İPEĞİN İPEK BAŞKENTİ
BEYCE(ORHANELİ)’YE BİR ÖĞRETMEN SELAMI
Gökyüzünden yeryüzüne
ağıp geçen uygarlıklar
bir böceğe ulaştılar
hükmüne diz çöktüler
gizine secde ettiler
su olup kozanın yüreğine akınca
Bursa çekmesi’ne5 ilmik attılar
İpekçe dokudular tarihi
Bu yüzden ipekçe söyleşir Bursa
ipekçe gülümser ipekçe güler
ipekçe sevişir ipekçe sever.”
(ş.a.Bursa Suresi)
Otuz dört yıllık Bursalıyım. Hem de ücra köylerine, o köylerin çocuklarına, dağlarına, taşlarına, kültürüne, sanatına emek vermecesine… Bu yüzden gerçek bir Bursalı kadar da algılayabiliyorum kozanın serüvenini. Hem de birkaç yıl boyunca; Orhaneli deyimiyle, “böcek tutarak”, dut yaprağı keserek, o yaprakları ince ince kıyarak, ipekböceğinin beslenmesini ve çalışmasını saatlerce izleyerek, onlarla bütünleşerek yaşamacasına.
Tepeden tırnağa hüzünle dolu bu öykünün neresinden başlayayım?… Örneğin, Samsun’dan öğretmen arkadaşım Vedat Bey’le kafa kafaya vererek Bursa’ya tayin istediğimizden mi, onun eşyasını Keles’in Issızören köyüne bıraktıktan sonra gecenin bir yarısı benim (yalnızca birkaç parçadan oluşan) eşyalarımı Büyükorhan’ın Demirler köyüne götürme maceramızdan mı, ipekböceğini ilk kez gördüğüm Deliballılar köyünden Eskidanişment köyüne (12 Eylül sürgünü olarak) gittikten sonra, orada, ipekböceğiyle nasıl haşır neşir olduğumdan mı?... Evet evet, buradan başlamalıyım. Adı da sanı da kayboldu gitti beni köyden köye sürgün etmek için çırpınıp duran siyasetçilerin, bürokratların… Meğerse ne günler görecekmişim! Örneğin Güneşin Konağı adlı ilk şiir kitabımı bu köydeyken yayımlayacakmışım, Olgun Şimşek, Kekil Şimşek, Ercan Kaya, Hüsnü Gür gibi dostlarımı oradayken tanımışım ya da o sürgünlüğüm olmasaymış belki bu yazıyı yazma şansım da olmayacakmış.
İPEKBÖCEĞİNİN GİZEMLİ DÜNYASIYLA TANIŞMA
Eskidanişment, Orhaneli’ye yedi kilometre kadar yakın olmasına karşın yedi yüz kilometre kadar uzak bir köy. Gerçi Orhaneli de Bursa’ya bir o kadar uzak… Hâlâ öyle… Gittim; yolu yok, yoksul, yoksun ama insanları ve insanlığı var. Dostlukları bereketli. O günkü Muhtar Hasan Akdeniz’in bugün de süren dostluğunu anlatmakla bitiremem. Ona, “eşim de çok istiyor; biz de böcek tutamaz mıyız?” diye sordum. “Elbette yapabilirsiniz,” dedi. “Köyde böcek tutmayanların dut bahçeleri var, söyleriz o bahçelerden de yaprak kesersiniz olur biter.”
İlk yıl yarım paketle başladık böcek tutmaya. Sonraki yıllar tam paket tuttuğumuz da oldu. Küçük bir torbacıktaki beş bin ipek böceği yumurtasının adıdır “yarım paket.” Hepi topu iki çay kaşığı… O nazenin yumurtalar nemli, ılık ve temiz bir odada yumuşacık pamukların içine yatırılır. Yalnızca beş gün sonra yumurtalardan asla ergin ipekböceğine benzemeyen küçücük canlılar çıkmaya başlar. Daha çok karıncaya benzeyen bu canlılar yumurtadan çıkınca üzerlerine birkaç tane gül yaprağı konur. Dokunmaya kıyılamayacak kadar küçük böceksiler gül yapraklarının üstüne tırmanarak orada toplanırlar. Gülün oylumunda, gül ve ipek felsefesince gizemli bir buluşmadır gerçekleşen. Toplanma tamamlandıktan sonra beslenme faslı başlamış demektir. Dut yaprakları incecik kıyılarak yavaşça üstlerine yayılır. Bunu duyumsarlar. Hemen bir devinim başlar. Binlerce böcekçik aç kurtlar gibi saldırır kıyılmış yapraklara. O andan itibaren serüvenin müziği de başlamış olur. Körpe kıpırtıların ritminden doğan ipincecik, kibar mı kibar, çıtır çıtır bir müziktir o. Yeşil yosunlu kayaların arasındaki ince bir arktan akıp geçişine benzer suyun. Hem zaten, /Su ayetiyle başlar Bursa Suresi/ su gibi akar zamana koşut...//(ş.a. Bursa Suresi, Ülkemin Güzel Yüzleri’nden.) Çünkü “Bursa,” Evliya Çelebi’nin de dediği gibi “sudan ibarettir vesselam!”
Bu devinimin ve müziğin gizemine kaptırırdım kendimi, dalıp giderdim. Saatler geçerdi böyle. Kendi senfonileri eşliğinde beslenen ipek böcekleri neredeyse gözle görülür biçimde büyür, bir hafta içinde birkaç santim boya ulaşırdı. Kaşları gözleri belirginleşir, derileri gerilir, renkleri beyazlaşırdı. Bu fasıl doyduklarını düşünerek her biri boynunu yukarı kaldırarak başını göğe dikerdi. Birinci uyku haline geçmiş olurlardı böylece. Binlerce minik uykucu iki gün boyunca böyle kalırlardı. Huzur ve gurur içinde. İki gün tamamlanınca sancılı da olsa derileri değişmiş, boyları uzamış, karınları acıkmış, yepyeni bir yaşama açmış olurlardı minik gözlerini.
Ritüelimiz olmuştu onlarla yaşamak. Baharla birlikte doğa uyanır, pütür pütür gövdeli, yaşlı dut ağaçlarından dut yaprağı fışkırır, eşimle birlikte Muhtar Hasan Akdeniz’in eşeğini alıp dut bahçelerine gider, dut dalları kesip getirir, ipekböceğinin yaşıyla orantılı olarak yaprağı kıyar, üstlerine serper, sonra oturup beslenmelerini izlerdik.
Bazen geceleri de giderdim yanlarına. Köyün gece sessizliğinde her şey daha başka görünürdü. Her böcek ayrı bir dünya kurmuş olurdu kendine. Fantastik, masalsı, ürkütücü… Altlarında biriken dut dallarının kuytu köşelerine çekilerek orada hayal kuranlar mı dersin, sekiden sarkan bir dalın en uç kısmına yerleşerek altındaki derin uçurumu izleme zevki yaşayanlar mı?... Sağı solu kolaçan edenler mi dersin, bir araya gelip derin sohbetlere dalanlar mı?... Bazen bir böcek bir dev gibi görünürdü gözüme, bazen bir kedi ya da bir kartal gibi… Bazen cin, şeytan, peri kılığına girerek bana arkadaş olurlardı bazen de öykülerimin kahramanı olarak… Karanlık, aydınlık ayrımı bilmiyorlardı; dut yaprağı yenecekse, uyunacaksa ya da bir değişim geçirilecekse gece, gündüz fark etmiyordu. Çok şey öğrendim onlardan; sabrı, zamanı iyi kullanmayı, durmadan çalışmayı, en güzeli ve en mükemmeli üretmeyi. Öğrendiklerimi Ali Yüce’nin şiiriyle anlatırdım kara kuru, elleri ve dudakları çatlak, hüzün bakışlı öğrencilerime: “Adım ipekböceği/ Bursa’da otururum/ Mesleğim ata mesleği/ Dut yaprağına taparım / Hem mimarım hem mühendis/ Evimi kendim yaparım.”
Her bahar dört, beş hafta sürerdi bu tatlı coşku.
İPEKBÖCEĞİNİN ŞAİRSEL HALİ ve KOZA ADLI ŞİİRİ
İpekböceğinin bu halleri dört uyku dönemini içine alan beş yaşı boyunca sürer gider. Her uyku döneminde biraz daha büyümüş olarak yepyeni zamanlarda yepyeni bir yaşam için kendini yeniler, geliştirir. Boyu yirmi altı gün sonra sekiz, on santime ulaşır. Küçük beneklerle süslü derisi bembeyaz olur. Bütün bedeni içini gösterecek kadar şeffaflaşır. İçi boydan boya ipek hammaddesiyle dolduğu için şık bir avize gibi çevresine ışık saçar. Son kuluçka ve hemen ardından da şiirini yazma zamanı gelmiştir. Bunu, başını havaya kaldırıp sekiz rakamını çizer gibi devinmesiyle belli eder.
Gizini asla bilemediğimiz nedenlerden ötürü gül yaprağıyla başlayan yaşamı, tıpkı bir şair gibi gülün oylumlarınca oylumlu, şiire ulaşmaktaki sancıyla dolu sürer gider ve sonunda incecik ipekten oluşan karmaşık dizelerini örmek için inzivaya çekilir. Dizeler tamamlandığında ortaya çıkan şiirin adı kozadır. O şiiri bir şair, Bursa özeline dair imgelerle şöyle yorumluyor: “…/Ram olmuş köpüğe ipek demişler/ Suları dokuyup salıvermişler…” (Bursam Benim, Zeki Ömer Defne)
İpekböceği kültürünün Bursa’yla bütünleştiği, Bursa’ya anlam kattığı, tanıtımına entelektüel düzeyde katkı yaptığı; sosyal-ekonomik yararlarının ötesinde kültürel-sanatsal bir gerçektir. Birçok şair, yazar ipekböceğini, ipeği, kozayı yapıtlarına taşıyarak bu gerçeğe daha derinlikli boyutlar kazandırmıştır. “…/Uludağ etekleri al ipekten bu akşam/” diyor şair Ömer Bedrettin Uşaklı. Nuri Demirci, Bursa Taşı adlı şiirinde “…taşındım kavmimin şen mezarlığına/ satırlar yağdı üstüme, dizeler; uçuşan sözler/ Romalı kızların ipek etekleriyle/ silindi yüzümdeki mimikler…” diye şiirleştirmiş ipeğin Bursa’daki tarihsel-kültürel döngüsünü. Benzeri bir izleği Kemal Gündüzalp İpek’in Kenti Bursa şiirinde bir başka boyutta işliyor: “Tarihi kim süslemişti İpek Han'ının taştan duvarlarında?” Hilmi Haşal Bursa’da Aşk şiiriyle Bursa atmosferini “cennet atlası”, insanın dünyaya gelişini haber verdiği o ilk çığlığı da “ipek çığlık” olarak betimliyor: “define tuzak bencileyin; ilkin şerbetine kandıydım/ meğer ki cennet atlasına doğmuşum ipek çığlıkla/ sonra Tophane taşıyla kesmişim göbeğimi, kalede/ ikbal mevsimi, koparmış zümrüt kabuğunu gülün”
Robert Walsh, “Bursa, Uludağ Ve Emirsultan” başlıklı gezi yazısında dut ağacının Bursa kent kimliğine katkısını oldukça özgün bir saptamayla anlatıyor: “... Tüm nüfusun geçimini sağlayan ipekböceği yetiştiriciliği için yem sağlamak amacıyla her yere dikilmiş dut ağacının yaprağı kente ayrı bir karakter verir.”
Sait Faik’in İpek Mendil başlıklı öyküsüyse başlı başına bir Bursa unsurudur. İlk yazdığı öykü olarak bilinir ve okuyan herkesi Sait Faik dilinden Bursa’yla buluşturur.
ŞAİRİN HÜZNÜ VE BİTİMSİZ ACISI
Karmaşık, ilginç ve heyecanlı bir süreçtir; buraya kadar güzel, görkemli ama buradan ötesi hüzünlü ve hatta acıklı. İpekböceği dört uyku dönemini tamamlayıp koza öreceği imini verdiğinde üzerine meşe dalları veya hardal süpürgesi konur ki o bitkilerin çatallı dalları arasına kendini kolayca tutundursun ve kozasını sarmaya başlasın. Bir başlar pir başlar… Akşamdan ince kar tozanları yağmış gibi görünür böcek odasındaki sekilerin üstü, sabaha kar yağmış gibi… Akşamdan yüz yüze olduğum böcekleri sabaha kozasının içine saklanmış görerek nasıl üzülürdüm!... Böcek, bunu başarabilmek için o ilk gecede bile binlerce kez dönmüştür kendi ekseni çevresinde. Üç beş gün içindeyse yaklaşık yüz otuz bin kez… Ortak duyguları taşıdığımızı düşünürdüm; ben de onlar gibi bambaşka yerlerde bulmuştum kendimi. Yoksul, cahil ve ulaşım olanakları olmayan o köyde, ben de kozamı örmeye, şiir, öykü yazmaya çalışıyordum. Ama onları gösterebileceğim, eleştirisini alabileceğim başka bir yazıncı yoktu çevremde. Tıpkı ipekböceği gibi ben de kendi eksenimde dönenip duruyordum.
Serüvenin tam da bu noktasında büyük bir yol ayrımına girerdim. Bembeyaz, ışıklı ve kar tomurcuğu görünümlü kozaları toplayıp çuvalladıktan sonra kara kar kara düşünmeye başlardım. İki yol çıkardı önüme. Birinci yol ipekböceğinin koza adlı şiirinin “kelebek” adlı doruğuydu. En güzel, en doğru, en doğal olanın; rengârenkliliğin, inceliğin, güzelliğin adı. Kozaları birkaç gün içinde Bursa’daki Koza Han’a götürüp satmazsam kozanın içindeki böcek bir reenkarnasyon döngüsündeymiş gibi kelebeğe dönüşecek, kozayı delip yepyeni bir yaşama doğru kanat çırparak çekip gidecek ve bir kelebek ömrünce de olsa özgürlüğü tadacaktı. Bir de ikinci yol vardı; vahşi mi vahşi ve acıklı mı acıklı. Kadife, saten, kutni, ipek ve kemha adlarıyla ölümsüzleşen “ölüm”dü onun adı da. Günlük yaşamın dayattığı ve kabul ettirdiği yoldu ne yazık ki. Koza adlı şiir, Koza Han’a götürülecek, açık arttırmayla alıcısına satılacak, alıcısı aldığı kozaları zaman geçirmeden sıcak su kazanlarına boşaltacak, içindeki ipekböceklerinin bağırıp çağırmalarına aldırış etmeden boğulup ölmelerini sağlayacak, delinmemiş kozalardan ipeğini çekecek ve onu dünyanın en yumuşak, en okşayıcı, en dayanıklı kumaşına dönüştürecekti. Tek şey kalıyordu geriye: I.Murad’ın Milano Dükü’ne armağan olarak Bursa kemhası gönderdiğini, Ruhsati’nin, servi boylu sevdiğini kemhalar içinde görerek ölesiye heyecanlandığını bilmek. Ve Ruhsati’nin dilince güzel bir duyguya, eşsiz bir müziğe dönüşürdü bu bilgi. Ben de bağlamamı alır o müziği, o bilge sözleri tellerin tınısıyla bütünleştirerek dillendirir, ruhumu dinginleştirirdim:
Yenice bir bağa bağıban oldum
Lebi sükker yanakları al çalar
Kemhalar giyinmiş servi boyuna
İnce bele lahuriden şal çalar
Benim mecnun olduğumu bilir de
Emsin diye dudağına bal çalar
Zaman sokulurdu araya. Acılarımı biraz hafifletir ama üzüntülerimi dindiremezdi. Hüznüm sürer gider, bir sonraki yılın aynı renk acılarına ulanırdı. Bir sonraki yıl ritüelimin içine yepyeni bir bölüm daha ekler, böceklerin dördüncü uykusundan sonra gelen beşinci yaşlarında onlara, (başlarına geleceklerden ötürü avutmak ve özür dilemek amacıyla) Cemal Safi’nin “İpek Böceği” başlıklı şiirindeki övgüleri okurdum: “…//Diler isen kirmanında tel eyle/ beğenirsen ak omzuna şal eyle/ yaşmak eyle duvak eyle tül eyle/ incelt beni yücelt beni öv beni.”
GURBETÇİNİN ARMAĞANI: “DİE TÜRKEİ” ADLI İPEK KRAVATLAR
Bursa’nın Demirler, Deliballılar, Eskidanişment, Narlı, Karaköy, Şaihinyurdu, Muratoba gibi pek çoğu kuş uçmaz kervan geçmez köylerine, o köylerin çocuklarına, hatta gençlerine emek verdikten bir süre sonra yine öğretmen olarak Hamburg’da çalışmaya başladım. Bursa’ya geldiğim ilk iznimde, orada bana iyi arkadaş olan bay ve bayanlara etkileyici armağanlar almak istedim. İlk aklıma gelen, ipekliler oldu. Sekiz yıl aradan sonra Koza Han’a gittim. Bayanlara ipek fularlar, erkeklere de ipek kravatlar satın aldım. İzin dönüşü, kravatlardan birini takınarak Hamburg’daki okuluma (Schule Slomanstieg) gittim. İlk karşılaşan Müdür yardımcısı Bayan Knaue, “Her Akbaba, wie schön, ne kadar güzel!” diyerek, gerçekten büyük bir heyecanla karşıladı beni. “Die haisst die Türkei, adı Türkiye’dir,” diye yanıtladım onu doğaçlamadan. O an kravatıma Türkiye adını vermiştim. “Warum, niçin?” diye sorunca; zemini siyah, üstü rengârenk çiçeklerle dolu ipek kravatımı şöyle anlattım: “Bizim insanımız karamsar, hüzünlü ama aynı zamanda doğamız ve ülkemizle birlikte böylesine de renklidir işte…” Bravo diyerek alkışlamıştı. Sonra armağanlarımı vermiştim. Nasıl büyük bir hoşnutlukla kabul etmişlerdi, anlatamam. O günden sonra beni her gördüklerinde, kravatımı ya da takınmışlarsa kendi kravatlarını göstererek, “Die Türkei,” diyerek şakalaşmışlardı.
Bu yazıma da adını verdiğim İpeğin İpek Başkenti başlıklı şiirimi de bütün bu yaşanmışlıklarımdan sonra Hamburg’da yazdım:
İPEĞİN İPEK BAŞKENTİ
I.
İpeğin gümüş kervanı
derin,dingin,duru akan
kıskanç bir nehir gibi
antik gizler taşıyor hurcunda.
II.
Sürgün bir şehzade kadar umsuk
otursam Climboz kıyılarına
uzatsam Zeus’a elimi
göçebe güvercinler konar parmaklarıma.
Susuz bir evliya gibi sabırla
kursam şadırvanımı Hisar burcuna
dokunsam bekaretine toprağın
zemzem rengi gelir yanaklarıma...
Uzak bir düşü gibidir Anadolu’nun
Marmara’nın bumerangı
konuk biriktiriyor binlerce yıldır
renklerin harmanında
Misi şarabı tadında...
Bir konuğu da benim bu kentin
bu kent biraz da benim
sevdası yasaklı sevdalım
söylesem vururlar kırsal yanımdan
çağların üstüne dökülür
masmavi akan kanım
Antik Mavi’siyle buluşur
İznik toprağında demlenen çinilerin
ağrım biter,sızım diner
ipeğin ipek başkentine
kervanın büyüsü siner.
III.
Aç bir masal bebeği gibi
emsem ışığını (d)olgun memelerinden
alaca türküler doldurur sokaklarını
Tutsam elini, dinlesem kendimi vererek
bin yerinden kanayan sözcükler dökülür dilinden
Kanatları zümrüt işlemeli
gümüş bir kumru gibi
konmuş yüreğimin bam teline
sussam dilim ürker
konuşsam canım...
yekinsem yerimden dünden yarına
pas damlar dudaklarıma
yol tükenir,ömür geçer
yıllar yüzyılları iter
ipeğin ipek başkentinde
kervanın dumanı tüter…
IV.
Nilüfer uykusunda şimdi
derin,beyaz ve suskun
bu yüzden
bir gün
Mühr-ü Süleyman dilinden
son buyruğumu vereceğim cinlerime
bulacağım varoşlarda kaybolan
“pay-ı taht”ını gönlümün...
(ş.a.Ülkemin Güzel Yüzleri’nden)
KOZA HAN’IN HÂL-İ PÜR MELÂLİ
Aradan çok zaman geçmedi. Hepsi hepsi çeyrek yüz yıl. İpekböceği atmosferinde gelişen yüzlerce yıllık koza coşkusu; incelikli, engin, üretici ve değerli kültür elini, ayağını çekti Bursa’dan. Yüz yıllar boyunca Koza Han’ın taşına duvarına sinen koza kokusu kayboldu, üreticilerle alıcıların açık arttırma anındaki hararetli pazarlıklarının yankısı sustu. Sırasıyla develerin ıkkıltısı, köy arabalarının sokakları dolduran takırtısı, atların kent görmüş kişnemesi, köylülerin şen kahkahaları da onların ardından gitti. Ağaçları kesilip atılarak terk edilen dut bahçelerinden sonra sırayı ipeğe dair söylenceler, türküler, maniler, ninniler aldı. Onlar da görünmez olup Koza Han’ın bir köşesine sindiler. Orada, yeniden gün yüzüne çıkarılacakları günü bekliyorlar.
Her şeye karşın Koza Han yine rengârenk. Ama, binası ve esnafları dışında hemen hemen her şeyi yapay ve yabancı. İpekli denen kumaşları da renkleri de kokuları da… Şimdi orada Orhaneli’nin değil, Çin’in; Kelesli köylülerin değil Nanning, Lanzhau ya da Yumen köylülerinin emek ürünleri boy göstermekte, taş duvarlarında onların anlayamadığımız şarkıları yankılanmakta.
“Su” ayetiyle başlar Bursa Suresi
akar gider yüzyıllardır serüven
Arkası gelmeyen kavim kardeş göçünden
ürktü,korktu,kimliğini yitirdi
Hüsn-ü Güzel20 rüyasını bitirdi.
Bitmedi bir türlü kentsel yolcuğu
demir filizleri el açıp göğe
minareler gibi duaya durdu.
Yasak konduların izbelerinde
binlerce ayıbın çığlığı kaldı.
Ovası elmasız,gülsüz, gülşensiz
dağları Hera’sız21,merasız kaldı.
Dutları Çin kumaşı sardı
ipekböceği yapraksız kaldı
………
KORO:
Bu kentin yazgısı benim de yazgım
ülkemin aynası, tenimde yangın!...
Artık, sular bile Bursa’ya dargın!
(ş.a.Bursa Suresi)
LEİZU’NUN HÜZNÜ
Bir başka reenkarnasyon döngüsü daha tamamlandı. İpekçilik Tanrıçası Leizu bir daha Anadolu’ya dönemedi, Bursa ipekçiliğini diriltemedi. Öyle olunca, ipeksi yaşantıların yerine bambaşka yaşantılar geçti. On sekiz yılımı verdiğim ve her gün biraz daha fazla sevdiğim, bütün haklarımı da helal ettiğim Bursa ve köylerinin yorgunluğu çöktü üstüme. Dinlenmeliyim artık. Dinlenesim var.
XV.
Şimdi oturup Koza Han’ın kalbine
demli bir çay içesim var dostlarım
içimdeki burukluğu atasım var dostlarım
akşam güneşine göğsümü açıp
nargilemden çekesim var dostlarım
dilimdeki acılardan kaçasım var dostlarım
çıkıp Tophane’ye Bursa’ya karşı
sevdalımı sevesim var dostlarım
Bursa’yı yaşamaya hevesim var dostlarım!
XVI.
KORO:
“Su” ayetiyle başlar Bursa Suresi...
(ş.a.Bursa Suresi.)
Olay Gazetesi Bursa’da Yaşam Dergisi,Aralık 2013
MEKÂNI BURSA OLAN DOSTLARIMIZA SAYGI
Bir biçimde Bursalıydılar sonsuza kadar Bursalı kaldılar. Güzel insanlardı, güzel dostlarımızdı her biri. Güzel zamanlar üreterek paylaştık.
Melih Elal, şimdi, şu an içimi burkan Bursalı. Buyaz’ı birlikte kurmuştuk. İnce duyarlıklarıyla Buyaz’a çok şeyler kattı. Gün oldu öneri geliştirdi, gün oldu etkinliğinin sunuculuğunu yaptı. Hiçbir zaman yüksünmedi; en güzel özelliklerinden biri buydu. İnsani ilişkilerin sonsuz saygıyla bezenerek sürdürülebileceğinin kanıtını onun üslubunda gördüm. Dergide yayımladığım bir söyleşimizde, Say Yayınları’ndan çıkan “Dede Korkut” adlı derleme kitabının diline hayranlığımı kendisine de söylemiştim. Akatalpa Dergisi’ne verdiği emek de ayrıca kültür belleğimizde anlamlı ve derin bir iz bırakmıştır. Melih Elal, söyleşmekten bıkmadığım, kibarlığın üstadı.
Ali Özçelebi, Fransa’da yaşamasına karşın Akatalpa Dergisi’nin en yakınlarından ve Buyaz’ın en ilgililerinden biri oldu. Ne yazık ki yüzyüze tanışmak bana nasip olmadı, ama üzerimdeki saygınlığı kalıcı oldu.
Mehmet Kaplan, babam yaşındaydı ama kayda değer ilk şirini gören ve kendi söylemiyle “onu yeni şiirler yazması için ilk yüreklendiren” oldum. “Dil İzi” ironik değer taşıyan, görkemli sözcük oyunlarıyla süslü şiirlerinin yer aldığı ilk ve tek kitabı. Yüzünde Anadolu’yu taşıyan ağabeyim Mehmet Kaplan içimdeki hüzünlü boşluğun sahibi. “Sevda/ göz/ yağmurları/ kara dönüştü.//Kara sevda/ Afrika’a kaldı./Filin gözpınarlarında./”(Dil İzi’nden.)
Metin Güven’i şiirseven herkes bilir. Otuz yıl önceleri, Orhaneli’nin dağ köylerinde öğretmenlik yaparken arada sırada Bursa’ya iner, onu bulur, karaladığım şiirlerimi okumasını, eleştirmesini isterdim. Çok sayıda şiir yazdı, çok sayıda kitap yayımladı. Kedilerle aram çok iyi olmadığı halde sık sık kedilerle dolu evine gider, ziyaret ederdim. Unutamadığım söyleşilerimiz, paylaşımlarımız olurdu. Bizi terk etmeden yaklaşık bir ay önce de telefonda görüşmüştük. Metin Güven, acıklı ve göz ardı edilmiş hikâyesi Bursa’nın. “Ben ne zaman kendimi anlatmaya kalksam/ orada kahraman ölümler yakalar beni.”(04.02.1983tarihli bana imzasıyla İlk kitabı Ömrüm Geçen Bir Sağnak Gibi’den)
Ali Aksoy, Bursalı Nâzım uzmanlarından biriydi. Ülkemizin demokrasi kültürüne ve Bursa kent kültürüne katkısı olmuş bir değerimizdir. Geçmiş yıllarda çeşitli yerel gazetelerde yazdığı yazılarını kitaplaştırmayı düşledi hep. Belediyelerimizin, özellikle de Gemlik Belediyesi’nin kulakları çınlasın!
Harun Cici için, ona yakışan tek sözcük söylenmiştir aslında: Cici. Yakışıklı olduğu kadar da cici bir insandı. Öyle çok anılarımız var ki. Bazı insanların bıraktığı boşluk kendi doğallığından ve duruşundan gelir. Tıpkı Harun Cici gibi. O gittikten sonra yalnızca benim değil, birçok arkadaşımızın ve özellikle de Buyaz’ın yanı yöresi boşaldı ve hep boş kaldı. Buyaz Öykü Okuma Günleri onun önerisi olarak yaşma geçti ve aramızdan ayrılıncaya kadar da onun tarafından yürütüldü. Harun Cici, gür sesli, dik duruşlu, devrime inanan, o köylü şapkasıyla en yakışıklım.
Hasan Öztürk, yaralı yanı Bursalılığımın. Çok değil yalnızca bir yıl önce, oyunlarından oluşan kitabını benim için imzalayarak Fehmi Enginalp’e bırakmıştı. “Narlı köyü olarak sana bir özür borcumuz var, sana sahip çıkamadık, bağışla” diye yazmıştı. Okuduğumda tüylerim diken diken oldu. Hasan Öztürk Gemlik’in Narlı köyünden… Ben o köyde öğretmen olarak beş yıl çalıştım ama devletin takması yüzünden bir hayli de rezilce sürgün edildim. Adını o yıllardan biliyordum ama kendisini son bir yıl içinde görebildim. Yirmi beş yıl sonra bu olayın özrünü diliyordu Hasan Öztürk. Bu nasıl bir soyluluktu! En son, babasının parti arkadaşı İsmail amcanın oğlu, Çetik mağazalarının sahibi Fedai Bey’in daveti üzerine orada buluştuk, İstanbul’a gitmeden önce de telefonda görüştük. “İstanbul’a gidiyorum,” demişti. “Riskli bir ameliyatım var…” Ben de “sapasağlam döneceksin Hasan Abi,” demiştim. Ama ne yazık ki öyle olmadı, İstanbul’dan kendisi değil, Bursa’ya emaneti geldi yalnızca. Hasan Öztürk, devletin kırdığı gönlümü alan devrimci dostum. Çinikitap’ta yayımladığımız ikinci yazısını göremedi ne yazık!
Bahri Çokkardeş, hüzün yüzlü kardeşim. Çok güzel şiirlerin üstadı. Kendi demişti; “ilk kez Buyaz’ın bir etkinliğinde şiirlerini paylaştı.” Gerçekten de mikrofona o kadar yabancıydı ki, onu bir türlü kullanamadı. Hatta sonunda kitabının arasına koyarak şiirlerini okumaya çalıştı. “Ey kâhinler kehanetler/ Ne yanılmaz bir acıdır aşk/(Sessizlik İzleri’nden)
Yücel Balku, yakından tanıyamadığım, Buyaz öncesi dönemde, en önce mekânı Bursalı olanlardan. Gencecik yaşına karşın kalıcı öyküleriyle anıyoruz onu. Aynıkentlim, cevşenlerin gizlerini çözen genç adam.
Çinikitap Temmuz-Ağustos 2012, sayı:13
BURSA KİTAP FUARI’NDAKİ TIRTIL
Edebiyatçılar Derneği Genel Merkez Yönetim Kurulu üyesi ve Bursa Temsilcisi sıfatıyla derneğimizin TÜYAP’taki standını açık tutmak, işlevsel kılmak gibi bir görevim nedeniyle boş zamanlarımın tümünde Tüy ap’taydım.
“Bursalı yazıncılar imzada” demiş, ulaşabildiğim Bursalı yazıncılara imza günleri düzenlemiş, standımızı tüm Bursalı’lann ziyaretine açık tutmuştum.
Kimi zaman panellerde konuşuyor, ya da panel izliyor, kimi zaman kendim de imzaya katılıyor, ya da oturup gözlem yapıyordum.
Derken, bir de ne göreyim? Bir tırtıl geçmiyor mu standımızın bulunduğu 5. sokaktan!... Mavi, hızlı, uzun ve cıvıl cıvıl bir tırtıl. Kesintisiz, ritmik ve düzenli... Durmaksızın!... Ağzım açık kalmıştı. Gördüğüme inanamıyordum çünkü.
Öğretmenin biri, mavi önlüklü, sevimli mi sevimli, ikinci sınıf öğrencilerini içeri girmeden önce sıraya dizmiş, bakkaldan aldığı çamaşır ipini bir yanlan boyunca uzatmış ve bir elleriyle ipi hiçbir biçimde bırakmamacasına, sıkı sıkı tutmalanm buyurmuş. Böylece bir tırtıl oluşturmuş.
Sonra da yürü ya tırtıl demiş, dosdoğru Kitap Fuan’na!
Her şeyi öylesine ayarlamış ve zaptı rapt altına almış ki, tırtılı oluşturan unsurlann(öğrencilerin) standlar önünde durması, kitaplara dokunması ne mümkün! Yalnızca akıp geçiyor, bakıp geçiyor. Kitaplar öylece orada, onlardan uzakta kalakalıyorlar; ne yüzlerini okşatabiliyorlar o güzelim minik ellere, ne de kokularını bulaştırabiliyorlar.
Her şey tam bir tırtıl mantığıyla sürüp gidiyor.
İşin garip yanı da şu ki, insanların büyük çoğunluğu tırtılı da, sürücüsünü de sempatik buluyor, onlara gülümsüyor...
Tam bir tırtıl mantığı... Bu yüzden kimse tepki vermiyor, içinde tepki oluşanlar da bunu açığa vurmuyor. Herkes bir tür, bize özgü “manda intikali” * sürecinde kalakalıyor.
Ben de bir süre sonra ayıkıyorum doğrusu. Fotoğraf makinamı kapıp tırtılı aramaya koyuluyor, birkaç sokak ötede buluyorum. Her şey yerli yerinde; tırtıl, tırtıl mantığı ve tırtıl atmosferi.
Tıtrtılm birkaç poz fotoğrafını çekiyorum. Tırtılcı, beni gazeteci sanarak, gösterdiğim ilgiye teşekkür ediyor.
Şaşıyorum.
Yine ağzım açık kalıyor!
Ağzım hala açık duruyor...
Bursa Kültür Bülteni(Dergisi), Nisan 2004, sayı: 6
NE OKUYORLAR (MI?)
ÖĞRETMENLERİMİZ:
Okumayan öğretmenlerin okuyan öğrencileri olur mu? Olmaz!
Okumayan öğretmen verimli bir öğretmen olabilir mi? Olamaz!
Okumayan öğretmen, okumayan öğrenci; okumayan toplum, geri kalmış bir ülke, karanlığa kalmış gelecek demektir.
Öğretmenler bunları biliyorlar el- bet.Biliyorlar mı gerçekten ? Hepsi mi?
Okuyorlar da (!).Okuyorlar mı gerçekten ? Hepsi mi?
Gazete mi? “İyi bir gazete okuru iyi bir okur değil” demişti Uğur Mumcu. Haklıydı.
Öyleyse iyi bir öğretmen kötü bir gazete okuru, ama iyi bir kitap okuru olmak durumunda ve hatta zorundadır.
Öğretmenlerin ne okuduğu bilinmez, ama mutlaka kitap okumaları gereği bilinir. Onlara şu, ya da bu kitabı önermek haddimize değil, ama mutlaka şiir okumaları önerilebilir. Sonra öykü, roman, gezi yazıları, bilimsel yapıtlar, resim, fotoğraf, heykel kitapları ve elbette ki mesleki yayınlar...
Örneğin kaç öğretmen felsefeye değgin kitaplar okuyor acaba?
Her öğretmen kendine sorduğunda bunun yanıtını alır.
ÇOCUKLARIMIZ:
Öğretmenleri okuyan öğrenciler okurlar elbet. Çünkü öğretmen çoğu kez de özdeşleşilendir. Yansılanan, kopya edilen, etkileyen, yönlendirendir.
Öğretmenleri kitap okuyan çocuklarımızın kitap okumaması düşünülemez. Öğretmenleri kitap okuyan çocuklarımız kitapsız da kalamaz. Çünkü öğretmen ne yapar eder, öğrencilerine, hem de en niteliklisinden kitaplar bulup buluşturur, okumalarına fırsat verir.
Bir soru: Çocuklarımız neden Harry Potter okur da, örneğin Aziz Nesin okumazlar?
Öğretmenleri Harry Potter okudukları için mi? Hayır.
Öğretmenleri hiçbir şey okumadıkları için.
Dengeyi tutturamadıklan, bunun için iyi bir idollerinin olmaması nedeniyle...
Doğrusu, okumaktır. Hiçbir kitaba yasak koymamaksızm, ama her türden, her cinsten bol bol okumaktır.
GENÇLERİMİZ:
Okumayan öğretmenlerin okumayan öğrencileri, okumayan gençleri olur elbet.
Elbette ki gençlik patlaması yaşayan ülkemizde kitap ve okuma patlaması da olmalıydı, ama öyle değil.
Çünkü gençliğimiz de gençliklerine yakışır düzeyde okumuyor.
Gençlerimiz “Da Vinci Şifresi” ni okuyorlar da, örneğin Bursa özelinde Nadir Gezer’in romanlarını, öykülerini de o oranda okuyorlar mı?
Okumak ne söz, tanıyorlar mı ki?
Gençlerimiz de buna dikkat etmelidirler. Öğretmenleri okumuyorlarsa bile onlar okumaya devam etmelidirler. ‘Da Vinci Şifresi’ni de okumalıdırlar, yine Bursalı yazarlarımızdan örneğin Cemil Kavukçu’nun öykülerini de.
Bursa Kültür Bülteni(Dergisi), Nisan 2004, sayı: 6
Gençlerimiz:
Okumayan öğretmenlerin okumayan öğrencileri, okumayan gençleri olur elbet.
Elbette ki gençlik patlaması yaşayan ülkemizde kitap ve okuma patlaması da olmalıydı, ama öyle değil.
Çünkü gençliğimiz de gençliklerine yakışır düzeyde okumuyor.
Gençlerimiz “Da Vinci Şifresi” ni okuyorlar da, örneğin Bursa özelinde Nadir Gezer’in romanlarını, öykülerini de o oranda okuyorlar mı?
Okumak ne söz, tanıyorlar mı ki?
Gençlerimiz de buna dikkat etmelidirler. Öğretmenleri okumuyorlarsa bile onlar okumaya devam etmelidirler. ‘Da Vinci Şifresi’ni de okumalıdırlar, yine Bursalı yazarlarımızdan örneğin Cemil Kavukçu’nun öykülerini de.
Çocuklarımız:
Öğretmenleri okuyan öğrenciler okurlar elbet. Çünkü öğretmen çoğu kez de özdeşleşilendir. Yansılanan, kopya edilen, etkileyen, yönlendirendir.
Öğretmenleri kitap okuyan çocuklarımızın kitap okumaması düşünülemez. Öğretmenleri kitap okuyan çocuklarımız kitapsız da kalamaz. Çünkü öğretmen ne yapar eder, öğrencilerine, hem de en niteliklisinden kitaplar bulup buluşturur, okumalarına fırsat verir.
Bir soru: Çocuklarımız neden Harry Potter okur da, örneğin Aziz Nesin okumazlar?
Öğretmenleri Harry Potter okudukları için mi? Hayır.
Öğretmenleri hiçbir şey okumadıkları için.
Dengeyi tutturamadıklan, bunun için iyi bir idollerinin olmaması nedeniyle...
Doğrusu, okumaktır. Hiçbir kitaba yasak koymamaksızm, ama her türden, her cinsten bol bol okumaktır.
PfiGİTIMI ’da Kitaptan [lunan ÇocyirYazarları:
işeyin YURTTAŞ Ayla KUTLU Tat İLGAZ Tarık DÖKSÜN K. Ahmet U^(S AL Muzaffer L2Gİ
MARMARA BÖLGESİ VE ILIMIZ BURSA
Yazan: Fehmi ENGİNALP Beyaz kuşe kağıda renkli, resimli, haritalı olarak yedinci kez basılan kitap MEB tarafından okurlara "kaynak" olarak önerilmiştir.
Bölgemiz ve ilimizle ilgiliher türlü bilgiyi İçeren kitabın yazarı öğretmenliğinden gelen bilgi, beceri ve deneyimleriyle güçlendirdiği yapıtıyla bu alandaki boşluğu doldurabilecek bir çalışmaya imza atmıştır.
İlimizin ilçelerinin de tek tek yer aldığı bu kaynak kitabı tüm öğrencilerin severek karıştıracağına inanıyoruz.
(Roman) 10 yaş ve Üzeri (Şiir) 10 yaş ve Üzeri (Roman) 10 yaş ve Üzeri (Şiir) 10 yaş ve Üzeri (Roman) 12 yaş ve Üzeri
Okumayan öğretmenlerin okuyan öğrencileri olur mu? Olmaz!
Okumayan öğretmen verimli bir öğretmen olabilir mi? Olamaz!
Okumayan öğretmen, okumayan öğrenci; okumayan toplum, geri kalmış bir ülke, karanlığa kalmış gelecek demektir.
Öğretmenler bunları biliyorlar el- bet.Biliyorlar mı gerçekten ? Hepsi mi?
Okuyorlar da (!).Okuyorlar mı gerçekten ? Hepsi mi?
Gazete mi? “İyi bir gazete okuru iyi bir okur değil” demişti Uğur Mumcu. Haklıydı.
Öyleyse iyi bir öğretmen kötü bir gazete okuru, ama iyi bir kitap okuru olmak durumunda ve hatta zorundadır.
Öğretmenlerin ne okuduğu bilinmez, ama mutlaka kitap okumaları gereği bilinir. Onlara şu, ya da bu kitabı önermek haddimize değil, ama mutlaka şiir okumaları önerilebilir. Sonra öykü, roman, gezi yazıları, bilimsel yapıtlar, resim, fotoğraf, heykel kitapları ve elbette ki mesleki yayınlar...
Örneğin kaç öğretmen felsefeye değgin kitaplar okuyor acaba?
Her öğretmen kendine sorduğunda bunun yanıtını alır.
KONFERANS
Konu : Okuma ve Dinlenme Kültürü Hedef Kitle : İlk ve Orta Öğretim Öğrencileri, Konuşmacı : Şaban AKBABA
İMZALAYACAĞI KİTAPLARI
-
Kolonya Kokulu Mendil
-
Sevgi Ana
-
Kafesslz Bir Dünya
-
Güneşi de Getir Bize
-
Işığa Yolculuk
Okulunuza Çağrı İçin Tel.
0.224. 341 50 17 (Ev) 364 79 07 (İş) Cep: 0.505. 226 43 40
NÂZIM, BURSA VE…
şiir içtenliğinde bir buluşma
Kim neyi nasıl anlamak istiyorsa, kendi bilir, öyle anlasın. Ama bir bürokratın “yönetsel kişiliğini” basit bir iki ayrıntısıyla da olsa, “Sezar'm hakkı Sezar'a” ilkesinden devinimle, olduğu kadar gerçek ve doğru yansıtmak gerekiyor.
Sözüm Nazımın şiirleriyle Tayyare Kültür Merkezi’ne, ondan da öte Bursaya sunulan güzel bir sanatsal etkinlikle ilgili. Nazım ve onun şiirleri ne kadar göz kamaştırıcıysa, o şiirlerin, bu cesaret ve bilinçle sunulması da o kadar alkış gerektirir. Kaldı ki, sanat için çırpman ellerin her alkışı insanlık denizine atılan bir damla ve onuruna yapılan çok değerli bir katkıdır. Oysa kolayı da var, örneğin tam da gündemimize oturmuş olan savaş için çırparsınız ellerinizi onurunuzun, yitirdiğiniz kadarının karşılığı olarak gecikmeden kirli ödülünüzü de alırsınız.
Tam da zamanıydı; Nazım şiirleriyle “savaşa hayır!” dedi Bursa.
Bu güzel çığlığın mimarı, önder bir öğretmendir. Bu çığlık onun, bu görevindeki diğer pek çok “yenilikçi ve hayırlı” çığlığından biri olarak,onun eğitim ve kültür dünyamıza yaptığı katkılardan yalnızca biridir. Yalnızca bir ayrıntı... Ötesini anlamak için bir düşünürün sözünü anlamak gerekir: “Uygarlık ayrıntılarda saklıdır.”
Bu girişten sonra gelelim o şiir şölenine: İlginç bir rastlantıyla başladı:Bir yerlerden sahneye sızan ışık mikrofon demirinde inanılmaz bir ipiltiye durmuştu. Sahnenin bir kıyısında uygulayımbilimden yansıyan görüntüde Yusuf Yağdıran yazıyordu ve Yusuf Yağdıran az ötede, karanlığın içinde iyi bir Nazım gölgesi olarak duruyordu ve Nuray Ceylan’ın sesiyle “Öptü beni...” diye başladı şiir. Tam da bizden olan en güzel insan selamıyla... “Ayrılıkların çeşitlerini bile...” bilen şair,Yusufun dilinden uçuşan kuşlar gibi çoğalarak salona yayılıyordu OTOBİYOGRAFI'sinde. Salon kuş tufanına kesmişti.
Her şiir için ayrı bir müzik, ayrı bir fotoğraf, olabilirdi örneğin. Ne kadar da yakışırdı!... Şiire,dekora, giysisine yakıştığı kadar hem de... Sesindeki müzikaliteye, tonlamalarına, vurgularına yakıştığı kadar. Halime Yıldız, o akşam, gerçekten de bir yıldız rolü oynadı. Nazım şiirlerinden ve yakından tanıdığım kişiliğinden sağıp getirdiği ışığı nasıl çoğalttı, nasıl yansıttı!... Şiirlerle ürettiği ışığını; ışığının çağıltısında gür ve duru bir yayla suyu gibi akan sesini, büyüleyici bir denge içinde verdi bize. Kollarını havaya kaldırdığında karanlığın bir bulut kümesi haline gelip nasıl yukarı doğru çekildiğinin, kaçtığının ayrımına vardınız mı bilmem ki... Tam da “MAVİ GÖZLÜ DEV”e yakışır bir sunumdu Halime'ninki. İzlenceden sonra eşi Murat’a, “Halime’yi nasıl buldun?” diye sorunca, aldığım yanıt da doğrusu çok ilginçti ve beni doğruluyordu: “Bir yıldızdı O” demişti Murat.
Bu arada, özellikle bu türden klasik sunumların tekdüzeliğe düşebilme tehlikesini savabilen yaklaşımlar olarak,“ses tiyatrosu” ve “beden dili” gibi tiyatral yeteneğini tıpkı Nuray Ceylan gibi, Halime Yıldız gibi başarıyla kullanan öğretmenlerden biri de Serap Şimşek’ti. Tıpkı Yusuf Yağdıran gibi. Yine sesini iyi kullanabilenlerden biri Vildan Alemdaroğlu, bir diğeri de Gönül Gençyılmaz'dı. Bilim ve Sanat Merkezi öğretmeni ve aynı zamanda YANSIMALAR Dergisi'nin Yazı Kurulu üyesi olan Yusuf Yağdıran'ın, bütün ^ bu özellikleri en üst düzeyde bir dengede tutturarak, Nazım'ın SALKIM SÖĞÜT şiirini, sanki kendisi yaşamış da yazmış gibi gerçekleştirdiği sunumunun belleklerde kalacağına inanıyorum.
“Kadınlarımız...” dedi Yıldız Bilmiş. Kadınlarımız oldu, kadınlarımızı oynadı. Çırpındı, didindi, yerlere yattı, kasılıp kavruldu, dehşetle irkildi...Kadınlarımızı Nazımca, tam anlamıyla Nazımca yorumladı. Sanki kadınlarımızın içinde bulunduğu koşulları, çektiği çileleri, kendilerini yadsımalara varacak kadar, kendilerine yabancılaşmış hayranlıkla izlerken,eleştiri adına, söylemem gerekenlerin olduğunu da gördüm.Her şeyden önce,sunuş biçiminin ve uygulanan tekniklerin çok alışılagelmiş olduğunu belirtmeliyim. Örneğin bir süre önce EKİM TİYATROSU'nun böyle bir çalışması olmuştu ve sahnelemede Brecht'in yabancılaştırma efektinden bol bol yararlanıldığı için sunum son derece devinimli, ilgi çekici ve sevimliydi. Ayrıca ışık çok da verimli kullanılmamıştı. Özellikle Nazım'ın hücresine verilen ışık, tıpkı hücrenin dekor olarak kullanılmasında olduğu gibi çok mekanik kalmıştı. Ayrıca, hücrede Nazım'ı oynamak öyle kolay değildi elbet, bu bağlamda çok daha fazla çalışılmış ve büyük bir çaba sergilenmiş olmalıydı. Mine Bayramla, Canan Altuncu'nun seslendirilmesi zor şiirleri seçmiş olmaları da onların işlerini güçleştirdi. Ama bunca ağır bir misyonu yüklenme cesareti gösterebilmiş olmaları nedeniyle, hem bu öğretmenlerimizi hem de İbrahim Dündar'la Selçuk Ay'ı da kutluyorum.
Sevgili Yönetmen Fatma Aydemir'in,
bundan sonra yöneteceği izlencelere ışık tutabilir inancımla, bütün bunları belki herkesten çok daha büyük bir dikkatle okuyacağını biliyorum. Ama bir genellemeyle ve tek tümceyle;iyi bir emek verdiğini, başarılı olduğunu söylemeliyim.
Söz yine dönüp dolaşıp bir gönül insanına
geliyor.
“Son bildiri”nin güzelliğini omuzlayarak götüren böylesi güzel bir şiir şölenini yaşama geçirmek gibi kutsal ve insana insanca bir katkı bağlamında değeri biçilmez çabasından ötürü, asıl adı anılması ve hatta adı yüceltilmesi gereken bir öğretmendir o. Kimin ne düşüneceği, ya da söyleyeceği umurumda bile değil. Çünkü “gerçek somuttur”.
Tam da bu bağlamda ve bu somutluktan yola çıkarak, ülkemizin “yeni” koşullarında nelerin olup biteceğini hep birlikte göreceğiz:
Düşün yapısı nasıl olursa olsun üreten, yaratan ve yaşatan mı; düşünce yapısı belli yeteneksiz taraftar mı?
Yıldırım’dan Yansımalar, Ocak 2003, sayı:8
"DERE SESSIZ TILKI BEY" (*)
ı.
Şili'de "Ailende" adlı demokrasiyi yutan paslı dişli "Pinochet" karanlığı, o gün bugündür insan eti yedi, insan kanı içti de, doymadı. Doymadı bir türlü. "Ah/Len/Ah/Onlar/Yoksul/Eti/Yerler/Ve/lçtikleri/
Kandır."
M.
Bir halk sözümüz vardır: "Dere sessiz tilki bey." Öyle ya, dere onca ıssız ve sessiz olmazsa kim beylik verecek tilkiye? Kim "Bey" diyecek? Kim ayağına kapanacak?
Tilki ki, gecenin zifiri karanlığından yararlanarak kümeslere sessizce, sinsice yanaşmak tavuk ve horoz çalmaktır en iyi bildiği.
Gidi hırsız!....
III.
Dereyi sessizleştirmek gerek öyleyse.
Kim yapar bu işi?
Nasıl yapar?
Sesten korkanlar elbet.
Çekilir silahlar: Grav!. Grav!... olur biter.
Işığın yolu bağlanır. Devinen her şey durdurulur. Düzenlenen av törenlerinde kol-kanat kırılır, yaşamlara son verilir. Av alanını terketmek zorunda kalan avlar bir daha bu alana sokulmazlar.
Rakamlar üstüne yeminler edilir. Çok yeminler... 141, 142, 1402 gibi rakamlar kutsandıkça kutsanır. Çünkü ortak bir yanları vardır bu rakamların, ortakelemanları: 4. Bu rakamları kutsayanlar, bu rakamların toplamının da 20 olduğunu söyler ve kitlelere de öylece dayatırlar. Bu toplamın 20 olduğuna inanmayanları ise toplar, kimilerinin özgürlüklerini, kimilerinin de kalemlerini "imha" ederler. Oysa toplam: 20+0'dır.
Sonra "yas-sak"lar...
Sonra ninniler, ninniler, masallar...
Ve dere sessizleşmiştir.
"Vay beyim, uzat ayağının altını öpeyim."
İşte sessizliğin "hikmeti”, "hükmü".
IV.
Olmaz buncası!
Olamaz!
İster Şili, ister Türkiye; bir çöIj, bir dereye döndürülmeye yaraşır değildirler. Yaraşır değildirler böylesi bir aşağılamaya.
Herkes usunu başına toplasın.
Sesi olmalı "insan" dediğinin.
Sesi, "ülke" dediğinin...
Abece Dergisi, 1987, sayı:11
DEPOLİTİZASYON VE ŞANS OYUNLARI
Depolitizasyon ” kavramı, kısaca, baskı gruplarının politikadan uzaklaştırılması (etkisizleştirilmesi) olgusunu anlatır. Politika bilimindeki tanımı budur. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, olgu, yalnızca baskı gruplarının politikadan uzaklaştırılmasını değil, aynı zamanda kitlelerin her türlü demokratik kazanımlarının kolayca “gasbedilebilmesi” için toplumsal bilincinin köreltilmesini ve böylece otomatlaştı- rılmasını da içerir. Bu bir süreç sorunudur ve tersi de doğrudur.
Soruna bu açıdan baktığımızda “çağdaş depolitizasyon” olgusunun en belirgin özelliğinin, emperyalist ideolojiyle (faşizmle) doğrudan bağıntısının olduğudur. Bu bağıntının sonul amacıysa, emperyalist ideolojinin (faşizmin) bütün ku- rumlarıyla yaşama geçirilmesi ve kitlelerin bu ideolojiye kayıtsız koşulsuz boyun eğmesinin gerçekleştirilmesidir. Ancak bu, “depolitizasyon” olgusunun yalnızca faşizmin erk olduğu dönemlerde görüleceği gibi bir sonucu getirmez. “Depolitizasyon” faşizm politik ve toplumsal önkoşullarından biri olarak da pekiştireciveya sonucu olarak da varolabilir. Zaten “depolitizasyon” olgusunun emek-sermaye çelişkisinin tarihiyle aynı tarihi paylaştığını, emek-sermaye çelişkisinin tarihinin aynı zamanda “depolitizasyon” olgusunun tarihi olduğunu kestirmek öyle güç olmasa gerek.
DEPOLİTİZASYON OLGUSUNUN ALTYAPISI
Her olgu bir sürecin sonucudur. Bu süreç içinde tohumlanır, filizlenir, dal-budak salar ve ürünlerini verir. Bunun gibi “depolitizasyon” olgusu da bir dizi sosyo-politik oluşumun yer aldığı bir süreç içinde temellenir ve sürecin sonunda da gerçekleşir.
Nelerdir bu sosyo-politik “temeP’ler?
1- Şu ya da bu oranda fanatik (bağnaz) bir kitle: Bu
da poiitik bir çabanın sonucudur elbet. Bağnaz bir çabanın... Bu politikanın (yöntemin) dayandığı ana ilke, bireylerin (giderek toplumun) beynini yıkayarak “standardize” olmuş tek bir ülküye bağlanmalarını sağlamaktır. Dahası, “alternatifinin olmadığına inandırılmak istenen bu “tek ülkü”ye bağlılığın boyutlarını genişletmek ve “şovenizm”e (aşırı ulusalcılık) doğru kaydırmaktır. Artık birey (ve toplum) tarihin her kesitinde sermayenin bir numaralı ayakoyunu olan “milliyetçilik”e körü körüne bağlanmış, “halk”ın kendini bulması, bireylerin “sınıf” bilincine kavuşması ve böylece “daha iyi bir düzen” için savaşım vermesi gerektiği hakkındaki bilinci körletilmiş demektir. “Halk” yoktur, “millet” vardır. Toplumda “sınıflar yoktur, “çelişki” yoktur, “çıkarbirliği” vardır. Dolayısiyle herhangi bir politik savaşıma hele hele sınıf savaşımına hiç gerek yoktur.
/
-
Skolastik düşünce yapısı: Skolastisizm, inanç ile bilginin dini öğretiyle birleştirilmesini ve böylece usun dinsel buyruğa verilmesini sağlamaya çalışan bir ortaçağ felsefesidir. bu çağdışı felsefenin egemen olduğu bireyde (giderek toplumda) usun hiçbir önemi yoktur, önemli olan dinsel kurallar ve buyruklardır. Us’lu düşünme, olayları ussal ölçütlerle değerlendirme yeteneği köreltilmiştir. “Kadercilik”, gelişmenin, değişmenin, bilimin en baş kösteklerinden biri haline gelmiştir. İlke ve buyruk şudur: ’Tanrıya şirk koşma, kaderine boyun eğ ve haline şükret! Bu dünyada zorluk, cefa çeksen de aldırma, cennetde her bir nimet seni beklemektedir, vb.”
-
Şansoyunları alışkanlığı: Toplumun bir kesiminin bağnazlaştığını, bir kesiminin yobazlaştığını (mürtecileştiği- ni) varsaysak bile, bireysel ayrımlar ve diğer birçok nedenlerle tümünün yönlendirilemeyeceği açık bir gerçektir. İşte bu hesaptan devinilerek “şansoyunları” diye bildiğimiz “zihinleri meşgul etme” yöntemi gündeme getirilmiştir. Denilir ki, halkın yaşam olanaklarının (ekonomik durumunun, sosyal ve siyasi hak ve özgürlüklerinin) sınırlandığı her dönem ve ülkede şansoyunlarına ilgi artar. İşin doğrusu, halkın yaşam olanaklarının sınırlandığı her dönem ve ülkede, halkın baskıya, haksızlığa başkaldırmasını önlemek, sömürüyü alabildiğine sürdürebilmek için birçok oyalayıcı, uyuşturucu oyunlar “tezgâhlanır”. İşte bunlardan biri ve belki de en önemlisi “şansoyun- ları” dır. Demek ki şansoyunları kitlelerin istemi nedeniyle değil, egemen ideolojinin amaçlı sunumu nedeniyle vardır. Ezilen, sömürülen, kıyılan halkın öfkesine, direnişine, umutsuzluğuna bir karşı seçenek olarak vardır. Ve öylesine süslü püslü, çekici bir ayakoyunudur ki, milyonları ardından sürükleyip götürmeyi, götürüp uyuşturmayı, uyuşturup kişiliğinden so- yundurmayı, onurunu kırmayı, savaşım gücünü ve direnme yeteneğini köreltmeyi başarır.
Kimlerdir bu tezgâhı kuranlar?
Büyük sermaye ve onun devleti.
Ülkemiz özelinde “şansoyunları” dediğimiz oyalayıcılar hangileridir?
Spor-Toto, Milli Piyango (normal, özel ve süper çekilişleriyle), Loto, gazete kuponculuğu, at yarışları, kulüp, kahvehane vb. kumarı, fuar, panayır vb. etkinlikler içinde yer alan çadır oyunları, vb...
Kitlelerin eğlenme, zevk duygularıyla birlikte umutlarını okşayan şansoyunculuğu sanılandan, ya da görülenden çok daha büyük boyutları olan bir olgudur. Bu nedenle “şanso- yunları”nın özelliklerini biraz daha açımlamak gerekmektedir.
“Şansoyunları”:
-
Yaygındır: Gerek toplumun her kesiminden insanların oynayabileceği türlerinin olması, gerek de ülkenin her bir köşesinde oynama olanağının bulunması nedenleriyle şanso- yunları yaygın bir oyundur.
-
Süreklidir: Bir kez bu oyunlara gönül vermiş biri bir daha kolay kolay kopamamaktadır. Tıpkı diğer uyuşturucular gibi “bağımlılık” yapar çünkü.
-
İşlevseldir: Yüklendiği işlevi yerine getirme gücü vardır. Yani eğlendirir, zevk verir, zaman zaman umutları yanıtlar ve asıl büyük amacı uyuşturarak'bilinci köreltme gerçekleştirir.
Şimdi ülkemiz özelinden bir şansoyuncusunu ele alarak savımızın ne denli gerçekçi, tutarlı ve somut olup olmadığını görelim. Şansoyuncusunun bu oyunlardan Spor-Toto’yu (temel olarak) oynadığını varsayalım ve buna göre onun bir haftalık “boş zaman değerlendirme” ya da “umut arayışı” izlencesine göz atalım.
PAZARTESİ: Dün sonuçlanan maçların birçok seçeneğe göre sonucunu tartışmakta; takımların oyun biçimini, uyguladıkları taktikleri, oyuncuların hata ve yanlışlarını, hakemleri eleştirmektedir. Sonra oynamış olduğu Toto’yu düşünerek tutturamadığı oyunlar için hayıflanmakta ve ölen umudunun yerine bir yenisini koymaya çalışarak gelecek haftaki oyununa ilişkin ilkeler saptamaktadır. Vb., vb...
SALI: Bir yandan hafta sonunda yapılacak karşılaşmalar hakkında sözlü ve yazılı kaynaklardan bilgiler toplamakta, bir yandan bu hafta nasıl oynaması gerektiğini düşünmekte, kendi kendine ve ilgili diğer kişilerle tartışmakta, öte yandan da Spor-Toto kuponlarının gelip gelmediğini araştırmaktadır. Vb., vb...
ÇARŞAMBA: Spor-Toto kuponunu sağlar. Nasıl dolduracağı hakkındaki tasarılarını kendi kendine ve ilgili diğer kişilerle tartışır, ciddi “hesap-kitap”lar yapar ve birkaç kolon doldurur. Diğer kolonlar için de değişik seçenekler getirerek üzerinde düşünür. Vb., vb...
PERŞEMBE: Seçeneklerini gözden geçirir, oynayacağı kolon sayısı hakkında kesin kararını verir ve sonul kararını kolonlara işler, işler ama ikircik yakasını bırakmaz, çoğu kez bunalıma girer. Bunalımını çözmek için yeniden düşünür, yeniden tartışır ve hatta ek bir kupon daha doldurur. (Bu kuponda da değişik seçeneklere yer vermiştir.) Vb., vb...
CUMA: Edindiği son bilgileri de gözönüne alarak doldurduğu kuponlardan bir seçmeyi üçüncü bir kupona aktarır. Artık sözkonusu ikircikten epeyce sıyrılmış ve hatta bir özgüven kazanmıştır. Dahası, ne kadar tutarlı oynadığı hakkında “bahse” bile girer. (Kuponu Spor-Toto bayine yatırmıştır.) Vb., vb...
CUMARTESİ: Yatağından yepyeni bir heyecan ve canlılıkla kalkar, öğlen sonrasını (maç saatini) iple çeker. Öğleden sonra kulaklarını bir iletişim aracının ses yükselteçlerine dayamıştır: Sevinir, haykırır, üzülür “of!” çeker. Vb., vb...
PAZAR: Hâlâ umutludur. Heyecanı doruk noktasına yükselmiştir. Sevinir, üzülür... Sonuç şöyle ya da böyle (ama çok yüksek bir olasılıkla “umsuk” olmuştur)... Öyle de olsa o, yeni bir umut arayışına çıkmıştır bile: “Gelecek haftaya...”
Ve yeniden PAZARTESİ:...
Yaşamı için gerekli (zorunlu) çalışma, uyku ve beslenmesi dışında yedi günü böyle eçen bir şansoyuncusunun bu izlence maddelerinin arasına (yine büyük bir olasılıkla) gi- rigiriveren başka şansoyunlarının izlence maddeleri de vardır. Her ayın 9, 19, 29’unda ve kimi zamanlar da aralara serpiştirilen (özel ve süper) Milli Piyango çekilişleri için gerekli izlence maddelerini, hemen hemen her gün şu ya da bu gazete vb. yayın organlarının, kulüplerin “ev, araba, ansiklopedi, halı, kilim, zurna...” çekilişleri için gerekli izlence maddelerini, Loto, at yarışları, kulüp ve kahvehane kumarı, fuar, panayır vb. etkinlikler içinde yer alan çadır oyunları içeren gerekli izlence maddelerini de koyduk mu; gün, hafta, ay, yıl... tamam.İşte “dört dörtlük” bir “depolitizasyon” olayı. Ve sağlanan büyük başarı: Milyonlarca otomat! Düğmesine bas yürüsün, dursun, dönsün, eğilip “yüz sürsün haki payına”. Çevir direksiyonunu dilediğin yere gitsin tıpış tıpış. Ver eline silahı adam öldürsün, ver eline sopayı zinciri adam dövsün, işkence yapsın. Ve “vur başına al elinden lokmasını” afiyetle ye. Elbette ki o bütün bunların bilincinde olamayacaktır. Tek sorunu varsa, o da, “zamansızlık”. Dolayısiyle okumaya, düşünmeye, eleştirmeye, arayışa, “paydos!”. Yeni şeyler yapmak, yaratmak, üretmek mi?... “Zaman yok, zaman.” Siyaset, sendika, grev, boykot mu; savaş, işkence mi?... “Bana ne canım.” Sömürü, soygun, kıyım mı?... “Gemisini kurtaran kaptandır. Ve dahi kaderden kaçılmaz.” Ama dış politika sözko- nusu oldu mu mutlaka bir iki sözü vardır ve de hiç kimselerden çekinmeden (!) söyler: “Natosuz, Amerikasız olmak mı?... Allah göstermesin; hiç bir makinamız çalışmaz. Üstelik “Rus gâvuru”na yem olmaktan kurtulamayız.”
SONUÇ
Görüldüğü gibi “depolitizasyon” olgusu siyasal bir olgu olduğu kadar, aynı zamanda sosyal ve hatta felsefibir olgudur. Dahası gereği kadar üzerinde durulup, irdelenmeyen, ya da önemsizmiş gibi görülen “şansoyunculuğu” “depolitizasyon” oldugusunun yaşama geçmesi ve hatta kalıcı olabilmesi için kullanılan yaygın, sürekli ve işlevsel bir yöntemdir.
Sormuşlar İspanya’nın kanlı diktatörü Franko’ya:
-
Siz bu insanları (ki onlar boğalarla güreşirler) kırk yıl boyunca nasıl böyle kuzu kuzu yönetebildiniz? Bunun bir gizi, bir püf noktası olmalı...
-
Kolay... diye yanıtlamış Franko. “Çok kolay. Her birinin beynini spor sevgisiyle yıkayarak.”
Franko sorunu böyle koymuş olsa da, olgunun bunca basit ve tek boyutlu olmadığını çok iyi biliyordu. Depolitizasyon olgusunun yaşama geçirilebilmesi ve kalıcılığının sağlanabilmesi için (öfedenberi ve günümüzde) birçok yönteme birden başvurulmakta ve yine birçok araç birden kullanılmaktadır.
Nelerdir bu yöntemler?
Şunlardır:
-
Yasak, baskı ve işkence
-
Dini telkin
-
Irkçılık
-
Zihinleri meşgul etme (şansoyunculuğu, dikkat çekici
ve çarpıtıcı yayınlar)
-
Sarı sendikacılık ve işçi aristokrasiciliği
-
Demagoji
Ve bu yöntemlerin başarılı sonuçlar verebilmesi için
hangi araçlar kullanılmaktadır?
Araçlar da şunlardır:
-
Yasalar (yasalar, yönetmelikler, tüzükler vb.)
-
Eğitim dizgesi (sistemi)
-
Şansoyunları
-
Sendikalar, dernekler, kulüpler, vb.
-
Basın-yayın (renkli basın, holding dergileri, televizyon, radyo vb.)
İNSAN HAKLARI HAFTASI
İnsan Hakları Derneği, 10-17 Aralık günlerini “İnsan Hakları Haftası” olarak ilan etti. Hafta boyunca Ankara, İzmir ve İstanbul’da bir dizi etkinlikler düzenlendi. İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Avukat Nevzat Helvacı, haftayı başlatırken yaptığı basın toplantısında özetle şunları söyledi: “Halkımız, demokrasiyi bir yaşam biçimi olarak seçmiştir. Demokrasinin sık sık kesintiye uğraması, insan haklarının önündeki başlıca engellerden birisidir. Oysa ülkemizde son onbeş yılın onbir yılı sıkıyönetim altında'geçmiştir.
Son onbeş yıl içinde, yani 12 Eylül öncesi ve sonrasında Türkiye’de:
• Binlerce insan işkence görmüştür,
•Onlarca insan işkence ile öldürülmüştür.
•Yüzlerce insan gözaltında kaybolmuştur,
•İdam isteği ile yargılanan insan sayısı bini aşmıştır,
•İdam hükümlüleri yüzlerle ifade edilmektedir,
•Onlarca kişi idam edilmiştir.
Oysa, İnsan Hakları Derneği olarak biz, dünyada ve ülkemizde:
-
İnsanların gelecek korkusuyla değil, gelecek umuduyla yaşamasını istiyoruz. Herkesin korkusuzca yaşaması için kalıcı bir barış istiyoruz.
-
İnsanların, serbestçe düşünebileceği, düşüncelerini serbestçe açıklayabileceği, serbestçe örgütlenebileceği ve içersinde güvenle yaşayabileceği demokratik bir ortam istiyoruz.
-
İnsan yaşamının kaynağı olan doğanın, canlı ve yaşanılır olmasını istiyoruz.
-
İnsanların, açlıktan, işsizlikten, yoksulluktan ve eğitimsizlikten kurtulmasını istiyoruz.
Biz, İnsan Hakları Derneği olarak, dünyada, baskı ve işkence, açlık ve yoksulluk, silah ve savaş istemiyoruz. İnsanın insanca yaşayacağı bir dünya istiyoruz.
Abece dergisi, Ocak 1987, sayı:10
BURSALI ŞİİRLER
Dostları ilə paylaş: |