ÖYKÜ SANATI ve ADİL OKAY’IN “YOLCU”SU
Bir roman, bir öykü; ya da başka bir sanat yapıtı varoluşunu neye borçludur: İnsana, doğaya ve yaşama mı? Doğanın insanın ve yaşamın organik bütünlüğünün estetiksel varoluşuna mı?... Hepsine...
Yaşamı yeniden üretmek, üretirken güzelleşmesine katkı yapmak, katılımcısına keyif vermek gibi çok yönlü, çok boyutlu “yaşamsal” varlık gerekçesi ve işlevi olan sanatın son zamanlarda insandan köşe bucak kaçma telaşı, aslında bir biçimde yaşamdan, hatta yaşamın geleceğinden elini eteğini çekmesi anlamına da geliyor. Bireysel, hatta ulusal istencin ötesinde kotarılan evrensel sanat dünyasına pompalanan (ulusal sanat atmosferlerinin de nasiplendiği) bu sonucu; gerçeğin dışındaki kimi savlarla açıklamaya çalışmak da ayrıca hem yaşamın, hem de sanatın teorik ve estetik düzeyde içselleştirilemediğinin kanıtı gibi duran bir başka biçemidir.
Güzelleşmesin diye dünyamız; çirkinleştirerek, yoksullaştırarak, afyonlayıp uyuşturarak, mumyalayıp uyutarak sömürmenin “sanat dışı” biçemi. Nesnel olanın özneldeki görüngüleri de doğal olarak bu denli sevimsiz olacaktır. Yalan söyleyerek, saklayarak, yadsıyarak, ikili oynayarak yazın-sanat dünyasında var olma, varlığını sürdürme telaşı gibi “sanatçı”(!)nın… Örneğin şiiri öyle, söyleşisi böyle olan şairler, öykücüler, romancılar, ressamlar, müzisyenler… Bu “olgu”daki öznelliğe dikkat çekmek sorumluluğunu duyumsayınca insan kınanır mı acaba? Kınayan bilir. Çünkü böyle giderse kendi içsel dinamiklerinden üretemediği için nicel ve nitel vantuzlarını geliştiremeyen yazın ve sanat ürünlerinin zamana ve yaşama tutunabilmesi daha da güçleşecek, yarınlara kalma, klasikleşme şansı olmayacak
Soyutun daha soyutuna soyunmak metafizikten davet istemektir kanımca. Davet alınınca gidilecek yer de bellidir.
Bunu şunun için söyledim: Yazın anlayışları yelpazesinin geniş olması kabul edilebilir bir varsıllığı imler. Ama hepsi bu kadar! Çünkü damıtma işlemi birçok koşulu gereksinir. Soyut, bu koşullardan yalnızca biri olabilir. Bunun böyle olabileceğinin bir nedeni de soyutun belli dönemlere damgasını vuracak kadar yükselen yazın değeri niteliği kazanması ve o süreçlerin yaşama tutunabilme deneyiminden çıkardığı dersler yüzünden yazın dünyasına yaptığı somut katkılar ve sunduğu değerli bildirilerdir. Ayrıca sanat yalnızca kendisi için bile olsa bir yanıyla araç, bir yanıyla da amaçtır. Amaç içindeki araç da estetikle ilgiliyse başka söze gerek yok. Nasılsa güzelliğin nicel birikimi niteliğe dönüşerek daha da güzelleştirecektir kendini (güzelin de güzeli var, öyle ya!) ve dünyamızı...
Adil Okay’ın YOLCU’sunu okuduktan sonra öykücülüğümüzün son yıllarda yitirdiği bazı becerilerini yeniden kazanmaya durduğu gibisinden bir sanrıya kapıldım. Neredeyse güme gidiyordu her şey. Adil Okay’ı abartacağım sanılmasın, onun bu yapıtı öncelikle böyle bir çağrışıma yolladı beni. Bu nedenle önemsedim.
Öte yandan belli bir estetik düzey tutturmaya çalıştığı öyküler toplamında ve örneğin “Tuhaf Bir Buluşma” başlıklı, tümüyle söyleşiye dayalı, bu bağlamda iyi bir örnek sayılabilecek uzun soluklu öyküsünde aralıklı olarak ve benzer biçimde iki kez yinelenen bu konuşma öykünün estetikle bağını koparmadan, onu ihmal etmeden yaşamla ve ülkemizin “yaşam-sanat karşıtı” gerçekleriyle bağını kurarken hiç de kaba toplumcu bir çizgiye düşmediği gibi; sanatsallığın içini doldurarak sanatı(öyküyü) yüceltiyor:
“…düşünüyorum… Neden “O Kadın” sen olmayasın… Aradığım…
-Ne zamandır arıyorsun?
-Üç vakittir…
-Üç darbe mi demek istiyorsun?
-Üç on yıldır…
-Kaç yaşındasın?...”(s.78)
Sevindim de doğrusu. Sebahattin Ali damarı haklı yerine yeniden oturacak gibi. Şiirde nazım, Romanda Yaşar Kemal damarı da... Yadsımanın gizemli görkemi, ne postun, nede modernizmin yeni fildişi kulelerini kurtaramadı, kurtaramaz da. Çünkü insan neredeyse yaşam orada, yaşam neredeyse sanat oradadır. Korku en fazla cesaret kadar, hile en fazla dürüstlük kadar, kaçış da en fazla geliş kadar olmalıdır yaşamda, bunların fazlası göz çıkarır.
Dilin önemsenmesi birincil malzeme olduğu için yazında amenna, ama nereye kadar dil (beslendiği) bildirinin kaynağından uzak tutulabilir, bu durumda kimle, ne kadarlığına iletişim kurulabilir ki? Sonunda bir gün süreçlerin yüz kızartıcı işlevine de yakalanmak olası. Ama o gün çok geç kalınmış olabilir, son pişmanlık gibi... Dört yanı tutuşturulmuş (sanat-yazın erbabı) bir akrebin “ateşsiz” sanat yapabileceği düşünülebilir mi? Öyle olsa bile sonuçta akrebin ateşle dans şöleni onun kendini zehirlemesiyle sonlanacaktır. Koşulların belirleyiciliğinden habersiz olmak: tutuşanı, tutuşturanı, ya da onların gizli arka planını v.b görmezden gelmek sonucu değiştirmediği gibi, diğer akreplerin yazgısının değişmesine de yaramaz.
Kaynağı yadsımanın alemi yok. Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer bellidir. Bu bağlamda “öykü öldü, bitti” gibisinden varsayımların nerelerden kaynaklandığına ve yaşamın neresine oturduğuna bakmalıyız. Bunun için de son dönemlerde yazın gündemine düşmeye başlayan “1980, ya da toplumcu yazın” tartışmalarını da hep görüş açımızın içinde tutmalıyız. Kendi adıma, son yıllarda özellikle öykü okumalarımdan zevk alamama sıkıntısı yaşadığımı söylemeliyim. Neredeyse bir “süreç” anlayışı içinde verili koşullardan soyutlanan, o koşulların yaşamını yadsıyan, tam da bu nedenlerle insanın da, doğanın da doğasına ters düşmek pahasına kimsenin kendini içinde bulamadığı, bu yüzden olacak hep birbirine benzeyen ve birbirini yineleyen öyküler yazılıyor çünkü. Yaşamda bunalım ve eften püften ayrıntılar da var elbet, ama öyküyü salt bu boğuntularla kurmak, hem yıldırıcı, hem zevksiz, hem de (özellikle yaşamın ve sanatın karşısında) yalınkat... Bu bağlamda o sav determinik olarak haklı çıkıyor; damağımda öykü tadı kalmayınca, doğrusu öykü benim için de ölmüş olur. Oysa çeşitlenen, çeşitlendikçe ayrıntısı çoğalan, bu yüzden insana çok daha fazla sayıda oyalayıcılar sunan hız çağının, zaman bilinci ve işlevinin bir getirisi olarak uzun metinler yerine daha kısaları kabul görmektedir, görmeye de devam edecektir. Belki bu savı roman için söylemek bu bağlamda daha akılcı. Öykü öldü, kavramının içi, ideolojik bir yaklaşımla doldurulmak istendiğinde (ki bunu savlayanların ieolojiyi sanata sindirerek inceltmek, ya da sanat dünyasındaki gelişmeleri ideolojik ölçütlerle açıklamaya çalışmak gibi bir kaygısının olduğunu sanmıyorum), hani Marx’ın “meta fetişizmi” kavramına yaslanılarak bir açıklama yapılacaksa eğer, pazar ekonomisi koşullarında insanın ve insani duyguların parçalanarak, ufalanarak yok olmasına koşut olarak “yok edilme”nin hedefinde öncelikle şiir olmalı, şiir var. ABD ve Avrupa gibi kapitalist, emperyalist dünyadan şiirin elinin eteğinin hızla çekildiğini biliyoruz.
Hamburg’da üç katlı, bizdeki süpermarketler benzeri büyük bir kitabevinde şiiri sorduktan sonra “orada, üçüncü katta, üçüncü direğin çevresinde” diye aldığım yanıt üzerine o direği bulduğumda şiirlerle birlikte benim de içim cızz etti. Çünkü hepsi 1x1 çapına oturmuş direğin dört yüzünde, tavana kadar yükselen raflardakiler kadardı. Bu böyle, evet, ama daha öyküye sıra gelmedi. Ne ki yazın ve sanatın içinin boşaltılması, yalnızca sanatsallığa(?) sığınılması, medyacı sermayenin renkli posterlerinin büyüsüne kapılıp onun buyruğuna verilmesi, elbette ki değil yalnızca yazgısı zaten az üretilmek olan öykünün, bütün yazın ve sanat alanlarının da ölmesini hızlandıracaktır.
Tam da bu noktada, bilimsel ve sanatsal dayanaktan yoksun “ölüm fermanları” imzalayanların öznel korkusu mu yoksa içgüdüsel söylemlerinde açığa çıkan bilinçsizlikleri mi, diye düşünesi geliyor insanın. Çünkü “popüler kitle kültürü”yle kolayca buluşabileceği kansı üzerine birçok yapay nesnelliklere, zorlama kanallara, pazar ekonomisinin kurallarına yaslanılarak anında metalaştırılan üretimlerin somut bir sonuç olarak geleceğe kalma olasılığı üzerinde uzun uzun düşünülmesi gerekir. Bu biçemde kitaplaşan üretimlerin kaçta kaçı geleceğe kalacak acaba? Bırakalım elli, yüz yılı, kaçı on yıl sonraya kalacak?
Para olmak, gazete, ya da dergi olmak başkadır, bir sanatsal üretimse eğer kitap olmak çok daha başkadır.
Herneyse... YOLCU, sanat dilini oluşturma yolundaki bir yazıncının, anlatımı güzel, iyi bir öykü kitabı. Ayrıntıları değerlendirebilmiş, öyküye sindirebilmiş.
Daha önce “Yeşillerini Giyin de Gel”, “Hençerini Ay Işığına Çalan Adam”, “Kaç Kişi Kaldık”, “Ah Çocuk” adlı şiir ve “Mültecinin Bunalımı” adlı öykü kitapları yayınlamış Adil Okay, insan için bütünsel bir yaklaşımla yaşamı, yaşam için sevgiyi ve iletişimi öne çıkaran bir yazıncı. Kitabında on öykü yer alıyor. Yetişmiş, ya da yetişmemiş; her ikisi de ülkemizin en değerli zenginlik kaynağı; insanımız, bir biçimde ve ciddi toplumsal sorunlar yüzünden akıp dışarılara gidiyorsa, en kaba söylemle “elin malı” oluyorsa, yeri geldiğinde (yazıldığında, çizildiğinde, konuşulduğunda, fotoğraflandığında) bu “olgu”nun sorumluluğu duyulmalı; derin, yoğun, katmerli bir ulusal acıdan söz edilmeli. Tam da böylesi bir somutluğun acıklı öyküsünü yaşamına yatırmış bir yazıncının yaşamı ve sanatı savunan çığlığı gibidir YOLCU. Çünkü “deve kuşu” olmaklığın ne yaşama ne de sanata yararı var.
“Önünde önce canlı duran, sonra saniyeden de az bir zaman dilimi içinde, duvardan süzülen, et ve kemik parçası haline gelen insanlarla karşılaşmamış ki beni anlasın. Ellerim, ellerim nerede diye parmaksız kollarıyla sarılmamış ona arkadaşı. Soğuk hücrede ayakkabısının üstüne oturup uyumayı denememiş. S…ne elektrik kablosu bağlanmamış. Bu herif anlamıyor beni, hasta sanıyor….”(s.90)
YOLCU’yu çok fazla da irdelemeyeceğim, Adil Okay’a ve YOLCU’suna teşekkür etmek istememin nedeni, uzunca bir süreden sonra beni yeniden kitap tanıtımı yazısı yazmaya itmesi ve bunu yaparken, başlangıç olarak elime sağlıklı bir umut kasesi tutuşturmasıdır. Çünkü sonuçta bir öykü yapıtını değerlendirmek, köküne kıran girmiş, ya da yalnızca öznelliklere koşullanmış öykü eleştirmenlerinin işidir.
DEPREM(LER)’İN ROMANI:
“AŞKLAR VE BAHARATLAR”
Şairin romanı
Şair kimliğiyle tanıdığımız Çiğdem Sezer’i beş şiir kitabından sonra “Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon” adlı anlatı kitabıyla, şimdi de “Aşklar ve Baharatlar” adlı ilk romanıyla görmeye başladık yazın dünyamızda.
Şairlerimiz arasında roman yazanlarımız azdır. Belki de hep “daha soylu kalmak” kaygısıyla ilgilidir bu. Çiğdem Sezer bu yersiz kaygıyı aşarak romana ulaşanlardan. Şiirindeki estetik görüngüyü, yakaladığı düzeyi, gösterdiği başarıyı romanda da gerçekleştirmeye soyunmuş. Üstelik bunu, ülkemizin,insanlığın ve bireyin hep göz ardı edilen çok önemli yara(lar)-s-ını roman sanatına sindirerek yapmaya çalışmış: Deprem(ler)’i. Kısacası, “Aşklar ve Baharatlar” buzdağının görünen kısmı olarak 17 Ağustos’99 depremine, görünmeyen kısmı olarak da insana dair bir romandır.
Deprem olgusunun çevresinde, altında, üstünde var olan sosyo-ekonomik-politik durumlar, sorunlar, döndürülen dolaplar bir yana; depreme kalmış insanın iç dünyasında, sosyal yaşamında oluşan yıkımlar, bu yıkımların davranışlarına ve toplumsal- bireysel iletişimine yansımasıyla ortaya çıkan yeni ve karmaşık yapılar; psikolojiyi, sosyolojiyi ve yazını çok yakından ilgilendiriyor olmasıyla iyi bir roman malzemesi. Çiğdem Sezer bu malzemeyi çok iyi değerlendirmiş; romanını kurgularken hem seçici davranmış, hem ekonomik, hem de insani.
Geriye dönüşler, içe kaçışlar, soyutlamalar, organik bağlantılar, fay hatları, sorgulamalar ve iç içe geçirilmiş halkalardan kurulu oylumlu, devingen iskelet; içeriğin acıklı, dehşetli, duygusal ve özellikle de psikolojik boyutlarıyla ete kemiğe büründürülerek romana dönüştürülmüş. Bütün bunlar koşut yürüyen sanatsal gerçeklik de; yine buzdağının görünmeyen kısmına dair olanlardır. Öte bir kurgu. Gizemli ve estetik. “Deprem” sözcüğünün çok anlamlı, çok çağrışımlı özelliğini, hakkını vererek değerlendirmiş. Deprem, toplum-birey bağlamlarında çoğul anlamlar sırtlanarak çoğalmış, “depremler” olarak varlığını duyumsatmaya durmuştur.
Çarpıcı ayrıntı: Deprem(ler) zamanı
Hangi ayrıntısıyla deprem olgusu çok daha vurucu işlenebilirdi ki toplumsal belleğimizde kalıcı izler bırakabilsin? Sorunun yanıtı olağanüstü yaratıcılıkla ve cesaretle verilmiş: Tam o an!...Freud’un, yaşamı tek başına yönlendirdiğine inandığı eylemler bütününün doruğu saydığı o an. Sevginin, sevişmenin doruğu, orgazmın eşiği… Romanda örneğin Metin’in ereksiyonun en heyecan verici boyuta, beden ısısının son noktasına ulaştığı; Hayal’in Metin’i tümüyle içinde duyumsadığı, bütün sevişme olanaklarını, haz seçeneklerini sonuna kadar kendine ve ona sunduğu; her ikisinin gerçek yaşamla bağlarının tam anlamıyla koptuğu, bireyselliklerinin, zevklerinin, bedensel-tinsel buluşma ve paylaşımlarının, kısacası canlı, insan, kadın ve erkek olmanın doruğunda olunduğu, “…bütün yeryüzü bizden ibaret(s.53),” diye düşünüldüğü an… “…üzerimde incecik bir gecelik vardı; sıyırıp attı onu Metin(s.6)…. Yolculuğum giderek soluk soluğa bir tırmanışa dönüyor… Metin’se sarılıyor, kasılıyor, gevşiyor, arada belirsiz hırıltılar çıkarıyor… Metin içimde, üstümde (s.8)” Deprem o an oluyor işte! Deprem depremin içinde… Cinsel depremle yerküresel deprem buluşup örtüşüyor. Bu ikili yapı oldukça sağlam kurulmuş. Bu yapının bireşiminden oluşan tek-güçlü yapının tam merkezinde, şiddetli sarsılmalarla başlıyor roman. Ancak hemen belirtmem gerekiyor ki, böyle başlıyor olması asla pornoya, bayağılığa sürüklemiyor romanı. Tam tersine, cinsel ve doğasal depremin ortak noktalarına vurgu yapıyor. Deprem(ler)in nedenli acımasız, sarsıcı, kırılgan, kıyıcı ve zaman ayarsız olduğunu en etkili biçimde anlatmaya, anlamaya, belleğine yerleştirmeye götürüyor okurunu. Romanın eksenine oturtulan bireyi “insan” algısı çerçevesinde önemsetmeye, okuyanı da düşünmeye, daha akıllı olmaya itiyor.
Deprem(ler) anı Hayal’le Metin için böyleyken, Cemil’le Feride için de benzeri bir durumu imliyor. Onların doruğu aşıp dağın ötesine geçtikleri anı… O kadar ki, binanın enkazı kaldırıldığında üst komşunun güzel gözlü kızı Elvan ölü olarak Cemil’in yanında, Cemil’in yanında uyuyan eşi Feride’yse bir kat alttaki komşuları öğretmenin banyosunda, onun üstüne düşmüş olarak bulunuyor. İkisi de çırılçıplak ve ölü. Bu ve benzeri durumların anlatıldığı bölümler, depremin dehşetini, olma olasılığı neredeyse sıfır olasılıkların bile olabilirliğini bütün gerçekliğiyle sergiliyor. Yaşamımızda benzeri olaylara sıkça tanık oluruz aslında, ama algılayamayız. Roman algımızın yolundaki bütün engelleri koyuyor önümüze, ama büyük bir yoğunluk ve derinlik içinde de olsa algılamamızı kolaylaştırıyor. Yaşamın, kurgunun ve anlatımın gücü! Çünkü bütün bunların yaratıcısı bir şair; buluşları, söylemi her ne kadar güncel yaşamsallıklar içeriyorsa da şiirce, gizemli ve etkili.
Psikolog Cemil romanı en yoğun yaşayan kahraman. Onun hemen yanında Hayal var. İkisi de, en derin sarsılmaların insanları olarak şiddetli içsel depremlerden geliyorlar, birbirlerinden habersiz o geceyi en çarpıcı, en acıklı biçimde yaşıyor ve ikisi de o “doğasal” depremde yitiriyorlar eşlerini. (Bu kez de ben “doğasal” sözcüğünü çift anlamlı kullanıyorum. Çünkü eninde sonunda yaşananların tümü doğasaldır. Romanın en gizemli yanlarından biri de hiçbir zaman kullanmadığı, ama kendini hep duyumsatan bu sözcükte saklı olsa gerek.) Ne ki onları bir araya getiren ve en güzel dostluklardan birinin kurulmasına neden olan da o gecenin sonrası. Hayal’in psikologa gereksinmesi var ve bir biçimde Cemil’i buluyor. Cemil doktor ama, onun da bir Hayal’e gereksinmesi var aslında. (İkili anlam taşıyan bir sözcük de bu: Hayal. Belli ki yazar o kahramanına bu adı bilerek vermiş. Çifte anlamları çoğalsın diye romanın.) Değil mi ki, depremden sonra gelişen bu ilişki, ikisine de o geceyi aşabilmelerinin kapısını aralıyor. Çünkü Cemil’le Hayal’in özdeşliği depremin yarattığı psikolojik yıkım, bellek yarılması ve deprem bilinçaltıdır. Bu yüzden romanın, birbirlerini en iyi anlayan iki insanıdır onlar.
Deprem sözlüğü
Deprem insanın ve ülkemizin doğasal yazgısı. Bilinen ve yinelenen doğru da şudur: Doğasal deprem öldürmez, kötü yapılaşma, önlemsizlik ve tinsel deprem öldürür. Bu bilgi sürekli olarak bilincimizin üstünde olmalı, gözümüzün önünde, yoksa yalnızca hamallığını yapmış oluruz. Romanın bu noktada (hem bireysel hem de) toplumsal işlev verebilecek söylemlerle nesnelleştiğini görüyoruz. Deprem, olağanüstü betimlemelerle beynimize çakılıyor örneğin. Cemil’in de Hayal’in de deprem dağarcığında ortak söylemler ve sözcükler var: Çıplak ölümler, aşka dair yıkımlar, ölümün dayanılmaz kokusu ve çığlıklar. “… diş etlerim kocaman parçalar halinde kopup sarkıyordu ağzımdan. Ağzımdaki yarıklardan kollar bacaklar sarkıyordu… Korkunç bir şeydi, korkunç…(s.38-39)” Örneğin Feride’nin çocukları için sergilediği yürek paralayıcı davranışı, çığlıkları bu romanı yalnızca okuyan (yaşayan değil) benim bile usumdan, kulaklarımdan, gözlerimin önünden gitmiyor: ” …aramızda yalnızca bir eşik var, elini tuttum,çektim, gelmedi,… çocuklarım orada, ben de orada olmalıyım… Elini zorla çeke çeke kurtardı elimden ve içeri girdi. Çocuklara seslendi sonra çığlık çığlığa… Bir daha da çıkmadı. Ne o ne de çocuklar(s.159).” Deprem sözlüğünün ortak sözcükleri, renkleri, görüntüleri; acıklı, dehşetli, yırtıcı çığlıklar, inlemeler, yarılmalar, kopmalar, parçalanmalar vb. biçimlerde roman ve roman kahramanlarının yaşamları boyunca onlarla birlikte oluyor.
Bireysel var oluş, deprem(ler) anındaki özgeleniş ve deprem sonrası duruş-yıkılış açımlamalarının ötesinde bir yerlerde toplumsal eleştirilerle tamamlanıyor romanın deprem bilinciyle (akılla) ilgili yanı. “…Projeler yapmış, onay almış, binalar kurmuştu. Kanun vardı, yönetmelikler vardı Kafasına göre mi yapmıştı onca binayı. Belediye, bakanlık, hepsinin onayı vardı, imzası vardı…” Müetahhit Şükrü’nün Doktor Cemil’e anlattığı depremsel sorunları ve tüm sağaltım çalışmalarına karşın iyileşemeyerek sonunda intihar etmesi depremin bir başka boyutuna vurgu yapıyor: Onca insanın bir yıkım vahşeti içinde telef olmasının sorumlular vicdanında açtığı yara ve bu yaranın o insanları götürdüğü yer bağlamında önemli bir ders bu.
Kahramanların sevgili, eş, arkadaş, dost dörtgeni içindeki devinimleriyle ilgili zincir şöyledir:
Cemil’in yaşamına bir biçimde giren kadınlar:Annesi, ilk aşkı ve eşi Feride, üst komşusu Elvan, Hayal, Nimet ve Gülnihal. En iyi dostu Hayal, en son aşkı da Gülnihal’dir.
Hayal: Deniz, Metin, Cemil. Deniz, bütün yaşamı boyunca çok sevdiği, hep özlediği ilk aşkı, Metin eşi, Cemil doktoru ve en iyi dostudur.
Ayrıca Hayal’le Gülnihal sokak ve okul arkadaşı; Hayal, Gülnihal ve Nimet de yaşam arkadaşıdırlar. Bütün bu ilişkiler ağı roman boyunca sevgi, dostluk, paylaşım duyguları salgılıyor, “vefa” örneği veriyor, acıları azaltıyor, herkesin yaralarını çabuk sarmasında kolaylaştırıcı etken oluyor.
Kaktüs ağacı
Romanın kurgusunu iki kocaman dalı olan bir kaktüs ağacına benzettim. Kökü: Deprem. Gövdesi: Deprem(ler)in neden olduğu çok boyutlu sorunlar. Bir dalında: Sevgiler, aşklar. Diğer dalında: “Baba”lık olgusu. En güç koşullarda, en kurak mevsimlerde bile bünyesinde su bulundurmayı başaran, sağlam, güçlü, pütürlü bir (yapı) kaktüs. En güzel çiçekler açsa da dikenleri can yakıcı… Olay örgüsü çok katmanlı ve her olay kendi içinde ince, çetrefil ayrıntılarla örülü. Ayrıntıları besleyen ve betimleyen söylemler hem estetik hem deneyimsel hem de duy(g)usal tatlar bakımından çok varsıl…
“Aşklar ve Baharatlar”ın temel izleklerinden biri depremin yarattığı “ruhsal çöküntüler”, ikincisi özellikle deprem yüzünden “aşk” olarak kalmış ilişkiler ve üçüncüsü de “baba”lıktır.
Babaların günahı: Çocukları
Babanın insan yaşamındaki önemi romanın gündeminde özellikle tutulmuş gibi geldi bana. Romanı okurken aldığım iki notun birinde: Neredeyse deprem(ler) kadar yıkıcı bir etken de, sorunlu babalık kurumudur, demişim; diğerinde de, bir kadın yazardan özellikle kadınlar için yazılmış bir roman; evlilik ve sorunları, boşanma, aşk acısı ve baba özlemiyle dolu. Buradan baktığımızda dil-yaşam ilintisinin, anlatının estetik görüngüleri ve yaşamın özsel yansımalarıyla sağlam kurulmuş olduğunu; canlı duyuş ve devinimlerle, sosyal olay ve olgularla varsıllaştırıldığını görüyoruz.
Bütün düşlerin, aşkların, sevişmelerin, anıların arasında hep “baba” kavramı ve onun psiko-sosyal içeriği var. Altyapısı, üstaypısı, etkileri… Cemil’in, Nimet’in ve Gülnihal’in ortak yanlarından biridir babasız büyümenin insan ruhunda ve yaşamında açtığı yaralar.
“Ağlıyor Cemil; gidip dönmeyen babası için…(s.89),…beni de al baba, diyorum, korkuyorum(s.91),..Annem ölünce,…onun bana yüklediği baba rolünü de yitirdim(s.99),…çok para yapacaktım, babam gelince bir daha gitmesin diye!(s.115), Nimet: “Yalan söylüyor, anahtar cebinde; istiyor ki yıllar önce olduğu gibi… kapıyı babası açsın, evin o insanın içini ısıtan kokusuyla birlikte sarılsın babasına(s.140), Gülnihal: “…Sevgi açlığıdır dedim, geçmişin kırgınlığıdır dedim, olmadı…Belki de sırf bu yüzden almıştım babamı yanıma…Belki de intikam almak istiyordum babamdan…O gece…otuzlu yaşlardaydım ve babam ilk kez kucaklıyordu beni(s.161). Okul yıllarını anımsayan Gülnihal Nimet’e; “…arabayla geldiğin, süslü püslü tokaların ya da papuçların için değil; babanla geldiğin için kıskanıyordum(s.170),” diyor.” Deprem gecesi “… babası gelmişti korku ve telaş içinde; “Korkma kızım, buradayım” demişti Gülnihal’e sarılarak. Gülnihal ilk kez o gece bağışlamaya benzer bir duygu hissetmişti içinde babasına karşı(s.217).”
Dersimiz olsun
Yirmi yıllık, karmaşık, ama saygı uyandıran, vefalı ama acı çektiren aşkların; (özellikle de) bugüne kadar sürüp gelen deprem(ler) kaynaklı toplumsal-bireysel ağrılarımızın yazınımızdaki başarılı bir örneği, güçlü bir belleği diye düşündüğüm bu romanı; şiirsel dili, bilinçli anlatımı, okumayı kolaylaştıran kurgusu ve sık sık sunduğu sürprizleriyle severek okudum; ama tüm benliğimi cızır cızır yakan acılara kaldım.
Dilerim ülkem insanının hepsi tatsın bu acıyı, ama yalnızca bu romandan.
Ve dersimiz olsun!
İkili(lem)lerin gizi
Ne çok ikili yapılarımız var! Günlük yaşamımızda bile hep ikili yapılarla, ikilemlerle karşı karşıyayız. Sanki yaşamımızı yönlendiren şey aslında ikilemlerdir. Ayrımında olduklarımızsa, olamadıklarımızın yanında devede kulak. “Deprem(ler)” sözcüğünün anlattıkları bütün bir yaşamımızı özetlemeye yetiyor. Çünkü tıpkı ikilemler gibi günlük yaşamımızda bizimle birlikte olandır. İrili ufaklı sayısız depremler yaşarız bir gün içinde bile. Yazarının değilse bile romanının ikili yapıları ve deprem(ler)i kullanarak insanı insana, doğayı insana, bireyi topluma göstermek gibi derin bir kaygısı daha varmış gibi geldi bana. İşte de bitiş tümcesi: İçinde dehşetli ikilemler taşıyan kısa bir tümce:
“Bitti, Deniz; deniz bitti!...”
Aşklar ve Baharatlar, roman, Çiğdem Sezer,
Bursa Kültür Bülteni(Dergisi),Ocak-Şubat 2008, sayı:19
Çinikitap Dergisi,Ocak-Şubat 2010,sayı:1
FİLİZ AKGÜN SOYDAL:
“TOKLUĞUN İÇİNDEKİ AÇLIK MOR GIDA
İletişim teknolojisi alanında ortaya çıkan olağanüstü gelişmeler, insanlığın yararına sonuçlar doğurduğu gibi zararına da kullanılabilmektedir. Son yıllarda akkültürlenmenin oldukça yavaşlaması, toplumsal bilincin saptırılması ve hatta ulusal çıkarların tersine biçimlendirilmesi somut ve gerçek bir sorun olarak gündemimizde. Sorunun bir ayağı da basın-yayın; kitap, dergi, gazete, televizyon, radyo v.b ile ilgilidir.
Nicelik olarak arttığını bildiğimiz kitap yayımı konusunda niteliksel durum nedir?
Ne yazık ki bu soruya niceliksel gelişmeye koşut ve olumlu bir yanıt verme olanağı yok. Tam da bu noktada bazı yapıtların özellikle önemli olduğunu söyleyebiliriz. Kanımca Dr. Filiz Akgün Soydal’ın, “tokluğun içindeki açlık MOR GIDA adlı kitabı bu bağlamda stratejik önemi olan bir yapıt olarak okur karşısına çıkmaktadır.
Tarım ve hayvancılığın yanında gıda teknolojisindeki gelişmeler de tıpkı iletişim teknolojisinin günümüzdeki yaygını kullanımı gibi, azgeliştirilmiş ya da geri bıraktırılmış uluslara zarar verecek biçimde işlev vermektedir. Bu olgu gelecek açısından ciddi sakıncaları doğuracak ve bir takım olumsuz gelişmelere yol açabilecektir. Örneğin nedeni tek başına “gıda” ya da “su” olan savaşlar sözkonusu olabilecektir.
“Zengin-zengin, zengin-fakir ve fakir-fakir arasında kıyasıya bir yarış var. Büyük çoğunluğun, her an hissettiği iki oluşum gelecek endişesini giderek dramatik hale getiriyor. Bunlardan birisi küreselleşme, diğeri ise teknolojik değişim. Hangi ülke kendisini dünyadaki gelişmelerden soyutlayabilir? Hangi ülke ekonomisini ve pazarını dünya ekonomisine kapatmayı düşünebilir? Özellikle son yüzyılda tarım ve gıda, teknolojik gelişmenin içerisinde bulunuyor. Gıda güvenliği ve tarımsal üretime ilişkin sertifikasyon sistemlerindeki değişiklikler, gıda mevzuatındaki yenilikler, risk analizine dayalı gıda kontrol yaklaşımı, yeni gıdalar, biyoteknoloji senaryoları, gen transferinde gelinen nokta, gıdayı artık bir gereksinimden öte, önemli bir stratejik güç konumuna getirmiştir. Bu bilim ve teknoloji ağırlıklı gelişmeler, gıda konusunda pek çok kavramı da beraberinde getirmektedir.”(s.25)
Çağımızda büyük bir hızla gelişen teknoloji neredeyse kimlik sahibi olabilmenin tek koşulu. Pragmatik yaklaşımların uluslar ve devletler arasındaki “dostluğu”(!) belirleyen ilkeleri, teknoljiyi de belirler. Her ulus kendi üretim temeline ve biçimine uygun teknolojiyi üretmek, ya da üretilenler arasından “ırasına en uygun” olanını seçmek, ya da seçememek sorununu yaşıyor, yaşayabilir
“Her şeyi ile dışarıya bağlı ülkeler, kendi kimlik ve ekonomilerini geliştiremedikleri takdirde doğal olarak kendilerine sunulan modelleri kabul 'eder. Ancak, gelişmekte olan kimi ülkeler ithal edecekleri teknolojide seçici olabilir. Ulusal kimliklerine sahip, geleceğe ilişkin planları olan, risk değerlendirmesi yapan ve toplumsal uzlaşıya sahip ülkeler, teknoloji seçiminde araştırıcı ve seçici olmaktadır.”(s:26)
Yine tam da bu noktada ulusların kendi kimliğine, kişiliğine, gelecek ve var olma kaygılarına taban tabana zıt gelişmelerin olduğuna tanıklık ediyoruz hep birlikte. “Küreselleşme”, “yeni dünya düzeni” ve en son olarak da “büyük Ortadoğu projesi”, bütün bunlara teşne olmaya hazır ulus devletlerin karşısında onları, kendileriyle ilgili kuşkulara sürükleyebilecek, hatta şizofren, giderek de kötürüm olmalarına neden olabilecektir.
“Küreselleşmenin dünya tarımına getirdiği evrensel etki; küçük çiftçilerin rekabet edememeleri, güvenlerini yitirmeleri, süregelen tarım uygulamalarında azalma, gıda güvencesinde düşüş, 'genetik modifiye gıdalar, biyoterörizm, çevre kirliliği, biyolojik çeşitliliğin kaybolma tehlikesi ve şüphesiz ki çok kültürlülük olsa gerek. Bu etki ulusal politikalarını geliştiremeyen ülkelerde daha baskın şekilde ortaya çıkıyor.”(s:26) “…ülkeler Dünya Ticaret Örgütü(DTÖ) kuralları, IMF kararları ve Dünya Bankası yönlendirmeleri ile karşı karşıya olduğu sürece, kendi iç politikalarını oluşturmada zorluk yaşarlar.”(s:32)
Gıda üzerinden yürütülen gizli, soğuk, hain savaşların gelip dayandığı son noktalardan biri “su” kaynaklarının, bu olanaklı değilse bile suyun kendisinin paylaşılmasıyla ilgilidir. Emperyalizmin ileri karakolları böylesi bir savaşa akşamdan teşne…Kısacası su kaynakları olan uluslar, birçok ulusal kuruluşunun yavaş yavaş özelleştirilerek emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine peşkeş çekilmesi gibi su kaynaklarının da aynı yazgıyla yüzyüze gelmekte olduğunun bilincinde olmalıdırlar.
“Sıra suyumuza geldi. Büyük su şirketleri su kaynaklarını kontrol etmek istiyor. Çevreye, insana, yaşama yeni bir darbe daha sanki. Ticaretin daha da liberalleşmesi için kaynaklann özelleştirilmesi' senaryoları yapılıyor. Bunun sonucunda, su fiyatlarının artması, çevre tahribatının artması, su kalite ve güvenliğinin düşmesi, insan, haklarına tecavüz hiçe sayılıyor gibi. Önce ekmeğimizi elimizden aldılar şimdi de suyumuzu. Dünya yeni su dayatmalarına gebe.”(s:28)
Kum Yayınları’nca kitaplaştırılan MOR GIDA ana başlıklı yapıtıyla kutsal amaçlara yöneliyor Dr. Filiz Akgün Soydal.
“Gıda bilinci kazanımını ve toplumdaki gıda farkındalığının artmasını amaçlıyor. Gıda demokrasisi, küreselleşme, gıda güvencesi, medya, yoksulluk ve açlık, gıda ve turizm, etik, gıda ve roman, Akdeniz gıdaları, organik gıdalar, AB gıda politikası, gümrük birliği, DTÖ anlaşmaları, alışkanlıklar, genetik modifiye organizma ve gelecek konularını; yalın bir dille, hoş bir şekilde, karikatürlerle zenginleştirerek, sürükleyici, coşkulu ve biraz hüzünle açıklıyor.Yazar, uluslararası platformda gıda uygulamalarının perde arkasını ve gıda gerçeklerini vurgularken; yeni düşünce, kavram ve yöntemler geliştirerek, gıda bilinci ve ticareti modelleri ile bilime katkıda bulunuyor.”(Kapak)
“Gıda demokrasisi” diye bir kavram kullanıyor yazar ve bu kavram üzerinde sık sık duruyor.”Yıllardır pek çok ürün için alınan gizli kararlar, bürokrasi ve sektör içinde yeteri kadar tartışılmadan çizilen düzenlemelerdir. Ülkemiz gıda demokrasisi eksikliğini yaşayanlardan sadece birisi…”(s:44). “Bir yandan uluslararası anlaşmalarla az gelişmiş ülkelerde çiftçi desteklerinin azaltılması, hiç olmamasına ilişkin kararlar, diğer yandan gelişmiş ülkelerde çiftçi desteklerine devam edilmesi”(s:45) de uluslar arası düzeyde gıda demokrasisinin olmadığını göstermektedir.
Gıda demokrasisinin olmadığı yerde elbette ki soysal adaletten, eşit bölüşümden söz edilemez. Çünkü orada açlar, yoksullar, orta gelirliler ve büyük sermayedarlar vardır. Varlıklı kesimi bir yana bırakalım, onlar zaten ekmek yerine pasta yerler, ekmek yiyenlere bakarak değerlendirelim bir de toplumsal yapının bir boyutunu: “Ekmek sayesinde yoksul insan sayısı daha fazla görülüyor. Ekmek tüketimi olmasa, yoksul insan sayısı aslında aç insan sayısını gösterecek.” (s:49) “Hassas grup “ olarak tanımlıyor yazar bu toplumsal kesimi ve sonucu somut olarak ortaya koyuyor: “Türkiye’de gıdaya erişme bakımından hassas grupları oluşturan kişi sayısı on dört milyon kadardır.”(s:52)
Oysa beslenmenin ne kadar önemli olduğunu bilmeyen yok. Yalnızca bedensel olarak sağlıklı bir yaşam değildir önemli olan; olgunun bir de sosyolojik, hatta politik boyutu var:”Gıda, vücudun yegane enerji kaynağı. Bağımsız düşüncenin ve özgürlüğün yakıtı, önemli aracı.”(s:53) Demek ki, bireylerimizin gerçekten “birey” olamamalarının, seçimlerde, ya da yaşamın diğer alanlarında sağlıklı, güçlü, çağdaş bir irade ortaya koyamamalarının temelinde iyi beslenemememiz var. Uluslararası spor, bilim, sanat literatüründe, onur listelerinde doyasıya “onur ve gurur” duyabileceğimiz kadar çok yer bulamamamızın temelinde de bu olgunun çok önemli bir yeri ve etkisi var elbet. Bunu yadsıyamayız.
Dr. Filiz Akgün Soydal’ın kitabı aynı zamanda iyi bir beslenme(diyet) yapıtı. Gıdayla, gıda çeşitleriyle, doğru gıdalanmayla ilgili önemli ve bilimsel bilgiler içermekte kalmayıp dünyadaki belli başlı mutfaklar ve onların sağlıklı beslenme ilkelerine de yer vermektedir. “Akdeniz gıdaları; gerçek gıda. Canlı ve enerji dolu. Akdeniz ruhunu besleyen gıdalar… Dünyanın en doğal ve en çeşitli gıdaları.”(s:67) “Bu diyete sahip olan yerlerde yaşam süresi daha uzun olup; kalp, kanser ve diyete bağlı hastalıklar daha az görülmektedir.”(s:67) Akdeniz mutfağı ve gıdalanma ırasının temelinde “zeytin yağı”nın olduğunu ısrarla söyleyen yazar; zeytin yağı tüketiminin uzun ve sağlıklı bir yaşam için vazgeçilmezliğine vurgu yaparken zeytin yağı tüketimiyle ilgili olarak bazı rakamlar da vermektedir:”Kişi başına yılda Yunanistan’da 21, İspanya’da 11, Portekiz’de 5 ve Türkiye’den 1 litre”(s:60)dir.
Bir de “gıda turizmi” kavramını kullanıyor ve ilginç de bir saptama yapıyor:”Gıda Turizminin Türkiye’ye fikir olarak dahi girdiğini söylemek güç. Türkiye’nin şu anki turizm yaklaşımı:Av Turizmi, İnanç Turizmi, Sağlık Turizmi, Golf Turizmi, Yat Turizmi…nden ibarettir.”(s:81)
Dünyada gıda üzerinde oynanan oyunları özellikle DTÖ, IMF ve Dünya Bankasıyla ilişkilendiren yazar giderek insanın tüylerini diken diken eden çok çarpıcı, çok yeni şeyler de söylüyor. Yalnızca bir örnek: “Genetik modifiye mısır, mısır unu, mısır yağları… Dünyanın önde gelen mısır üreticileri, GM gıda üretimi ve dış satımı yapıyor. Bu ürünler, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu pek çok ülke tarafından ithal ediliyor. Peki tüketici gen transferli ürün hakkında bilgi sahibi mi? Sofrasına gelen mısırın geleneksel yöntemlerle değil, bir başka canlının geniyle üretildiğini biliyor mu? Hayır…” (s:196) Üstelik, “Günümüzde genetik modifiye gıdaları her yerde görmek olası. Yakın gelecekte …daha da artacağı, tahmin edilmektedir. GM domates, patates, çilek, karpuz, kavun, soya, mısır, şekerpancarı pazara sunulan ürünler arasında sayılabilir.”(s:200)
Gıda üzerinde oynanan oynan öylesine çok boyutlu ki, insanın aklı şaşıyor.”Uluslar arası Tok Kuruluşlar, yeni teknolojilere yeşil ışık yakarken…Hindistan, Afrika ülkeleri gibi kitlesel kıtlık ve açlığın yaşandığı yerler üzerinde duruyor. Kısacası, zengin dünyayı değil, fakir dünyayı hedef alan teknolojiler ve yeni riskler…”(s:199)
”İnsana rağmen gıda terörü ortada. Hayvan ise yem terörünü dile getiremiyor! Gıda-yem, insan-hayvan, bitki-çevre bütünsel bir yaklaşımdır,”(s:208) diyor Dr. Filiz Akgün Soydal. Haklı olarak “gıda terörü”, “yem terörü”, “biyoterörizm” gibi terör çeşitlerinden söz ediyor, ama örneğin, kendisinin de yakındığı sayısız demokrasi karşıtı durumu üreten, besleyen “derin devlet”in bütün bir yaşamımızı terörize eden yapılanmasına hiçbir biçimde değinmiyor. Değinmediği gibi emperyalizme bağlı olduğu göbeğinden tıka basa beslenen “gıdacı sermaye”yi bilinçli, ya da bilinçsiz olarak göz ardı ederek, onun siyasi örgütü olan (böyle bir) devletten, sözcüsü olan medyadan medet umuyor.
Bütün bunların doğal bir sonucu olarak da eytişimsel, dizgesel ve organik çözümler üretemiyor, öneremiyor; bunca değerli bir birikimini verili koşullar içinde eğitimin, yönetimin, ekonominin, siyasetin idealize edilebileceği; öğüt, eleştiri ve yasal düzenlemelerle etik değerler kazanılabileceği ve böylece her şeyin yoluna girebileceği düşüne kurban ediyor.
Yine de çok şey veriyor okuruna. En güzeli de, ”güneş mutlaka yeniden doğacak,” diye bitiriyor yapıtını.
Dostları ilə paylaş: |