OKUMA KÜLTÜRÜ VE HARRY POTTER FIRTINASI
Bir fırtına esiyor dünyada. Harry Potter Fırtınası. Olgunun böyle tanımlanabileceğini kabullenmeyen var mı? Herhalde yok. Hatta belki bazıları “kasırga” falan benzetmesi yaparak daha da ileri gidebilir ve hatta haklı da olurlar. Yani işin içinde doğal olanı zorlayan bir şeyler var. Doğal olandan öte, aşırı, hatta biraz da yıkıcı... Yoksa bu kavramlarla anlatılmazdı olgu. Kaldı ki kişisel olarak yaptığım inceleme ve gözlemle¬rimden de bir hayli farklı, dikkat çekici, düşündürücü sonuçlar elde ettim.
Harry Potter okumanın, çocukların ve gençlerin okuma alışkan¬lığına, giderek “okuma kültürü”ne bir katkısı yok mu? Elbette var, ama hangi koşullarla? Her Harry Potter okuru kendisini iyi bir okur sanıyor. Hatta dışarıdan bakanlar da öyle olduğunu düşünüyorlar. Bu sanı ve düşünce tamamen yersiz de değil hani. Öyle ya, her Harry Potter kitabı yüzlerce sayfadır. Hatta son kitabın bin sayfa olduğunu da belirtmeliyim. Bu durumda dizinin beş kitabını okuyan, binlerce sayfa okumuş olaca¬ğından, iyi bir okur gibi gözükmek durumundadır.
Gerçek durum nedir, nasıldır? Binlerce sayfa da olsa yalnızca Harry Potter okumanın “okuma kültürü” davranışı olarak tanımlanması doğru olabilir mi? Ya da Harry Potter okurları gerçekten yalnızca Harry Potter mı okurlar?
Bunun için siz okurlarımı önce Gölcük'e götüreceğim. Belediye Kongre Salonu'na... Karşımda üç yüz kadar ilköğretim ve lise öğrencisi var. Bir yanımda 16 kitabın yazarı Nadir Gezer, öte yanımda da yine bir o kadar kitabın yazarı, gazeteci, şair Ruşen Hakkı. Salonu dolduran dinleyicilerime Harry Potter okurlarını sordum, yarısından fazlası elini kaldırdı. Aynı okurlara Nadir Gezer'i sordum ikisi elini kaldırdı. Ruşen Hakkı'yı sorduğumda biri elini kaldırdı. Nazım? diye sordum; Can Yücel, Necip Fazıl, hatta Yaşar Kemal? diye sordum. Toplamına gelen yanıt onbiri geçmedi. Çünkü kitaplarıyla reklamlarıyla, filmleriyle, tişörtleri, çıkartmaları, dosyaları, şapkaları, çay-kahve fincanları ve diğerleriyle; okur(hedef) kitlesinin duygularını ve hayallerini sömüren güçlü, tekelci, uyuşturucu, özdeşleştirici, kendine yabancılaştırıcı bir “Harry Potter Kültürü” oluşturulmuştur.
On üç Harry Potter okuru ve hatta hayranıyla şöyle bir çalışma yaptım. Harry Potter kitaplarının içine serpiştirilmiş ürkütücü, korkutucu, heyecan yaratıcı, masalsı tümcelerdan oluşturduğum yarım sayfalık bir metni onlara okudum ve duygularını tek sözcükle söylemelerini istedim. Dokuzu korktuklarını, üçü hem korkup hem olumlu bir heyecan duyduklarını, üçü önemli bir duygulanım içine girmediklerini söylediler. Biri çekimser kaldı. Ama birinin (ki, o tam anlamıyla Harry Potter tutkunuydu) söylediği hepsinin tuzu biberi oldu: “Kafam karıştı,” dedi. Harry Potter dizisinin birinci kitabındaki bir tümcenin tıpkısıydı.
Belki de salt bu işlevini en iyi biçimde verebilsin diye, yazarı İngiliz Rowling, kitabının filmini yapan Hollywood firmasına oyuncularından teknik ekibine kadar herkesin İngiliz olması koşulunu koymuş ve kabul ettirmişti.
Bu kitap diğer bazı nedenlerle de önemli bir kitaptır. Girişi, tıp konforlu bir oda gibi albenili, rahat ve gizemlidir. Girer, dilediğiniz biçimi oturur, dinlenir, gevşer, rahatlar, hatta konfora alışırsınız. Otuzlu sayfalardı sonra ve ansızın etkili saldırılar başlar. Öylesine etkili, yapışkan, tutucu ' hızlıdır ki üstünüze gelenler; yerinizden doğruluncaya kadar elinizi, kolunu: bağlar, bedeninizi tutsak düşürür.Bir daha da içine düştüğünüz durumdı kurtulamaz, tıpkı o kurbağa gibi sessizce, tepkisizce haşlanırsın!
Hangi kurbağa mı? Haşlanması istenen, zıplama rekortme olduğu için ele avuca sığmayan, sağlıklı ve çevik olduğu için bir tüı dize getirilemeyen o kurbağa. Ama her hedefe giden bir yol vardır elbı Kurbağayı tutup tenceredeki soğuk suyun içine koyar, altından yavı yavaş ısıtırsınız. Başlangıçta her şey doğal olduğu için kurbağan herhangi bir derdi, tasası yoktur. Su yavaş yavaş ısındığı için siı sistemi herhangi ani bir tepki vermeye gerek duymaksızın suya alış Hatta önce ılıklık, sonra biraz sıcaklık hoşuna gider; mayışır, yayıl dinlenir, gevşer, dağılır. Sinir sistemi laçkalaşır. Bir süre sonra tehlike duyumsamaya durur, ama tam olarak emin olmadığı için herhangi I devinim göstermez; biraz daha zaman geçince tehlikeyi duyumsı devinmek, kalkmak, zıplayıp kaçmak ister ama çok geç kalmıştır, ister sinir sistemine söz geçiremez. Umarsız, haşlanır.
Bu bağlamda çözüm öyle atla deve_değil, oldukça kolay ve geçerlic OKUMAK! Ne kitaba yasak koymaya gerek vardır, ne de haşlanmaya. Çün "OKUMA KÜLTÜRÜ”nün gereği gibi OKUnduğunda bir çok tehli kendiliğinden güvenceye dönüşür. Bu kültürün en temel ilkesi kitap ve yi türü ayrımı yapmaksızın, kitaba şu, ya da bu gerekçeyle yasak koymaksı; OKUmak, OKUmak eylemini diğer bilimsel, sanatsal etkinliklerle desteklemek İyi OKUr roman da OKUr, şiir de; bilimsel yapıtları da OKUr, gezi kitaplarını c iyi OKUr hem kitap OKUr, örneğin hem de sinemaya, tiyatroya, baleye, resi el işi sergilerine gider. İyi OKUr Harry Potter de OKUr, örneğin bir müzik ada üzerine yazılmış biyografi kitabını da. iyi OKUr hem OKUr, örneğin hem heykel, resim, müzik yapar. Kısacası, iyi OKUr; yüzlerce, binlerce çiçekt çiçeközü toplayıp onların hiçbirine benzemeyen balı (sentezi) üretme gücü ulaşan bir arı; kötü okursa haşlanmaya aday bir kurbağa gibidir. Gerçek bö; olduğuna göre, kim korkar Harry Potter'den!
Bursa Kültür Bülteni(Dergisi), Mayıs 2004, sayı:7
AS TV ’DEKİ GÜZELLİK: ÇOCUK DÜNYASI VE ELİF SERDAR
Ne mutlu bana sevdiğim çok sevdiğim
biri sürü insan var dünyada bir sürü güzel insan :
Sevgi bilincim benim sevgi direncim benim...
Her şeyden önce izlencenin adı güzel sonra da sunucusu: ‘‘Çocuk Dünyası” ve Elif Serdar, Güzel bir bütünlük .
Ben o izlencenin hem hayranı, hem izleyicisi, hem de "karınca kararınca” desîekcisiyim. Çünkü Recep Nas 'm da üstüne basa basa yazdığı gibi “çocuk insandır” ve o izlencede çocuklara "saygı “ gösteriliyor.
Bu bir.
İkincisi: O izlence, çocukların bugününü gözardı eden, onlari “yalnızca yarının büyüğü” olarak tariımlayan yutturmacmm da tersine çevrildiği bir izlencedir. Bunu değil diğer bir çok ayrıntıda, yanlızca Elif Serdarın çocuklara bakarken kamerevı
> -J
delip geçerek onlara sımsıcak bir bakışla ulaşan ve onları insan yerine koyan içten¬likle gülümsemesinde bile görebiliyorum. Sizler de: İster anne,baba, ister genç, ister dede-nine, ister prof dr., ister bilmem ne büyük makamların adamı olursanız olun; oturun bakın göreceksiniz! Çünkü onlar aslında bugünümüzün önemli bir toplum kesimidir. Bügün hem sevgi, hem saygı görmek, hem de bügünlerin oldukları gi¬bi,yaşamak zorundadırlar. Yoksa çocukluklarını ortayaşlarmda, hatta yaşlılıklarında yaşamak zorunda kalır, ko¬mik durumlara düşerler.
SON SÖZ SEVGİ ÜSTÜNEDİR
Ne mutlu bana sevdiğim çok sevdiğim
biri var şu Bursa’da : Sevgi çiçeğim benim çiçeklenen yüreğim...
Ne muthı bana beni seven çok seven
biri var şu dünyada : Sevgi sevincim benim sevgi erincim benim...
Üç: İzlencenin süresi, çocuklara verilen değer, gösterilen saygıyı anlaîabilicek yeter-liliktedir. Doksan dakika. Bu süre içinde konuk ve telefon bağlantısıyla Elif Serdar a ulaşan çocukların dışında, çok büyük bir kitlenin de ekran başında olduğunu sandığımdan Bursa Tv derinin bütün izlencelerinden çok daha fazla izlenir olabileceğini düşünüyorum. Öyle olmasa bile şunu rahatlıkla söyleye bilirim: Kim¬seler darılmasın ama, izlenceler içindeki en nitelikli, en anlamlı ve bu yüzden en kalıcı olanıdır Çocuk Dünyası.
Yapımcılarını da, izleyicilerini de, katılımcılarını da kutluyoru. Ama asıl kut¬lamak istediğim de; çocukları son derece de doğallığı içinde insan yerine koyan, onlara gülen, gülümseyen, onları konuştu¬ran, dertlerini, sevinçlerini dinleyen, pay¬laşan. böylece Bursa'mızm ve hatta ülke¬mizin geleceğine en sağlıklı, doğru ve değerli yatırımı yapan Elif Serdar ı kut¬luyorum.
Alçakgönüllüğün de iyi bir sunucusu¬nun, bunu bilmiyorum, övgülerimi hep bu erdemliğinle karşıladın, ama bir kez daha söylemek istiyorum, yüzün kızarmasın Elif "çiğim, yüzün de alnın gibi ak: yaptıkların yapmayanlara, çocuklarımıza, gençlerimizi “sınav” ve yaşamın diğer alanlarındaki cenderelerde çocuklarından, gençliklerinden alıkoymakta veballeri olan¬lara ders olsun!
Başarı ve mutluluk dileğimle.
Ne mutlu bana beni seven çok seven
bir sürü güzellik var evrende bir sürü güzel hayvan bir sürü çiçek ve gül:
Sevgi umudum benim umudum güzel yanım: Yaşama bağım benim.
Bursa Kültür Bülteni(Dergisi), Şubat 2004, sayı:4
ÇOCUK VE ÇOCUK YAZINI
Çocuğu yalnızca "yarının büyüğü" olarak görüp tanımlamak, onun bugününü (giderek yarınını) birçok yönden gözardı etmeye yönelik (bilinçli yada bilinçsiz) bir tutumdur. Bununla birlikte, yalnızca "büyük olma"yı önemseme gibi bir yanlışı da içerir. Çocuk "yarının büyüğü"dür, evet ama, bugünün de en önemli unsurudur. Yani o yalnızca "yarının büyüğü" olduğu için değil, aynı zamanda bugünün en vazgeçilmez, en değerli unsuru, olduğu için de önemsenmelidir.
Öyleyse çocuğu sosyo-psikolojik bir varlık olarak iyi tanımak gerekmektedir.
Psikolojik veriler insan kişiliğinin ana çizgilerinin 3 ile 5 yaşları arasında kazanıldığını ortaya koymaktadır. Bunlara "kişilik ipuçları"da diyebiliriz. Kişilik ipuçları olumlu ya da olumsuz olsun bundan sonraki yıllarda pekişecek, ya da küçük oranlarda da olsa değişebilecektir. Hemen belirtmek gerekir ki, buncağız bir değişmenin gerçekleşebi- mesi için bile çok büyük ve de etkin çabalara gerek duyulacaktır. Bu yaşlar arası aynı zamanda çocuğun "oyun çağı"dır. Daha açıkçası oyuncaklarla oynama çağıdır. Kişiliğinin başlıca özelliklerini kazanacağı ve aynı zamanda çevresi, oyuncakları ve oyun dizgeleriyle koşullanacağı bir çağ... Ailesinin çağdaş, demokrat olmasının bu koşullamadaki etkisi, katkısı sanıldığı kadar önemli ve boyutlu değildir. Çünkü önemli ve belirleyici olan, çocuğun istese de istemese de içine düşeceği sosyo-psikolojik koşullardır. Diğer bir deyişle, karşılaşması kaçınılmaz olan gerçeklerdir.
Oyuncaklar örneğin, resimlpr, boyama kitapları, çizgi filmler, çizgi romanlar vb.
Çocuğun ilgi ve gereksinmesine yanıt vermek durumunda olan bu gerçeklikler, hiç mi hiç unutulmaması gerekir ki, son derece bilinçli bir biçimde, birçok araştırmanın, incelemenin sonucu olarak, birçok denemenin, deneyimin sağladığı birikimle üretilmiş ve pazara sunulmuştur. Bu bilincin kaynağıysa bizim ve çocuklarımızın içinde bulunduğumuz anamalcı dizge ve onun vahşi felsefesidir. Her şey çocukta egoizmi (bencilliği), bireyciliği körükleyici, saldırganlığa veya pısırıklığa (diğer bir deyişle ileride ortaya çıkacak olan anarşistliğe veya teslimiyetçiliğe) itici, yaratıcılığı körleştirici, sürekli biryerlere, birilerine bağımlılığı gereksindirici; düşünmekten, üretmekten ve hatta sevmekten (sevgiden) alıkoyucu vb. işlevler vermeye yönelik olarak tasarlanmış ve gerçekleştirilmiştir. Çağdaş yordambilimin (teknolojinin) insanlığa (bu arada çocuklara) sunduğu, ne ki ancak mutlu azınlığın çocuklarının yararlanabildiği bilgisayar / oyuncaklar bile büyük oranda savaş kışkırtıcılığı yapacak, hazır reçetelere bağımlı kalacak biçimde programlanarak pazara sunulmuştur.
Bu bağlamda ele alınması gereken bir başka önemli koşullayıcı da kitap, dergi vb. yayımlardır.
Çocuk 6-7 yaşlarında okumayı öğrenir ve kitap okumayı gereksinir. Ana çizgileriyle kazanmış olduğu kişiliği bu yaşlardan başlayarak pekişecek veya törpülenerek küçük çaplı da olsa değişikliklere uğratılacaktır. Sözko- nusu dizgenin isözkonusu koşullarından çıkıp geldiği için (yine genel bir psikilojik veri olarak) kişiliği olumsuzluklara eğilimlidir. Ama pek pekişmemiştir. Burada görev büyük oranda kitle iletişim araçlarına ve okula düşmektedir. Ne ki kitle iletişim araçları da, okul da bu işlevini olumlu anlamda yerine getir(e)meyecektir. Çünkü kendi dizgesinin ve bağlı bulunduğu üst dizgelerin yapısında aynı olumsuzlukları koşullayan (koşullamaktan yana tavrı olan) özellikler vardır. İşlevi de bu yöndedir.
Televizyon örneğin: Çocuklara çocuk ve okul şarkıları yerine deterjan reklamları ezberletmekte, işbirliği, imece yerine kahramanlıklara özendirmekte; sevgi yerine kabagücü, yaşama sevinci yerine hüznü yerleştirmekte; masalları, öyküleri ve böylece de çocukların hayallerini yozlaştırmaktadır. En çağdaş yordambilimsel gelişmeleri bile bir ilkçağ gerecine (ok, kargı, kılıç vb.) yüklediği işlevle simgeleştirerek taze beyinleri güzel gelecek umudundan alıkoyup geçmişle koşullamaktadır. Bu örnekler istendiği kadar çoğaltılabilir.
Geriye kalıyor anne-babaların, öğretmenlerin önerecekleri, ya da çocuğun kendisinin edineceği öykü, şiir, masal, roman vb. kitaplar, dergiler, gazete ekleri vb. "Çocuk Yazım".
İşte sorunun canalı cı yanlarından biri.
Tam da buradan bakıyor ve şu gerçeği görüyoruz: Ülkemizde Çocuk Yazını şovenizm (aşırı ulusalcılığın, mistisizm (dincilik, gizemcilik)in egemenliğinde can çekişir durumdadır. Okul, sınıf kitaplıklarında, çocuk ve halk kütüphanelerinde, pazarda, evlerde...
Bu durum, ülkemizde, çocuğun ve "çocuk yazınfmn tam anlamıyla dizgeli emperyalist bir saldırı, hatta kuşatma karşısında olduğu gerçeğinin yadsınamaz bir kanıtıdır. Bu işleyiş çocuk için ana kucağından başlayıp okul yılları boyunca biçimden biçime girerek işlevini sürdürmektedir. Bir iki örnekle olguyu somutlaştırmak gerekirse;
Bir çocuk dergisinin (M.Ç) içinden çıkan ve çocuklara bir üretici firmayla derginin ortak armağanı olduğu belirtilen Haftalık Ders Çizelgesinin arkasındaki yazı aynen şöyledir:
"Çocuklar! işte savaşçılarınız... Yeni L kutularından şimdi harika oyuncaklar çıkıyor. Hem de her kutudan. Çeşit çeşit kızılderililer, çeşit çeşit kovboylar. Kimi ateş ediyor, kimi pusu kuruyor, kimi balta atıyor... L kutusunu sakın atmayın. Hırpalamadan içini açın. Orada sizin kesip oyun kurmanız için çeşit çeşit figürler bulacaksınız. Onları \ işaretli yerlerinden kesip bir savaş alanı oluşturabilirsiniz... En başarılı kompozisyonlara çeşitli armağanlarımız var." -
Firdevs Gümüşoğlu Gökyüzü dergisinin 4. sayısında "Çocuk Kitaplarında "Küçük Hanımlar", "Küçük Beyler" başlıklı yazısında birçok çrnekle "Çocuk Yazını"mn kadınların aşağılanması ve bunun gelecek kuşakların beynine de kazılması yolunda nasıl kullanılabilecek nitelikte olduğunu sergilemiştir. Örnekse eğer;
"Katya (kız) köpekleri görünce çığlık çığlığa kaçtı. Vanya (erkek) ise olanca gücüyle kendisine yardıma koştu." (Lev Tolstoy'un Erik Çekirdeği adlı yapıtından.)
"Kurallara uymayan güçlü kadın şeytanla işbirliği halindedir. Kilise tarafından yürütülen engizisyon büyücü olmakla suçlanan onbinlerce kadının yakılması sonucunu doğurdu." (Altın Beşik Masalları)
"Kendine uygun bir eş seç. Ama unutma ki önemli olan ev işlerinden anlamasıdır." (Küçük Çingene Vorikova)
"Kız olmak istemezdim. Çünkü o zaman futbol, kriket, ya da golf oynayamam. Bulaşık yıkamak gerekeceği için arkadaşımla oynayamazdım. Kız olsam ev işleri yapmak istemezdim, çünkü başkaları otururken ev işleri yapmaktan bıkardım. Ötekileri kıskanırdım. Kız olmadığım için mutluyum." (Lee Coner. Evlilik Mahkumlan)
Bir örnek de okutulmakta olan ilkokul 4. sınıf Türkçe' sinden. Test sorusu olarak seçilen bir şiirin dörtlüğü şöyle:
1 2
"Güzel Tuna, mavi Tuna Gözleri hep nemli Tuna Bizden uzak yaşamanın Hasretiyle yaslı Tuna"
' (Şiirin yazarı ve nereden alındığı belli değildir.) Böylesi düşüncelerin egemen olduğu "Çocuk Oyuncağı", "Çocuk Yazım", "Çocuk Yayını" ...nın çocuğa verebileceği hiçbir şey yoktur. Tam tersine alacağı vardır, besbelli.
Nasıl mı?
Onu sayısız olumsuzluklara koşullayarak.
Bu olumsuzlukların başlıcaları nelerdir ve yaşamında nasıl açığa çıkacaktır?
-
Sosyal Yaşamla ilgili Düşünce, Tutum ve Davranışlarında Olumsuzluklar: Bunlar düşünce ve inançlarında (kendine göre) seçeneği olmayan saplantılardır: İnsanlar arasındaki
-
eşitsizlikleri doğal karşılar, kadının erkeğe eşit olabileceği düşüncesine karşıdır. Güçlünün haklılığına inanır. Bireysel çözümlerden, bireyci davranışlardan yanadır. Kendi ulusunun en üstün nitelikli bir ulus olduğu kanısındadır. Toplumsal gelişmeden ürker. Vb.
-
Ekonomik Yaşamla ilgili Düşünce, Tutum ve Davranışlarında Olumsuzluklar: Ekonomik eşitliğin gerçekleşemeyeceğine inanır. Toplumda ekonomik yönden güçlü olanlara saygı duyar. Ortam ve koşulları hesaba katmaksızın çalışan herkesin kazanacağını varsayar. Vb.
-
Siyasi Yaşamla ilgili Düşünce, Tutum ve Davranışlarında Olumsuzluklar: Otoriteye kayıtsız koşulsuz boyun eğer, gerçek bir demokrasinin gerçekleşemeyeceği inancındadır, hatta bunu gereksiz bulur. Baskıcı yönetimlerden yanadır. Savaş yanlısıdır, kahramanlıklara özenir. Bağımlılığı gereksinir. Çoğu zaman da şoven ya da ümmetçidir. Vb.
-
Kültürel Yaşamla ilgili Düşünce, Tutum ve Davranışlarında Olumsuzluklar: Bilime karşıdır. Sanata karşıdır. Felsefeye daşmandır. Düşünme , tartışma, karşılaştırma, yaratma yeteneği sınırlıdır. Vb.
-
Kişisel Yaşamıyla ilgili Düşünce, Tutum ve Davranışlarında Olumsuzluklar: Geçimsizdir, bencildir. Hatta belki narsist (Özsever)dir. Beceriksiz ve başarısızdır. Ya aşırı korkak, ya da aşırı cesaretlidir. Bağımsız olarak iş yapamaz. Belki başkalarına karşı acımasızdır da. Hatta acı çektirmekten zevk alabilir (sadist). Kendisinin çektiği acıları, güçlükleri de kayıtsız koşulsuz olarak kabullenir (yazgıcı). Hatta bütün bunlardan zevk de duyuyor olabilir (mazoşist). Vb.
Başlıcalarını gruplayarak vermeye çalıştığım bu olumsuzluklar zinciri daha da uzatılabilir. Ayrıca her olumsuzluğun yaşamda görülen sayısız yan olumsuzlukları da sayılıp dökülebilir.
Kısacası; "Çocuk Yazım" deyip geçmelerle geçiştirilemeyecek denli önemli bir yazın alanıdır. Yazık ki bu alanda görülen egemen ideolojinin şaklabanlarınca doldurulmaya çalışılmaktadır.
Şimdilik çözüm, devrimci-demokrat aydınları, özellikle de usta yızın üreticilerinin, yazar çizer örgütlerinin, yayıncıların sorunu ciddi ciddi düşünmeleri ve eylemlerini ivedi olarak bu alana yöneltmeleridir.
öte yandan, diğer demokratik kitle örgütlerinin, en başta da EĞİT-DER'in soruna yoğun ilgi duyması, planlı, proğramlı çalışmalarla bu alandaki boşluğu doldurmaya çalışması da çözüme önemli katkılar getirecektir.
Abece Dergisi, Temmuz 1989, sayı:40
ÇOCUKLUĞU VE GENÇLİĞİ OLMAYAN YAZINIMIZ VE SANATIMIZ:
T(İ)RAJİ(I) KOMİK YNIMIZ: BÜYÜKLÜĞÜMÜZ
İnsanoğlu için nasıl emeklemeden ayağa kalmak, düşüp kalkmadan yürümeyi öğrenmek olanaklı değilse; yazın ve sanatın da benzeri bir süreci yaşamadan olgunlaşması; ulusallaşması, evrenselleşmesi sözkonusu olamaz.
İyi de hani yazın ve sanatımızın çocuk ve genç yanı? Bunca önemli olana gösterdiğimiz ilgi böyle mi olmalı, buncacık? Ya hani yazın ve sanat dergilerinde çocuklarımız? Var mı? Yok. Neden? Sakat mı kalalım toplumsal anlamda? Düşümdü, büyüklerin yazın ve sanat dergileri çocukları ve gençleri önemsemeli, onlara dair yazın ve sanata yer vermeliydi. Onlar için, ya da onlardan olanlar için; onlar çok önemli çünkü, bugün.
Sevgili Müslüm Kabadayı, bir dergi çıkarmak istediklerinden söz edince; ben de varım ama, bu dileğim gerçekleşsin ne olur, diye yakardım söz yerindeyse? Bir de onlar için yazdığım öykü çalışmamı ekledim sözlerime, birinci sayıda düşlerime açılan kapının muştusu gibi yayımladılar. Onlar çok, çok önemliydi çünkü.
“Var olanların dışında ve ötesinde olmak koşuluyla yalnızca çocuklar ve gençler için bir dergi,” diye düşlüyordu Musa Artar, ta Almanya’daki öğretmenlik yıllarımızda, konuştuk, tartıştık, bugüne geldik. Yoğunluk’a omuz vereceklerden biriydi. Hiç değilse, dedim, derginin bir bölümü....”
O bölüm bu bölüm işte sevgili çocuklar, sevgili gençler! Sizler çok çok çok önemlisizi çünkü.
-
KÜÇÜLEN ELLERİM
Çocuklarımızın ve gençlerimizin yanında durup seslenmem gerekiyordu büyüklere:
Çocukluğu olmayan yazın ve sanatın büyüklüğü de olmaz! Çünkü hep göz ardı edilenlerimizdi onlar. Hiç değilse ben bunu yapmamalı, yapanları uyarmalıydım. Yoksa ellerim küçülüp küçülüp benim olmaktan çıkacaktı.
-
BÜYÜYEN MİDESİ BÜYÜKLERİN
Çünkü çocuklarımız ve gençlerimiz kendilerine, bize ve en kötüsü de yaşama yancılaşı- yorlar. Hızla.
Bugünü, yarını ve öbür günü görmemekte direnen gönül gözü de, yüz gözü de kör; kendisine de toplumuna da yabancılaşmış yazarlar, sanatçılar bundan şu dersi çıkarmalıdırlar: Dünyanın “şaheser”lerini de yaratsalar okurları, dinleyenleri, izleyenleri olmayacak böyle giderse. Öyleyse birbiriyle boğuşmaktan vazgeçip sanatın bu yanma da zaman ayırmaları, kafa yormaları, üretimleriyle katılmalıdırlar. Politikacılara ve ağavari kentsoylumuza (aslında sözcüğün yapısındaki “soylu”luğu hak etmiyorlar) özellikle hiçbir şey demiyorum; onlar ne anlasınlar çocuktan, çocuk yazınından, sanattan, gelecekten... Onların bedenlerinin içinde yalnızca mideleri, bellerinde silahları ve ülkelerinde apaçileri var.
-
REKLAMLARIN NANKÖRLÜĞÜ
Reklamlarda rol alan (verilen) çocukların kişiliğinde, rol alamayan milyonlarca çocuğumuzun içgüdüleri, karşılanamamış özlem ve istekleri, yoksullukları, yetenekleri acımasızca sömürülmekte ve bütün bunlar öylesine bilimsel yapılmaktadır ki, bu reklamları izleyen milyon- larcası da yalnızca iyi birer reklam okuru, izleyicisi rolünü oynamaktadırlar. Böyle giderse ülkemizin bağımsızlığına ve özgürlüğüne göz diken iç ve dış (gerici, kafatasçı, feodal, kapitalist, emperyalist) karanlık güçlerin oyunlarına ve hatta işgallerine de yalnızca izleyici olarak katılacaklar. İzlemek hiçbir çabayı gerektirmiyor nasılsa.
-
MEDYANIN İHANETİ
Reklamlarla birlikte ve yanyana, biribirini destekleyerek çocuklarımızı ve gençlerimizi olağanüstü kötü etkileyen başka izlenceleri de var medyamızın. Onları; ciddiyetten uzak biçimde magazinleşen haberlerin, televole, futbol, biri bizi gözetliyor, ünlüler çiftliği, popstar ve Türkiye kadınlarına göbek attıran, bütün sorunlarım çözmüşçesine, şıkır şıkır oynatan, yan insan, yan kadın sunuculannın renklendirdiği, yoksullarla, özürlülerle dalga geçen kadının dünyası, kadınlarla başbaşa gibi zaman, beyin, duygu sömürüsünde son derece de başarılı izlencelerin izleyicileri haline getirmektedirler. Memhet Ali Erbil, Kuşum Aydın, Serdar Ortaç, Fatih Ürek, karakteri bir yana; “sanat
çılarımız” olarak bildiğimiz Sümer Ezgü’yle, Fatih Kısaparmak’ı ve eşlerini bu bağlamdaki pınltılı katkılanndan ötürü özellikle kutlamak gerekiyor. Utanmak beş para etmiyor herhal.
Kısacası medyamız, gücünü etik ve estetik de olmayan sorumsuzlukla kullanarak onların okuma, diğer bir deyişle de son kertede okumama, hatta izleme alışkanlıklarını da biçimlendirmektedir. Bunun en somut örneği (kendi yaptığım anket çalışmamın sonucuna göre) ailelerin %52’sinin televizyon izleme alışkanlığının olması, bu alışkanlığın %83 oranında okuma alışkanlığının yerini alması, %72 oranında çocuklarını masal ve müzik dinletmeden büyütmeleri, %66 oranında kent kültürüyle buluşturmamaları, çağdaş, düzeyli, gerçek kültürel-sanatsal etkinliklerle yüzleştirmemeleri; %36’sınm Harry Potter okuru olması, % 60’ının da örneğin sinemalarda yalnızca yine Harry Potter ve Yüzüklerin Efendisi gibi filmleri izleyip, örneğin Gemi, Duvara Karşı, Yazı Tura gibi sanatsal filmleri hiç izlememeleri sonucunu doğurmaktadır. Onlar bugünümüzdür evet, ama geleceğimiz gibi görünmüyorlar bu halleriyle.
-
ÖĞRETMENLERİN SUÇU
Zamanını kahve köşelerinde duamanaltı eden, okumayan öğretmenlerimizin öğrencileridir bunlar. Karabilmez anne, babalara sözüm yok, emeğe saygım sonsuz, emekçinin savaşımı belirledi bütün bir yaşamımı, bu bir yana; öğretmenlerin yüzde yetmişinin diplomasını iptal ederdim yetkim olsaydı. Sınıfta buluştuklarını yalnızca hamur, ya da yalnızca çamur zannediyorlar. Ekmekleri iyi pişmemiş, heykelleri tükürülmeyi hak edecek kadar çapaklı bir ülkenin çocuklarıyız ne de olsa. İyi de öğretmenlerin yüzü de mi duyarlığını yitirdi ne, kızarmıyor bile. Benimki kıpkırmızı bir köz gibi şimdilerde, yanıyor!
Geçtiğimiz günlerde yayımlanan EĞİTİMSEN kökenli bir araştırmada, kitap okuyanlarımızın toplumumuzdaki oranı yalnızca %4.5. Okuma alışkanlığı sıralamasında dünyadaki 173 ülke arasında 86.yız. Ülkemizde 400 kütüphane, 400 bin kahvehane (ekmeğini okey taşından çıkaranlamızm, özellikle de yalnızca %8’i okuyan öğretmenlerimizin gözü aydın) var. Onlar da onların keni çocukları ve torunlarıyla okey oynayacaklardır yarın. Hiçbir değilse bile yaşam okey oynayacaktır onlarla. Bugünümüz gibi geleceğimiz de kumar masasında!...
-
SINAVLARIN YAMYAMLIĞI
Ülkemizde OKS, ÖSS, LGS(önceki adı), KPSS, TPCS, MSSSS, ESS, SSS ve bilcümle yılanlı sınavlar için harcanan zaman insan ömrünün dörtte, beşte biri kadardır. Bu süre ne yazık ki tam da insan olabilmenin, kişilik gelişiminin oluştuğu yıllara denk gelmektedir: İlkokul ikinci sınıftan üniversite bitiminin de ötesine kadar. İlköğretim ikinci sınıftan başlayarak, lise bitiminden öteye uzanan LGS, ÖSS, KPS gibi “sınavlara hazırlanma süreci” çocuklarımızın çocukluğunu tüketmekle kalmayıp, gençliğini de tüketinceye kadar süren, onbir ile onbeş yılllık bir zaman dilimini anlatır. Böylesine uzun bir zaman dilimi boyunca çocuklarımız ağırlıklı olarak test kitapları okumak, soru çözmek ve böylece çocukluklarını ve gençliklerini ileride de yaşayamamak, ya da komik, tarjik, hatta tiraj ikomik yaşantılar sergilemek üzere ertelemek zorunda kalmaktadırlar. Sanıyorum, dünyanın en ilkel ülkeleri bile çocuklarını ve gençlerini böylesine “vahim” biçimde harcamıyorlar. İsteyen istediği kadar darılabilir; darılanlar daha bir yamyamdır. Ama sevgili çocuklarımız ve gençlerimiz, merak etmeyiniz yakında bir gün OKS,ÖSS ve KPSS’leri kaldıracağım!
-
ÇOCUK DERGİLERİNDEKİ GECİKME
Çocuklar için ilk ciddi çocuk dergilerinden biri Almanya’da 1772’de yayınlanan Leipzig Haftalık Çocuk Dergisi, gazete olarak da Ispanya’da 1798’de yayınlanan Çocuk Gazetesi’dir. Ülkemizde de çocuk yazını önem kazanmaya başlamıştır, ama dünyadaki gelişmeleri yüz yıl geriden izleyerek. sl869’da çıkan Mümeyyiz ve 1904’te çıkan Çocuk Bahçesi çocuk yazınına dair ilk dergilerdir. Dergi dediğin nedir ki, yüz değil, iki yüz, üç yüz yıl sonra da çıkarılabilir, hatta hiçbir zaman çıkanlmayabilir de.
Nasılsa matbaayı da üç yüz yıl sonra sokabilmiştik kültürümüze.
-
VAHAMET=% 95
Bütün bunlardan sonra ve bir kez daha çocuklarımıza geldiğimizde görüyoruz ki “vehamet” bir yamyamlık geleneği olarak sürmektedir. Ülkemiz bağlamında okur diye tanımlanabilecek çocukların oranının %5’i bile bulmadığını da bütün bunlara eklediğimizde sorunun ne kadar ciddi olduğunu çok daha iyi anlarız. 12 000 (Japonya’da 25, Fransa’da 7) kişiye bir kitabın düştüğü (EĞİTİM SEN), çocuklar ve gençler için yayınlanan kitapların %70’inin çeviri olduğu (Ruhi Şirin) bir ülkede bundan çok daha iyimser bir tablo çıkamazdı elbet ortaya. Hem zaten tablo mablo da tanrıya şirk koşmaktır geleneğimize göre, günahtır. Okumaksa ya “ıkra”, ya da “dokuz ışık”la sınırlıdır. Bu kadar yeter de artar diye düşünülüyor çünkü.
-
BİÇİMSELLİĞİN ÇOCUKLUĞU
Onları kendimize benzettik sonunda. Çocuklarımız da biçimselliklerin ardında artık. Ya tamamıyla resimlerle kaplı, az yazılı kitapları okumayı yeğliyorlar, ya da küçücük harçlıklarıyla kalın kitaplar alıp okumuyorlar. Bir de Harry Potter var, yüzlerce sayfalık ciltler halinde. Onu okuyorlar ama, neredeyse yalnızca onu okuyan Harry Potter’çilerimi var. Onun yanında ve dışında hiçbir şey okumuyorlar. Onlann da ayaklan küçülüyor. Ayakparmakları görüş açımızdan taştı bile.
-
EĞİTİM DİZGEMİZİN VEBALİ
Artık bilinsin ki; “okııma”nın bilinen önemine karşın, bilinen sosyo-politik nedenlerle okuma alışkanlığı kazanamayan, bu yüzden de kendini ifade edebilecek, ya da kendini bulabilecek, doyum sağlayabilecek, olumsuz psikolojik yükünü boşaltabilecek kadar kitap okuyamayan; biyolojik olarak da, sosyal olarak da “öğrenci” kavramı içine giren çocuklarımızın dayanma gücü kalmadı. Ezberleyip unutmaktan, öğrendiklerini günlük yaşamlarında aramaktan, ödev yapmaktan, soru (test) çözmekten ciddi biçimde yoruldular.
Eğitim dizgemizi kendisine uyarlayan ve tam anlamıyla bir at yarışı niteliği gösteren bu süreç, çocuklann doğru ve yeterli okuma, doğru kültürlenme ve bilinçlenme içgüdü ve isteklerini de yok etmektedir. Yani bütün bu nedenlerin toplamının sonucu olarak çocuklarımız ve gençlerimiz sağlıklı bir okuma alışkanlığı kazanamamaktadırlar, özellikle şiir okumamakta, sanat dergileriyle ilgilenmemekte ve yazmaktan, sözcüğün tam anlamıyla “nefret” etmektedirler. Şiirden yazı yazmaktan nefret etmenin insandan nefret etmek anlamına geleceğini söylemeliyim elbette.
-
TEKNOLOJİNİN HÜZNÜ
Bir de “internet cafe”lerimiz var. Adı Avrupalı, işlevi Asyalı. Bilgisayar teknolojisiyle olağanüstü bir düzeye ulaşan bilimi ve bizi hüzünlendiren, üzen ve hatta Utandıran bir olgu- muzdur bu. Internet olanağını bilimsel, sanatsal araştırmalarda kullanmak yerine oyun ve eğlenceye alet eden, küfür ve uyuşturucu bataklıklarımız!... Bu haliyle çocuklarımızı ve gençlerimizi insanca davranabilme becerisinden, bir şeyler yapabilme yeteneğinden uzaklaştırdığı gibi okuma alışkanlıklarından da uzaklaştırmaktadır. Hem de bilgisayar teknolojisi hızıyla...
-
KÜLTÜREL KALITIMIZ:
İneğin, koyunun, kaplanın yavrusunun doğduktan birkaç dakika sonra ayağa kalkmasına karşın insanın yavrusunun birkaç ay, hatta yıl sonra ayağa kalkabildiği bir gerçektir.
İnsanoğlu kalıtımsal olarak sahip olduğu geç ayağa kalkma yeteneksizliği yaşamının her alanında ve zaman zaman kendini göstermektedir. Ancak bu kalıt belli ki bizim soyumuzda daha baskın... Değil mi ki; yabancı bir gezgin, “Türkler otururlar, öyle bir otururlar ki, sanırsınız bir daha hiç ayağa kalkmayacaklar” der. Şunu da eklemek gerekir, Türkler kitap satın almazlar, okumazlar; o kadar ki, sanırsınız kitaplar kuş gribi virüsü taşıyor.
-
DÜZENSİZ DÜZENİMİZ
Çünkü düzenimiz böyle istiyor:
Önce çocukluklarını hırpalayacak, yaşken eğecek, bükecek...
Sonra gençliklerini çar çur edecek; okula göndermek yerine ayak işlerine koşacak...
Hatta acımasızca sömürecek...
Sonra da büyümüş hallerine uygulayacak bütün bunları.
Yeniden sömürecek... Düşlerine düşüncelerine, iliklerine kemiklerine kadar sömürecek!
Birkaç dergiden daha istedim bunu ve ürünlerimden ilettim. İMGELEM, ”303. Sokak”; EKİN SANAT, “Şahin’in Atı”, YOĞUNLUK, “Şimdi Okullu Olduk” adlı öykü çalışmama; Antakya Edebiyat Günleri Kitabı “Çocuk Yazını” başlıklı inceleme yazıma yer vererek, ayrıca YOĞUNLUK on sayfasını ayırarak çağrıma yanıt oldular. Diğerlerini de hep birlikte göreceğiz.
Yoğunluk Dergisi, şubat 2006, sayı:2
Dostları ilə paylaş: |