Yapraktan Halı
Bir süre Ankara yoluyla gittikten sonra Dudaklı köyü arazisine ulaştık. Sonra da iki yanı ağaçlık yola girdik. Zaman zaman gelip gezi yaptığımız yola… Mevsim Sonbahar’dı. Bana göre mevsimlerin en güzeli, en renklisi, en duygusalı… Yolun iki yanını süsleyen çınar ağaçlarının yaprakları tıpkı Uludağ gibi rengârenkti. Kimisi daha yeşil, kimisi sarı, kimisi kahverengi… Bazıları da kıpkırmızı. Tam bir renk cümbüşü... Tıpkı Anadolu’nun bir köyünde dokunmuş el emeği, göz nuru bir halı gibi. Üstelik neredeyse bir karış kalınlığındaydı.
Buruk Sevinç
Gölbaşı’na varıncaya kadar bir yanıyla sevindirici, ama diğer yanıyla da üzücü şeylerle karşılaştık. Yol boyunca, neredeyse Gölbaşı’na kadar bir sürü fabrika kurulmuş. Kumaş dokuma, taş kırma, ayçiçeği işleme, giyim-kuşam fabrikaları… Son birkaç yıl içinde yapıldı hepsi de. Harıl harıl çalışıyor, ülkemizin gereksinmelerini karşılıyorlar. Bu, işin güzel yanı. Ama bütün bu güzel fabrikalar Bursa Ovası’nın tam göbeğinde. Elma, şeftali, kiraz, ayva, ağaçlarının yatağında… Sulak sebze bahçelerinin, zeytinliklerin yerinde… Oysa onları Bursa’nın çevresindeki verimsiz arazilere kurabilirlerdi.
Bizim Yolumuz
“Bizim yolumuz” adını vermiştik bu yola. Büyük bir mutlulukla yürümeye başladık. Renkli sonbahar yaprakları ayakkabılarımızın üstünü örtüyordu. Bu yaprakların üstünde yürümek en çok annemin hoşuna gidiyordu. Hava kurak olduğu için yapraklar da kupkuruydu. Üstlerine bastığımızda çıtır çıtır sesler çıkarıyorlardı. Ninni gibi… Doğanın ninnisi. Yerdeki yaprakların çıtırtısına, dallardaki yaprakların hışırtısı, onlara da kuşların cıvıltısı karışıyordu. Bu da doğanın korosuydu.
Tam o sıradaydı.
-Kuşlara bakın, dedi annem. “Ne oluyor bunlara böyle?”
Seçelerin Dansı
Başımızı kaldırmamıza gerek kalmadan yüzlerce serçenin yanıbaşımızda uçmaya başladığını gördük. Kara bir bulut gibi… Böyle bir şeyi hiç görmemiştim. Serçeler tıpkı bir tren katarı gibi kıvrıla kıvrıla akıp gidiyordu. Bazen yere yaklaşıyor, bazen göğe yükseliyorlardı. Bazen gri bir tül gibi açılıp genişliyor, bazen siyah bir örtü halini alıyorlardı. Biçimden biçime girip çıkıyor, anlatılması olanaksız bir gösteri sunuyorlardı.
-Hayret! dedi babam. “Bu yaşıma kadar böyle bir şey görmemiştim!”
-Ben de! dedi annem.
-Ben de!… dedim, başladılar gülüşmeye.
-Niye gülüyorsunuz? diye sorduğumda, annem;
-Benim oğlum bile görmemiş canım, dedi. “Hani elli, altmış yaşına gelmiş de…”
O zaman neden güldüklerini anladım.
Dansın Sonu
Serçelerin gösterisi göle varıncaya kadar sürdü. Tam gözden kayboldular derken gerisin geri gelmeye başladılar. Yine benzer biçimlerde; dalgalar, tüller halinde… Açılıp yumularak, alçalıp yükselerek. Ama bu kez gösterinin biçimi iyice değişmişti. Oluşan yapı, yukarıdan aşağı sarkan uzun bir boruyu andırıyordu. Boru bir yandan bize doğru yaklaşırken, bir yandan da huni biçimini aldı. Huninin ince kısmı yere doğruydu. O arada boyu kısalmış, duvarları kalınlaşmıştı. Hızla bize doğru geldi ve ucu az ötemizde yere çarptı. Topraktan yapılmış gibi parçalandı. Serçeler dört bir yana dağıldı. Sonra da gökyüzüne doğru kanat açarak uzaklaştılar. Her şey yalnızca bir iki dakika içinde olup bitmişt. Ama huninin kırılıp döküldüğü yerde bir kıpırtı kalmıştı. Onun ilk ayrımına varan da ben olmuştum.
-Babacığım! dedim şaşkınlıkla. ”Serçelerden bir şey kaldı orada. Değil mi?”
-Evet, dedi babam.”Ben de ona bakıyorum. Nedir acaba?”
-Ben de gördüm, dedi annem. “Bir kuş galiba.”
O arada kıpırtıya doğru yürümeye başlamıştık. İyice yaklaşıp baktığımızda, onun bir şahin olduğunu gördük. Belli ki serçe avlamaya çıkmış, ama başına olmadık işler gelmişti. Serçelerin arasında havasız kalmış, soluğu kesilmişti. Uzun süre hırpalanması da eklenince dayanamamış, bayılmıştı. En kötüsü de o halde ve büyük bir hızla yere çarpmasıydı. Bu yüzden kanatları, bacakları kırılmıştı. Can çekişiyordu.
-Onu alıp iyileştirelim, dedi annem.
-Hayır, diyerek karşı çıktı babam. “Ölmeden önce kim bilir kaç serçenin canına kıymış… “
-Doğa yasası, diyerek karşı çıktı annem.
Her şeye karşın çok acımıştım ona. Öylesine umarsız, zavallı ve perişan bir hali vardı ki!... Gözlerine bakınca içim acıdı. Sanki, “Oğlucan, ne olursun sen de annenden yana ol!” diyordu. “Beni burada bırakmayın. Alıp götürün, kurtarın ne olur! Bırakırsanız burada çırpına çırpına ölürüm. Ne olursun Oğulcan!...” Bakışlarındaki yakarışa daha fazla dayanamadım.
-Babacığım onu alalım! dedim. Ben de babama öyle baktım, şahinin bana baktığı gibi. Yalvarırcasına.
Bu kez de o benim bakışlarıma dayanamadı.
-Peki, dedi. “Madem öyle istiyorsunuz, alın…”
Veteriner Abla ve Buluntu
Dokunmaya çekinerek aldık. Durumu gerçekten çok kötüydü.
Gezimizi yarıda keserek Bursa’ya döndük. Zaman yitirmeden onu Veterinerlik’e götürüp teslim ettik.
Eve vardıktan sonra ödevimi hazırlamaya durduğumda, yeteri kadar yaprağımın olmadığını gördüm. İlk anda topladığım az miktardaki yaprakla yetinmek zorunda kaldım. Ödevimi istediğim gibi yapamadığım için üzüldüm, ama şahini orada bırakmayıp getirdiğimiz için de sevindim.
Daha sonra, annemle birlikte telefon ederek durumunu sorduk. En son aradığımızda olayın üzerinden iki ay geçmişti.
-Tümüyle iyileşti, dedi Veteriner abla. “Bir de ad verdik ona. Buluntu… Buluntu adıyla Botanik Parkı’ndaki Hayvanat Bahçesi’ne teslim ettik. Giderseniz görebilirsiniz. Buluntu Şahin, diye sorun…”
“Buluntu” diye not aldı annem…
SAMİ’NİN SEÇİMİ.
Sami’nin Ezanı
Sonunda Sami de kendi dilinden okumaya başladı ezanı:”Annahı ökbe, Annahı ökbe…” Hem de günde birkaç kez. Sokağın ortasında. Uluorta. Zamanlı zamansız.
Bir partimizin seçim çalışmaları Sami’nin duygularını depreştirmişti. Erikli mahallesi de Sami’yle birlikte coşmuştu. Yalnızca Erikli Mahallesi değil, Yıldırım ilçesi de coşmuştu. Bursa da… Hatta Türkiye de… Tümümüz coşmuştuk.
Boş İşyerine Gün Doğdu
Sokağımızdaki boş işyerinin sahibine gün doğdu. Kiraya verememekten yakınıp dururken seçim curcunası imdadına yetişti. Aynı zamanda hükümette olan parti seçim bürosu olarak kiraladı. İyi de para vermiş olmalıydı. Bir anda sokağımız şenlendi. Büronun içi dışı süslendi, rengârenk oldu sinek avlayan işyeri.
Girenler, çıkanlar, yiyenler, içenler…
303.Sokağın Süsü
Üstünde resimler ve sesyükselteçler olan minibüslerin biri gidiyor, diğeri geliyor… Gündüz uykusu bir yana sabah uykularımız da zehir oldu. Zamanlı zamansız duyuru ve müzik yayını da işin içine girdi. O kadar ki, mahallemizdeki bebekler huysuzlanmaya, yaşlılar yakınmaya başladı.
Sami sokağımızın her yanını el duyurularıyla süsledi. Garaj kapılarını, sergenleri, arabaların camlarını… Her yanımız o partinin başkanının fotoğrafının da yer aldığı duyurularla doldu. Bir hoş olduk hep birlikte.
Cami de yakın. Camiyle seçim bürosunu birbirine bağlayan sokağımız da şenlendi. Sakal doldu sokak. Görkemli arabalar, jipler ve siyah takım elbiseli gençler sardı dört yanımızı.
Sami’yle gençler, gençlerle parti yetkililerinin arasından su sızmıyordu.
Sami’nin duyuru çalışması artarak sürdü. Öylesine arttı ki, o partili olmasına karşın babası bile rahatsız oldu. Fiske vurmaya kıymadığı oğluyla arası açıldı. Sami yapıştırmaktan, babası ona kızmaktan bıkmadı.
Sıra bezlenmeye gelmişti.
Sokağımızın başındaki üç yol göbeği bezlenmeye başladı. Önceleri bez afiş sayısı azdı. Zamanla o kadar çok arttı ki üstümüzü örttü, güneşimizi kesti… Gölgede kaldık.
Sami Seçim Çalışmasında
Aynı gün Sami’nin eline bir deste el duyurusu ve bir selebant tutuşturuldu.
Sami’nin önü arkası, daha sonra da sağı solu bu bez parçalarıyla kaplandı. Bir gün yaşadığı heyecana kapılıp koşuyordu. Rüzgâr bedenine sarılan bezlerden birini yukarı kaldırınca önünü göremedi ve çok kötü düştü. Yaralandı. Hepimiz onu çok seviyorduk, içimiz yandı.
Toz toprak içinde yuvarlanırken, “va anasını, pezezez!”diyerek sövdü saydı. Aynı günün akşamı, asgari ücretle çalışan ağabeyinin cebinden elli lira çaldı ve götürüp bir paket sigara aldı. Paranın üstünün ne olduğunu kimse anlayamadı. Sami’nin anlatma şansı da yoktu. Çünkü Sami düzgün konuşamıyordu. Sigara içmesine gelince… O alışkanlığı da sokağımızdan kaptı. Sokağımızdaki berberimizden, kasabımızdan, şoförümüzden, dondurmacımızdan… Hep birlikte Sami’ye kötü alışkanlıklar kazandırıyorduk.
Oysa Sami daha on iki yaşındaydı. Üstüne üstlük sorunluydu da.
SAMİ’NİN ÇANTASI
Sami yeğenimdir. Yani, kız kardeşimin oğlu. Yedi, sekiz yıldır önerilen okula gidip geliyor. Ama okuyup yazamıyor. Konuşmasında da belirgin bir gelişme yok. Nasıl bir okulsa! Okuyup yazanlara özeniyor. Ya da onları kıskanıyor. Bu yüzden olacak, okumayı çok seviyor.
Bir gün bana,
-Sen örmen (öğretmen misin)? diye sordu.
-Evet, dedim. “Ben öğretmenim.”
-Amam(tamam).
Bir süre durup yüzüme baktıktan sonra,
-Ayı (dayı)… dedi bu kez de. “Bana bi tanta ve…(Bana bir çanta ver.)
Bu kez de ben,
-Tamam, dedim.
Ona kullanmadığım, eli yüzü düzün çantalarımdan birini verdim. Omzuna attı. “İyi, düzel…” diyerek gitti.
Bir sonraki görüşmemizde,
“Ayı, bat (dayı, bak)…” diyerek çantasını gösterdi. Omzunda nasıl durduğunu görmem için kendi çevresinde döndü, durdu. Çıkardı, merdiven basamağına bırakıp açtı. Bir demet gazete, dergi çıkardı. Sonra birkaç reklâm duyurusu, birkaç da eski fatura. “Yaaa…” dedi sonra da. “Düze (güzel mi)?... Bendin (beğendin mi)?...”
-Güzel, dedim. “Beğendim.”
Hemen, oracıkta bir gazete çıkardı, güzelce açtı. Okuyormuş gibi tutarak mırıldanmaya başladı. Resimlerden esinlenip bildiği birkaç sözcüğü yineliyordu.
-Bat, örmen, okum (bak, öğretmen, okuyorum).
-Oku, dedim ben de. Ne yapacağını merakla bekliyordum. İlgilendiğimi görünce çok sevindi.
Yaptıkları karşısında şaşırmış, ama bir o kadar da sevinmiştim. “Okuyorum,” derken çok ciddiydi. Bakışlarını gazeteden ayırmadan söylüyordu. İri, kahverengi gözlerinden ışıklar fışkırıyordu. Yeğnice gülümsüyor, ama ciddiyetini bozmuyordu. Kısacası, çok mutluydu. Duygulandım.
-Avaba(araba)… avaba… avaba… Namıssız (namussuz)… pezezez (pezevenk)… avaba… serefsiz avaba…
Bu sözcükleri de sokağımızdaki esnaftan öğrenmişti. Onlar, Sami’yi aracı kullanarak birbirlerine bu sözleri söyletiyorlardı. Sami’nin yarım yamalak konuşmasından hoşlanıyorlardı. Hatta bundan zevk duyarak eğleniyorlardı. Sami’den küfrü yiyen bu kez tersini yaptırıyordu. Böylece Sami’nin konuşması gelişiyordu. Ama ne yazık ki bu yönde…
-Küfretme Sami! dedim tatlı-sert.
-Amam(tamam), emem(etmem). Namıssız, serefsiz… Tanta… düzel (çanta güzel mi)? Tanta… düzel… pezezez…
-Ama yine küfrediyorsun! diyerek kızdığımı belli ettim.
-Amam, emem (tamam, demem)… pe… dedi, sustu, hızla çantasını toplayıp gitti.
O günden bugüne Sami yedi yaş daha büyüdü. Çantasını yanından hiç ayırmadı. İçindekileri de. Küfür dağarcığındaki sözcükler değişerek arttı. Ama sokağımızdaki eski yaşam hiç değişmedi.
Kamp Maceraları I.
KAMPTAKİ KIZ
Küçük Zeliha’yla Fotoğraftayız
Küçücük bir kız çocuğu koşarak geldi, kamp ateşinin yanına dikildi. Üzerinde kolsuz, uzun etekli bir giysi vardı. Yaz güneşinin ve ince kumun rengi çocuğun bedenine sinmişti. Yüzü, kolları, elleri yağlanmış gibi parlıyordu. Mangaldaki etlere bakıyordu. Etler, meşe korunun güçlü, keskin ısısında cızır cızır pişiyordu. Eriyen yağın kora damlamasıyla oluşan koku dayanılır gibi değildi. Kızın ağzı sulanıyordu. Sık sık yutkunuyor, ince ince gülümsüyordu. Nereden çıktı, diye bakınırken biraz ilerideki keçileri ve yanında da kadın çobanı gördüm. Keçiler yakınlarda doğum yapmıştı, yanlarında yavruları vardı. Gıdikler, oğlaklar… Keyif içinde oynaşıyorlardı.
-Gel, dedim kız çocuğuna. Geldi. Adını sordum.
-Zeliha, dedi susuzluktan çatallaşmış sesiyle.
Ekmek arası et yaptım verdim. Bir de küçük meyve suyu. Hiç nazlanmadı, aldı, büyük bir iştahla yedi.
Kara, kuru bir kızdı. Dört, beş yaşlarında. İncecik dudaklarını kıyısında hep bir gülümseme. Yemeğini yedi, ayranını içti. Yüzündeki gülümseme daha belirgin hale geldi. Gözlerinde tatlı ve sıcak bir ışıltı vardı. Kanım kaynamıştı ona. Elimi uzattım, tuttu, yüz yıldır tanışıyormuşuz gibi elime sıkı sıkı yapıştı. O arada annesi seslendi,
-Zeliha, nerdesin?
-Buradayııııım…
-Nerede?
-Amcaların yanında.
-Rahatsız etmeyesin insanları.
Annesinin bu son tümcesine pek bir anlam verememişti. Yanıtlamadı. Tahta masanın üstündeki gazeteye gözü ilişmişti. Gitti, onu aldı. Üstündeki resimlerden birinin üstüne parmağını koydu. Sonra da bana bakıp gülümsedi. Resim tıpkı kendisine benzeyen bir kız çocuğunundu. “Trafik kurbanı!” diye yazıyordu altına. Bir anda içimin çekildiğini duyumsadım. Gazeteyi toplayıp kaldırdım. O arada fotoğrafın hoşuna gittiği dank etti kafama. Fotoğraf makinemi aldım.
-Gel fotoğraf çekinelim, dedim. “İster misin?”
Nasıl neşelendi anlatamam.
-Tamam, diye yanıtladı, gülümsedi.
Biz durduk Eşref fotoğrafımızı çekti. Yeni pozlar verdik, yeni fotoğraflar çektirdik. Bir süre sonra da annesi geldi ve Zeliha’yı alıp gitti. İçim boşaldı. Bu kadar kısa sürede nasıl da alışmıştım ona! Neyse ki fotoğrafının olduğunu düşünerek gevşedim.
Unutulan Fotoğraf
İstanbul’dan döndüm, dedi Eşref telefonda. Kamptayım. Bekliyorum. Her yan çiçek kokuyor. Her yan deniz tadıyor. Her yandan kuş sesleri geliyor. Durulur mu?... Ver elini kamp.
Hoşbeşten hemen sonra Eşref’in demlediği çayı içmeye durduk. Yol yorgunluğunun üstüne çok iyi geldi. Gerçekten de her yan çiçek, deniz ve kuş rengindeydi. Sohbetimiz koyulaşmak üzereydi. Bir köpek, bir de Zeliha koşarak yanımıza geldiler. Köpek haşarı, Zeliha mazlum… Daha ağzımı açmama fırsat kalmadan,
-Fotoğrafım, dedi Zeliha. “Hani çekmiştiniz ya… Getirdin mi?”
Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Çekmiştik, doğru. Hatta bilgisayarıma da yüklemiştim. Ama geçen yazda kalmıştı her şey. Unutmuşum gitmiş. Oysa hem Zeliha için, hem de kendim için bastırıp çoğaltacaktım. Hatta Eşref bile istemişti. Ne diyeceğimi şaşırdım. İri, siyah, ışıklı gözleri gözlerimin içindeydi. Yanıt bekliyordu. Baktım, baka kaldım. Yanıtlayamadım Zehra’yı. Bir süre öylece baktıktan sonra gözlerini indirdi, sonra da hızla geri döndü, koştu gitti. “Ağladı,” dedi Eşref. Ben de ağladım.
Elde Kalan Fotoğraf
Bu kez kararlıydım. Döner dönmez fotoğraf bastıracaktım. Çünkü bilgisayarımda yüklüydü. Bu kez unutmadım, kamptan döndükten birkaç gün sonra fotoğrafları çıkarttırdım. Hem de Zeliha çok sevinsin diye büyük boy yaptırmıştım. Zarflayıp arabamın torpido gözüne sakladım. Nasılsa kampa arabayla gidiyordum. İlk ne zaman gidersem, Zeliha’yı bulup verecektim. Böylece hem ondan özür dilemiş olacaktım, hem de daha çok sevindirecektim.
Derken yine kamp yolundaydım. Kampa varmadan önce Zelihaların kaldığı çoban evinin yanından geçiliyordu. Durdum, bakındım, kimseler yoktu. Yalnızca keçi yavruları vardı. İki ay içinde oldukça büyümüşlerdi. Üstelik bu kez yanlarında anneleri yoktu. İki oğlak gelip pantolonumu çekiştirmeye başladılar.
-Zeliha!... Zeliha!...” diye bağırdım.
Barakadan, Zeliha’nın annesine benzemeyen bir kadın çıktı. Kimi aradığımı anlamış olacak ki,
-Onlar gittiler, dedi. Bir kez daha başımdan aşağı kaynar sular döküldü.
-Nereye gittiler?
-Doğuda bir yere. Unuttum da… Nereydi ya?... Ha, tamam, Muş’a, Muş’a.
-Neden?
-Sürü sahibiyle anlaşamadılar.
Fotoğrafının birini ona verdim. “Belki…” dedim. Aldı, baktı. Bakarken iki damla yaş aktı gözlerinden. Fotoğrafın üstüne düştü ikisi de. Korktum. Kötü şeyler düşündüm bir an. Çok büyük bir yangın başladı içimde.
Sorarcasına gözlerinin içine baktım.
“Zeliha ablamın kızıdır, dedi. “Onu çok özledim.”
Düşündüğüm gibi olmadığını anlayınca ferahladım.
-Öyleyse bu fotoğrafı bir gün ona verebilirsin, değil mi?
-Evet, ama hangi bir gün, bilemem. Bir kez gelmişlerdi, gittiler. Onlar gelemez, biz gidemeyiz. Yoksulluğun gözü kör olsun!
Yine de yüreğimde yeşeren bir umutla ayrıldım oradan. Bir gün mutlaka…
Kamp Maceraları II.
EŞREF’İN BÖCEĞİ
Söylemem mi gerekir ille de
en beğenmediğin böceğin bile
bir işlevi var evrende
senin işlevinse sevgiyi harmanlamak ey Hasan
gül suyunda büyütmek güzel yanlarını insanlığın
ve asla pişman olmamak
gül koparırken yaralandı diye ellerin.
(ş.a. YÜREĞİM KOYNUNDADIR’dan)
Önemli Böcekler
-Lütfen çok dikkatli olun, dedi Eşref. “Üstlerine basmayın. Çünkü onlar önemli, hem de çok önemli!”
Ayaklarımızın altında dolaşan bok böceklerinden söz ediyordu.
Çukurdaki Böcek
Kumun üstündeki çukurlardan birinin içinde devinip duruyordu. Kocaman ve simsiyahtı. Çukurdan çıkmaya çalışıyordu. Ama Ağrı Dağı’na tırmanmak biz insanlar için nasılsa, çukurun kıyısındaki yükseltiyi aşmaya çalışmak da onun için öyleydi. Bu yüzden işi zordu. Büyük bir çaba göstererek bir miktar tırmanıyor, sonra kayıp gerisin geri çukurun içine düşüyordu. Düştüğü yerde bir süre dinleniyor, küçük devinimler yaparak yeni bir tırmanış için kendisini güdülüyordu. Bu kez de çukurun diğer yanından çıkmaya çalışıyordu. Çünkü yüzünü oraya doğru dönmüştü. Bir süre de tanrıya dua ediyormuş gibi kıpırtısız kaldıktan sonra devinime geçti. Arabaların yokuş tırmanmadan önce kaptırması gibi bir şeydi yaptığı. Hızla yürüdü, yokuşa vurdu, tempoyu düşürmeden tırmandı, tırmandı... Bir noktadan sonra hızı kesilmeye başladı. Hızın kesilmesi yamaçta durmasıyla sonuçlandı. Orada kısa bir süre kaldı. Sonra yine gerisin geri çukura düştü. Tepe takla... Ancak bu kez düşmekle kalmayıp ters döndü. Güreşte tuş olan bir pehlivan gibi sırtı yere gelmiş, bacakları havaya kalkmıştı. Yuvarlanarak düştüğü için başı dönmüştü. Bacaklarını karnına yapıştırıp öylece kalakaldı. Uzun uzun dinlendi. Derin derin soludu. Olduğu yerden çevresine baktı. Başucuna dikilmiş insanların hepsi ters duruyordu. Başları yerde, ayakları havada. Üstünde balık pişirilen ocak da, balıkların içinde olduğu tava da ters duruyordu. Ama nedense balıklar düşmüyor, yağ dökülmüyordu. Alevler tersine yükseliyor, dumanlar tersine burgaçlaşıyordu. Bacağı kırık masa da ters duruyordu, onun üstündekiler de. Su şişesi de... O da ters duruyordu, ama içinden bir damla su akmıyordu. Ay, yıldızlar, ağaçlar ve Eşref’in köpeği de ters duruyordu. Hatta Eşref bile ters duruyordu. Bıyıkları aşağıda, sakalları yukarıdaydı. Başı gövdesinin altında, bacakları da gövdesinin üstündeydi. Arada bir her şey yer değiştiriyordu. Kekil’le Tahsin de birbirinin içine geçmiş olarak ters duruyorlardı. Birinin gözleri öbürünün omzunda, öbürünün bacakları diğerinin ellerindeydi. Kafası karmakarışık olmuştu. Derken birden ters dönmüş olduğunu anımsadı. Düzeltmek istedi bedenini. Yekindi, ama olduğu gibi yerinde kaldı. Çevresinde elini, ayağını dokundurabileceği, destek alabileceği hiçbir şey yoktu. Bir kez daha denedi. Kendi çevresinde döndü, dönendi. Öyle yapınca ters duran her şey bir kez daha tersine devindi, bir kez daha yer değiştirdi. Köpek ağaçların dalları arasına tünemişti. Eşref köpeğin altında kalmıştı. Ocak, çadır ve ay Kekil’in cebine girmişti. Su şişesiyle masa da Tahsin’in üstündeydi. “Keşke kıpırdamasaydım,” diye geçirdi içinden. Ama böyle ne kadar kalabilirdi ki... Bir süre sonra acıkacak, susayacaktı. Doğrulup kalkamazsa, o çukurdan çıkamazsa yiyip içemez, orada öylece ölüp gidebilirdi. Buna gönlü razı olmadı. Bütün gücünü toplayarak bir kez daha yekindi yerinden. Sırt üstü kendi ekseni çevresinde birkaç tur attı. Sağa sola çarptı ve bu çarpmalardan destek alarak doğruldu. Doğrulmasıyla birlikte dünyanın düzeni de değişti. Her şey yeniden devinime geçti ve kurulu düzen alt-üst oldu. Eşref büyük bir takla, köpek perende, alevler ve duman kulaç attıktan sonra doğruldular. Kekil bıyıklarına tutunduğu için çabucak kendine geldi, serçe parmağını Tahsin’in burun deliğine sokarak onu da doğrulttu. İyi de hala çukurun içindeydi. “Lanet olsun!” diye geçirdi.
İşi, gücü vardı. Dışkı yuvarlamak için arkadaşını çağıracaktı. Cart curt, tırt, vırt sesleri çıkararak çağıracak, arkadaşı da çok geçmeden gelecekti. Birlikte Eşref’in çalılar arasındaki tuvaletine doğru yola koyulacak ve gerekli işe başlayacaklardı. Arkadaşı kendisini bekliyordu. Bir an önce buradan çıkıp gitmeliydi.
Doğa Dostu Böcek
-Onların işi bu, demişti Eşref. “Doğayı temiz tutmak. Bunun için de doğa üzerine bırakılan dışkıları küçük topaklar haline getirdikten sonra yuvarlayarak yuvalarına götürmek. Yoksa örneğin bu su kıtlığında kampın tuvaletini nasıl temiz tutabilirim ki... Hem size de söylüyorum, tuvalete gittiğinizde dışkınızın üstünü fazla kapatmayın. Üstüne bir avuç kum atın, bırakın. Onlar gelir, alır, götürür, tertemiz yaparlar orayı. Bir daha gittiğinizde ne dışkı görürsünüz, ne de koku.”
Çukurun ortasında kıpırtısız durdu, düşündü... Çıkabilmek için başka bir yol, yöntem bulmalıydı. Ama ne ve nasıl?... Bir süre düşündükten sonra yeniden devindi. Bu kez arka ayakları yokuş yukarı gelecek biçimde durdu. Birkaç adım attıktan sonra yamaçta bir kazı yaptı. Küçük bir seki oluşturdu ve kendisini oraya çekti. Biraz dinlendikten sonra aynı şeyi bir kez daha yineledi. Bir kez daha, bir kez daha derken çukurdan çıkmayı başardı. Derin bir soluk aldı, ön ayaklarını birbirine vurarak başarısını alkışladı. Kısa süreli uçuşlarda kullandığı sırtını örten kanadımsı sert kabukları birbirine sürterek dans etti. Cırt vırt zart zurt sesleriçıkardı.
Sonra büyük bir hızla yola koyuldu. Akşamın deniz kıyısına çökerek her yana yayılan karanlığına karşın yönünü belirlemişti: Gerçekten de tuvalete doğru gidiyordu.
-Aslanım benim! diye sevdi onu Eşref. Yanına oturup parmağının ucuyla sırtını sıvazladı, yolcu etti.
Kamp Maceraları III.
KAMPTAKİ LEYLEK
Biraz Bursa
Bursa çok genişledi, uzadı, kocaman bir kent haline geldi. Çünkü insanlar Türkiye’nin her yerinden buraya göç ettiler. İş bulabilmek, ekmek parası kazanabilmek için elbet. Bu yüzden büyümesi hızlı ve sağlıksız oldu. Caddeleri daracık kaldı, sokakları kırık, dökük… Bursa’ya sığmıyoruz artık. Kendimiz de sığmıyoruz, arabalarınız da. Bu durum beni çok sıkıyor. Sıkıldığım zaman soluğu kampta alıyorum.
Yalnız Leylek
Kasım ayının son haftasıydı. Yerini tam olarak söylemeyeceğim, yazmayacağım kampımıza gidiyordum. Nerede olduğu, nasıl gidildiği bilinmesin diye… Kalabalık olmasın, kent gürültüsü duyulmasın, doğallığı bozulmasın. Kokusu, rengi, tadı olduğu gibi kalsın. Kuşları ürkmesin, böcekleri korkmasın… Ana yoldan ormana saptım. Bir süre gitmiştim ki, bir leylek belirdi başımın üstünde. Arabayla yarışıyordu sanki. Ben gidiyorum, o geliyor. Zaman zaman arabadan ayrılıyor, ormanın üstünde küçük bir tur attıktan sonra yine geliyor. Kampa yaklaşınca ayrıldı, gökyüzüne doğru süzüldü, gözümden kayboldu. İki nedenle şaşkındım. Birincisi, leylekler çoktan sıcak ülkelere göç etmişlerdi. Bu leylek neden hâlâ buradaydı? Üstelik yapayalnızdı. İkincisi, neden bir süre beni izlemişti? Bir anlam veremeden sazlıkların arasından yılan gibi süzülen yola girmiştim. Az sonra kampta olacaktım. Her zaman olduğu gibi, kampa yüz metre kalınca arabayı durdurdum. Eşyaları alıp yürüdüm. Çünkü kumsal başlıyordu ve bu yüzden kampın olduğu yere arabayla gidilemiyordu.
Eşref’in Leyleği
Oradaki her şey Eşref’in adıyla anılır. Kampın kurucusu odur çünkü. Taa onbeş yıl önce kurmuş bu kampı. Barakayı da zaman içinde yapmış. Deniz Market’ten… O böyle diyor. “Kamptaki birçok şeyi deniz getirdi. Dalgalar kıyıya attı ben topladım. Tahtalar, elbise askıları, can simitleri, plastik yastıklar, hamaklar, şişe suyu, şaraplar, kilimler, çeşitli plastik eşyalar, toplar, şapkalar… Daha birçok şey… Yoldayken ona bu adı takmıştım bile: Eşref’in Leğleği. Tıpkı Eşref’in Böceği, Eşref’in Denizi, Eşref’in Kampı gibi…
Kamptaki barakamız göründüğünde şaşkınlığım on, yüz, bin katına çıktı. Leylek oradaydı! Barakanın önündeki çitin üstünde. Beni görünce bu kez de o şaşırdı. Kısa süre bakındı, ileri geri bir-iki kez sallandı ve büyük kanatlarını açarak uçuşa geçti. Gidip ilerideki sarmaşıklı çınar ağacının yüksekteki dallarından birine kondu. İleri geri, aşağı, yukarı salınarak beni izlemeye durdu.
Bir süre saklambaç oynadık onunla. Ben içeri girdim, o barakamızın önüne geldi. Har kezinde aynı yere konuyordu. Baktım, ora rüzgârın tutmadığı bir duldaydı. Ayrıca, atılmış gazeteler, çul-çaput ve biraz da dal-yaprak vardı. Yuva sanmış olmalıydı. Ya da orayı yuva haline getirmek niyetindeydi. Yardımcı olmak istedim. Oradaki atıklara bir düzen verdim. Leylek yuvasına benzer hale getirdim. İçine biraz da yumuşak otlardan koydum. Sonra da içeri girip gözetlemeye başladım. Uzun süre gelmedi, yalnızca baktı. Daha sonra kanat süzüp barakanın üstünde uçmaya başladı. Fazla yükselmeden halkalar çiziyor, yuvayı inceliyordu. Derken iniş yaptı. Yuvanın yanındaki ağaca kondu. Bir süre de oradan inceledi yuvayı. En sonunda da yavaşça içine girip bir güzelce yerleşti. Tüylerinin hem rengi bozuktu, hem de biçimi; gri ve diken dikendi. Bedeni olması gerekendin küçüktü. Yavru gibi görünüyordu. Ya da hastalıktan yeni kurtulmuş gibiydi. Yoksa çoktan göç etmiş olurdu. Yani burada olmazdı. Onu barakanın küçük penceresinden uzun uzun inceledikten sonra, dışarı çıkmak istedim. Ürkmesin diye yavaşça devindim. Ama yine olmadı; ben çıktım, o uçup gitti. Belki acıkmıştır diye düşündüm. Yuvanın içine ekmek, sebze ve hatta birkaç parça meyve bıraktım. Yeniden içeri girip gözetlemeye başladım. Yine benzeri şeyler yaptıktan sonra yuvaya girdi. Yuvaya yabancı saydığı yiyecekleri gagasıyla yuvanın dışına bıraktı. Bazılarını da biraz gagaladı. Belki o arada yediği de oldu, ama ben tam olarak göremedim. Her şey istediğim gibi gidiyordu. Leylek yuvasına iyice alıştı. Önce ekmek kırıntılarını yemeye başladı, sonra sebzeleri. Birkaç gün sonra da meyveleri… Artık iyice ısınmıştık birbirimize. Kamptaki beşinci günümde uzattığım yiyecekleri elimden almaya başladı. Nasıl sevindim!... Bu yüzden hemen dönemedim Bursa’ya. Biraz daha alışsın, alışması pekişsin istedim. Üç gün de elimden besledim onu. Döneceğim zaman yuvanın kenarlarına, barakanın üstündeki üzüm sandıklarının içine yiyecekler bıraktım.
Dostları ilə paylaş: |