Örneklerle



Yüklə 5,79 Mb.
səhifə24/58
tarix31.10.2017
ölçüsü5,79 Mb.
#23511
növüYazı
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   58

BURHAN GÜNEL

ÇOCUK- YAZINININ SOSYO-PSİKOLOJİK ARKA PALANI

Çocukken de büyük bir yaşamı oldu Burhan Günel’in. Öylesine karmaşık, derin, renkli ve hüzünlü yaşadı ki kıpkırmızı bir gömleğe dönüştü gençliği, olgunluğu ve yazarlığı. Yaşlanamadı. Hep çocuk kalmak istediği için bunu istemedi. Çocukluğunun en güzel renginde durmak istedi hep; kırmızıda. Ben de ona en yakın olduğum anları onun kırmızı gömleği ve kırmızı atmosferi içinde geçirdim. Orada, Antakya’da da. Kıpkırmızı. Benim de en sevdiğim renktir çünkü. Coşkudur anlattığı, hazdır, hızdır, devinimdir, bereket ve sevdadır. Devrimdir en temelindeki de.

Çocukluğunu itiraf ediyor Burhan Günel: ”Çocukları çok sevdim,” diyor; yazarlığımda en uzun soluklandığım duraktır.” İyi ki bu durakta uzun uzun soluklanmış. Çünkü o da çok iyi biliyordu ki “çocukluğu ve gençliği olmayan yazın ve sanatın büyüklüğü de olmaz! Ve yine çok iyi biliyordu ki “bütün bir yaşamımız çocukluğumuzdan ibarettir.

Şöyle bir söz var: “Çocuklar geleceğimizdir….” Bu, doğru değil. Çocuklar öncelikle bugünümüzdür. Çünkü öncelikle onların bugünü önemlidir. Onlar bugünlerini çocukluklarına yakışır biçimde ve doyasıya yaşmalıdırlar. Ancak o zaman geleceğimiz olabilirler. Çünkü ancak o zaman psikolojilerinde boşlukları, kişiliklerinde gedikleri olmadan, bütünsel anlamda büyümüş olurlar. Ancak o zaman traji komik büyükler olarak yarım yamalak, hastalıklı davranışlar sergilemez, yaptıklarıyla üstümüze güldürmez, yüzümüzü kızartmazlar.

Antakya’da doğmuş. Evrensel kültür ortamında. Bu, onun için başlı başına ve doğal bir kazançtır. Bir insan düşünün ki doğduğu an gözlerini insanlarının davranış biçimindeki dinginlik, hoşgörü ve sevgiye açıyor. Bu dinamikle başlıyor yaşamına. Bazen uzaklaşıyor, yepyeni ve farklı kültürler giriyor çocukluğuna, sonra yeniden dönüp pekiştiriyor çocukça sezgilerini. “Dost Eller” adlı çocuk romanının, değişik bir pencereden, Hatay kültürünü yansıttığını düşünüyorum. Çünkü, insan sevgisi, paylaşımı ve destek gibi insana dair, olması gereken izlekleri konu edinir bu romanında.

Ankara; başka bir kültürel ortam. Orada bozkırın davranışları egemen insana. Daha sert ve daha kararlı. Burada tanık olduğu, çocukluğuna sindirdiği davranış biçimlerinin en çarpıcı örneklerini de kendisi Işık Kansu’ya anlatıyor. “Geçmişin derin kuyusu” olarak betimliyor o zaman kesitini. “Geçmişin derin kuyusuna salınan ipe takılan ilk anı Ankara Topraklık’tan. Derme çatma bir gecekondu. Çatısı yağmura hiç mi hiç dayanmıyor. Dam aktığında gömme pencereye koyuyorlar beni. Önüme de bir parça ekmek. Nem ve küf kokusu… O evden taşınma da yer etmiş aklıma. Eşyalar bir at arabasına yüklenmiş. Ancak bir itiş, kakış. Annemle babam, kira yüzünden olacak bir takım insanlarla çatışıyorlar. Ortadaki mangal bir bu tarafa bir öbür tarafa çekiştiriliyor. Sonunda araba devriliyor, eşyalar ortaya saçılıyor….” Yoksul bir aile çocuğunun başından geçenleri anlatan ilk çocuk romanı, “Evcilik Oyunu” ve daha sonra yayımlanan “Penceredeki Çocuk” tam da onun Topraklık yıllarının özdeşleridir.

Burhan Günel’in bu anlatımında birkaç önemli betim ve kavram var: “Derin kuyu”, “bir parça ekmek”, “nem ve küf kokusu”, “taşınma”, “itiş, kakış”, “bir o yana bir bu yana çekiştirilen mangal”, “devrilen araba” ve “saçılan eşyalar”…

Tam da bu olaylardan sonra Ermenek’e taşınıyorlar. Orada da şunları yaşıyor. Annesiyle babası sıkı sık akşam gezmelerine gidiyorlar. Beş yaşındaki Burhan Günel ve kardeşini evde bırakıyorlar. Yangın çıkmasın diye gaz lambası da söndürülünce heyula gibi bir bağ evinde kardeşiyle birlikte büyük bir karanlığı ve yalnızlığı yaşıyor. Çalışan annelerin evde yalnız büyüyen çocuklarını konu alan “Yalnız Değilsin Artık” adlı çocuk romanı aslında onun çocukluğunun romanıdır.

Burhan Günel’in bu yaşamından damıtarak bütün bir ömrüne yatırdığı betimlerden de şunlar ilgi çekici: “Beş yaş”, “karanlık”, “yalnızlık”, korku” ve “Maceralara açılan…” evin bahçe kapısı. Ayrıca çeşitli bitkiler, böcekler ve özellikle de arılar. “Arıları kanatlarından yakalardım ama yine de vızıltıları kesilmezdi,” diyor o bahçeyi anlatırken. “Penceredeki Çocuk” adlı çocuk romanındaki “küçük arı vız vız vız”, tam da çocukluğundaki arıları anlatır. Ayrıca “Yalnız Değilsn Artık” adlı romanında da bence o bahçenin etkisi ve izleri var. Bu yapıtında hayvanlarla dostluğun güzelliğini anlatırken, yaşadığı yalnızlıkların aksine “güven” duygusunu geliştirmeyi amaçlıyor. Bu da onun çocukluğuna ve ona öyle bir çocukluk yaşatan düzene tepkisinin bilinçli gereği ve sonucudur.

Bunlara eşlik eden en önemli etkenlerden biri de annesiyle babasının geçimsizlikleri ve babasının iş yaşamındaki başarısızlıklarıdır. Ayrıca annesinin belli bir süre onu terk etmesi, babaannesinin ona acımasız davranması ve sürekli olarak çeşmeden su taşıtması gibi çocuk psikolojisini paramparça eden yaşantıları da kattığımızda Burhan Günel’in kendini ifade etmesinin, hatta iç dünyasındaki yıkıntıları onarmasının ne kadar gerekli olduğunu daha iyi anlıyoruz.

Ve tam da çocukluk sürecinin sonlarında yeniden Hatay kültürüne, İskenderun’a dönüş. Bu kasabada, oldukça da uzak olan okula yayan gidip gelmek zorunda kalması, yağmurlarla cücüğü çıkıncaya kadar ıslanması ama “yine kanala düşmüşsün” denerek haksızlığa uğratılması… Yaşamının bu kesitini sık sık dile getirirken “haksızlık” kavramını kullanırdı.

Daha sonra Konya Ereğli’sinin Ayrancı bucağı ve ilk aşkı Nezihe giriyor çocukluğuna. Dördüncü sınıfta yeniden Konya ve ikinci aşkı Bilge… En büyük ezikliği yaşadığı yıldır o yıl. Sevdiği kız Bilge sınıfın zengini Burhan Günel’se en yoksulu. Bilge’nin ilgisi sınıfın en çalışkanlarından Ahmet’e… Burhan Günel bu döngüyü aşamıyor. Yıllar sonra bile o burukluğun sözcükleri dökülüyor ağzından.

Bilge aşkı onun muhteşem yazarlığının başlangıcı gibi gözüküyor. Çünkü sürekli olarak ona şiirler yazıyor. Sınıf kitaplığındaki bütün kitapları okuması da şiir yazma serüvenine koşut sürüyor. “Yazmaya ilgim önce annem için, sonra da tutulduğum kızlar için yazdığım şiirlerle başladı” diyor.

Bir de şu sözü var Burhan Günel’in: “Babam çok iyi bir anlatıcıydı. Binbir Gece Masallarını anlatırdı.”

Çocukluğunun en ilginç yanlarından birileri de onun sürekli ve etkili gözlemleridir. Gördüğü, yaşadığı her şeyi iğneden ipliğe, didik didik ederek inceler ve onlarla kimi zaman düşsel kimi zaman da gerçek oyunlar oynar. “Doğa Ana’ya Yolculuk” ile “Doğa Ana İle Tarih Baba “ adlı kitaplarına yansıyanlar da onun bu gözlemlerinin ve etkileşimlerinin sonucudur.

Çocuklar için yazdığı romanların birçoğunun ismi bile Burhan Günel’in çocukluğunun beslediği, doğurduğu isimlerdir: “Evcilik Oyunu”, “Penceredeki Çocuk”, “yalnız Değilsin Artık”, “Doğa Ana…” Aynı biçimde, çocuklar için yazdığı yedi öykü kitabındaki onlarca öyküde de, o öykülerin kendi başlıklarında ve yer aldıkları kitapların başlıklarında da onun çocukluğundan izler, etikler, kalıntılar buluruz: Güvercinler, Direnç, Kelebekler Uçar Gider, Unutmadım, Büyük Adamın Oğlu, Sevinç Dolu Bir Akşam, Kayısı Ağacı, Gölgesi Gül, Gazozcu Çocuk, Sıcak Yaz, Kiralık Ağaçlar…

Önemsediğini söylediği ilk roman çocuk klasiklerinden Pol ve Virjini’dir. Ama kendisini yazma kararlılığına götürense Romain Rolan’ın kitapları olur.

Bir de bilimsel bir gerçeklik var. Ünlü psikolog Jean Piaget’in dünya psikoloji okullarınca da kabul gören deneysel teorisine göre; insanın kişilik ipuçları 3 ile 6 yaş arasında oluşur. Daha sonraki koşullar bu ipuçlarını belki biraz sivriltebilir ya da biraz köreltebilir; ama asla ortan kaldıramaz.

Bütün bu sosyolojik, psikolojik verileri ve bilimsel teorileri üst üste koyup bir dürbün yaparak baktığımızda Burhan Günel’in çocuk yazınına neden bu kadar çok önem verdiğini ve bu alanda örnek yapıtlar ürettiğini çok daha iyi anlıyoruz. Diğer yapıtlarındaki çocuksulukları, çocuklukları, daha da önemlisi; postmodern sanatın bilerek göz ardı ettiği, çocuk içtenliğini göz önüne aldığımızda, anlıyoruz ki Burhan Günel yazarlığıyla da hep bir devinimin, dönüşümün savaşımını vermiştir. Çocuk kitapları yazmasının en önemli nedeni bu sonuçtur. Çünkü bütün bir yaşamımız çocukluğumuzdan ibarettir.

Çocukları ve çocukluğu ihmal edilmiş hiçbir canlının istenen düzeyde olgunlaşması, değişim ve dönüşüm sağlaması; böylesi bireylerden oluşan toplumların da gelişmesi, uygarlaşması, dünya toplumları içinde kendine saygın bir yer edinmesi beklenemez. Olanaklı da değildir.

Çocukluğunu büyük yaşayan Burhan Günel, çocuk edebiyatındaki varlığıyla da büyük bir bilincin ve büyük bir hedefin yazarı olmuştur. O, yaşadığı günden ötelere, ileri zamanlara kalmak ve o zamanların yaşanabilir bir dünya olarak yaşanabilmesi için; yaşadığı günün çocuklarının ve gençlerinin iyi ve çok okuyan, birikiminin bireşimini yapabilen, bu başarının sonucu olarak bireysel ve evrensel doğruları yakalayabilen, insanın ve toplumların yanlışlarını görerek onların iyiye, güzele, barışa, sevgiye doğru evrilebilmesi için çaba harcayan ve bunu da başaran bireyler olarak yetişmesi için ömrünü adamış bir yazarımızdır.

Emeği asla boşa gitmemiştir, boşa gitmeyecektir. Saygıyla anıyorum.



KÜÇÜK KUMLA’NIN GİZİ:

Heykelin Evrensel Görkemi ve TANKUT ÖKTEM

Erdem” nedir? diye soracak olursanız; o her şeyden önce benim takıntımdır, sonra da “güzel davranışların toplamıdır” derim. “Erdem” kimdedir? diye soracak olursanız; örneğin Tankut Öktemde’dir, derim.

Tankut Öktem nerededir?

Orada, Gemlik Körfezi’nde bir yerde, yani ki Küçük Kumla’da... Yaptığı heykellerin çoğusunu önce onun kıyısında sergilediği Marmara Denizi’nin Samanlı Dağları’yla kucaklaştığı kirli eteğinin yeşil yanında...

Dehşetli bir gerçek!

Çünkü o ululuslararası bir değerimiz ve orada, kulağımızın dibinde.

Üstelik erdemli mi erdemli! Yüksünmüyor, sizi, son derece de alçak gönüllülükle, alçakgönüllü evine kabul ediyor, hizmetlisine çay, kahve getirttiriyor; sorularınızı gür sesiyle yanıtlıyor. Konuşuyor, konuşuyor... Konuştukça bal akıyor dilinden, güzelliğinin gizemli gizlerinin ürünü olan sanat yapıtları canlanıyor her tümcesinde. Heykeller, heykeller... Devasa heykeller!... On metre, on sekiz, altmış beş, 156 metre yüksekliğinde... Heykellerinin onurlandırdığı yerleri öğreniyorsunuz, gözleriniz faltaşı gibi açılıyor; Türkiye, Almanya, Kore, Kıbrıs, Avusturalya, Libya, Macaristan, Amerika... Küçük Kumla, Bursa, Kastamonu, Ankara, Uşak, İzmir, Zonguldak, İstanbul, Çanakkale, İnegöl, Afyon, Sivas, Gökova, Samsun ve diğerleri.

İyi de Bursa’nın, kulağının dibindeki bu evrensel değerden haberi var mı, tanıyor mu onu?... Ya okulları?... Ona öğrenci götürüyorlar mı, onu davet edip dinliyorlar mı?

Öyle, ya da böyle Tankut Öktem gerçeği, büyük sanatsal üretimler, uluslar arası kabul görmüş büyük heykeller olarak orada, Küçük Kumla yalısında bir zeytin bahçesini süslüyor. O kadar ki, zeytin ağaçları mı heykel açmış, heykeller mi zeytine durmuş diye düşünekalıyorsunuz orada. O kadar ki, koskocaman Bursa’da, hatta Türkiye’de heykellerini sergileyebileceği galeri bulamıyor. Üç yıl önce olduğu gibi, Ahmet Vefik Paşa’nın önündeki caddde sergilemek zorunda kalıyor örneğin. Bu yüzden Bursa da onore olur diye düşünerek;

BURSA TANKUT ÖKTEM KÜLTÜR VE SANAT MERKEZİ” diyorum kendisine söyleşirken, “ne dersiniz?

Bu beni gururlandırır.Altmış yıllık birikimimi insanlara, öğrencilere aktarabileceğim, halka sergileyebileceğim bir yer güzel olurdu elbet,” diyor ışıklı gülümseyerek.Çünkü o aynı zamanda gülümsemenin ve hatta kahkahayla gülmenin de ustası.

Bir o kadar da paylaşımcı: ”Hayatım boyunca hep iyi insan olmaya çalıştım,” diyor bu konuyla ilgili soruma karşılık. “Herkese yararlı olabilen, toplumsal sorumluluğunu kavrayabilen, kimseye zarar vermeyen, başkalarına karşı cömert, kaynaklarını diğer insanlarla da paylaşabilen bir insan olmak..”

Annesi onu yeteneklerle donatmış olarak doğurmuş. O kadar ki bir yaşındayken resim, iki yaşındayken heykel yapmaya başlamış, beş yaşında da “harika çocuk” seçilmiş. “Ancak,” diyor Tankut Öktem,” memur çocuğu olduğum için arkası olmayan insanlar sınıfından sayılmış olmalıyım ki, İdil Biret’le, Suna Kan’la birlikte yurtdışına göndermediler.Onlar gitti, ben kaldım.” Öylede olsa o, “Tankut Öktem” olmayı başarmış. “Geriye dönüp bakıyorum da, acaba bu yoğun çalışmamın altında yatan nedenlerden bir tanesi de kendimi anneme beğendirmek, ya da onu mutlu etmek miydi?” diyerek bir başka güzel yanını, anne sevgisiyle dolu olduğunu ortaya koyuyor.

Yaşama çok yönlü yaklaşan, onu öyle kavrayan bir kişiliğe sahiptir Tankut Öktem. Belki de heykel sanatını seçmiş olmasının altında bu neden vardır. Bu bağlamda bir soru sorduğumda,” heykelin dördüncü boyutu da vardır,” diyerek yanıtlıyor. “Mimari yapısı vardır, resimsel yapısı vardır. Perspektifi kullanarak derinlik elde edebiliyor. Belki de bütün bu nedenlerden ötürüdür ki, heykelin müthiş bir terapi etkisinin olduğunu, insanları heyecanlandırdığını ve akıllarda kalıcı olduğunu söyleyebilirim.”

Evinin önündeki küçük bahçede başlayan söyleşimiz, atölyesinde ve sergi yeri olarak kullandığı zeytinlikte sürdü. Orada masanın üstünde küçük bir heykelcik vardı. Merak edip sorduğumda, ”Nazım’ı, (bir sürü kavgalardan sonra İzmir’e dikilen heykelden sonra) bir kez daha heykelle anlatmak, ama çok yönlülüğüyle anlatmak” istediğini söyledi. Bu bağlamda heykel anlayışıyla ilgili açıklamalar da yaptı: ”Heykellerimde ifadeyi öne alırım. Ancak örneğin yurtdışı çalışmalarımda soyut, çağdaş sanatla ilgili eserler de yarattım,” dedi. Biliyoruz ki bu anlamda yarattığı en güzel örneklerden biri, kendisine on dünya heykeltıraşı arasına girebilme onurunu da veren ve Seul’deki bir kültür-sanat merkezinin önüne dikilen çalışmasıdır. Almanya’nın Stutdgart kentindeki bir alanı süsleyen heykeli de öyle.

Tankut Öktem’in heykellerinde öne çıkan bir başka güzellik de kadınlara sıkça yer vermesidir. Gerek Kurtuluş Savaşı’nda gerek de barış Türkiye’sinin sosyal yaşamımda kadınlar heykel sanatı dünyasında da yerlerini almaktadırlar. Elbette ki bu onların hakları ve saygınlıklarıyla ilgili süregelen savaşıma bir destektir, katkıdır.

Dünyanın pek çok üniversitesindeki ilgili derslerde okutulan “Tankut Öktem Heykelciliği”, çok iyi farkında olmasak da ülkemiz için bir gurur kaynağıdır. Gerçek bu. Evet, ama öyle de olsa Tankut Öktem, ülkemiz medyasından pek da hoşnut değil. Televole, Telekıritik, Futbol izlenceleri, vurdulu kırdılı, seksi, paranoyak filmleden sıra mı geliyor ki, Tankut Öktem de hoşnut olsun.Bütün bunlar bir yana, “büyük, en büyük putları yaptığı için” taşlandığı ve hatta atölyesinin yakıldığı, heykellerinin tahrip edildiği ve hatta Sivas’ta olduğu gibi yakıldığı da olmuştur.

Gerçekten, tıpkı heykelleri gibi, tıpkı alçakgönüllülüğü kadar büyük bir sanatçımızdır Tankut Öktem. O kadar ki artık imzasını dağlara atmaya hazırlanıyor. “Bana granitten dağlar lazım,” diyor. “Örneğin iki yüz metre büyüklüğünde heykeller yontmayı tasarlıyorum.”

Büyük imzasıyla insanoğlunun yarattığı iki büyük değeri, bilimi ve sanatı hiç mi hiç unutmuyor; heykellerinin pek çoğunda mutlaka bilim insanları, sanatçılar, kadınlar ve kitap var. Bir de ateş... Bir sanatçı prefosör olarak alanlarda halka, üniversitede öğrencilerine bütün bunların ciddi ve değerli sentezlerini, sentezlerin sonuçlarını göstermekle ülkemize büyük bir iyilik yaptığı için ne mutlu ona ve ne mutlu bize!

Düşünen Adam”ın yaratıcısı heykeltraş Rodin gibi, her biri öbüründen daha akademik, daha usta, daha heykeltraş kırk yardımcıyla değil, beş,on köylüyle heykel yapan Tankut Öktem anılmaya değer doğrusu.



Birileri de çıkıp onun keykelini yapsa, diyorum. Çünkü o bunu çoktan hak etmiştir.

FEVZİYE KÖYÜ VE

ALMAN DEĞİRMENİ

“Şu Almanlar ne yapıp eder, eğlenmeye ve bu arada da tanıtıma bir tutamak bulurlar.” Böyle diyerek takılırdım arkadaşım Hamburg’a. “Yumurta Bayramı”, ”Bahar Ateşi”, ”Mühlefest, Değirmen Şenliği)”, ”Stadtteilfest, Mahalle Şenliği”, “Weinfest, Şarap Şenliği”… derken yılın belli zamanlarında eğleniyor; yiyip içip dans ediyorlar.

Avrupa ve Alman kültürünün zengin, ince ayrıntılarını oluşturur bu etkinliklerde sergilenenler. Örneğin Almanların tanıtım olayına, turizme ne kadar çok önem verdiklerini, bunu nasıl tasarladıklarını, planladıklarını ve nasıl yaşama geçirdiklerini gösterir. Tanıtılmak istenen, reklam edilmek istenen şeyin nasıl ilginç hale getirilebileceğini, nasıl pazarlandığını…

Ulusal, ya da yerel düzeyde yaşam geçirilen bu türden etkinlikler bir yana, yalnızca bir “Stadtteilfest,Mahalle Şenliği”ni bile ele alıp açımladığımızda bir hayli ders verici ayrıntılarla karşılaşıyoruz.

Her kentin, hatta her mahallenin ayrı bir tarihte, kendine özgü farklı etkinliklerle yaşama geçirdiği şenliklerdir bunlar. Kimi mahallede bir kaç gün sürer, kimi kentte birkaç hafta. O süre için yapılan izlence gereğince pazarlar kurulur, kermesler, sergiler açılır… Buralarda giyim kuşamdan yiyecek içeceğe, el sanatlarından posta kartlarına, armağanlık eşyadan eğlencelik eşyaya kadar çok çeşitli şeyler alınıp satılır. Cıvıl cıvıl olur her yan, rengarenk…Açık- kapalı alanlarda yenilir içilir, çeşitli müzikler eşliğinde eğlenilir, dans edilir… Bütün bunların toplamından farklı ve ortak bir psikoloji doğar. Herkes dost olur o alanlarda, herkes sevgili… Gülücükler. Öpücükler, kahkahalar armağan edilir, konuklar ağırlanır, beceriler sergilenir… Konserler, tiyatro, bale gibi görsel sanatların şölenine tanık olunur. Paylaşılabilen ortak değerler oluşur, o değerler paylaşılarak çoğaltılır, her yan güzel bir atmosferin içinde kalır. Böylece bir sonraki etkinliklere de, katılımcıların artmasını sağlayacak davetiyeler de çıkarılmış olur.

Sözün özü, küçücük bir tutamağın çevresinde geliştirilen çağdaş ve akılcı çabaların ne kadar anlam kazandığına, köyün hem bu gününe, hem de geleceğine nasıl anlamlı bir katkı yaptığına dairdir.

Ülkemizde de buna benzer kıpırtıların olduğunu biliyorum elbet. Ama gönlümün istediği, “kıpırtı” değil, yaygın ve etkili bir devinimdir.

Bana böyle bir yazıyı yazdıran etkene gelince… Bursa’nın Gemlik ilçesine bağlı uzak bir dağ köyü olan Fevziye’de gördüklerimdir.

Bir orman köyüdür Fevziye. Katırlı Dağları’nın Bursa’ya bakan yüzündeki yamaçta, yemyeşil bir doğanın kucağına kurulmuş ahşaptan bir kuş yuvası… Heyelan bölgesinde olması nedeniyle devlet onlara Gemlik yakınlarında, denizi gören bir alanda yeni bir köy yapmış. Ama Fevziyelilerin gönlü gerçekten güzel olan bu köyü bırakmaya bir türlü elvermemiş. Gitmemişler.

Gitmemişler ama zaman içinde özellikle de gençler kentlerdeki iş kuyruğuna, ya da eğitim çabasına tutunarak birer ikişer köyden kopmuşlar. Yaşamın her alanına doktor, öğretmen, işçi, mühendis, politikacı, subay, sendikacı…vermiş Fevziye köyü. Ne ki bu insanların köyleriyle olan bağları hiç mi hiç zayıflamamış.

Düğün, bayram, “köy günü” derken her fırsatta köye toplanıyorlar, köyü şenlendiriyorlar.

Okumuş, okumamış bütün insanları düzeyli ve toplu davranma kültürüne sahip Fevziyelilerin. Her biri oldukça nazik, konuksever, hoş sohbet…Köye gelen kim olursa olsun, köy ailesinin bir üyesi gibi sıkı bir merhabayla karşılanıyor, demli çayla ağırlanıp tatlı söyleşilerin içine çekilerek onurlandırılıyor. Ben bunu çok yaşadım orada ve bu kez de öyle oldu. Eniştem Erdoğan Turan’ın çağrılısı olarak, bir kez daha “Fevziye Günü”ne gittiğimde,köy kahvesinde Rıza Turan,eski muhtar Hasan Kaya ve Hacı Yaşar’ın masasına buyur edildim.

Sözün burasında duruyor ve Hasan Kaya’ya dönüyorum.”Fevziye’nin Atatürk’ü” diye tanımlıyorum onu. Neredeyse heyelan nedeniyle kayıp Gemlik’e,Bursa’ya, ya da daha başka yerlere dağılmak üzere olan o uzak dağ köyünü Katırlı Dağları’nın cennet yamacına tutunduran kişidir o. Sürekli kayarak kaybolan yolunu bıkıp usanmadan yeniden, yeniden yaptıran, camisini, okulun yenileyen, köy meydanına kocaman bir kompleks kondurarak; kahvehane, kütüphane, bakkal v.b iş alanları üreten, köyü köylüye yeniden sevdirendir. O kadar ki, şimdilerde Fevziye köyünün varlıklı insanları, emeklileri ve hatta esnafları köyde evler, villalar yaptırarak yeniden yaşama, doğaya, sağlığa dönüyorlar.

Yine iğne atsan yere düşmeyecek denli kalabalıktı köy günü. Konuklara etli pilav ve ayran sunuldu, halk oyunları gösterileri sergilendi. Hayranı olduğum çok önemli ve özgün bir şey daha yapıldı: Cengiz Kayaalp’in yönetiminde yaşlı, genç elli altmış kişinin katılımıyla ”Şekeroğlan” oynandı. Her zaman olduğu gibi bu kez da heyecandan saçlarım ayağa kalktı.

Şekeroğlan Horonu’ndan sonra “Karagöl”e gittik. Bütün köy, bütün konuklar… Birkaç kilometre ötede, yüksekte, tepelerin üstünde bir göldür o. Rüya gibi… Çevresi yemyeşil, suyu dupduru ve içinde Türkiye’nin yalnızca iki yerinde yetiştiği söylenen beyaz nilüferler… Yüksek dağlarla çevrili, engin Bursa Ovası’nı gören, hatta Marmara Denizi’ni dikizleyen ılık bir ülke Karagöl Ülkesi.

Karagöl Şenliği de olmalı!... Değil yalnızca Fevziye Günü… Öncelikle bütün Bursa, sonra Marmara Bölgesi, sonra bütün Türkiye ve hatta dünya bilmeli burayı. Değer! Almanca “Schwarzseefest”, Türkçe Karagöl Şenliği”…

Kısacası “Almanın Değirmeni” varsa bizim de “Karagöl’ümüz” var. Yeter ki sahip çıkmasını ve değerlendirmesini bilelim.



SOĞANLI’DA BİR VALİ

Soğanlı mı?

Şeftali ve kestane kenti Bursa Ovasa’nın en verimli yerinde kurulmuş çarpık, hatta çarpıktan da öte yamuk,patavatsız,Anadolu yorgunu bir gecekondu semti... Bir zamanlar ağaların köyüyken, ağaların para pul uğruna düzenle işbirliği yaparak ihaneti sonucunda büyük bir talanın,mafya oyunlarının kurbanı oldu ve özellikle 1950’den sonra şimşek hızında aldığı yoğun göçle,ne olduğunu anlayamadan cin çarpmışa döndü.Aynı zamanda ülkemizin ne anamalcı olabilen,ne de feodal kalabilen ikircikli, ikilemli yapısının bir aynası olarak; ”iki cami arasındaki beynamaz” örneği,köy olmaktan kurtulamadığı gibi,çağdaş bir kent de olamadı

Yeşil Bursa’nın Yeşil Uludağı’ndan ötede yüzlerce yıldır unutulmuş,unutulmaktan da öte yok sayılmış,itilmiş,kakılmış iki küçük kentin;Orhaneli ve Keles’in yüzlerce köyünün yoksul çobanlarının, ezik çiftçilerinin kentsel umudu olacakken olamamış;tam tersine onları soğurup koynuna aldığı günden başlayarak eğmiş, bükmüş, dövmüş, sövmüş ve gecekondulardan oluşan bir yumak yaparak bir köşesine sindirmiş. Sonra Anadolu’ya açmış bağrını; Anadolu’nun kuzeyinden, doğusundan, güney doğusundan kalabalık nüfuslu aileleri alıp öbür köşesindeki büyük çoğunluğu tek gözlü, sıvasız, yamrı yumru kondulara tıkmış. Onlara seçim aldatmacalarının fotoğrafları gibi duran çıkmaz,eğri büğrü, dar,çakır çukur sokaklar,caddeler vermiş. Diğer bir deyişle de,çatılarından demir filizleri fışkıran bitmemiş bir kentin,Bursa’nın yamalarına bir başka yama olarak eklemiş.

Bursa Ovası başına gelenleri ürpererek,korkarak izlerken sanki doğasal tepkisini duyurmak amacıyla önce şeftalilerinin,sonra elmalarının,en sonra da kestanelerini rengini,kokusunu çekip almış ve böylece güzeller güzeli bu köşesini derme çatma,kirli pasaklı, sağlıksız;çocukların haraç-mezat çalıştırıldığı, küçük deri atölyelerinin leş gibi kokan egemenliğine bırakmış.O kadar ki,çevresinde oluşan kendi benzeri diğer kondu semtleriyle de işbirliğine girerek,eşsiz yöneticimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün özellikle ve özenerek kurdurduğu,açılışını kendi elleriyle yaptığı,Bursa’nın ve hatta ülkemizin gururu olan Merinos harikasını bile,binlerce çalışanıyla birlikte boğmaya durmuştur.

Ve her nasılsa olmuşsa olmuş günün birinde Özyer ailesinin de yolu oraya düşmüş.Rüveyde’yle evli olan Fikret Özyer,uzun yıllar yurtdışında kaldıktan sonra,oradan aldığı arsanın üstüne kondurmuş evini. O yıllar yeni yeni yerleşime ( diğer bir deyişle) talana açılan Soğanlı Köyü Ovası oldukça sakin ve rahatmış.Özyer ailesini oraya çeken de bu özelliği olmuş. Ekonomik güçlerinin yettiğince, başlarını sokabilecekleri bir ev yapacak,böylece hem kiradan kurtulmuş olacaklardı, hem de başlarını dinleyebileceklerdi. Ne ki, kiradan kurtulduklarıyla kaldılar yalnızca. Çünkü,Soğanlı tepetaklak gelen göçlerle kısa sürede tepetaklak oldu ve bütün doğasal güzelliğini unutmaya durdu.Hatta unuttu bile.

İyi de,bütün bunların bir Vali’yle ilişkisi ne ve O Vali kimdir,diye sorulacak, biliyorum.Biraz daha sabır gösterilirse bu ilişkinin boyutu ve O Vali’nin kim olduğu anlaşılacaktır elbet.

O Vali’den başlayalım önce.Hani bir Vali’miz vardı. Tam bir Cumhuriyet ve Halk Valisi gibi görev yaptığı yerlerde, halka inmeyi akıl etmiş,onların arasına katılmış,halktan biri gibi davranmayı becermiş,halkla işbirliği yaparak bir çok sorunun çözümünde “yerinden yönetim” anlayışı ve “toplumsal kalkınma” modeli uygulayarak önemli başarılara imza atmıştı.Ama en önemlisi,bütün bunları yapabilmenin kendisine verdiği güç,özgüven ve bilinçle konuşmuş, eleştirmiş, ve hatta gereksindiğinde özeleştiri yapmıştı.

Üreten ve konuşan bir Vali olarak kamu yönetimi ve demokrasi tarihimizde kendine onurlu bir yer edinmiş olan O Valimiz,Sayın Recep Yazıcıoğlu’dur.

Şimdilerde Merkez Valisi olarak görev yapmakta ve engin deneyimlerinden de aldığı hızla makaleler,kitaplar yazmakta;her fırsatta konuşarak düşüncelerini dile getirmekte,sorunlara çözümler önermektedir.Tam da toplumsal kabul gören bu “misyonu” nedeniyle ülkemizin çok çeşitli yerlerinden çağrılar almakta, zamanı ve gücü yettiğince bu çağrılara ses katmaktan geri durmamaktadır.

Çünkü O,demokrasiye,insan haklarına,bilime ve sanata inanan biri olarak, geldiği yerin de farkındadır ve o yer bir doruktur:Halkın yüreği.



O’nu birkaç kezdir çağrılısı olduğu Bursa halkının yüreğinde,yüreğinden gelen konuşmalarıyla sevgiden bir taht kurarken ve yazdığı kitaplarını imzalarken gördüm,izledim,tanıştım,konuştum.Ne mutlu bana!

Bu kez de öyle:”Bursa Gazeteciler Cemiyeti, Osmangazi Belediyesi ve Uludağ Üniversitesi’nin ortaklaşa düzenledikleri “AYDINLARLA YÜZYÜZE” izlencesinin konuğu olarak Bursa’daydı.

Otobüsle geldi. Düzenleme Komitesi’nin karşılama,alma,götürme,getirme gibi zahmetlere girmesi gerekiyordu.

Kendisine Çelik Palas Oteli’nde yer ayırtılmıştı.Orada kalacağı söylenmişti.Ve elbetteki, en güzelinden sofralarla ağırlanacak;ücretsiz olarak dilediğince yiyip içebilecekti.

Ama O,bütün bu önerilere daha başından “hayır,”demişti.”Gerek yok,hiç gerek yok.Zahmet etmeyiniz lütfen.”

Konferansı Gazeteciler Cemiyeti Lokali’ndeydi.Oraya da özel bir otoyla geldi.Geldi ve lokali tıklım tıklım dolduran Bursalılara bir kez daha konuştu.Hem de her zamanki o ilginç biçemiyle konuştu.Öfkelendi,üzüldü,coştu,kahkahalarla güldü, yağmur gibi gelen soruları yanıtladı.



Recep Yazıcıoğlu’nun neler konuştuğunu yazmama gerek yok,çünkü o yıllardır konuşuyor.Her konuşmasının bir öncekinden daha yoğun ve etkileyici; ama benim açımdan eleştirilebilir yanlarının olduğunu belirtmeliyim elbet.O her şeyden önce “eleştirel gerçekçi” yaklaşımın ülkemizdeki iyi bir temsilcisidir. Özellikle kurulu düzen açısından ”iyi”dir, çünkü ne O’nun doğru olan bu yaklaşımı ne de “çözüm önerileri” onu fazlaca rahatsız etmez,etmediği için de O’na fazla sert çıkmaz. Çıksa bile O haklı konumda kalır. O aynı zamanda iyi bir denge insanıdır,öyle ya!Hem de hep böyle olmuştur. İçtenlikle belirtmem gerekiyor ki dileğim;artık ülkemizde konuşan,yazan,çizen,türkü söyleyen; resim, heykel, bilim yapan hiç kimsenin hiçbir biçimde rahatsız edilmemesi,rahatsız olmamasıdır elbet.

Gerçi başka konuşanlar da var ülkemizde,ama O’nu ayrıcalıklı kılan bir özelliği “Devlet Memuru” olmasına karşın gösterdiği cesaretse;diğer ve en önemli özelliği yaşamın,halkın ta yüreğinden ve halk gibi davranışlarla destekleyerek konuşmasıdır. Davranışlarında afra tafra yoktur, kahkahalarıyla konuştuğu yeri çınlatabiliyor,gerçekleri somut örneklerle canlandırıyor ve beden dilini son derece etkili, verimli biçimde kullanabiliyor.Ama en ilginç olanı da;O’nun beden dilini kullanma biçemiyle,halkın beden dilini kullanma biçemi arasında hiçbir farkın olmamasıdır. Öyle inanıyorum ki, O’nu halkın yüreğindeki sevgi tahtına taşıyan yol tam da buradan geçmektedir. Bir zamanlar ve hatta yaşanmış bütün deneyimlere karşın hala;”halk adına,halk için ilerici mi ilerici” kesilerek halka halkın bir türlü anlayamadığı kavramlarla konuşarak,laf ebeliğinden, kafaları karıştırmaktan “ileri gidemeyenlerin” kulakları çınlasın! Belli ki Recep Yazıcıoğlu’ndan çok şey öğrenmeleri gerekiyor.



O Vali hep böyle yapar,böyle konuşur:Açık seçik,dürüst ve eleştirel.

Eğer sözkonusu olan Bursa’ysa,bir şeyi daha faklı yapar.

Otobüsle gelir,son derece görkemli,pahalı ve ayrıcalıklı otellerde kalmaz;oralarda elpençe divan hizmet eden garsonların sunduğu kuş sütü bile eksik olmayan sofralardan yemez;kararlaştırılan herhangi bir yerde otobüsten iner,Fikret’in akrabalarından Beyler’in arabasına biner ve doğru amcasının kızı Rüveyde’nin Soğanlı’daki evine gider.Yemeğini yer,çayını,ya da kahvesini içer,sonra yine aynı arabayla konuşmasını yapacağı yere gider,konuşur;konuşma bittikten sonra yine oraya,Soğanlı’ya döner ve geceyi de orada,onlarla birlikte geçirir.

Soğanlı da onurlanır bu sevgili konuğundan ötürü Özyer ailesi de.

Tam bir “erdem” örneği değil mi?

Erdeminize bereket Sayın Vali!



MUSTAFAKEMALPAŞA’DA PARLAYAN IŞIK: I.

Kültür ve Sanat Derneği.

Güzel ülkemizin başka hangi ilçesinde var,bilmiyorum.Ama Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesi bu şansı yakalamış.Şimdi orada bir ışık parlıyor: Kültür ve sanat ışığı.Ve ben o ışığı çok önemsedim.Bilim ve sanat bilinci olan herkesin de önemseyeceğini, ya da önemsemesi gerektiğini düşünüyorum.Böyle bir yazı yazmaktaki amacım da budur:Bilim, sanat adına ve insanlık için yapılan özverili,kutsal bir çabayı kutsamak,omuz vermek değerbilirlik örneği göstermek, desteklemek, sevincimi paylaşmak ve saygı duymak.



Kültürün,doğanın yarattıkları dışında insanoğlunun yarattığı her şeyi kapsadığını;sanatın ise kültürün en önemli ana dallarından biri olarak güzellikle ilgilendiğini düşünürsek,Mustafakemalpaşa’da parlayan ışığın ne kadar iddialı olduğunu daha kolay anlarız.Bu bağlamda Mustafakemalpaşa halkının da ne büyük bir şansının olduğunu... “Bütün insan”ı ve o nitelikteki insanlardan oluşan çok boyutlu, çok yönlü bir toplumu ve kültürü oluşturmaya karınca kararınca katılmak;ulusal kültürü özümleyerek evrensel kültürle buluşabilmek yolunda atılan bu adımcığın önemi,önemsenmesi gerekecek kadar büyüktür.

“Mustafakemalpaşa halkı çabamızı anlıyor ve bizi yalnız bırakmıyor” diyerek çalışmalarının onurunu,gururunu, sevincini dile getiren Emekli öğretmen Kekil Şimşek’in büyük bir özveriyle ve yıllardır sürdürdüğü başkanlığında, Derneğin,iddiasına yakışır çalışmalar içinde olduğunun en güzel kanıtı,Yönetim Odası duvarlarının afişler, kartlar, duyurular, fotoğraflar ve resimlerle süslü rengarenk gülümseyen yüzüdür. Yılların onurlu,gururlu tanıkları olarak orada ziyaretçilerini ve konuklarını selamlıyorlar.Derneğin yaptığı resim sergisi, tiyatro, oratoryo, kabera, kitap tanıtımı,imza günleri,turne, çevre incelemsi,konser gibi etkinliklerin bir başka dilden anlatımı...

Derneğin çalışkan arılarından Hülya Aksu’yla Kocaeli Üniversitesi Öğretim Görevlisi,şair,yazar Şener Aksu’nun katkılarını ayrıca anmak istiyor;Yönetim Kurulu’nun diğer üyelerini ve üye olmadıkları halde her türlü özverili desteklerini esirgemeyen bilim ve sanat dostlarını da saygıyla selamlıyor; örneğin Derneğin konuklarıyla ayrıca ilgilenmeyi bir görev gibi kabullenmiş olan Dr. Murat Çubukçu’nun kulaklarını sevgiyle çınlatmak istiyorum.

1997 yılından beri Mustafakemalpaşa’ya,hatta Bursa’ya,Marmara Bölgesi’ne peştamallarına doldurdukları ışığı saçma işini sürdüren Derneğin çalışmalarından bazı örnekler de sunmak istiyorum:

Örneğin kendi bünyesinde oluşturduğu Türk Halk Müziği Topluluğu’nun geleneksel olarak sürdürdüğü konserlerinin bu yıl 5.sini gerçekleştirmişler.

Birçok resim sergisi, imza günleri,konferanslar, söyleşiler,tiyatro gösterileri gibi etkinliklerin yanında bir başka somut sonuç olarak Mustafakemalpaşa üzerine Hamza Oğuzer’in hazırladığı “Mustafakemalpaşa ve İsmail Hakkı Şenpamukçu” adlı bir kitabın yayımlanması da başlı başına bir hizmet olarak gerçekleştirilmiş.

Özellikle tiyatro etkinlikleriyle dikkati çeken Derneğin, Şener Aksu’dan “Kural Der ki”,”Şiir Patikaları” adlı iki çalışmasını;”Otogargara” oyununun farklı tiyatro guruplarınca hazırlanan farklı biçimlerinin izleyiciye birkaç kez sunulmasını;”İşte Kabare” ve “Pembe Kadın” oyunlarının turnelerle daha çok izleyiciye ulaştırılmasını;”Yuvarlanan Variller” ve ”Pişti” gibi oyunlarla çok sayıda kültürel-sanatsal etkinliğe omuz verilmesi,”Cumhuriyet Orotoryası”nın günlerce gösterimi vb. başarılı çalışmaları sürüp gitmektedir.

Ayrıca,“Köylerde Müze Kurma”,ayda bir “Türkü ve Şiir Gecesi”, her yılın Haziran ayında “Doğan Avcıoğlu’nu Anma Şenliği” ve “Halkoyunları Ekibi “ oluşturma gibi geleceğe dönük ilginç ve güzel projeleri de var Kültür ve Sanat Derneği’nin.

Yönetim Kurulu,Kekil Şimşek, Hülya Aksu, Nilgün Deryan, Ali Yılmaz, Nuruşan Ceylan’dan oluşan Mustafakemalpaşa Kültür ve Sanat Derneği gerçekleştirdiği değerli ve başarılı çalışmalarıyla Mustafakemalpaşa ve çevresine ışık saçmayı sürdüredursunlar,değil Mustafakemalpaşa,hiç değilse Bursa ve Marmara Bölgesi’ne taşıdıkları çalışmalarıyla ilgili olarak Bursa basın ve yayın organlarından yeterli desteği alamadıklarından yakınmaktadırlar.

Ne yazık ki,bu durum aynı zamanda ülkemizin geldiği yeri de anlatır: Bilime uzak,sanata karşı... Bu yüzden de yalınkat. Yalınkat yönetici,yalınkat politikacı, yalınkat insan,yalınkat gazeteci, yalınkat ekonomi,yalınkat siyaset ve yalınkat yaşam.
MUSTAFAKEMALPAŞA’DA PARLAYAN IŞIK II:

mustafakemalpaşa, öğretmenler ve kamil şimşek

Olympos’ta taht kuran tanrılar tanrısı Zeus’un bile, binlerce yıl yaşayarak gördüğü, gezdiği,kokladığı Bursa, Karacabey, Mustafakemalpaşa ovalarının can alıcı güzelliğine doyamadığının bilinciyle yolculuğuma başladım.

Mustafakemalpaşa’ya dönmüşüm yüzümü.

İzmir yolunun özellikle kuzey yanına doğru yalnızca birkaç yüz metre gidildiğinde bir bataklık gibi içine saplanacağınız kirli, renksiz, yamuk,sayrı varoşların ürettiği ekşimiş ter, yanık yağ, ucuz parfüm, lastik, çöp ve dabakhane kokularını;Uludağ’ın yamaçlarındaki yeşilliğe el koyarak, görkemine sığınarak, kutsallığını sömürerek gelişen, Bursa’nın en çağdaş semti özelliği kazanan, kaplıcaları ve otelleriyle ünlü Çekirge’yi; yol kıyısına dizilen çağdaş çizgili, renkli mimarileriyle, rengarenk neonlarıyla göz dolduran, iştah kabartan, iş merkezlerini, mağazaları;devasa konut alanlarını, albenili, pahalı villaları geride bırakıp yüreğimi süsleyen gülün oylumlarına doğru yol alırken biraz uzaktan da olsa Görükle’yi, üniversiteyi, üniversite hastanesini selamlıyoruz.

Bir an önce Ova’nın engin, yeşil güzelliğine kavuşmak arzum, Ova’yı tüketmek pahasına birbirine eklenerek uzayan bu türden beton yapılar yüzünden öyle kolayca gerçekleşemiyor.

Neyse ki bana oldukça uzun gelen bir süreçten sonra,yeşil düzlük sevecen ve sıcak bir ana kucağı gibi kollarını açarak kabul ediyor otobüsümüzü. Öylesine mert, öylesine çatal yürekli!... Sanki sonsuza kadar uzayıp giden, devinimli, görkemli bir özgürlük fotoğrafının içine düşüyorum. Otobüsümüzün hızla kat ettiği yolun her metresinde içimdeki gri kent daralmasının yerini yeşil, mavi, engin bir huzur alıyor. Derin derin soluyabildiğimin ayrımına varıyorum. İçim hızla rahatlıyor, sevinç çağıltıları doluyor yüreğime, bir hoş duyumsuyorum kendimi. Mutlu,rahat, güvenli...

Ekilen binbir çeşit tohumu, onlarca kez çoğaltarak geri verebilecek kadar bereketli tarlaların yer yer gidip yaslandığı tepelerin doruğunda; bütün o dağların, tepelerin, ovanın bekçisiymiş gibi gururlu,ama yapayalnız duran ağaçlara takılıyor yüreğimin bir kanadı. Onların o büyük yalnızlığını paylaşıyor, hüzünleniyor.Bu duygu aslında, aynı görüntülerle karşılaştığım akşam saatlerindeki akşam sefalarıdır benliğimin.

Bir süre sonra Apolyont gölü ve onu besleyen akarsular giriyor fotoğrafa. Yepyeni ve bir o kadar da farklı duygulara savruluyorum.Onca büyük Ova’nın ortasında bir yudumcukmuş gibi görünen mavi gölün kıyıcıklarında göze çarpan balıkçı tekneleri öylesine şaşırtıyor ki!... Sanki onlar, çocukların göl manzarası konulu resim çalışmalarına boya kalemiyle kondurdukları, nereden geldikleri belli olmayan, gizemli masal nesneleridirler. Öylesine fantastik, büyülü bir yerdeymişim sanısına kapıldım.

Yalnızca bu yıl(2002) içinde üçüncü kezdir bu yolu kat etmeme karşın, bu kez her şey çok daha farklı görünüyor gözlerime. Bu kez bilinçle gözlem yapıyorum çünkü. Ayrıca üçüncü çağrıyı almış olmamın coşkusu kuşatmış yüreğimi. Sevinçliyim, çok sevinçliyim.

İki kez Mustafakemalpaşa Kültür ve Sanat Derneği’nin, bu kez de Eğitim-Sen Temsilciliği’nin çağrılısıyım.Her çağrıda koştum gittim;onur,gurur duyarak konuşmalar yaptım, sevgili kitap okurlarına kitaplarımı imzaladım.Özellikle ilk ikisi oldukça iyi geçti. Coşkulu katılımcıların soruları ve ilgileriyle süslendi. Ne ki bu üçüncüsü, bütün bu ortak özelliklerine karşın, dahası örgütsel bir duyuru ve çağrı yapılmasına, önceki akşam yemeğiyle desteklenmesine ve en önemlisi de bir “irfan ordusu” etkinliğinin bir parçası olarak düzenlenmesine karşın çok ilginçti.

“Yeni kuşaklar sizin yapıtınız olacak”, değil mi öğretmen arkadaşlarım?

Yeni kuşakları bilimle, sanatla siz tanıştıracak;onları bu değerlerle siz donatacak, besleyeceksiniz.

Bunu nasıl başaracaksınız?

Yeni kuşaklara okuma alışkanlığı kazandırarak...

Onlara okuma alışkanlığını kazandırmak da sizin işiniz,değil mi? Hem de en temel, olmazsa olmaz göreviniz.

Ama siz okumuyorsunuz ki! Ama artık okumuyorsunuz ki!...

Demek ki bu gidişle, “yeni kuşaklar siz okumayan öğretmenlerin, okumayan öğrencileri kuşağı” olacaktır. Oldu bile. Siz okumuyorsunuz, onlar da okumuyorlar. Okumayan öğretmenlerin okumayan öğrencileri,okumayarak büyüyen insanların oluşturduğu okumayan toplum... Belki diğer pek çok konuda hatayı,kusuru, suçu başka birilerinin üstüne yıkabilirsiniz,ama bu konuda değil. Bu konunun vebali tümüyle sizin sevgili arkadaşlarım.

Mustafakemalpaşa öğretmenleri olarak, elbette ki aynı zamanda Türkiye öğretmen toplumunun bir aynasısınız. Bakın ne yaptınız?

Akşam “öğretmen evi”(öğretmenlerin hızla olumsuzluklara yuvalandıkları sığınaklar olarak bir an önce kapatılmalıdırlar)nde yediniz, içtiniz, şarkı, türkü söylediniz, kurtlarınızı dökesiye eğlendiniz;dans ettiniz, halaylar çektiniz... “Yarın,” diye duyurusunu yaptı Sendika Temsilcisi sevgili ............................ Bey. “Panelimiz var. Sorunlarımızı konuşacağız. Konuşmacımız da aramızda. Hepinizi aynı coşkuyla bekliyoruz...”

Yarın oldu, konuşmanın yapıldığı küçücük salon, yalnızca birkaç “gerçek öğretmen”le sevgili Sedat ........... öğretmenin onbeş sevimli öğrencisiyle onurlandırması dışında yüreğiniz ve beyniniz gibi bomboş kaldı. Bu durum aynı zamanda Eğitim-Sen’in “kitlesine egemen olup olamadığı” konusunda da önemli bir derstir. Gemlik Eğit-Sen kurucu üyesi,sürekli olarak görmezden gelinen, dıştalanan, sindirilemeyen bir şairi, yazarı olarak emek verdiğim sendikamızın ülkemiz genelinde de düştüğü bu hazin duruma da değinmeden geçemeyeceğim.Tekkecilin kulakları çınlasın,kabul etmeseler de söylediklerimin gerçek olduğunu bilmek zorundadırlar.

Belki de bir sonraki gün derse girdiğinizde öğrencilerinize kitaptan,bilimden, kültürden, sanattan söz edemediniz. Edebilmek için bohçanızda tohum da yoktu çünkü, konuşabilme hakkı da.Üstelik siz Eğitim-Sen’lisiniz!

Oysa orada, yanıbaşınızda çok da ilginç, değerli, saygın bir örneğiniz var:Emekli öğretmen Kamil Şimşek. Ne yıllarca yaptığı dolu dolu öğretmenliği yetti ona ne de hala terketmediği okuma alışkanlığı. Şimdi de, yıllardan beridir,Mustafakemalpaşa’nın bir şansı olarak orada oturuyor, oranın toprağına saçıyor yıllar yıl doldurduğu çıkınlarındaki ışığı;bilgiyi, kültürü, sanat sevgisini. Onu da mı görmüyorsunuz yoksa? Biliyorum,göremiyorsunuz. Görebilmek için ışığını onurlu geçmişinden, kültürel birikiminden alan gözlere gerek var çünkü.Bu yüzden o, sizin onca kalabalıklığınıza karşın, yanına alabildiği ve öğretmen olmayan birkaç değerli gençle birlikte sürdürüyor yalnız ama kutsal çırpınışını. Seni kutluyorum Kamil Şimşek!

Sen çok iyi biliyorsun ki, böyle bir yazı yazmamın temel nedeni ne bana, ne de sana öğretmenlerimizce verilmeyen destek değil; insanoğlunun varoluşunun da,varlığının da gerekçesi olan bilime ve sanata; bilim ve sanatın aktarılma aracı olan kitaba asıl değer vermesi, ilgi göstermesi gerekenlerin, yani öğretmenlerimizin, kendilerine yabancılaşmaları, hatta kendilerini yadsımaları pahasına bunca uzak düşmüş, ya da düşürülmüş olmalarıdır.

Ulusal bir hüzündür bu.Kanamaya duran ulusal bir hüzün.

Bu yüzden,Bursa-Mustafakemalpaşa arasındaki doğasal güzelliğin tersine yaşanan bu gerçekliği dile getirmek sorumluluğunu duyumsamama karşın, yazdığım bu yazıyı yayımlama kararını verebilmek öylesine güç ve üzücü oldu ki,anlatamam!

Bursa’dan Muş’a,Mustafakemalpaşa’dan Çıldır’a kadar duyulsun hükmü yazının, yazarın, kitabın ve duyulsun Kamil Şimşek’in Mustafakemalpaşa’ya, hatta Bursa’ya, bazen de Ege,Marmara kıyılarına taşımaya çalıştığı repliksel, şiirsel, türküsel,resimsel çığlıkları.

Kutsal yolculuğunla seni kutsuyorum! Bursa Ovası doğal güzelliğine senin de katmaya çalıştığın çağdaş güzelliklerle daha bir güzel olacak! Daha hoş, daha bereketli ve daha umutlu.İnanıyorum ki, Mustafakemalpaşa’yı süsleyerek geçen koca Kirmasti bile seni biliyor, çağrını baştacı yaparak gittiği yerlere de götürüyor.Önce Apolyont gölüne,ordan toprağa, çiçeklere;hatta buharlaşarak güzel ülkemizin dört bir yanındaki kültür-sanat dostlarına,kültür-sanat susuzlarına...

Öğretmenimiz olmayı sürdür lütfen,sakın yorulma, yaşlanma, yaşama sevincini, sanat sevgini, kültür ışığını değil söndürmek, kısma bile.



Yüklə 5,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   20   21   22   23   24   25   26   27   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin