Örneklerle



Yüklə 5,79 Mb.
səhifə32/58
tarix31.10.2017
ölçüsü5,79 Mb.
#23511
növüYazı
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   ...   58

ŞENER AKSU’YLA YAPITLARI

VE “DAĞ MARTISI” ADLI ROMANI ÜZERİNE SÖYLEŞİ

*Sevgili Şener Aksu, sizi Kocaeli Üniversitesi Şiir Etkinlikleri Birimi’ndeki çalışmalarınızdan ve Akademi Gökyüzü Dergi’nizden biliyoruz. Orada Sayın Nejat Gacar’la güzel şeyler yapıyor, yazın alt yapımıza gençler yetiştiriyorsunuz. Çeşitli yapıtlarınız da var. Dağ Martısı’ndan önceki yapıtlarınızla ilgili kısa bilgiler verir misiniz?



*Nejat Gacar’la uzun zamandan beri tanışırım; 2005’te, Şiir Etkinlikleri Birimi Müdürü olduğunda, bana “birlikle çalışalım mı?” diye sordu, o an kabul ettim ve şimdi birlikte etkinlikleri yürütüyoruz. Ben şiire başka türden bağlıyım... Sanırım bu bağı anlayanlardan biri de sizsiniz... Bu yüzden ilk kitabım şiir kitabıdır; “Güneşin Denize Bıraktığı İzden ya da Öykünsüz”... Onu çok severim. İkinci kitabım; “Zamanı Yarım Kalan”, isminden de anlaşılacağı üzere, zamanı yarım şiirlerden oluşuyor...
*Üçüncü yapıtınız da bir şiir kitabı ve ödüllü…

*Evet. Üçüncü şiir kitabım “Hayatın Rengi Saf Hüzün”, ilginç bir öyküsü var, çünkü benim bir arkadaşım yarışmaya katmış ve pek haberim olmadan “Ruşen Hakkı Şiir Ödülü” aldı, ne yapacağımı şaşırdım! Yarışmalara karşı olan birinin böyle bir ödül almasının yarattığı ikirciği tahmin edersiniz. Ben şiir kitaplarımı sevdiklerime ve şiir severlere armağan ederim. Armağan edecek kitap kalmayınca, yeni şiirlerle eskilerinden bir seçme yaptım, böylece dördüncü şiir kitabım; “kül nehri” çıktı. “kül nehri”, benim varoluş nehrimdir...


*Çok yönlü, çok boyutlu bir insansınız. Yalnızca sanatsal değil bilimsel çalışmalarla da kültürümüze katkılar yapıyorsunuz. Felsefeyle, tarihle, hatta ekonomipolitikle ilgili çalışmalarınız ve yapıtlarınız da var…

*Ayrıca ben tarih felsefecisiyim. Kocaeli Üniversitesi yayınlarının ilk numarasına sahip olan kitap “Tarih ve Devrim”, derslerimde kaynak olarak kullandığım bir kitaptır. Cumhuriyet tarihine bir başka açıdan yaklaşır. Daha sonra iki kitabım daha Üniversite yayınlarından çıktı; “Bireyin Tarihteki Rolü Açısından Yahya Kaptan” ve “Ulusal Egemenlikler ve Geleceğin Otoritesi”. Birincisi, Amerikan Kongre Kütüphanesi tarafından satın alındı, önemsendi. Ayrıca Kocaeli Büyük Şehir Belediyesi tarafından ikinci baskısı yapıldı. İkincisi, ulus sermayeciliği- küresel sermayecilik gerilimini dillendiren, otoriteyi tartışan bir denemeydi. Yazarken öğrendiğim eserlerimden biridir. Daha sonra Anı Yayıncılıktan “Hegel ve Tarih Felsefesi” yayımlandı. Tarih felsefesine giriş kitabım olarak kabul edilebilir. Yenisi gelecek.


*Tutkularınızdan biri de tiyatro… Yazarlığından yönetmenliğine kadar tiyatronun ciddi bir emekçisi durumundasınız. Yazdığınız oyunların çeşitli tiyaro gruplarınca oynandığını da biliyoruz.

*Tiyatroya da ilgim oldu uzun süre... Amatör tiyatro yönetmenliği yaptım yıllarca ve bu dönemde, gereksinimlerimi karşılayacak oyun bulamayınca, yazmaya da başladım. Bunlardan üçünü Kültür Bakanlığı yayımladı; “Kağıtçı”, “İlk Yardım Son Yardım” ve “Robot Arkadaşım”...Kağıtçı”; SEKA’nın kuruluşu ve Cumhuriyetin ilk yıllarındaki zorluklarıyla Mehmet Ali Kağıtçı’yı karakterize eder. Cumhuriyete yönelik sayılı oyun içinde yer alır. “İlk Yardım Son Yardım”, çok ilgi gördü. Bir özel üniversitenin tiyatro topluluğu bu oyunu İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’yle ortak bir projede, liselerde oynuyor bu yıl... Ülkenin çeşitli yerlerinde her iki oyunda sahnelendi, sahnelenmeye de devam ediyor. Oyunlarımın bir kısmı basılmadı ama birçok yerde oynanıyor... Kişisel sitemden alıp oynuyor, bana da bildiriyorlar. Bunların içinde özellikle “Kural Der Ki” önemli bir yere sahiptir. “Sarı Çizmeli FM” den de söz etmeliyim belki de...


*Çocuklar için de tiyatro yapıtları yazdınız. Bu alandaki deneyiminizle ilgili neler söylemek istersiniz?

*Ama yazmak da en çok zorlandığım oyunum, çocuklara yönelik olan “Robot Arkadaşım”dı. Bir daha da çocuk oyunu yazmadım, korktum! Çok zor, bu zorluğu siz daha iyi bilirsiniz.


*Sanıyorum ortak kitap çalışmalarınız da var…

*Evet katkıda bulunduğum, diyelim… Sözgelimi, editörlüğünü yaptığım; “Tarih Günleri I” ve “Ermeni Sorunu Rehberi” adlı derlemeler Üniversite yayımlarından çıktı. Yazarlığını yaptığım bir çok eser var; söz gelimi, “Hapishaneler Kitabı”, “Mustafa Kemal’in Kocaeli Ziyaretleri, Kent ve Konuğu”, “Cumhuriyet Tarihi”, “Bilim ve felsefe açısından ruh bilgeleri” gibi...


*Sonra Dağ Martısı adlı romanınız çıkıp geldi okurun karşısına. Romanın öykü temeli gerektirdiği için mekân olarak doğup büyüdüğünüz yerleri, temel izlek olarak da göçü seçmişsiniz. Bu öykü nasıl doğdu?

Aslında benimkisi bir adanmış hayat... Çocukluğumda, eniştemin kitaplığında bulduğum “Kral Lear”ı okuduğumda, dilim tutulmuştu. Ömrümü böyle eserler vermeye adadım, “Türkçe’nin Shaskeapare’si olmaya karar verdim. Ancak bunu aşama aşama yapabilirdim, yoksuldum ve önce kendi hayatımı kurmalıydım. Emekli olunca yazar olabileceğimi varsaydım ve ona hazırlandım. Tarih ve felsefe eğitimi aldım; ayrıca her iki yılda bir, özel bir alan seçip kendimi dönüştürmeyi tasarladım. İktisat okudum iki yıl, tüm birincil el kaynakları gözden geçirdim. Davranışbilim okudum, mitoloji okudum iki yıl... Önümüzdeki iki yıl, Türkçe için gramer çalışacağım ve roman okuyacağım. Emekli olunca yazarlık için gerekli birikimim olacak, geriye insan tanımak, insan araştırmak için geziler kalıyor... Demek ki Dağ Martısı erken doğan bir çocuk! Erken doğdu, çünkü bir Artvin gezimde, ilginç biriyle tanıştım. Adam sadece ninesi Artvinli diye oraları gezmeye gelmişti. Çok etkilendim, işte benim yazmak istediğim bu diye düşündüm... Ayrıca yaşadığım dağların sözlü kültürü artık bitiyordu, zaman gittikçe azalıyordu. Beş yıl çalıştım ve Dağ Martısı omzumdan uçtu...


*Mekân isimleri ve yöresel konuşma biçimi çok belirgin. Artvin’e dair… Bu yoğunluk roman için bir sakınca olamaz mı? Bana biraz öyle geldi de…

Böyle düşünülebilir veya bunu bir olumsuzlama olarak görebilirsiniz. Çok doğal!.. Ancak bu roman, mekân insan ilişkisi üzerine kurulu, yani doğasında bu var. Onu kaldırırsanız, bedeninden soymuş olursunuz. Bu olumsuzluksa da onu taşımalı bence... Bir başka açıdan da bunu bir olumluluk olarak görebilirsiniz... Şüphesiz ki roman bir sanat eseri olarak “bildirmek” değil, “sezdirmekle” ilgilidir. Ben bunu bir insan durumunu dile getiren bir çağrışım olarak tasarladım. Belki de başarılı bir uygulama yapılıp yapılmadığı tartışmalıdır. Ne olursa olsun özgün, içten ve sevinçli bir denemeydi. Ben yazarken çok sevinç duydum. Özellikle gerçekle düşün harmanlandığı sınır, beni heyecanlandırdı....


*Romanın kahramanı Yahya günümüz insanı, ama savaş yüzünden oradan oraya sürüklenen ninesinin geçmişini yaşamaya çalışıyor. Ninesinin ve onu yaşayabilmek için çıktığı yolculuk sırasında kendisinin çektiği sıkıntılar insana bir gönderme elbet. Nasıl açıklamak gerek bunu?
Bunu şöyle açıklamak gerekir; insan geçmişinin toplamı, hem de sanıldığından çok. Geçmişinden arınmak olası değil! Dolayısıyla Yahya, bir yanıyla genetik olarak, bir yanıyla çevre koşullarıyla kuşatılan ruhunun açmasında çağdaş bir insan ama kendinde geçmişin kurulduğu zamanlar taşıyan insan. Yahya’nın yolculuğu sadece Artvin’e değil, kendine ve kendin geçmişine yolculuk, bir kendini arayış olarak görmeliyiz bunu... Tam da benim istediğim böyle görünmesiydi. Görün olduysa aşk olsun, görünemediyse eksiklik bende...

*İnsan, doğa, tarih, aşk ve özlem diyalektiği yalnızca Yahya öznesiyle değil, diğer kahramanlar üzerinden de romanın platformu kılınmış. Aslolan nedir bu romanda; okunduğunda algılanan çelişkiler mi, o çelişkileri üreten koşullar mı, yoksa çok daha ötelerdeki olgular mı?
Bu romanda insan var, insana ait olan her şey kahramanlara içkin... Ne insan çelişkilerinden ve koşullarından arınık olabilir, ne çelişkiler ve koşullar insandan... Öznenin kuruluşuna içten bir bakış diyebilirim. İnsan kendini özne sanabilir ama eyleminden ve eyleminin her olası sonucundan emin olmayan bir özne olabilir mi? Demek ki insan bir özne değildir; geçmişinin sıkıştığı ve geleceğin başladığı bir sınırdır. Öte yandan koşullar bir belirlenimcilikle katılaşmış değildir. Hayat sanıldığından çok rastlantı içerir ve özne bu rastlantılarla örülü bir ömür olabilir ancak! Yahya da öyledir, Ardanuç’taki barda çalışan Odesalı Rus kızı da... Demek ki biz özneyi bir olgu, bir durum değil, bir süreç olarak algılamalıyız... Dağ Martısı, bir yanıyla ruhsal bir romandır, bir yanıyla felsefi bir roman... Dağ Martısı, iç içe geçmiş insan sarmalıdır. En azından ben öyle tasarladım.

*Ayrıca, roman kahramanlarından Yahya kadar Tükez, Casim ve Cinli Zildan’ın da birer toplumsal simge olduklarını düşündüm. Gizemli bir döngü söz konusu. Anadolu’ya, evrensele ulanan bir yapı mı var ortada?
Yarı göçebe kültür de yerleşik kültür gibi, endüstri kültürü gibi bir insan birikimi... Orada insana yabancı bir şey yok, hatta oradaki kahramanların bir çok özelliği, kentlerdeki insanlara içkindir. Ancak, her kültürün anlatımını sağlayacak mihenk taşları vardır; burada sözü edilen karakterler, yarı göçebe kültürün mihenk taşlarıdır. Onların yardımıyla, sezgisel olarak, insanın gerçeğine çağrışım yapılabilirdi umudum. Jung’un kavramlarını bile romanda görebilirsiniz. Bilinçaltının insanın günlük hayatına yansımaları göz ardı edildiğinde, insan yavan koşulların mahkumu olur. Dolayısıyla bütün insanlar için evrensel çağrışımların, evrensel gerçeğin ipuçlarına, yarı göçebe kültürün özgün ve çıplaklığında ulaşmaya çalıştım. Amacım hiç kuşkusuz insanı araştırmaktır. Elbette bu bir bilgi araştırması değil, sezgisel bir deneyimdir.
*Görsel-uzamsal zekâ ürünü bir roman Dağ Martısı. Bu özelliği ondan iyi bir sinema filminin çıkabileceği kanısı veriyor bana. Yazarken böyle bir film canlanıyor muydu gözlerinin önünde?
Bunu sinemacılar bilir ama ben onu zihnimde görsel betimlerle kurguladım. Hatta Eşref’in ölüm sahnesini düşündükçe boğazım düğümlenir, uygunsa durum ağlarım da... Kekil Şimşek bu romanı Olgun Şimşek’e verdiğinde, iyi bir film olabileceğine yönelik bir konuşma geçtiğini bana aktardı. Bilemiyorum... Umarım olur. Ama olmasa da, okuyanın hayal gücünü kamçılar... Zaten okuyuculardan aldığım eleştiriler beni umutlandırıyor. Ortaokul çocukları da okuyor, yaşlılar da... Bir ortaokul çocuğu telefon etti bana, çok etkilendim. Diyor ki; “bana dağları ve okumayı sevdirdiğiniz için elinizden öperim!” Bir roman yazmak için bundan daha iyi bir gerekçe söyleyebilir misiniz?

SAZLAR MUCİTİ VE ÜSTADI

MUZAFFER ÖZDEMİR’LE SÖYLEŞİ

-Klasik bir soruyla başlayalım, Muzaffer ÖZDEMiR kimdir?

*Ben de, kendime her gün soruyorum. Muzaffer ÖZDEMiR kimdir? O bir sanatçı, o bir ada dört yanı sanatla, edebiyatla, müzikle kaplı kocaman bir ada. Popüleritesi olmayan, sadece yüzmeyi bilenlerin keşfettiği bir ada. Aranınca bulunacağına, verilince alınacağına, inananların keşfettiği bir ada. Belki de bu yüzden, Muzaffer ÖZDEMiR kimdir? sorusuyla sık sık karşılaşan bir adam. Bütün hayatı 5 şeritli bir yoldan geçen adam.



-Bize, bu yolu biraz anlat" mısınız ?

* Armoniye giden bir yol. RE sesinin Bağlamaya olan aşkından, DO sesinin Piyanoyu keşfine giden. Yığınla sesin, yığınla esin, yığınla sevincin, yığınla umudun, yığınla ayrılığın acının trafiği tıkadığı bir yol. Yarınların - dünleri, sevinçlerin - acıları, dostlukların - düşmanlıkları, doğruların - yalanları, aşkların - ıstırapları solladığı bir yol. Her uzamda, kazaların yaşandığı, yaraların alındığı, kostakların ve köstekleri n aşıldığı bir yol. Şiir - şiir, türkü - türkü, kitap - kitap bir yol. Bütün kahramanları gönlünde taşıyan, bir kahramanın yolu. 'Bütün insanlar Kardeştir' diyen, bir arzuhalin yolu. Ayokozmosa uzanan, tritokozmosun yolu. “Mürşit olmayınca, müşkül çözülmez. Dibi görünmeyen, gölde yüzülmez Hakkın nazarında, iki gezilmez

Aman, beni senden, seçme ha seçme” diyen türkünün yolu. İt ürür, kervan yürür'deki, kervanın yolu. Aklıyla bakan, yüreğiyle gören, bilgenin yolu. Anadolu'ya beşiklik, Mevlana'ya eşiklik, Hacı Bektaşi Veliye eşlik eden yol. Yunus ile Taptuğun arasındaki kadar düz, ama hep oktava doğru giden yol. Güneşe uzanan, armoninin yolu...

-Bağlamayla nasıl tanıştnız?

*Ben de sonradan tanıştığımı sanıyordum. Ama öyle değilmiş. Bağlama benim ikizim imiş. Hani, ikizlerin ilişkisinde vardır ya, aynı olaylar karşısında, olumlu olumsuz aynı duyguları hissetmek... Bağlamamla biz de yıllar içinde bu ruh ikizliğini yakaladık. Akla karayı, iyiyle kötüyü, doğruyla yalanı, hele hele farklı olanı, aynı anda farkederiz...



-Bu tekniği, bu üslubu nasıl geliştirdiniz, müzik aletlerini nasıl tasarlıyorsunuz ?

*Dua eden Şaman, bir süre davulunu kendisi çalar, sonra davul onu çalmaya başlar. Bizim ilişkimizde, akord yapana kadar sazı ben çalıyorum, ondan sonra saz beni ele geçiriyor.

Sonra... Sonrasını seyirciye, dinleyiciye sormak lazım. Tasarlamaya gelince; Hiçbir müzik aletini tek başına düşünmem. Hep bir bütün olarak sahneyi tasarlarım. O günkü repertuara uygun olarak sahneyi giydiririm, kendim de ona göre giyinirim. Yalnız elimdeki çalgıları değil, sahneyi de, seyirciyi de akord ederek başlarım.

-Neden günlük yaşamımızda yer alan (mutfak araç-gereçler; vb) şeyleri sahnede kullamyorsunuz ?

*Bir çok nedeni var. En önemlisi, yeryüzündeki her şeyin bir müzikal ifadesi olduğuna inanıyorum. Yıllardır aynı berbere gidiyorum. Bunun nedeni alışkanlık değiL. Berber Bayram'ın saç saka i keserken, makasından çıkan melodik sesler. Mesela; siz sürahiyi masaya su koymak için kullanırsınız. Ben, sahnede

milyonlarca ses almak için kullanırım. Yada tam tersini düşünelim. Evinizde veya ofisinizdeki koltukların arasına bir darbuka koysanız, üzerinede zevkinize göre bir cam kestirip yapıştırsanız şık bir sehpa olur değil mi ?

-Kimlerden etkilendiniz ?

*Edebiyatçı yanımı Salvador Dali ve Mayakovski çok besledi. Ama müzisyen olarak Jimmy Hendriks etkisi taşırım. Uzun yıllardır Ravi Shankar'ı severek dinliyor olmamın da beni çok etkilediğini düşünebiliriz.

-Anadolu'dan kimse yok mu?

*Dede Korkutun izini sürüyoruz ya...



-Bu iz nereye çıkıyor?

*Bir kavşakta Aşık Veysel, bir kavşakta Muharrem Ertaş bir kavşakta Mahzuni var.



-Türkü nedir?

*İnsanoğlunun yaktığı ilk meşaledir türkü. İnsan, içgüdüsel veya bilinçli olarak yaşadığı bazı duyguların ve düşüncelerin, her yönden hissedilmesini ve mümkün olduğunca uzaklardan duyulmasını ister.Türkü, bu istekleri n gerçekleşmesidir. Acının çoğalarak ağıtlaşması, sevincin çoğalarak şiirleşmesi, Aşkın çoğalarak destanlaşması türküdür. Tabiatın ve toplumun hayatınıza yansıyan coşkulu olaylarını anlatmak için yazılan güzellemeler, kavga eden taraflar için yazılan yiğitlemeler türküdür. Güdüsel olarak söylediğimiz ilk, türkü ağıttır çünkü dünyaya., ağlayarak geldik ve öylesine i'ti bağırdık ki, sesimizi bütün tabiat duydu.Dünyamızı ve tarihimizi yansıtan olayları, bazı insanlar süzgeçlerden geçirip, Onlara kültürel ve estetik değerler kazandırarak, herkesin coşkusuyla paylaşabileceği güzellikte, tekrar, birer sanat eseri olarak bizlere sundular. Bilinçli olarak üretilen bu türkülerin ustalarına da, Bir konser kadar yakından ve bin yıl kadar uzakta "Ozan" dedik.



-Müzisyen yanınız edebiyatçı yanınızı gölgeliyor mu?

*Gölgelemek değil, müziğin işitselliğinden, sahnenin görselliğinden kaynaklanan bir avantaj söz

konusu. Ayrıca iyi-kötü müzik dinleyen bir toplumuz. Okuma alışkanlığı ise, tamamen yitirilmiş. Dikkat edilirse son yaptığım albümde sazım kadar, kalemimi konuşturduğum da anlaşılır.

-Bu albüm size neler kazandıracak?

* Tüm eserlerin sözü müziği yeni, tam bir sanatsal yaratı örneği. O nedenle; bana değil, genel olarak müziğimize çok şey kazandıracak.



-Sanatınla ilgili en özlü savın nedir?

*Sanatım, ruhumun temize çekilmiş halidir.



-Çalışmalarınla ilgili çok kısa bir özet istesem ne dersin?

-6 müzik aleti icat ettim.16 kitabım yayınlandı. Bir çok sinema, belgesel ve film müziği yaptım. Ayrıca kendi bestelerimden oluşan 5 de müzik albümüm var.



-Siz de günün birinde Mustafakemalpaşa Kültür Sanat derneği’nin konuğu oldunuz ve güzel bir konserle Mustafakemalpaşalıların gönlünde bir kez daha taht kurdunuz. İzlenimlerinizi alabilir miyim?

-Buraya geldikten sonra Mustafakemalpaşa Kültür Sanat Derneği Başkanı Kekil Şimşek’ten dernek hakkında bilgiler aldım. Çok ciddi, hatta neredeyse mucizevari işler yapıyor. Mustafakemalpaşa’ya sanat taşıyor. Yani insanı insan eden o doruk değeri… Bu, insanın daha çok insanlaşmasına bir hizmettir ve böyle de bilinmelidir. Bu duygularla verdiğim konsere gösterilen ilgiden de ayrıca hoşnut oldum.


ÖZKAN MERT ŞİİRİNİN KIRMIZI İPLİĞİ*

1./


Özkan Mert’in, “Allah ve Tango” adlı kitabı; 1961-2011 yılları arasındaki kırk yıl boyunca imbiğinden süzüp şiir evrenine kattığı şiirlerden oluşuyor. Bir seçki.

Kitabın ilk 64 sayfasında, ilk beş kitabından, dönemin egemen şiir anlayışını yansıtan şiirler yer alıyor. Bu şiirler, onun şiir serüveninin köklerini imleyen şiirlerdir. Tümüyle Türkiyeli, emek yanlısı ve direngen… Kendi söyleyişiyle; “kendine özgü estetiği de olan…”

Sonra ansızın “Sanem Okula Başlıyor” başlıklı, şiir/öykü/deneme tarzındaki beşinci (çocuk) kitabında “Stockholm” başta olmak üzere, farklı Avrupalı sözcüklere rastlıyoruz. Anlıyoruz ki Özkan Mert, şiiriyle birlikte yaşamın evrensel boyutuna doğru kanat açmış.

Birçok şiirinde yaşam bulan “sürgün” izleği, ülkemize dair yakıcı gerçeklerin vurucu bir simgesi ve insan olgusunun içini burkan şiir imgesi olarak Özkan Mert tarihinin İsveç boyutunu imliyor.

Seçmeler kitabında adını verdiği “Allah ve Tango” başlıklı şiiri de onlardan biridir. “Kırk bir üçgendir her sürgün” diyerek inceden bir sızı yerleştiriyor şiirin şah damarına. “Yeryüzünde güneşi ilk gören/ Üzümlerden yaptım şarabı// Bu şarapla yıkıyorum sözcüklerimi/ Tarih beni arıyor.”

“Sürgün”, “özgürlük”, “çocuk”, “güvercin”, “şarkı”, “düş”, “müzik”, “orgazm”, “halk” gibi imgeleriyle yaşayan bir şiirin şairi Özkan Mert. Her birinin sayısız çağrışıma kanatlandığını, her birinin sayısız anlam taşıdığını ve her birinin aynı zamanda bireye dair olduğunu, ama bütün bu varoluşların ve duruşların sanat, felsefe, insan, doğa diyalektiğiyle, bağlamında şiirleştirildiğini görüyorum.

Derininde daha çok insan, “halk” ve daha çok doğa barındıran bu sözcüklerin diyalektiğinden kurulan şiirleri önemsiyorum, hatta “meşru” sayıyorum. Daha önceki bir yazımda da bu kavrama yer vermiştim. “Meşru sanat”, “meşru şiir”; sanatın vicdanını, bilimle ilintisini ve bütünselliğini anlatır. Vicdanı olmayan her şey hiçbir şeydir. Konu burada olduğu gibi şiir olunca; insanı insan eden soylu bir gerçeklikten, insanın varlık gerekçesi ve kanıtı olan iki doruk değerden biri olan sanatın dayanılmaz ağırlığından (şiirden) söz etmiş oluyoruz.

“Bir çocuk binlerce yıllık acıyla büyüyor” (s.78) dizesinin tek başına iyi bir şiir olduğunu kim yadsıyabilir ki? Çünkü hem iyi bir sanat ürünü hem de çocuklar(ımız) hâlâ bin yıllık acılara doğuyor ve öyle büyüyorlar.

Şairlerin ve şiir yazanların kulakları çınlasın.
2/

Dünya Şiir Günü Bursa etkinliğinde kendisiyle bir söyleşi yaptık:

ş.a:Şaire, şiire teorik olarak da kafa yoran bir “şair”imiz olarak “Şair”i sormak istiyorum size…

Ö.M: Şair, sonradan şair olduğunu bilen insandır. Çünkü şair olmak olayı çok karmaşık bir olaydır. Çocukluğunuzdaki etkilerden tutun, psikolojik durumunuza kadar… Dilsel yaklaşımınız, bilginiz, birikiminiz, devinimleriniz… Bunlar süreç içinde kendiliğinden bir oluşum doğurur. “Olacağım” denilerek şair olunamaz. Başbakan olabilirsiniz, güreşçi olabilirsiniz, ama olacağım diyerek şair olamazsınız. Böyle bir gelişimin içinden geçtik biz. Örneğin 1960’lı yıllarda İzmir’deyiz. Türkiye şiirine İkinci Yeniler hâkim. Cemal Süreya’lar, İlhan Berk’ler… Biz Ant Dergisi’nde üç arkadaş 1960’da bir manifesto yayımladık. Devrimci Şairler Savaş Açıyor” başlıklı… Hâlâ tartışılıyor.

ş.a: Bu manifestonun etkisi nasıl oldu?

Ö.M: 1960’lı yılları düşünün. Bütün dünyada kurtuluş hareketleri, direnişler… Aydınlık bir dünyanın ışığını duyuyordu insanlar. Biz de doğal olarak etkilenecektik. Ben de “Diren Ey Kalbim”, “Bir Gün Mutlaka” gibi birçok şiir yazdım. İlk kitabım mahkûm edilerek toplatıldı. İkinci Yeni’nin o koşullarda toplumsal olaylara karşı duyarsız olduğunu düşünüyorduk. Haklıydık ya da haksız; ama manifestomuzu o koşullarda yayımlamıştık. Bu konuda en güzel sözü Mehmed Kemal söylemişti: “Kuşaklar dövüşe dövüşe büyür.” O süreçte çeşitli şiirler yazdım Daha ilk kitabım yayımlanmışken sürgün olarak kendimi İsveç’te buldum. Bambaşka bir dünya, bambaşka diller… O zaman, şair olarak yeni baştan koordinatlarını kurmak durumundasın. Hem kendinin hem de şiirinin…

Ceyhun Erim: Hocam o dönemde bir de Halkın Dostları serüveniniz vardı…

Ö.M:Ankara’ya gelince gerçekçi sosyalist şairler kuşağının topunu atmış olduk. Daha sonra diğerleri geldi Refik Durbaş’lar, Kemal Özer’ler… O zaman onlar İkinci Yeni şiirleri yazıyordu. Benim o dönemim, mahkûm olmamla birlikte bitti.

ş.a:Şiir serüveniniz nasıl devam etti?

Ö.M: Mesele orada işte. Oradan şuraya geçişle sürdü: Yurt dışına gitmek zorunda kaldım. Orada da çalıştım, ürettim. Sonuç olarak; ben de dünyadaki sürgün edebiyatının bir temsilcisi durumundayım. Örneğin İsveç’te, “Türkçe yazan İsveçli şair” olarak da algılıyorlar, anıyorlar. Antolojilerde yerim var. Sonuç olarak, evrensel boyutta bir şiir yakalamaya çalışıyorum.

ş.a: “Özkan Mert’in şiirleri baş döndürücü. Bu şiirlerde Lorca yeşilliğinin bir köşesi ve Neruda’nın ışıldayan denizi var,” diyor Rikad Holm. Ana L. Valde de; “Özkan Mert şiirinde özümsenmiş politiksellik şarap tadında: Olgun ve yumuşak. Bu şiir çoğu kez Brecht ve Prevert mükemmelliğine ulaşıyor. Mert şiirinde uzlaşma yok. Politik mesaj, her zaman estetik mükemmelliğe ulaşma çabasının emrinde,” diye yazıyor.

Ö.M: Şunu söylemek gerekiyor. İlk yazdığım “Diren Ey kalbim… Kuracağız Her Şeyi Yeniden…” gibi militan şiirlerde politik mesaj daha canlı, daha vurgun şekildeydi. Bunun da kendi estetiği var. Zamanla aynı politik çizgi sürüyor ama estetikle içerik arasında daha yakın, daha sıcak uyuşmanın olması gerektiği inancı ve devresi başlıyor. Şöyle bir şiirim var:” Ben savaşçı değil gül yetiştireceğim….” Herkesin söyleyebileceği bir şey ama aslında çok da keskin bir mesaj veriyor. İdeolojik, çok ideolojik ama kendini ele vermeyen bir şiir. Yani denizde balık neyse, bir şairin şiirinde de ideoloji o olmalı, diye düşünüyorum. O zaman hiç kimse soramaz; bu denizde niye balık var, diye. Şarap tadında ve ılık… Ön beyinle değil de arka beyinle kavranılacak bir şey. Okur onu aldığını bile bilmeden almalı ama etkisi yıllarca devam etmeli.

ş.a: Biraz önce “o şiirin de kendine özgü bir estetiği vardı,” dediniz. Özgün ve güzel buldum bu sözünüzü. Çünkü zamanla tanık olduğumuz, okuduğumuz ya da duyduğumuz bazı gerçekler var. Bazı eski toplumcu şair arkadaşlar; “ben o defteri kapattım, o yanlıştı” diyorlar.

Ö.M: Öyle şey olmaz. O defter kapanmaz. Ben asla inkâr etmem. Çünkü o şiirler olmasaydı, bugün yazdığım şiirlerim de olmazdı. İstanbul’daki bir etkinliğimizde, genç bir adam izin isteyerek, benim, “Diren Ey kalbim” şiirini okudu. Hem de büyük bir heyecanla. Sonuç: Adam o şiir sahip çıkmış. Şiir benden çok, onun. “Yedi yıl hapiste her gün bu şiiri okuyarak ayakta kaldım,” dedi. İsveçli bir kadın, “bu şiir okuduktan sonra intihar etmekten vazgeçtiğini,” söyledi. Buna benzer örnekler çok. Bir şairin kalıcılığının göstergesi ve benim ödülüm.

ş.a: Biz Bursa Yazın ve Sanat Derneği Yönetim Kurulu olarak, 2013 Buyaz Şiir Onur Ödülü’nü hangi sevgili şairimize verelim, diye düşünürken bu ölçütleri de göz önünde tuttuk ve size sunmayı kararlaştırdık. “Şiirin estetiğini yakalamak” demiştiniz. Egemen şiir anlayışını da katarak, özünü de yitirmeden, geliştirerek sürdürebilmek, iyi şiiri yolunu açar.

Ö.M: Siz az önce güzel bir şey söylemiştiniz… Gerçi bu konuda değişik düşünceler var. Şiir vardır, kendi dönemi içinde okunur biter; bazı şiirler de yıllar sonrasına taşır kendini. Bir anlamda şiirin içinde hava deliklerinin olduğunu, bu deliklerin o şiiri canlı tuttuğunu ve yüz yıl ötesine taşıdığını söyleyebiliriz. “Diren Ey Kalbim”i kırk yıl sonra da okuyorum ve hâlâ çok güzel olduğunu görüyorum.

ş.a: Cemal Süreya, İlhan Berk, Salah Birsel, Adnan Binyazar, Vedat Günyol, Mehmed Kemal, Dursun Akçam, Adalet Ağaoğlu, Demir Özlü v.d gibi yerli ve hatta yabancı, şairler, eleştirmenler şiiriniz için olumlayıcı sözler etmişler, hatta övmüşler. Daha ileri giderek, “Özkan Mert’i Nobel Ödülü’ne öneriyorum,” diyor Ellen Larsen. Mahcupluk duymayınız lütfen çünkü Buyaz olarak biz de bu görüşlere katılıyoruz. Şiirin kalıcılığını, şiirin geçerliliğini, biraz da toplum adına, gençler adına sürdürebilmek, o başarıyı gösterebilmek, bence çok az şairimize nasip olmuştur. Gelelim şiir serüveninizin devamına. Sürgünlük yıllarınıza dönelim…

Ö.M: Sürgündeki her yazar, şair kendi ülkesinin edebiyatını, şiirini yaşatabilme mücadelesi içinde bulur kendini. Ben de öyleydim. İlk iki yıl bir suskunluk dönemim oldu. Sonra İsveç şiirini, dünya şiirini okuyarak, şiirimin koordinatlarını yeniden kurarak kendime özgü şiirimi yarattım. Stocholm’da Mavi Saatler adlı kitabımla bu dönem de bitti. Ondan sonra yoğun biçimde kitap yayımlamaya başladım. Cemal Süreya o yılların birinde, “yılın en güzel kitabı” gibi bir şey de söylemişti. Latin Amerikalı bir yazar, “sürgündeki yazarın üç gözü vardır,” der. Üçüncü göz, sürgünde yaşamanın getirdiği yeni boyut olayıdır. Hem içerden hem dışardan bakmak. Bütün bunlar güç işler. Hiç de kolay değil.

ş.a: Medine Sivri Cumhuriyet kitapta sizin şiirinizle ilgili geniş bir değerlendirme yaparak, mealen; sürgünlük yılları Özkan Mert şiirini renklendirmiş, boyutlandırmış, zenginleştirmiş v.b. diyor. Bence de doğru. O süreç sizin şiirinizin evrensel boyutları yakalamasına ve evrensel boyutlara kanatlanmasına yol açmış.

Ö.M: Yabancı bir ülkede yaşamak, yabancı bir dili öğrenmek insana çok daha farklı bir açı, perspektif getiriyor. Nâzım’da, Cemal Süreya’da ve pek çok şairde sürgünlüğü ve onun sonuçlarını görebiliyoruz. Osmanlı döneminde sultanları eleştiren şairleri çuvala koyup denize atıyorlarmış. Böyle bir gelenekten geliyoruz. Şiir benim için özgürleşmektir. Özgür bir kafayla şiir yazmak. Pek çok şair kendine sansür koyar ve hatta çoğu bunun farkında bile değil. Cesurca her şeyi söylemek durumundayız. Şunu da belirteyim: Ülkemizde son dönemlerde edebiyat, şiir önemsizleştirilmeye çalışıyor. Herkes şiir yazabilir, her şiir okunabilir v.b. bir değersizleştirme havası yaratılarak belli bir sömürünün psikolojik ortamının yaratıldığı kanısındayım. Yani siz buna laiksiniz, deniyor.

ş.a: Uzun yıllar boyunca yurt dışından, oradaki edebiyatın, şiirin içinden bize, ülkemize baktınız.

Ö.M: Baktım. Hem de çok iyi baktım. Hem bir gazeteci hem de şair olarak baktım.

ş.a:Şiirimizi nasıl gördünüz?

Ö.M: Çok acı. Bunu söylemek durumundayım. İsveç Nobel Edebiyat Ödüllerini dağıtan bir ülkedir. En çok kitap okunan ülkelerin de başında gelir. Orada önemli bir toplantıda, oranın ünlü eleştirmenlerinden birine önemli bir şairimizle ilgili olarak, “hakkında ne düşünüyorsun?” diye sorduğumda; “O da kim kim?” diye sordu. Yani Türk şiiri yurt dışında tanınmıyor. Bunun birçok nedeni var. Birincisi politik. İkincisi teknik… Kim çevirecek? İsveç’te Kültür Komisyonu gibi bir kurum var. Görevi, İsveç edebiyatını dünyaya tanıtmak ve yaymaktır. Ekonomik destek meselesi… Yayıncıya, yazara ekonomik destek veriyor. Bizdeki durum belli. Bu durum içindeyken kim sizin yapıtınızı diğer dillere çevirecek…

ş.a: Bu kötü bir durum.

Ö.M:Kötü elbette. Zaten Türkçe de dünyada edebiyat dili olamadı. Ayrıca zor bir olay.

ş.a: Şiirimize içeriden bakalım biraz da. Yine Özkan Mert gözünden elbet. Facebook şiiri örneğin… Bana göre birçok iyi ve şairimizin şiirini yoldan çıkardı, niteliksizleştirerek sokağa düşürdü. Bence bütün dünyada böyle olmuştur. Emperyalist teknoloji ve kültür politikaları çok büyük bir kurnazlıkla bunu da başardı.

Ö.M: Yüzde doksanı şiir, miir değil. O şiir beni hiç ilgilendirmiyor. Bana estetik olarak, içerik olarak bir şey katmayan şiiri ne yapayım. Bu, Dostoyevski elbisesi giyip sokaklarda Dostoyevski’ymiş gibi dolaşmaya benzer. Bunu söylemek durumundayız. Her şeyde hile yapabilirsiniz ama şiirde hile yapamazsınız.

ş.a:George Mounun der ki “Rene Char hiçbir zaman şiirden edebiyata düşmemiştir.” Ne anlama geliyor?

Ö.M: Bu çok güzel bir konu. Şiir öncelikle bir edebiyattır. Yani belli değer ölçülerini taşır. Ama aynı zamanda edebiyatın içinde bir üst dildir ve hiçbir zaman edebiyata da düşmez. Yine Char der ki, “şair şiirin fazlalığıdır.” Şiirle ilgili çok şeyler söylenir. Şiir bana göre de zamanın içine fırlatılmış bir mermidir. Şair de şiirinin konuğudur. Şiir mermi gibi bir yerlere gider ya da gitmez, bir yerlere düşer. Şiir sürekli olarak kendini yeniler. Gelen her yeni kuşakla farklı anlamlar ve boyutlar kazanır.

ş.a:Önemli aforizmalarınız var. Sert bakış açıları yansıtıyorsunuz. Belli bazı tespitleriniz var. Örneğin “ünlü kötü şairlerimiz,” diyorsunuz.

Ö.M: Bunu dedim. Ve herkes “çok doğru söylüyorsun,” dedi. Kimse üstüne almayınca, benim üstüme kaldı. Ama isim sorma bana. Ortalık fazla karışmasın.

ş.a: Yine, “ünlü kötü şairlerimiz var,” diyorsunuz.

Ö.M: Var. Hem de çok var.

ş.a: “Yaşasın kötü şiir” demişsiniz bir de.

Ö.M: Kötü şiir olmasaydı, iyi şiir olmazdı.

ş.a Antoloji yapmakla şerbet yapmak arasında hiçbir fark kalmadı.”?

Ö.M:Biri kalkıyor kendi adına bir şeyler yapıyor. Sen kimsin? Ne adına yapıyorsun? Mahalle takımı kurmak gibi. Türkiye’de değer ölçüleri yok edilmek isteniyor. Eskiden böyle değildi. Edip Cansever dendi mi yakamızı iliklerdik. Şairin bir saygınlığı, bir duruşu vardı. Duruşu olmayan bir şair olabilir mi? Nasıl olabilir?

ş.a: Antoloji ve yıllık hazırlama olayında az önce sözünü ettiğiniz ön ilikleme olayı, yani o denli değerbilirlik, hakkaniyet ilkeleri uygulanmalı, değil mi?

Ö.M: Mehmet Fuat örneğin. Saygın ve otorite bir kişiydi. İşini iyi yaptığı için de kimse ona itiraz etmezdi. Biliniyordu ki o kişi bu işi adil ölçüler içinde yapıyor. Şimdilerde bir sürü antoloji çıkıyor. Değer ölçüsü yok, nesnel eleştiri yok.

ş.a: Dergiciliğimizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ö.M:Yanlış şiir yayınlayan dergileri mi? Bütün bunlar özgürleşememekten ileri geliyor.

ş.a: ”Çete şiir yazıyorlar,” demişsiniz. Şiirimizin hastalıklarından biri de bu mudur?

Ö.M:İşte bak bu da çok önemli. Özgürleşememekten ileri geliyor. Belli dergiler, belli kişilerin şiirlerini yayımlıyorlar. Bir de bakmışsınız, dergide, antolojide v.b. yayınlarda sizin şiiriniz yok. Daha kötü şiirler yer almış. Neden? Özgürleşemeyen kafalar yüzünden. Bu bir hastalıktır elbet. Hasta kafaların hastalığı.

ş.a: Biraz da işin doğasından değil mi? Toplumlardan, farklı bireylerden, farklı gruplardan, farklı anlayışlardan, farklı şiir çizgilerinden söz ediyoruz. Belli kuralları yok bütün bunların. Ama Özkan Mert’in dediği gibi, sürekliliği, kalıcılığı sağlayacak sanat/şiir tekniklerini doğru kullanmak, şiirin içini boşaltmadan….

Ö.M:Bakın bu da çok güzel. Şiirini sanatının, şiirinin gücüyle ayakta tutamayan şairin şiirinin hiçbir hükmü yoktur. Şiirini şiir gücüyle ayakta tutamıyorsan, onun mesajının da hiçbir önemi yoktur.

İzleyici: Bu işin bir ölçütü yok mu?

Ö.M: Biz bir kültür devrimi yaşamadık. Demokratik bir kültür devriminden geçmiş olsaydı, halkevleri, köy enstitüleri kapatılmamış olsaydı bir kültürel alt yapı oluşurdu. O zaman bütün bu işlerin etik, estetik ölçütleri de oluşurdu.

ş.a:Olgunlaşmamışlık kısacası. “Şiirin ustası aşkın da ustasıdır… Hiç kimse dünyayı aşkın yönetmediğini ispatlayamadı. Marks bile.”? Aşk, şair, şiir, kadın, Marks?...

M.Ö: Burada ben susarım. Bu benim çok öznel görüşlerim. Seversiniz ya da sevmezsiniz…

ş.a:Severiz elbette.

Ö.M:Yani bunu hepimiz biliyoruz. Dünyayı aşk yönetiyor. Tartışmamıza gerek yok.

ş.a:“Her şiirin içinde görünmeyen kırmızı bir iplik vardır. Tüm sözcükler o “görünmeyen kırmızı ipliğe” dizilidir” diyorsunuz?

Ö.M: Bir yanıyla, şiir tekniğiyle ilgili… Şiirde hiçbir sözcük tek başına değildir. İsveçli şair şöyle diyor: “Her sözcük biraz yamacına düşer.” Güzel bir söz. Her sözcüğün bir karşılığı var. Sözcükleri diyalektik mantığı içinde olgunlaştırarak şiirden içeri sokabilirsiniz. Beş sözcüklü bir dize oluşturacağız ama binlerce sözcük var. Hangilerini seçeceğim. Hangi sözcükler diğeriyle en mükemmel uyumu sağlayacak…

ş.a:Bu kırmızı ipliğin politik bir iletisi de var mı?

Ö.M:Var elbette. Her iyi şiir dünyaya karşı tavır almanın da tohumlarını atar. Denizde balık örneğini vermiştim. Deniz balıksız olmaz.

Z.Betül Yazıcı: Kuşak yaklaşımında söz ettiniz. Bunu olumsuzluk olarak değerlendirdiğinizi anladım. Ünlü kötü şairler örneği… Her on yıl neredeyse bir kuşak olarak adlandırılmaktadır. Altmış, yetmiş, seksen, doksa kuşağı… İki binler… Bunu belirleyen, Türk şiirinde kuramsal çalışmaların eksikliği. Ellilerde başlayan kültürsüzleşme politikaları… Şuraya gelmek istiyorum; diğer bilimler gibi şiir bilim olabilir mi? Örneğin Ahmet Oktay; “imkânsız politika” diyerek buna direkt karşı çıkmıştı. Gelinen noktadan geriye mi düşmüşüz. İkinci yeni bir akım değil, manifestosu yok. Adını da İlhan Erdost koydu. Bireysel şiir…

Ö.M:Var. İlhan Berk’in yazdığı bir metin var. Ben Cemal Süreya’ya sordum; “senin İkinci Yeni’yle ne ilgin var?” dedim. “Ora benim evim,” dedi. Bazıları da diyor ki “kendi döneminde iyi olan şiir, aslında kötü şiirdir.” Umarım bu ülkedeki üniversitelerin karşılaştırmalı edebiyat bölümleri edebiyata bir yerden girerler…

ş.a:”Yedi İklimden” adlı çevirilerinizden oluşan kitabınızdan biraz söz edelim… Dünya şiirinden çok değerli şairlerin şiirlerine yer vermişsiniz. Kimler yok ki… Gunnar Ekelöf, Elmar Diktonius, Thomas Tranströmer, Lars Forsell, Joseph Brodsky, Wislava Szymorska, Kurt Tucholsky, Jannis Ritsos, Osip Mandestam, Jaroslav Seifert, Hjalmar Gullberg, Sten Selander, Cecilia Hansson gibi... Çevirisini yaparak bu kitabınıza aldığınız şiirler dünya ortalamasının üstünde bir niteliğe mi sahiptir? İyi şiire örnek olsun diye mi bu kitabınıza dünya şairlerinden seçmeler yaptınız?

Ö.M: Bunlar benim sevdiğim şairlerin sevdiğim şiirleridir. Ölçü bu. Ekelöf örneğin; “ölürsem küllerimi Menderes Nehrine dökün,” demiş öyle de oldu.


3/

Özkan Mert şiire inanan bir şair. Aslında yoğun meta fetişizmi dönemini yaşıyoruz. Metanın egemen olduğu sistemlerin ilk düşmanı emek ve insandır. İnsana dair değerler ve insanın duygu farkındalığıdır. İnsanı, insan sıcağını, insan ilişkilerini bölüp parçalayıp metanın önünde diz çöktürmek için elinden geleni ardına bırakmıyor sermaye. Bunda çok da başarılı. O kadar ki parçalamadığı güzellik kalmadı gibi. Bu yüzden duyguların tehlikede olduğu bu dönemde şiir de tehlike de. Edebiyat sanatları içinde, duygulara en yakın olması nedeniyle, en tehlikeli durumda olan şiiridir. Ancak Özkan Mert yine de “İnsan var oldukça şiir de var olacaktır. Çünkü şiirin mekânı yürektir. Rimbaud’un şiiri yüz yıl sonra keşfedildi örneğin, “diyerek bu inancını, direncini diri tutuyor, savunuyor..

“Her şiirin içinde görünmeyen kırmızı bir iplik vardır. Tüm sözcükler o “görünmeyen kırmızı ipliğe” dizilidir” imgesiyle bu savını ete kemiğe büründürmüştür. Oradan baktığımızda, her şiirin değil, çok az şiirin içinde kırmızı iplik var. Bu yüzden günümüz şiirinde pek çok şairin rengi yoktur, şiirinin rengi de sarı ya da yeşildir.


Yüklə 5,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin