Z. BETÜL YAZICI
“İÇİMDE KİRLİ KUŞLAR”
Son iki yıl içinde Akatalpa, Mor Taka ve sıklıkla da diğer bir Bursa dergisi olan 16.45’de şiirlerini görmeye başladım Betül Yazıcı’nın. Her karşılaştığımızda da şiiriyle ilgili düşüncelerimi, daha çok da özendirmek, yüreklendirmek bağlamında söyledim. Sonunda bir gün elinde şiir kitabı, yüzünde dingin ve huzurlu gülümsemesiyle bana doğru geldiğini gördüm. Belli ki Ladin’inden sonra yaşamının ikinci en güzel üretimine kavuşmuştu. Kitabını, ayağa kalkarak, büyük bir sevinçle aldım. Ne ki o güzelim kapağın üstünde insanı ta derinlerinden vuran bir isim vardı: ”İçimde Kirli Kuşlar.” Aldım, okşadım, sevdim, kapağını açıp beklediğim yazıyı, imzasını görmek istedim ve ikinci kez sarsıldım. Şöyle imzalamıştı: “kaburganızdan doğdum/eğriyim/ içinizde yerimden artan/ o meşhur boşluk…” Bir şiir bir insanı dondurabilir mi? Bir şiir eğer biçim-töz-anlam karşıtlığı (Hjelmslev) bağlamında da bu kadar iyiyse; evet. Daha sonra ayrımına vardım; kitabın 19. sayfasındaki “siz” başlıklı şiirinin son bölümüymüş. “Baktıkça siliniyor yüzüm/faydası yok yere basmamın/yalanlar!/ nerden bulacaktım, ıslak saçlarınız kadar çoktular/ yağmur yağıyor; bakın bu doğru/ birbirinize sokulup duruyorsunuz/ el ele verdiğinizi bilmek/ hayattaki en düz çizgi/… o dizleri de buraya koyup okuduğumda; hem bir “bütün” olarak, hem de bu bölümüyle iyi bir şiir karşısında olduğumu gördüm.
Bu nedenlerden olacak kitabının adı bunca hüzün verici. Eğri kaburgalar üretenler bol bol da yalan söylüyorlar çünkü. İrili ufaklı her türden egemenin iktidar aracıdır çünkü yalan. Hile yapıyorlar, insan dahil, her şeyi bir tüketim aracı olarak görüyor ve hor kullanıyorlar. Şair bu ve benzeri toplumsal kirlenmelerden rahatsız. Bu yüzden şiirinin temel izleği “kirlenmişlik”: “…herkes korkuyor şu sıralar aşktan/ bir kullanımlık her şey çünkü/ çılgın bir çiçek karşılıyor ilkin sizi/ bir yatağın kenarında o çılgın kımızı/ vadilerin tatlı sularına karışıyor/ dokunamadığınız herhangi bir yeşil/ bir renk körlüğü/ işte yanı başınızda;/ “aşkın içimde rüya kalbimde duya duya”(s.23)
“Şeytan minaresi…”nin insan psikolojisinde, bireysel-toplumsal yaşamda bir yeri ve bir adı var elbet:Tutku. Şeytani tutku şiirde bir tatlı kaçamak…Tatlı, çünkü anlatım oldukça yalın “…yoo benim yolum kıyılara değil/ hep aşık kalacağım kabuklu bir böceğe/ kabuğunu benimle genişletecek/ dünyayı döndürecek çevremde/ mesela şeytan minaresi içi/ demezler mi şöyle böyledir diye.”(s.34)
Sanata, şiire ve yaşama dair olanların, -söz sanatlarının- etkileyici kullanımının sanatta-şiirde biçemi oluşturmaktaki işlevi önemli Bu bağlamda önemli ipuçları veriyor Betül Yazıcı şiiri: “yaşanmışlık kokar bazı giysiler/ yıkanamaz bu yüzden/ sebebi olsa da her unutuş canımı yakar/ canımın ortasında uyu/ adımın ortasındaki sessizlik.”(s.43)
Çünkü yaşanmışlık kokuyor dizeler. Somutun soyuta, soyutun somuta dönüşümü kısrdöngü oluşturmaksızın, şiiri kendi içine hapsetmeksizin başarılmalıdır. İçtenlik sanata kurban verilmemelidir, verilemez. Albert Dürer’in “Anesinin Portresi(1514)” adlı çizimi için “olağanüstü içtenliğiyle görkemli bir yapıttır,” diyor E.H. Gombrıch. Soruyorlar: Neden şiirimizi okumuyor bu halk? Halkın içinde yaşadığı verili koşullar, kültür, eğitim düzeyi, okuma alışkansızlığı bir yana; yabancılaştırıldı çünkü ona şiir. Doğasına ters düşürüldü. Hiçbir işine yaramıyor, anlamıyor da. Bütün bu nedenlerle beklenen estetik zevki de alamıyor. Kısacası okuması için bir nedeni yok ki. Her ay üretilen şiirlerin binlercesi birbirine benzerse, bir şiir gettosu oluş-tu-ur; kendine dost(!), ötekine yabancı. Betül Yazıcı’nın şiiri içtenlikli. “hiçbir şey bilmiyorum/ ağzımda turunç bahçelerinin acı tadı narların cömertliği;/ tadına varıyorum/… / her şeyi görüyorum; gördüğüm sen değilsin/ olma!/ yabani meyvelerin tadına varıyorum/ bilmediğim bir rüzgâr kaçıyor gözüme/ kıyıdaki çakıllara yeni dilde dokunuyor deniz/ hiçbir şey anlamıyorum/… /ki ayağım bir pabuçta adım atılmamış yollarda duruyorum”(s.47). ”… hiç tanımadığın birinin peşine düşmek/ sessiz kıyılarını bulmaya;/ kendin olduğunda dönüşebildiğin o umursamaz dinginliği/ susuzluğuna iyi gelir herhalde/ 'taş sessiz' olabilir, olmasına olur ama gölgesi yoktur taşın/ varsa bir de ses vardır yanında/ aynası mavidir martıların/ balıklarla yüz göz olunca da yüzgeçlenirsiniz/ güneşin gölgesi ateştir/ denedim / gölgesiz yaşanmıyor (s.48)
Yazıcı’nın şiirindeki izleklerden biri de zaman. Hatta belki en önemlisi. Zaman kavramını sürekli olarak irdeleyen şair, onu biriktirmek ve çoğaltarak sunmak istiyor okuruna. Yaşamdaki olumsuzluklara ve hatta yaşamın düşmanı ölüme karşı direnişini yalnızca bilinçaltında tutmuyor, bilinçüstüne çıkararak işe yarar kılıyor. Şiirin estetikle ilişkisini damak tadında koruyarak felsefenin bir sorusuna da yanıt arıyor sürekli: Nereden nereye?... “durmuş saatlerden/ artık zamanlar topluyorum/ ters dönmüş terlikleri düzeltince/ ertelenecek ölümüm” (s.55)
Umut, özendirme, direnç ve güvensizlik izleklerinden oluşan çelişmeli ve çarpıcı imgelerle kurmaya çalışıyor şiirini.:”…bir çiçeğin özüne saklanın en iyisi/ pul gibi ya yaşama/ üstüne adresinizi yazmayın/ açık kalsın ölümün ağzı…” Şu son dize örneğin; ne büyük, ne çok çağrışımlara yolluyor okurunu!
Ayrıca insan-doğa iletişim(sizliği) izleği de şair için önemli. Şiirlerindeki gezintimizde sıkça rastlıyoruz. “…yanı başınızdan geçtim, görmediniz/ donmuş bir gölü andırıyordu yüzünüz/ kıyısında durup küçük taşlar kaydırdım/ öte dünyalardan bana seslendi sanki bütün kuşlar/ gelseydim üstünüze, en zayıf noktanızdan içinize düşecektim acımsı bir su duruyordu orada/ taş buza değer değmez anladım/ buzun suya karıştığı yerde canımı yakacak bir şeyler var terinizin izi, söylediğiniz yalanlar/ kimse bilemez ki/ bir çiçeği koklamaya eğildiğinizde saatin kaç olduğunu…”(s.15).
Yalan, sözlerin tutulmaması, suskunluk, yalnızlık; diğer önemli izlekler. “… her şey kayıt altında/ yine de yaşamak dediğimiz aynı ezberin kalıbı/ geçmişle şimdinin farkı, sadece bu/ yoksa ağızdan çıkan sözler hiçbir zaman tutulamadı.”(s.8) “baktıkça siliniyor yüzüm/ faydası yok yere basmanın/ yalanlar!”(s.19).”yalnızlığım/ dediklerini ve dudaklarını al git/ yalan nedir bilmeyen tarla faresinin yanına”(s.42).
“İçimde Kirli Kuşlar”ın bir başka gizi daha çözülüyor. İnsanlığın başının belası tabular ve onların korku temelli dogmalarına da şiir dilinden başkaldırıyor, bu kez de toplumsal anlamına güç katıyor şiirin. Onda kendini bulacaklar çoğalıyor böylece. Bireyin kendisi olmasının, kendisiyle hesaplaşmasının yanıbaşında birey-toplum eytişimi kuruluyor. “…başkaldır bana/ yıka yüzünden kirli tanrılarını, sonra tapın kendine/ saçlarımı kendine doğru tararken, haydi yeniden çal sam/ ve kendin çek ipini”(s.62) Şiirin ve sanatın yapay tanrılarını da şiirin ve sanatın yüzünden yıkamak gerek; bu ülkeye özgü bir tabu da böyle yıkılacak, çünkü buna acil gereksinmesi var.
Yaşamın şiirde, şiirin yaşamda içselleştirilmesi ayrıntılara inildikçe ve estetiğin dizgini sağlam tutuldukça güzel dizelere dönüşüyor. Yalın anlatımın, kolay ulaşılabilirmiş gibi görünen derinliğinde katmerleşen dizeler, ses ve anlam, biçim ve içerik tahterevallisinde durmadan salınsa da yaşamdan sızılı, hüzünlü, acıklı, yaralı anlar ve buruk bir şiir tadı sunuyor okuruna:
Yaşamsal deneyimlerin yoğunluğu, derinliği, karmaşık ayrıntılardaki buluşları şairin geleceğine açılan kapıları muştuluyor: “…iki virgül arasına sıkışmış kocaman dileklerim”(s.10), “…sokaklardan geliyorum/ yürümek uzaklaşmak değil kendimden/ bize birikmek/ …arkamda kalmıyor gelişim/ bununla geçiyorum eşikten/ bu eşik bir dehşet:…çıplaklığınla ört üstümü”(s.13). “…gözlerinizi kamaştırmak/ derin bir uykuda durmakmış/ orada sallanırken buldum kendimi/ yalnız bir uzunluksa eğer doğru/ kör bir çemberse zaman/ kırılmalı kilidi:/ temmuz'un adı bahar/ denizinki buz olmalı/ işte böyle açıldı başka ağızlar ağzımdan içeri/ başka bir baş buldum kendime/ bilmiyordum:/ en uzun görünen yol en kestirmeden gidenmiş/ bir sonu varmış uçsuz bucaksız kırların/ imkansız dediğimiz kendimiz kadar yakınmış bize.” (s.16).
Yalınlıkla yoğunluğun sağlam bir temelde buluşturulmasının iyi bir örneği olarak da şu küçük şiirine bakmak gerek şairin: “hep bir şeyler bekleyen boş bir denizkabuğu iken/ yer edinebilir miydim içinde/ nazlı salınıp duran uğultulu çakılların”(s.33).
Devingen, diri, umut verici, yaşayan, paylaşan, bunaltmayan, okuruna sanatsal tatlar ve düşünsel imgeler veren; diğer bir deyişle (Tesniereciler kusura bakmasın) öznenin önemini yadsımayan bir şiir Betül Yazıcı’nın şiiri. Aslında (şiirlerini yayımladığı dergilerin -örneğin M. Güven’in- ve kitabı (hele de belli bir para karşılığıysa…) yayımlayan yayıncının, estetik değilse bile küçük bir editoryal -V.Çolak’ın da kulakları çınlasın!- çalışmayla en aza indirgenebilecek (daha çok biçime dair) sorunları var ne yazık ki. Sözcük ekonomisi ve yoğunluğu olumsuz etkileyen fazlalıklarla ilgilidir bunlar. Söylemek gerekirse; “bir” sıfatının (örn.s.9/1’de iki tane, s.10’da yedi, s.21/2’de beş, s.22/1’de üç, s.23/3’te dört, s.42/2’de beş tane) gereğinden fazla oluşu; birçok usta yazar ve şairimizin de sık sık işlediği bir kusur olarak iyelik, kişi ekiyle zamirinin aynı anda (s.14:”neyiniz var sizin”, “s.20:”…bilmiyorum ben”, s.23:”…sizin adresiniz”, s.26:”ben istemezsem”, “ben hiç gidemeyeceğim yerlerde kalacağım”, s.44:”ben… çekiyorum”, “ben şuradayım,…”ben buradayım, s.51:”…sen gel”) kullanılması; sözcüklerin, bazen de sözcük öbeklerinin sık yinelenmesi (s.13:”sokaklardan”, s.25/3: “bil” köklü sözcükler, s.34:”boya” ve “kabuk”, s.43:”can” köklü sözcükler, s.47:”tad”, s.62:”kendi” sözcüğü) gibi kusurlardır bunlar ve önemlidir. Bir de imge bağlamında, az rastlanır da olsa benzer söylemlerden özenle kaçınarak özge -özgün- söylemleri çoğaltma çabasının yoğunlaştırılması, şiirine bir de bu gözle bakması önerilebilir, bu yönlü bir çalışmayla şiirinin dokusu ve söylemi daha bir sıkılaştırılabilirdi.
Onu gelecekte daha iyi bir yerde görebileceğimize inanıyorum.
Cumhuriyet Kitap,6 Mart 2008,942.
BİREŞİMCİ2 TOPLUMCU -ÇIKIŞ- ŞİİRİ
ve
HALİDE YILDIRIM’IN “ISSIZ KUĞU” ŞİİRLERİ
Her şeyi ve şiiri yalnızca kendilerinin bildiği sanrısıyla yaşayan bunalımlı, benmerkezci şiir dünyasından burun kıvıranlar olacaktır mutlaka. Ayrıca, hiçbir bilgi ve deneyim birikimi olmayan, sanatsal-şiirsel- kültürden nasiplenememiş ya da bütün bunların üstüne kalın bir çizgi çizmiş 12 Eylül türedilerinin, holdinglerdeki çanak yalayıcıların rahatsız olduğunu da görür gibiyim.
Haksızlık olmasın diye düşündüm, yazın-şiir dergilerini daha sıkı izlemeye aldım. Son birkaç yılım bu amaç ve disiplin içinde geçti. Şimdi daha rahatım. Özgüvenim tam, kalemim de yüyrük. Manifestomu(!) yazabilirim. Önce sorularım var bir dizi: Şiirin yaşamdaki, ya da yaşanılanlar karşısındaki yeri neredir, nasıldır? İnsanlık tarihinde işlevi ve önemi oldu mu hiç? Şiir eleştirebilir mi? Şiir canlı bir varlık mıdır? Ölü mü yoksa? Ölümün ayak sesi mi? Ne?... İnsandan ve insani olandan mıdır şiir; insanın ve onun şiirinin içselleştirdiği nedir; yaşam ötesi mi? Yaşamdan, yaşantılardan, yaşanandan ötede ne var? Metafizik mi?
Balık deryadan habersizse ki öyledir; çünkü o bir balıktır, alıktır. Yadsımadır ötesi, ya da kaçıp kurtulma çabası… Devekuşu da denir bu davranış biçimini sergileyen her kimse. Oysa yaşamdan kaçılamadığı gibi, binbir çeşidiyle yaşanıyor ayrıntılar. Bazı şeyleri yaşamaktan kaçı-nı-labilir elbet. Nâzım Türkiye hapishaneleri yaşıyordu örneğin, bazıları sosyete sofralarının şallı güllü esrikliğini.
En sanatsalını yap şiirin, estetiğin doruğunda işle onu; dirik olsun ama, yaşasın. Ölü doğanın, ölenin kimseye hiçbir diyeceği olamaz. Ne sanat, estetik adına, ne de içerik, öz adına. Mallarme’ye, Valeri’ye, Saussar’e, Nietzche’e sığınmanın âlemi yok artık. Onların hiçbirinin doğusu, güneydoğusu, sarp dağların yol vermez yamaçlarında yaşam bulan çaşır yüzlü çocukları, dağdan dağa kaçarak evlenen, siyah-beyaz televizyon izlemek zorunda kalan, çocuklarının gözlerinde yük katırlarının ölgün ışığı mevsimlik orman işçileri, insanüstü koşullarda yaşamaya çalışan alabildiğine “cahil” vatandaşları, alınıp verilmeyen, götürülüp getirilmeyen; ailede, okulda, askerde, karakolda dövülüp sövülen arkasızları; kirli savaşı, BOP sözcülüğü, faşist yasaları, derin devletleri, oligarşinin, ama özellikle de militarizmin hegemonyası, kurşunlanan dağları, “bebeklerden katil yaratan" ideolojisi yok. Daha doğrusu, onlarda çok daha vahim biçemleri yaşandı, ama aşılalı çok oldu. Mallarme ve diğerlerinden yüzyıllarca önce. Bizdeyse oralarda onların aştıkları daha yeni yeni giriyor yaşamımıza. Kimse verili koşulları şiir, sanat, birey v.b. gerekçelerle görmezlikten gelmeye kalkmasın! Onun adı başka olur, başkadır. Önce Bruno olacaksınız, Galile, Anne Frank vb.; ateşlere atacaksınız sevgili canınızı Nazım’ca, giyotine koyacaksınız korkak başınızı, KZ’lerde yakılacaksınız… Hiç değilse “E” tiplerini tanıyacaksınız işkenceler sonrası, ancak ondan sonra (o da “şair” olmayı bir yana bırakarak) Nietzche’nin nihilizmini benimseyebilirsiniz.
Sanatın doğuş gerekçesine, ürettiği anlama, yarattığı –yansıttığı ya da yankılandırdığı maddi karşılığı olan- olmayan sese- ve pratikteki işlevine de denk düşmeli sanatsal üretim. “Sanatın Öyküsü”nün yazarı E.H Gombrich kulübeyle imge karşılaştırmasında, ya da benzetmesinde de; “ilkeller için bir kulübeyle bir imge arasında yararlılık açısından hiçbir fark yoktur. Kulübe onları yağmurdan, rüzgârdan, güneşten ve kendilerini yaratmış olan ruhlardan; imgeler ise, doğal güçler kadar gerçek olan öteki güçlere karşı korur.” Boğmadan yüzdürebilmek yüzmek isteyeni, hatta yeniden (çünkü sanat en azından yaşamı yeniden üretmekle meşguldür) üretmek bunaltmadan, yabancılaştırmadan. Egemen şiirin bu son işlevine dikkat çekmek gerek.
Soruyorlar: Neden şiirimizi okumuyor bu halk? Yoksa şöyle mi olmalı şimdilerde bu soru: Neden şiirimizi okuyanların sayısı bu kadar az? Neden şiir okurlarının sayısı şiir yazanların sayısından fazla değil? Yabancılaştırıldı çünkü halka -kitlelere- şiir. Doğasına ters düşürüldü, gereksinmeleriyle buluşturulmadı. Şiir dünyasına gelince… Her ay üretilen şiirlerin binlercesi birbirine benzeyince, bir benzer şiirler ve şiir yazanlar gettosu oluştu; kendine dost(!), ötekine yabancı. Gettolaştı ve gettonun “manifesto” adlı bağnaz, bölücü, egosantrik (benmerkezci), en nihayet naif (çocuksu), ama kurnaz, schhow (gösteri)cu, prematüre(yarım-erken doğmuş), yaşamın, sanatın, estetiğin boğazını sıkan sadist ve despot yasası yazıldı. Gettolar da, yasaları da, şiirler de yapaylaştı, soysuzlaştı. Bu son sözcük de özellikle bazılarını çağrıştırsın diye yazdırdı kendini buraya. Somut gerçekliğin içinde az yer kaplamak, sanat gettosunda çok yer tutmak, küçük hegomonik-egosantrik ilişkilerle avunmak; biraz da küçülmek, egemenliği de yitirmek ve hatta yok olmak anlamına mı gelecekti? Denizde damlanın hükmü gibi… Biraz öyle oldu. Bütün (bu sözcük de soylu, soysuz sözcüğüne özendi galiba) söyleşilerinde mangalları külsüz bırakanın şiirinde mangal bile yoktu değil mi? Mangal kavramının halk kavramıyla, kitlelerle ilgisi var biline! Kime ulaştıracaksınız (sizin için doğrusu; satacaksınız) şiir kitaplarınızı? Basmıyorlar ki, satabilesiniz! “Neden?” diye hiç sordunuz mu kendinize?
Her ay yüzlerce dergide binlerce şiir; birbirine benziyor. Nereden bakacağız özgünlük var mı diye? Varoluşçuluk gözlüğünden mi, yapısalcıların (belli sınırların içini gösteren) dürbününden mi, toplumculuğun yenilmiş, yılmış, korkmuş, başarısız olmuş, tembel psikolojisinden mi? İster ahlâki sorumluluklardan arınmış olarak bakalım, ister eytişimsizlik noktasından, ister insan, doğa, toplum üçgeninden, durum değişmiyor; özge değil birçok şiir ötekinden ve özgünlük kavramıyla anlatılabilecek şiirci yok gibi ortalarda. Oysa bireyde, toplumda ve doğada, bunların eytişimsel bütünlüğünde öyle çok özgünlük var ki!... Bunlara sırtını dönenin alanı daralır. Ayrıca çok iyi bilinmesi gerekir ki, “özgün”lük de bir meşruiyet sorunudur. Meşruiyet’in kaynağı bir avuç seçilmiş, yalnızca birbirini okuyan şiirci değildir, böyle bir şey yok. Soru: Hangi şiir-şiirci “özgün” şimdilerde ve hangi meşruiyet koşullarınca? Öyle yağma yok!
Nâzım’dan, Enver Gökçe’den, Behçet Necatigil’den, Ahmet Arif’ten, Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan ve hatta Necip Fazıl’dan sonra şiir neden ezberletemiyor kendini? Egemen şiir anlayışı, o anlayışla yazılmış şiirler ve o şiirlerin yazanlar “çocuklara şiirler” dünyasında neden yok? Ve neden çocuklarımızın yüzde doksandokuzu( kendi araştırmam) şiir kitabı satın almıyor, “şiir” okumuyor? Günümüzün her ay yayımlanan binlerce benzer şiirinden birini yazan şiirciden hangisi, kalabalıkların önünde kitabından şiir okuma sıkıntısı çekmez? Hangi şiiri gençler biliyor, ya da ezberliyor; hangi şiir yazanın şiirini? Hangi şiir yazarını tanır, yalnızca birbirini tanıyan şiir yazarlarının dışındaki (halkımız bile demiyorum) ülkedaşlarımız? Ahmet İlkan Selçuk’u, Yusuf Hayaloğlu’yu, İbrahim Sadri’yi, en yeni versiyon Bedirhan Gökçe’yi mi? Onlar mı iyi şiir yazıyor, gettodakiler mi? Gettodakiler elbet. Bunu biliyorum. Bir bildiğim de gettonun getto olduğudur. Tanınmışlığın, ünlü olmanın koşulu; gettodakilerin birbirini ve komşu gettodakileri tanımasıyla sınırlı olduğu günümüzde, birbirlerini ağırla-ta-yanlar da, yalnızca birbirlerinin şiirini dinlemekle kalmaktadır. Hatta şiir antolojileri, yıllıklar gettoları için de bu kurallar geçerlidir. Yenibütüncü getto Veysel Çolak’la Seyit Nezir’i, Tuğrul Keskin’i; soylu yenilikçi (tek kişilik) şiir gettosunu ve o gettonun reisini, bu reis örneğin Seyit Nezir’i değilse bile Metin Cengiz’i çok iyi tanıyordur. Bilinmeyen, tanınmayan gettolar ve o gettoların nice adsız kahramanları var! Doğuş, Parçalı Ham, Dördüncü Yeni, Bağımlılık bunlardandır örneğin. “Getto bildirileri”dir yazdıkları da. Ya da kabile yasaları. Zulu kabilesinden olmayanların asla tanımadığı, hatta belki okumadıkları…
Şiirin medya maymunlarına hiç sözüm yok, sözüm şiir yazarlarına. Oturup kalkıp değerbilirlik göstermelidirler ki yazdıklarına “şiir” diyorum. Demeyebilirdim de. Çünkü özgünleştiremedikleri (meşruiyetsiz) şiirleriyle bunu hak ediyorlar. Değilse eğer, söylesinler; şimdilerde kim “masa” gibi, “saman sarısı”, “kayayı delen incir” “bir mendil niçin kanar” gibi dilden dile dolaşan şiirlerin yazarıdır
Okunması bile okuyana güçlük çıkaran, anlam ve sezgi sorunu olan şiirin ezberlenme olanağı haydi haydi olamaz. “Şiir” dememin nedeni, bu şiirlerin salt sanatsallığı yüzündendir. Herkes de biliyor ki, “biçem”; özle biçimin eytişimsel-estetik bütünlüğünün adıdır. Özgünlüğün arandığı bir başka ve sanatsal koşul da budur işte!
Kusura bakabilirler “şair” demiyorum özgünlüğü olmayan şiirlerin yazarlarına. Bu unvanı ne siz verebilirsiniz kendinize, ne de ben verebilirim; o unvanı “meşruiyet”in kaynağı olan yaşam, yaşayan, yaşadığını yazılan şiirler-iniz-de gören, kendini, kendinden bir şeyleri bulan “halk”, bir zamanlar davranışları ölçüt kabul edilen “kitleler” verir. Hem şimdilerde kaç şiir yazarı “halk” kavramını bir solukta tanımlayabilir; şimdi, şu satırları okuduğunuz an kendinizi test edin örneğin: Halk nedir? Gerçi bütün gettocular kendi gettolarındakiler ve diğer gettodaki şiir yazıcıları için onca kolayına “şair”, mair diyorlar ama; her şey o kadar ucuz değil. İkinci neden de “biçem” sorunuyla ilgilidir. Biçemi olmayan şiir yazarına da kimse “şair” demiyor. Yaşamın bir yanını, hatta öznesini yok sayacaksınız, sözcük oyunları oynayacaksınız, sanatınızı yarım-yamalak, eylemsiz, yalınkat ve yavan üreteceksiniz, sonra da sanatsal unvanlar alacaksınız; bu “meşru” değil.
Var oluş nedeniniz, beslendiğiniz kaynağınız, hizmet alanlarınız belli. Hatta bir adınız ve internet sitelerinde suyu bulandıran soydaşlarınız var. İnternetin kaynağından besleniyorlar. Ya da beslendiklerini sanıyorlar. Zavallı internet gettocuları! Size de fazla zaman ayırmayacağım.
Şeyh-mürit utancı da girdi şiir dünyamızın tarih defterine. Nâzım ne diyecek biliyorum; “yaşama da, şiire de yaramaz gericiler!” İstanbul, İzmir ve Ankara’da büyük sandıkları d(t)er(z)gâhları var. Medyayla (sermayeyle) da göbek bağları. Sürekli olarak yaşamda boşluklar üretiyorlar. Oralarda yazıyorlar şiirlerini, o boşluklarda yok olup gidiyorlar.
“Getto putlarını devireceğiz”; tam olarak böyle dememişti Nâzım, ama siz öyle duyuyorsunuz, biliyorum. Şöyledir şimdiki: Postlarınız (şeyh de olsanız, postmodern kalfalar da) kafanıza geçirilecek, modernliğiniz size kalsın. Ama artık düşün yakasından sanatın ve şiirin; bu ülke yaşıyor. Bu ülkenin zengini de var yoksulu da; ezeni de var ezileni de; bu halk özgür olmak istiyor. Bu ülkede demokrasi ve yaşam savaşımı var; kentsoylular soyluluğu hak edemeyecek kadar ağavari, acımasız ve cahil; savaşımı acımasızca bastırırken, işkence yaptırmaktan, aç-susuz bırakmaktan, üçer beşer öldürmekten, ya da örneğin kolunuzu koparmaktan çekinmiyor. Çok daha önemlisi; “vatan, millet, bayrak çeteleri kurup ülkenin gerici dizge yapısını faşistleştirmeye; “şairlerin şiirlerini” yakmaya, yazanlarını da Lorca gibi kurşuna dizmeye çalışıyorlar. Böyle bir durumda Lorcacı bile sayılmamak var; üzücü! En iyisi; bütün bunların ötesindeki kumsalda başını kuma sokarak, yaşamın ve yaşananların kıyısına bile yaklaşamayanlar, el çeksinler, yeniden üretemezler çünkü yaşamı. İnsansız, halksız ve yaşamsız üretimleri sanat olamaz. Öznesi olmayanın yüklemi de olmaz! Oysa yaşama yön verendir yüklem. Yoksa aç ve şiirsiz kalır yaşayanlar.
Bu çok önemli: Sanatın bir işlevi de yaşamı yeniden ve estetik düzeyde üretmekse; tam anlamıyla “devrimci” olduğunu anlamak gerekir. Sanat kurulu düzenin yanında olamaz, ona yaltakçılık yapamaz, yararcı değildir, reformların yalancı değişimini benimsemez, devrimcidir. Bir ölçüt de bu! Çünkü hem yeniden üretmek, hem de en güzeli üretmek: Verili koşulları, insanca yaşanılabilir olana dönüştürmeye yeltenmek ve bunun için eylemektir sanatın işi ve işlevi. Şiirin de…
Ve K uğu Dili, Halide Yıldırım Şiiri
Bu bağlamda Halide Yıldırım şiirini önemsiyorum. Tek kitapla çok kitaplık bir yolu katedebilmesine karşın görülmezden gelindi. Bu bir korku belirtisidir diye düşünüyorum, bir çeşit iktidar hastalığı. Oysa şiirler orada, ortada… Herkesin gölgesinden ürktüğü yerde… Mızmızlanan, mırıldanan değil, şiire dair estetiği içselleştirmiş yüksek sesli dizelerle ... Şairin- şiirin (sanatın) yakışığıdır muhalif ses ve bunca yaşam kokuşlu imge gerçekliği, dil bilinci. Doğu'dan Batı'ya, toplumsal gerçeklikten, yaşamdan çekilen imgeye, arkaikten güncele kadın duyarlığına açılabilen parçaların bireşiminde can buluyor onun şiiri ve bundan ötürü bu yazının konu nesnesi edildi. Evet iyi bir bireşim onun şiirleri ve bu yeni bir şey... Adlarını kocalarının bile bilmediği (insan üretme yeteneğiyle emeğin en güzel temsilcisi) kadınların yaşadığı bir ülkenin ve dramın şiiri onunki:
“kumun gizini bilen kadınlar gördük/ çölü rüzgârla eğitiyorlardı/ suskun oğullarını ateşte sınayıp upuzun/ sebepler topluyorlardı, tanıdık!/ yitik kurşun hedeflerden/ yol çizdik dövmeli alınlarına/ şaşırıp geri dönmesinler dedik/ arada kır saçlarını çalı dibi yapıp/ ağlaşan kadınlardı, adlarını / kocalarına sorduk, bilemediler/…(Issız Kuğu, s.67).
Kulübeyle imge eytişimi neyi imliyorsa yaşam-şiir eytişimi de onu imliyor. Şiirlerine baktım; salt yadsıyan, yabancılaş-tır-an şiirimizle, benimseyen, direnen, savunan şiirin ortalamasını yakalamış Halide Yıldırım. Çünkü kültür-lenme- altyapısı sağlam, ideoloji ve yaşam altyapısı da; dünya görüşü bu bağlamda oluşmuş. Çıkış olarak sol'da bir devrimcinin şiiri onunki, Issız Kuğu'nun ilk bölümü olan "Susmaların Kıyısında" şiirleri bu yargıyı doğrulayıcı niteliktedir. Eylül Sonu, Haberce ve Sus şiirleri ve diğerleri bu türdendir. Örneğin: "Sustum İlâmı" şiirinde içeri'deki hali şöyle şiirler Halide Yıldırım: "onyüzbin milyoncuk soru/hepsini bildim diye, aferin diye!/yüzümün afrikasına/üç defa sol sol sol!" ve "şu kesik benim/ taş üşür durur/konuşmazları konuş!/kıvrıl git gel ter!/yüzümün dağılmışından/taze içimlik suyum/az sönük sigaram, ah ellerimi..." artı olarak edebiyatın içinden geldiği gibi, aldığı etkiler bağlamında, durduğu, bulunduğu nokta onu şiirini besleyen kaynaklar kolay elde edilebilir gibi de görünmüyor. Belki büyük bir şanstır bu hem kendi hem şiir adına.
Yaşadıkları ya da çok yakından tanığı oldukları, derinden derine duyumsadıkları şiirleşiyor Halide Yıldırım’da; okuyor, damıtıyor, bireşimi beceriyor. İnsan ve onun emeğiyle ilgileniyor, onlara “içtenlikle” bakıyor imgeye dönüştürüyor. Yaşamla sıkı bağını kuruyor şiirin, estetiğin. Giderek birey-insan, toplum, doğa eytişimini gözden kaçırarak “kaçak” durumuna düşmüyor. Yazdıklarının şiirleşmesine koşut olarak “şair”leşiyor. Bunu şunun için özellikle söylüyorum; son on-on beş yıldan beri yazılan şiirler şairce, aydınca, entelektüelce yaşanmışlıklardan, duyarlıklardan, toplumdan, üzerinde en vahşi oyunların oynandığı doğadan, insandan, diğer bir deyişle de bütün bunların eytişimsel bütünlüğünden almıyor gücünü; beslenme kaynakları zayıf, bu yüzden adına “şiir” desek de “bir bütün olarak” “şiir” değerine ulaşamıyor, şiir nehrimize de katkısı olamıyor.
Dostları ilə paylaş: |