artıyor demektir. Yazılan her sözcük, yazan insanın özgürlüğünü ve mutluluğunu çoğaltan bir şeydir. Okuyan açısından da benzer biçimdedir... Eğer okuyan kendisini, kendi yaşamıyla, ya da çevresindeki yaşamla ilgili bir şeyler bulabiliyorsa, öğrenebiliyorsa bir kitapta; özgürlüğe, mutluluğa bir adım daha atıyor demektir.Bu amaçla ne olması gerekiyor, kendisini tanıma istediğinin olması gerekiyor. Ondan sonra, edebiyat dille yapıldığına göre, dilini sevmesi gerekiyor. Edebiyat yapacağı dili çok çok sevmesi, o dilin kurallarını, gelişme yollarını, o dile kendisinin de katkı yapabileceğini, geliştirebileceğini bilmesi, zenginleşmesi için çaba harcaması gerekiyor. Bütün bu koşullar bir araya geldiğinde insanlar yazma isteği dediğimiz, üretkenlik dediğimiz olay başlıyor ve ardı ardına kitaplar çıkmaya başlar. Bir önceki kitabından yeni coşkular edindiyse bir yenisini üretmeye durur.

ŞABAN AKBABA:Aydın Şimşek sizin üretimlerinize de değinelim mi biraz? Bu bağlamda neler yaptınız, nasıl ve niçin yaptınız? Ayrıca sizin için yazma eylemliğinin anlamı nedir?

AYDIN ŞİMŞEK: Benim bir dergicilik serüvenim de var. Yazan genç insanların yazın dünyasına kazanılmasına bir olanak...Gündelik yaşamımızın içindeki sarsıntılar yüzünden inişler çıkışlar çok oluyor. Şiirin dışında, bu iniş çıkışlara ışık tutan başka kitaplar da yazıyorum. Beş tane şiir kitabım var. İki tane de şiirin dışında, araştırma. Günümüz hayatlarını da içeren, günümüz hayatlarının nasıl sığlaştırıldığını inceleyen kitaplardır bunlar. Yazma eylemi aynı zamanda bir düşünce eyleminin sonucudur. Düşünürken sadece kendimiz değiliz, her birimizin içinde başka kendiler var. Yani ben ve öteki aslında birbirini tamamlayan iki şeydir. Ben kendimi düşünürken aynı zamanda ötekini, yani seni, sizi;sizi, seni,yani ötekini düşünürken de kendimi düşünüyorum. Kısacası düşünmek zorundayız. Düşüneceğiz ki dünyada üç milyar çocuk okula gidemiyor. Konu bizi, sizi ilgilendiren bir konu. Çünkü birbiriyle ilgili. Bunların bir milyarı hiç okumamış, okula gidememiş; iki milyarı da vasıfsız okuyucu. Yani okulunu belli bir seviyeye gelmeden bırakmış. Onlar niçin bu durumda, bunu araştırmanız gerekiyor. Yine dünyada bir milyar çocuk açlık sınırında yaşıyor. Ben tokum, ama öbürü aç. Öbürü beni ilgilendirmiyor diyebilir miyiz?... Hayır. Bütün bu duyarlıklar nedeniyle de yazmak ve bütün bunlara duyarlı kalabilmek için de yazmak...

ŞABAN AKBABA: Teşekkürler Sevgili Öner Yağcı, teşekkürler sevgili Aydın Şimşek.

ÖNER YAĞCI- AYDIN ŞİMŞEK:Biz de teşekkür ediyoruz.

Bursa Kültür Bülteni(Dergisi)

Bursa Tüyap Söyleşileri 8.


ZEKİ GEZİCİ’YLE

BİZİM İÇİN YAPABİLECEKLERİNE DEĞGİN...

Bursa Tüyap’ın 2003 konuğu olmadıysanız, Tüyap’sız geçen bir haftanızı, yaşamınızdan çekilmiş bir diş gibi düşünebilirsiniz. Neyse ki ben ve arkadaşlarım Melek Kaya’yla Yusuf Yağdıran böylesi bir acıyı değil, tam tersine her biri birbirinden güzel altı günü bütün bir yılımıza yetecek kadar yoğun ve tadında yaşadık. O kadar ki onca da sık olmasına karşın oradaki anılarımızı anlatmakla bitiremiyoruz birbirirmize. Bu tatlı anılarımızdan birini de Şafak Yayıncılık standının yanından geçerken yaşadık.

-Sizin için neler yapabilirim diye sormaz mı, bembeyaz saçlı, ay gibi gülümseyen yüzlü biri. Bu ne kadar güzel bir yaklaşımdı anlatamam. Ne kadar çok etkilemişti bizi, donup kalmıştık üstümüze çağlayan gibi şorlayıp gelen sevgi selinin karşısında. Bir yüz ki, ancak o kadar aydınlık, o kadar sevimli, o kadar içtenlikli ve çekici olabilirdi!

-Bizim için bir şeyler söylerseniz, bizim için çok şeyler yapmış olursunu sevgili Zeki ağabey, dedim ben de.

Bunun üzerine söyleşimiz başladı.

ZEKİ GEZİCİ: Öyleyse şöyle başlayalım: Her şeyi bildiğini sananlar etrafında olup bitenlerin asla farkına varamazlar. Çünkü onların başları hiçbir şeyi göremeyecek kadar yüksektedir.

Söyleşiye başladık ama doğrusu ne ben onu doğru dürüst tanıyordum, ne de o beni. Belki yalnızca aynı dergilerde yazdığımız yazılardan ötürü imza olarak tanışıyorduk. Öyle olunca kısa bir tanışma gereği duyduk. Ama bunun söyleşimiz kesintiye uğratmaya gücü yetmedi. Bir iki tanışma tümcesinden sonra, onun büyük harflerle duvara yazılı sözlerini okudum ve espriyle de karıştırarak sordum, ne demek istiyorsun ağabey?

ŞABAN AKBABA: “Erkekleri şiir okumayan toplumun kadınları sevmeyi öğrenemezler.”

ZEKİ GEZİCİ:Şiirin beslemediği kadın ruhu bir mevsimlik çiçek gibi solar. Ha, bu ikisinin bir sonuç belgesi yok mu diyeceksiniz...Var tabi.

ŞABAN AKBABA; Nasıl bir sonuç belgesi, ne yazıyor o belgede?

ZEKİ GEZİCİ:Aşk evliliğin beşinci yılında başlar. Aşık olmak için birlikte yaşlanmak gerekir, diyor.

O arada Yusuf Yağdıran arkadaşımın güzel sabırsızlığı girdi devreye:

YUSUF YAĞDIRAN: Peki bu kadar şiirsel konuşan kişi şiir yazıyor mu?

ZEKİ GEZİCİ:Yazdıklarımın şiir olup olmadığını bilmiyorum.Ama benim yaşamımda hep şiirsel bir yan vardır. İnsan yaşamında zaten şiirin yeri yoksa o hayatı neden yaşar ki, bunu aklım almaz.

YUSUF YAĞDIRAN:Peki bireysel yorumunuz olarak, şiir nedir?

ZEKİ GEZİCİ:Her yüzyılın kendi iletişim yapısına ve üretim güçlerine göre şiir anlayışları da hep farklı olmuştur. Örneğin az önce söylediğim söz aslında bu “82 Anayasasına “hayır” oyu vermiş olanların aşka bakış anlayışıdır. “82 Anayasası’na “evet” oyu vermiş olanların aşk anlayışıysa genelde “evlilik aşkı öldürür” diye hemen bir kalemde silip atmakla özdeştir. Yani nasıl saksıdaki çiçek bakım isterse, kedi bakım isterse, mutfaktaki çanak, tabak da bakım ister. Onlar bakım ister de insan ilişkileri neden bakım istemesin.

ŞABAN AKBABA: Abi bekar mısınız?

ZEKİ GEZİCİ: Hiç benim gibi bir insanı bekar bırakırlar mı?

ŞABAN AKBABA: Haklısınız, kolay kolay bırakmazlar. Peki aşık mısınız?

ZEKİ GEZİCİ:Ha, onu nasıl anla... diyeceksiniz ki?

ŞABAN AKBABA:Niye bocaladınız?

ZEKİ GEZİCİ:Hayır, hayrı...

ŞABAN AKBABA:Ama evet, bocaladınız.

ZEKİ GEZİCİ: Hayır kabul etmiyorum, bocalamakla ilgisi yok. Aklıma hemen sizinle iletişim kurmak geldi. Diyelim ki evliliğinizin yirmi beşinci yılındasınız.Mutfağa girdiniz. Mutfakta eşiniz ne yapacak biliyor musunuz?... Patates yemeği. Patatesi soymuş, tencereye kıymayı koymuş. Kavuracak. Onu kavurabilmesi için soğan gerekli. Tam soğanı soymaya başlayacağı sırada siz diyorsunuz ki, hanım soğanın bile göz yaşlarınızı akıtmasına dayanamam. Onu ben doğrayabilir miyim? Böyle dediğiniz zaman işler değişir değil mi? Ayrıca, bu da bu aşkın bir biçimde tanımı olsa gerek. Çünkü kuru soğan bile üç ayda yetişir biliyorsunuz. İnsan ilişkileri ancak çok uzun bir sürede bir anlam ifade edebilir.Bakıyorsunuz adam son model arabasında... Fakat iletişim kurduğunuzda anlıyorsunuz ki, bu vatandaş İsa’dan dört bin yıl öncesinde Suriye’de, ya da Lübnan’da, ya da Kafkaslarda yaşamış bir insana ne kadar benziyor. Kullandığı araçlar gereçler bu yüzyıla ait. Ama aslında o geçmiş yüzyılların kültürlerinin bir fosili olarak yaşıyor aramızda. Bunun en ünlüsü de 1960’lı yıllarda... İnsanoğlu aya ayak basmamış. Bu sırada Amerikalılar, yada Ruslar daha dünyanın çevresinde dönüyorlar. Siz dünyanın, insan neslinin ulaştığı en yüksek noktadasınız.Teknolojik olarak, bilim olarak, insanlık olarak... Oradan insanlığa mesaj gönder diyorlar. O bilim adamı, o son teknolojiyi kullanan geri zekalı ne diyor biliyor musunuz?... Tevrat’ın birinci cümlesini söylüyor:” Başlangıçta Allah yeri ve göğü yarattı,” diyor. Kullandığı teknoloji, yaşadığı devir böyle; ama kafa yapısı itibariyle hala geçmişin bir fosili olarak aramızda.

Zamanımız kısıtlıydı, çünkü bir panele yetişecek ve orada çekim yapacaktık. Bu yüzden ayrılmak zorundaydık. Öyle de olsa sanki Zeki Gezici’nin sözlerindeki yoğunluğun azalmasını da istemiyorduk. Çok farklı bir bakış açısı, yaklaşımı ve dupduru bir konuşması vardı. İyi ki onu da görüntülediğimiz kültür insanlarının arasına katmışız. Bu sevincimizle kendisine teşekkür ederek ayrıldık.

ŞABAN AKBABA:Güzel yüreğine, tatlı diline, engin bakışlarına, sevgine bereket sevgili Zeki Gezici.

ZEKİ GEZİCİ:Ben de sizlere teşekkür ederim.

Bursa Kültür Bülteni(Dergisi)

Bursa Tüyap Söyleşileri 9.
RAGIP ZARAKOLU’YLA

İLGİNÇ YAYINCILIĞI ÜZERİNE

ŞABAN AKBABA:Ülkemizde kültüre sanata uzun yıllardan beridir önem veren bir değerimiz olarak Ragıp Zarakolu’yu biraz daha yakından tanımak istiyoruz. Bize biraz kendinizi anlatır mısınız?

RAGIP ZARAKOLU: Yazarlık yaşamım 1968’de Alp Dergisi’yle başladı. Daha sonra çeşitli gazete ve dergilerdeki yazılarımla çalışmalarım sürdü. Bunun dışında editörlük, yayın yönetmenliği yaptım. “Dünyada Neler Oluyor” yıllığının yayın yönetmenliğini ben yapmıştım. Fransa’da yayınlanan önemli bir kaynak kitaptı. Daha sonra “Türkiye Sorunları,” “Dünya Sorunları”, “11.Tez” gibi dergilerin editörlüğünü üstlendim. Özgür Bakış, Yeni Gündem gazetelerinin yayın yönetmenliğini yaptım. Hem kuramsal dergiler, hem yıllıklar günlük gazete olarak bir sürü yayın organında emeğim oldu. Bu çok keyifli bir iş, bir tutku... Bunların yanında bir tutku da kitap tabii. Kitap sevgisi ve kitap yayıncılığı. Değişik yayınlar yapmaya çalıştım. Daha çok da farklı olanı, bilinmeyeni ulaştırmaya çalıştım Türkiyeli okurlara. Özellikle Mari Nostrum adlı bir edebiyat dizimizde Akdeniz çevresindeki edebiyatlarına öncelik verdik, bir de Anadolu coğrafyasının edebiyatlarına. Bu alanda Yunan, Ermeni, Yahudi, Arap, İtalyan edebiyatlarından ürünler yayınladık. Seri nedeniyle yayınevimiz oldukça iyi bir yankı ve ödül aldı. “Abdi İpekçi (Türk_Yunan Dostluk) Ödülü... Bunun dışında düşünce özgürlüğü ve insan hakları alanlarında çabalarımız oldu. Bu çalışmalarımız nedeniyle de “Dünya Yayıncılar Birliği Ödülü”nü aldık, 1998 yılında. Bazı yayınlarımızdan söz etmek istiyorum. Örneğin “12 Eylül Rejimi Yargılanıyor” adlı yayınımız önemli. İnsan Hakları Derneği’nin kurucu başkanlarından Akın Birdal’ın bir kitabını, Doğan Akhanlı’nın Talat paşa Davası, Akdeniz edebiyatı bağlamında ilk kez İstanbullu büyük ozan Zahrab’ın, ki 27 dünya diline çevrilmiş,Orhan Veli’nin de arkadaşı olan bir şairdir, kitabını yayımladık. Nazım’ın bayan arkadaşı Ermenistanlı şair Silva Gabudikyan’ın Sevgi Şiirlerini, Bederttin Aykın’ın şiirlerini falan... Kames Joll’un Savaşa karşı çok önemli kararlar da almış olan “II.Enternasyonal” adlı kitabını... Eğer o kararlar yaşama geçirilebilinmiş olsaydı belki de bugünkü savaşları yaşamayacaktık. Biz hümanist bir anlayışla Anadolu coğrafyasındaki kültürel farklılıklara sahip çıkıyoruz ve hepsini kendi mirasımız olarak kabul ediyoruz. Bu kültürel değerleri yeni kuşaklara aktarmak ve böylece Anadolu hümanizmasının yeşermesine katkıda bulunmak istiyoruz. Müslüm Yücel’in İbrahim ve Harran Gizemi’yle o yöre, Orhan Çelik’in Sağırtaş’ıyla Ağrı yöresi ele alındı, Hemşin’in Gizemi adlı yayınımızla da Karadeniz kültürünü ele aldık.

ŞABAN AKBABA: Sürekli yenilik, değişiklik çok seslilik getirmeye çalışan bu çabalarınız ve ürünleriniz toplumumuzca nasıl karşılanıyor?

RAGIP ZARAKOLU: Gerçek okur bizi çok iyi tanıyor. Büyük bir ilgiyle karşılaştık. Bizim kitaplarımızı okuduktan sonra olaylara, sorunlara daha farklı bakmaya başladıklarını söyleyenler var. Empati duygusu çok önemli. Yani kendilerini ötekilerin yerine koyabiliyor ve bunun getirdiği farklılıkla bakmaya başlıyorlar yaşama. Bu türden çalışmalara, yayın yapmaya devam edeceğiz. Anadolu’daki farklı kültür mirasını aktarmaya devam edeceğiz.

ŞABAN AKBABA:Sayın Ragıp Zarakolu bütün bu çalışmalarınızla toplumumuzun nasıl bir bilinç sahibi olmasını hayal ediyorsunuz, ya da nasıl bir ütopyanız var?

RAGIP ZARAKOLU:Biz şu anda bu coğrafyada buluşmuş vaziyetteyiz ve burada var olan her şeyin mirasçısı bizleriz. Tarih belli bir tarihten, örneğin 1071’den başlamaz. 1453’ten de başlamaz, ya da diyelim 1920’lerden de başlamaz. Binlerce yıllık bir coğrafyanın bugünkü çocuklarıysak o coğrafyanın bütün kültür miraslarını sahiplenmek durumundayız. Buraya yabancılaşmamız gerekiyor. Türkiye Amerika’nın elli ikinci eyaleti değildir. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu üçgeni arasında son derece önemli bir kavşakta yer alan ve son derece önemli bir geçmişe sahip olan bir ülke. Diyorum ki, bu tarih bilincini yeni kuşaklara aktaralım ve bu tarih bilincine sahip olan kuşaklar aynı zamanda bir hümanizma anlayışına da sahip olacaklardır. Çünkü Anadolu’nun temel özelliği de miras olarak hoşgörü ve farklı inanışların, farklı yaklaşımların bir arada yaşama becerisini göstermesidir.

ŞABAN AKBABA: Bu olgu tartışmalı olmakla birlikte, “mozaik” olarak da tanımlanmaktadır, değil mi. Anadolu mozaiği...

RAGIP ZARAKOLU: Tek Renk Türkiye’nin coğrafyasına uymaz. Bunu ayrıca yoksullaştırır. Bence “tektipçilk” olduğu için yanlış bir yaklaşımdır. Bu aynı zamanda Türkiye’deki canlı bir demokrasinin de temelini oluşturur.

ŞABAN AKBABA: Sayın Zarakolu, “demokrasi” diyerek çok da güzel bir parantez açtınız. Mutlaka ki bu konuda, yayınlarınızla, yaşamımızın fonunda, görünmeyen yüzünde felsefik bir katkı da yapıyorsunuz. Bu çok ciddi, bilinçli bir proje gibi geldi bana. Yani demokrasi felsefesine de ciddi katkılar yapıyorsunuz ki, ülkemizin buna acil gereksinmesi var. Bu bağlamda nasıl düşünüyorsunuz?

RAGIP ZARAKOLU: Demokrasi birlikte yaşama kültürüdür. Sevmesen bile birbirine saygı gösterme kültürüdür. Ancak insanların birbirini sevmesini de arzu ederiz elbet. Birbirimizi tanıdıkça farklılıklarımız içinde birbirimizi daha çok seveceğimizi, birbirimize daha çok güveneceğimize de inanıyorum ki, sevgi ve karşılıklı güven güçlü bir demokrasinin temelini oluşturur. Yani bu farklı kimliklerle farklı ve çok zengin bir ziyafet sofrası oluşturmaya benzer. Herkese ayran, bulgur yiyeceksin diye dayatırsan ki, ben bunları severim, ama yoksullaştırmış olursun. Ben sonuç olarak zeytinyağlı yiyecekleri de çok severim. İlla ki et yiyelim demeyelim.

ŞABAN AKBABA:Bir sentez yapalım, değil mi?

RAGIP ZARAKOLU:Evet, o zaman daha sağlıklı oluruz. Cinsel sağlığımıza da kavuşuruz, toplumsal paranoyalarımızdan kurtuluruz. Korkularımızdan arınırız.

ŞABAN AKBABA: Bütün bunlar güzel Sayın Zarakolu, ama hemen yanıbaşımızda bir savaş var. Bu olumsuz gündemi nasıl değerlendiriyorsunuz?

RAGIP ZARAKOLU: Biz hem de birkaç yıl önceden Yıldız Sertel’in Savaş Rüzgarları” adlı kitabını yayınlayarak bu soruna dikkat çektik. Çünkü deprem gelmeden önce gelen öncü sarsıntılar hissediliyordu. Dünyadaki büyük güçlerin silah sanayiine yaptıkları yatırımları, talepleri, izledikleri politikaları böyle bir sonucu kaçınılmaz kılıyordu. Türkiye, Anadolu coğrafyası çok iyi bilir savaşın ne olduğunu. Çünkü I. Dünya Savaşı yıkımında en ağır kayıp veren coğrafyadır. Biz tekrar aynı tarihi yaşamak istemiyoruz. Seferberlik, salgın hastalıklar, sürgünler, Allahuekber Dağlarında, orada burada askerlerin kırılması, sivil halkın çok ağır saldırılara uğraması, halklar arasındaki çelişkilerin yeşermesi; hepsi bunların savaş politikaları nedeniyledir. Barış politikalarını öne çıkarırsak bu tür tahriklerden de kurtuluruz. Bu nedenle bu tür yeni savaş politikalarını çok tehlikeli buluyoruz. ABD’nin Orta Doğu’ya el atmak için planladığı bu saldırıları reddediyoruz ve bu coğrafyadaki ortak yaşama kültürünün bu sorunları çözeceğine inanıyoruz. Birinci Dünya savaşından bu yana ve soğuk savaş yıllarında ne yazık ki bu kültür emperyalizme kurban edildi. İlginçtir bu bedeli hep Orta Doğu coğrafyası ödedi bu bedeli. Yeter diyoruz artık Bir Filistin sorunu, bir Lübnan iç savaşı, diktatörlük rejimleri hep bu paylaşım kavgalarının ürünüdür. Barış her şeyi çözer diye düşünüyorum.

ŞABAN AKBABA:Yayınevi olarak bilimsel, sanatsal, tarihsel yapıtlara ağırlıklı yer veriyorsunuz. Siz de bir sentez düşünüyorsunuz, ben de... Bilim ve sanatın ilişkisi, ya da birbirini etkilemesiyle ilgili, ikisini bir atmosferde düşündüğünüzde siz ne yapmak istiyorsunuz, bilim ve sanatın bağı nedir?

RAGIP ZARAKOLU: İkisi de yaşama ve insana ait alanlar ve ikisi arasında çok önemli, diyalektik bir bağ var. Ben diyalektik materyalizmi benimsemiş bir insan olarak sanatla bilim arasında gerçekten insanın düşünemeyeceği kadar yakın bağlantılar var diye düşünüyorum. Sanatta da nasıl bilimsel bir tavır olması gerekiyorsa temelinde ciddi bir metod,ciddi bir bakış, sistematik çalışma; aynı şekilde bilimde de bir sanatçı tavrının, bir estetik tavrının olması gerektiğine inanıyorum ki, ürünlerine baktığımız zaman dünyada aynı zamanda bir filozof Einstein gibi, aynı zamanda bir yaşam felsefecisi olduğunu, yaşam estetiği geliştirmekten, barıştan yana olduklarını görüyoruz. İkisi de dünyayı ve yaşamı daha güzel, daha yaşanılır kılmak için gösterilen çabalardır.

ŞABAN AKBABA:Diyebiliriz ki, çağın insanı yalınkatlıktan kurtulup çok boyutluluğa, bütün bir insan olmaklığa ulaşabilendir. Öyleyse hem bilimsel, hem de sanatsal verilerden eşit oranda beslenerek büyümek, gelişmek ve yaşamak zorundadır.Ne dersiniz?

RAGIP ZARAKOLU: Aynen katılıyorum.

ŞABAN AKBABA:Teşekkürler Sayın Zarakolu, bu güzel söyleşi için.

RAGIP ZARAKOLU: Ben de size teşekkür ediyorum.

Bursa Kültür Bülteni(Dergisi)

Bursa Tüyap Söyleşileri 10.


Yüklə 5,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin