ÖĞRETMENLER İÇİN
Cumhuriyet’le yayımlanan bir yazımda “Öğretmenler İçin Özel Bir Emeklilik Yasası” diye bir önerim olmuştu. Bu kez, “Öğretmenler için Özel Bir Emeklilik ve Ücret” yasası diyorum. Böyle bir yasal düzenleme yapılacaksa (ki yapılması zorunludur) şu ilkelerden yola çıkılabilir:
Yasa çalışan, emekli olduğu halde yaşayan tüm öğretmenleri kapsamalıdır.
Bütün öğretmenler için ücret düzeyi, yasanın çıktığı tarihteki ücretin iki katına çıkarılmalı, çalışan öğretmenlerin tümüne en az üç yıl erken emekli olabilme hakkı verilmelidir.
Buna ek olarak (ve olağanüstü hal v.b haklar da saklı tutularak) kasaba ve köylerde çalışan tüm öğretmenlere yılda dört maaş tutarında ikramiye verilmeli, ders ücretleri %50 oranında arttırılmalı ve buralarda çalışılan her yıl 15 ay olarak hesaplanmalıdır.
(Bu hesap hem derece, kademe ilerlemesine, hem de emeklilik yılının hesaplanmasına katkı niteliğinde olmalıdır.)
Birleştirilmiş sınıf okutan ilkokul (köy) öğretmenlerine, genel ücret, ikramiye ve emeklilik sistemine ek olarak, okuttukları sınıf sayısına göre yeni olanaklar verilmelidir:
-
İki sınıfı bir arada okutan öğretmene %50 ders ücreti fazlalığı, artı 2 maaş ikramiye (toplam altı maaş ikramiye) ve her yıla artı 1 ay ek (toplam 16 ay),
b) Üç sınıfı bir arada okutan öğretmenlere % 50 ders ücreti fazlalığı, artı 1 maaş ikramiye (toplam 7 maaş ikramiye) ve her yıla artı 2 ay ek (toplam 17 ay),
-
Beş sınıfı bir arada okutan öğretmenlere %50 ders ücreti fazlalığı, artı 2 maaş ikramiye (toplam 9 maaş ikramiye) ve her yıla artı 1 ay ek (toplam 18 ay).
-
Aynı zamanda okul müdürlüğü yapan öğretmenlere, özel eğitim okulu öğretmenlerine bütün diğer koşullarla birlikte, artı % 100 ders ücreti.
-
Bütün öğretmenlere eşit olmak üzere ve gerçek fıatlara göre belirlenmiş olan kira bedeli, yakacak bedeli, eğitim tazminatı ödenmeli, eğitim gören çocuklarına da yine gördükleri eğitime ve gerçek harcamalarına (gereksinimlerine) denk düşecek yeterlikte harçlık verilmelidir.
“Verilmelidir” diyorum, ma biliyorum ki, “hak verilmez, alınır.” Bunun bir yolu da öğretmenin gerçek anlamda sendikalaşabilmesinden geçer.
Ancak o zaman iyi bir uzlaşma zemini, iyi bir denge sağlanabilir. Ne ki “sendikal hak”da diğer tüm haklar gibi, verilmez alınır. Yinede olsun, “ isteyenin bir, vermeyenin iki yüzü...”
Kaldı ki, bütün bunların birer hak olabilmesinin bedelleri fazlasıyla ödenmiştir.
Cumhuriyet Gazetsesi, Tartışma, 09.07.1993
TV’LERIMIZDEKI TÜRK FILMLERI
Resmi olsun, özel olsun
TV’lerimizde > filmlerden geçilmiyor.
Sabah film, öğlen film, akşam film... Günde otuz öğün. Rekabet bu ya, neler yok ki... Kırmızı noktalı seks filmlerinden, tarihin anasını ağlatan sözümona tarihi filmlere... Kaba sabasından saçma sapanına.^ Film de film. Bir bombardıman bu. Film bombardımanı.
Çizgili, çizgisiz film hastası oldu çocuklarımız. Filmkolik. Büyüklerimiz de ruh hastası olacak bu gidişle. Sekskolik. Düşündünüz mü hiç ya da duydunuz mu bilmem. Ben yıllarca gözledim ve şu sonuca vardım: Turizm bombardımanına tutulan kıyı köylerimizin insanları arasında ‘röntgencilerin sayısı hızla artmaktadır. Diğer bir deyişle, bu insanların ruhsal yapısı hızla bozulmaktadır. Bence bu durumun en temel nedeni, geleneksel olanla modemizmin ansızın karşılaşması (çarpışması) sırasında insanımızın tüm değerlerinin sarsılması vc hatta parçalanmasıdır. Kendi kadınını bile yaşamında bir kez olsun çıplak görmemiş gelenek insanının, modernizmin getirip önüne çırılçıplak serdiği “şuh” kadınlar furyası karşısında nasıl bir ruhsal bunalıma düşeceği açıktır. Tam bir alt-üst olma olayıdır bu. Tıpkı bir kağnıyla otobüsün çarpışması gibi... Böyle bir çarpışmada kağnının yolcularına ne olursa gelenekselin insanına da o olmaktadır.
Köylüsü böyle de kentlisi çok mu farklı insanımızın.
Eğitim dizgesi içinde, mçdyada sağlıklı bir cinsel eğitim var mı? İnsanımız çocukluğunu, gençliğini bütünsel anlamda yaşayabiliyor mu? Evlilikler cinselliğin bilinciyle mi yaşama geçiriliyor ya da ne kadar? Var olan ya da ortaya çıkan cinsel sorunlar orada çözümlenebiliyor mu?
Ne yazık ki bu soruların bir tekine olsun olumlu bir yanıt veremiyoruz.
Ama özellikle TV’lerimizden her boyutta cinselliği içeren filmleri izlemek serbest. Bu konuda neredeyse sınırsız denebilecek bir özgürlük söz konusu. Hangi saatte, ne kadar isterseniz... Elbette ki demokrasi ve özgürlük adına bunun da bir anlamı var. Ama çok bedava bir özgürlük bu. Üstelik ölçüsüz. Zamanlama yapamıyor, çocuk, büyük dinlemiyor.
Ve öylesine ansızın geliverdi ki! Gelip kuşattı sağımızı solumuzu. Elimizi, kolumuzu, aklımızı, dilimizi kıskıvrak bağladı. Bütün duyulanmızı köreltti. Yalnızca görme duyumuzu bilinçsizliğe koşullayarak alabildiğine sivriltti. Pavlov’un köpeğine döndük. Nerede, ne zaman bir TV ekranı görsek ağzımız sulanıyor.
Bu furyaya “bakılmak” için üretilen gazeteler ve dergiler de destek oldu.
Şimdi ailemizle birlikte, ama bir gözümüzü kapatarak izliyoruz filmleri. Bir yanımız, insan yanımız kör kalıyor; diğer yanımız, bilinçsiz; içgüdüsel yanımız hızla gelişiyor. Sonunda bizden ne çıkacak ortaya merak ediyorum.
Geriye ne kalacak? Yannın büyüğü çocuklarımız neyin büyüğü olup çıkacaklar? Herkesi bunun sorumluluğunu duymaya, duyarlı olmaya çağırıyorum. Özellikle bu alanda uğraş verenleri, bu anlamda ciddi bir otosansüre çağırıyorum.
Ne yapmalı, nasıl yapmalı? Bu tür filmleri yasaklamak mı? Elbette ki hayır. Köylü mantığıyla, asker komutuyla çözümlenecek bir sorun değil bu. Sorun, nitelik sorunudur. Duygusal ve cinsel sömürüyü ön plana alan, gerçek yaşamdan kopuk, mantık dengelerini yıkan, değerleri hiçe sayan filmler yerine; yaşamı bir bütün olarak, kendi dengesi ve mantığı içinde kavrayabilen, sanatsal olgunluğa sahip, ufuk açıcı, umut verici filmlerin hızla üretilmesi ve izlettirilmesi gerekmektedir.
Artık Brezilya fasaryalarına,
Yeşilçam eskilerine bir son verilmelidir. Resmisi olsun, özeli olsun TV’lerimiz akıllarını başlarına toplamalı, uyutma politikasını bir yana bırakıp çağı yakalayan, zamanı, zamana yaraşır biçimde değerlendiren yapımlarla izleyici karşısına ıkmalıdır. “Yorgun Savaşçı”nın bu anlamda bir “dönüm noktası” olması umuduyla ….
Cumhuriyet Gazetsesi, Tartışma, 25.04.1993
ÖĞRETRMENLER İÇİN ÖZEL BİR EMEKLİLİK YASASI
Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikasının yayın orgam olan EĞİT-SEN Der gisi’nde, “Ve Artık Emekliliğimi İstiyorum” diye yazmıştım. Bu yazım öğretmenler tarafından büyük bir ilgiyle karşılandı. öyleyse dedim ben de, savımı biraz daha geliştirip tüm öğretmenlere mal etmeye çalışayım. Buradan yola çıkarak bu kez “öğretmenler İçin Özel Bir Emeklilik Yasası...” diyorum. Özel Bir Emeklilik Yasası istiyoruz. Bu bizim hakkımız. Çünkü en çok yorulan, yıpranan bir mesleğin üyeleriyiz. Öyleyse farklı bir yaklaşımı ummak, istemek de hakkımızdır. Bu bağlamda öncelikle öğretmenleri sınıflandırmamız gerekmektedir. Ancak o zaman gerçeği daha somut bir biçimde kavrayabiliriz. En dipten başlayalım:
-
Okul öncesi eğitim kurumlan öğretmenliği.
-
İlkokul öğretmenliği.
-
Tek sımf okutan ilkokul öğretmenleri.
-
İki sımfı bir arada okutan ilkokul öğretmenleri.
-
Üç sımfı bir arada okutan ilkokul öğretmenleri.
-
Beş sımfı bir arada okutan ilkokul öğretmenleri.
Bu kategorideki öğretmenler açıkça görülebilşdiği gibi l’e 1 ve l’e 2,3,5 kat emek vererek çalışmakta ve aym oranlarda yıpranmaktadır. Öyleyse yıpranma oranlanna göre erken emeklilik hakkına sahip olmalıdırlar.
-
Ortaöğretim (ortaokul ve lise dengi okul) öğretmenleri.
-
Yüksekokul ve fakülte öğretmenleri.
Son kategorideki öğretmenlerin belli sorunlan olmasına karşın, diğer kategorideki öğretmenlere göre belli ayncahklanmn olduğunu biliyoruz. Bununla birlikte tek sımf okutan (ilkokul, okul öncesi eğitim kurumlan, lise ve ortaokuldaki) öğretmenleri için de şunlan söyleyebiliriz: Öğretmenliklerini en ideal standartlarda yapmış olsalar bile, tıpkı subay ve polislerde olduğu gibi, en azından 3-5 yıl erken emekli olabilmelidirler.
Standartlann dışında kalan 2. kategorinin b, c, d, şıklannda yer alan öğretmenlerin emeklilik yaşı da bu koşullann cinsine, derecesine, süresine göre bir sınıflandırmaya tabi tutularak puanlama vb. yöntemlerle hesaplanmalıdır.
Kendimi örnek diye sunarak sorunu somutlaştırmak istiyorum: Benim meslekteki kıdemim 16 yıl. Ama bu 16 yılda 53 öğretim yılma denk gelen bir emekle çalışmak zorunda kalmışım. Diğer bir deyişle ben 38 yaşındayım, ama 53 yıllık öğretmenim.
Hesabım yapmak hiç de güç değil.
-
Üç yıl, üç sımfı bir arada okutmak zorunda kaldım. Eder, dokuz yıl.
-
Yedi yıl, iki sınıfı bir arada okutmak zorunda kaldım. Eder, on dört yıl.
-
Son altı yıldır da beş sımfı bir arada okutmak zorunda kaldım. Bu da eder, otuz yıl.
Toplam, 53. Buyrun...
On altı yıllık öğretmenliğimin on üç yılında da (aym zamanda) yöneticilik (okul müdürlüğü, kamp okul müdürlüğü gibi) yaptım.
Belki bire bir hesaplama “biraz” gerçekçi olmayabilir. Ama yasa koyucu varsın bunu l’e yanm ve hatta çeyrek hesaplasın. Ama mutlaka hesaplasın. Çünkü bana yazık oldu, oluyor. “Ben” dediysem bu koşullan paylaşan diğer meslektaşlanm da düşünülerek “biz” gibi algılanması gerektiğini de uzun uzun anlatmama gerek yoktur samnm.
Kısacası, bu durumda ben, l’e yanm yıl hesabına göre, en az (16+8 = 24) yıl çalışmış bulunmaktayım. 1992-1993 öğretim yılının şubat dinlencesinde de, bütün yasal haklarım verilmiş olarak emeldi olmayı bekliyorum.
Hakkım değil mi?
“Değil” diyenler, diyebilecekler varsa, + 8 yıllık emeğimin tümünü de ülkeme bağışlıyorum.
“Hakkındır” diyenler varsa, hakkımı(zı) versinler.
Bunun yolu da, “Öğretmenler İçin Özel Bir Emeklilik Yasası” çıkarmaktan geçer.
Cumhuriyet Gazetsesi, Tartışma, 13.07.1992
GEZİ YAZILARI
MUSA DAĞ’DAN ULUDAĞ’A
BİR YOL VAR: YÜREKTEN
I.
Bu güzel işte!
Hem de çok güzel!
Ülke için, ülkenin çocukları, geleceği için…
Dünya adına, barış, sevgi, dostluk adına…
Sınırlı bir zaman dilimi içinde de olsa, erdemsel değerlerin yaşanabilmesi ve çoğaltılabilmesi için bir lokomotifin varlığı. En güzeli budur işte. Güzel insan unsurunun aramızdalığı, erdemselliği ve becerikliliği… Elinde bulunan olanakların küçük de olsa bir bölümünü insan sevgisinin en iyi göstergelerinden biri olarak sanatsal oluşumlar için seferber edebilmesi…
Böyle insanlar var ülkemizde. Onlardan biri de Samandağ Kaymakamı Tahsin Kurtbeyoğlu’dur. Hiçbir koşul ileri sürülmeden istenen ve ilettiğim(iz) beş şiirin de eksiksiz yer aldığı Şiirle Gelen Bereket adlı etkinlik kitabının önsözünde “Samandağlı güzelliklerin farklı alanlarda görülmesi yanında, sanat ve edebiyat içinde de gösterilmesi anlayışı ile hazırladığımız şiir şöleni kendi adımıza yeni bir adımı oluşturmaktadır… bütün insanlığa şiir tadında günler, şiir güzelliğinde bir hayat diliyorum,” diye söz tamamlayan bir kent yöneticisi…
Bu dileğin çoğalabilmesi için çırpınan…
O sevginin altında yatan umudunun gerçekleşebilmesi için köy köy dolaşarak, kendisinin de katıldığı okuma günleri, saatleri düzenleyen, hatta kitap gereksinmesi olanların ivedi olarak kitaba kavuşabilmeleri için “Alo Kitap Hattı” kuran….
Dahası, sevginin sözcülerini, ülkesinin şairlerini ilçesine davet ederek onları yöresindeki insanlarla buluşturabilen…
Bütün bu güzelliklerin sonucunda neler mi olabilir?
Kendisinin de dile getirdiği ve dilediğince; bu buluşmanın “ikincisini, üçüncüsünü, yüzüncüsünü…” gerçekleştirdiğinde, Âşık Veyselimizin dediği gibi; “koyun kurt ile gezer” örneğin. Yani ki sevgi seli akar ülkemizin derelerinden, sevgi rüzgârları eser dağlarında, sevgi çiçekleri açar ovalarında… Sevgimizi paylaşır, gözlerimizi gözlerimizden kaçırmadan sevgiyle bakabiliriz birbirimize.
İnsan, vatan, dağ, taş, arı, kuş, kitap, kültür, bilim, sanat sevgisi böyle böyle kazanılır, kazandırılır, geliştirilir çünkü.
Böylesi ideallerle dolu yolculuğunun yol arkadaşlığına çağırdı bizleri de.
Nebih Nafile adlı güzel yüzlü, güzel yürekli delikanlıya dedi ki; yüreğimdeki şiir sevgisiden aldığım güçle söylüyorum; Samandağ’da bir tongal ateşi yakalım. Kıvılcımı sana veriyorum. Yanmaya t/öz topla, çak çakmağını yak. Aydınlığın sevdalısı kelebeklere haber sal Samandağ’da çaktığımız kıvılcıma, yaktığımız ateşe, tuttuğumuz ışığa doğru kanat çırpsınlar. St Simon gibi Musa Dağı’nda konaklasınlar biraz, Ezo Gelin gibi “çıkıp Suriye Dağlarının başına bize doğru el eylesinler,” sonra Hz. Hızır Makamı’na konsunlar tütsüye duralım birlikte.
Buyursun, gelsinler, göğsümüzün üstüne kurduğumuz Halil İbrahim soframız hazır, yorulanlara turunç tatlısı, tutuşanlara türkü, sevdalılara şiir, dostluk isteyenlere yürek, duygularını dillendirenlere zahter suyu sun. El üstünde tutalım söz ustalarını, keder, hüzün ve güzellik yüklerini bize boşaltıp dinlensinler. Sonra Samandağlı halkımızla birlikte kulaklarımızı ve yüreğimizi güzel söze, derin, anlamlı dizelere açalım. Sevgimizi çoğaltarak paylaşalım, beynimizi ve yüreğimizi güzel duygularla doyuralım, Zümrüd-ü Anka gibi yanıp yakılıp yeniden yaratalım kendimizi küllerimizden. Bunu her yıl yapalım. Her yıl yeniden yeniden doğalım dünya durdukça yaşamaya, güzellik üretmeye, barış dağıtmaya…
Kısacası yakışır bulmuşlar Samandağ’a şiiri, şairi… Arap, Türk, Ermeni, Alevi, Sünni, Hıristiyan halklarının ve kültürlerinin bir potadaki muhteşem bireşimine, barış içinde yaşama biçemine(üslubuna) sanata gösterilen yoğun ilgiye şiir de yakışır, resim de, öykü de… Şair de yakışır, kompozitör de, heykeltıraş da…
Derken, boy boylamış soy soylamış, davet Nebih Nafile’nin kalemindeki mürekkep damlalarının yola dönüşmesiyle uzayıp bize kadar gelmiş.
Bu yol Samandağ’dan Uludağ’a, oradan ülkemin diğer dağlarına…
Ve dahi bil cümle şiirciye, şiirceye…
II.
Ol davete uydum, koyuldum yola…
İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanıyla Hatay arası meğerse bir karışlık yolmuş. Doğrusu yıllarca uçak yolculuğu yapmış biri olmama karşın mum kanatlarıyla uçan ikaros(insan)lar, albatroslar gibi duyumsadım. Yükseldim gökyüzündeki hava akımlarını üstüne oturdum ve kanat çırpmama gerek kalmadan Toroslar’ın karlı doruklarında buldum kendimi. Sonra Amik Ovası’na baktım Musa Dağ’ın doruklarından. Orada yolculuğumun ilk hüznünü yaşadım. Amik Ova’sındaki türdeşim ve dahi türdeşim olmayan bilcümle kuşlar tarafından karşılandığımda gördüm ki, sayıları azalmış, renkleri solmuş. Ah Amik Gölü!... Kurumuş kurumuş kurumuş… Doğanın ve kuşların rengini de soldurmuş.
Boğaz’ın üstünden geçerken Hataylı dostum Musa Artar’ın babası Memet amcanın köydeki kırmızı boyalı evine el salladım ve hızla kondum Amik Ovası’ının geniş, kavruk göbeğinin tam ortasına.
Nebih Nafile oradaydı. Hızır mıydı, Anka mı; şair mi, ozan mı, güzellik elçisi mi; bütün bunların bir toplamı olarak bizi bekliyordu. Turnaların kanatları kadar geniş kollarını açtı, bağrına bastı. Beni, Melda Hanım’ı ve Ruhan Odabaş ağabeyi. Bizden birbuçuk saat sonra Yaşar Türkoğlu adlı derviş indi yere. Eşiyle birlikte. Nefes nefeseydiler. İlk kez uçağa binmenin heyecanı okunuyordu yüzlerinden. “Bu ne ki,” dedi daha havaalanında Yaşar Türkoğlu, “Ben yarın akşamı düşünüyorum. Mikrofonu…” Çocukluğundan kalma psikolojik bir sorun olsa gerekti mikrofon tutması. Ama daha o akşamki radyo programında birlikte aşacaktık.
Hatay’ın sırtını yaslayıp oturduğu padişah koltuğu gibi duran, mağrur, öyküsü büyük Habib-i Neccar Dağı’yla selamlaştıktan sonra Nebih Nafile’nin evine vardık. Orada bizi Ekin bekliyordu, iki yaşında. Gülümsemenin nasıl olması gerektiğini öğrendim ondan. Ağabeyi Merih’ten ağır ağabeyliğin, ablası Yağmur’dan da gerçek ablalığın gizini… Sibel Hanım üç güzel çocuk, güneş gibi gülümseyen bir yüz ve masalar dolusu yemeklerle karşıladı bizi. Amatör kardeşim, dedim Nebih’e, bunca kapsamlı ve toplumsal niteliği olan bir program içinde neden bunca zahmet eşin Sibel Hanım’a? Sibel hanım yanıtladı: ”Onurumuz ve sevincimiz oldunuz, zahmet ne ki…” Yemekten hemen sonra Akdeniz FM’in stüdyosunda bulduk kendimizi. İlkan kardeşim vardı orda; aklı, deneyimi ve demli çaylarıyla gönlümüzü fethetti. Nebih Nafile’nin “Umudun Sesi” adlı şiir-türkü programına oturduk, sordu, yanıtladık, şiirlerimizi paylaştık şiir dostlarıyla. O akşamki programın ilk konukları bizdik; Ben, Yaşar Türkoğlu ve Ruhan Odabaş… Taa.. Hollanda’dan Ahmet Duman aradı. Nebih’in programının müdavimlerindenmiş. Şiir dinletisine ilgisini, şairlere sevgisini sundu. Diğer birçok dinleyici de öyle…
Bir kez daha dileğimi yineledim orada: Asi Irmağı’nın Antakya içindeki kıyılarını Hataylı, Türkiyeli, Dünyalı şairlerin dizeleriyle süsleyelim diye. Hani şu büyük beton plakalar var ya, kanalın içyüzünü tutan, o plakaların üstüne şairlerden dizeler yazalım. Hatay’a bir de estetik değer katsın sevgili Hataylı yöneticiler, dedim. Asi’nin kıyılarında dolaşan dünya insanı “ dünyadaki ilk şiirli şehir” diye anlatsınlar Hatay’ı dünyaya. Hatay, ışıklandırılan ilk caddeye, elektrik yakılan ilk eve sahip olmakla övündüğü gibi bir de bu unvanıyla övünsün.
Biz tamamlamak üzereydik ki Burhan Günel, Ahmet Gökçe, Celal İnal dostlarımızın geldikleri haberini aldık. Stüdyoda kucaklaşıp ayrıldık. Biz eve, onları dinlemeye, onlar programa şiir okumaya…
Nebih’in bağlaması evdeydi. Boğmanın gizemine kattık onu. Türkülerimizin eşliğinde dinledik dostlarımızın şiirlerini. Sonra onlar da geldiler… Dost Meclisi orada, o an kuruldu işte.
Geç saat Samandağ’a giderek Dervişan Tesisleri içindeki aparatlarımıza yerleştik. 9.-10.-11. Nisan günleri (Gerçekleşmesinde başından itibaren yoğun emek verdiğim “Gemlik’e Doğru…” Zeytin Dalı Edebiyat Günleri” nedeniyle) Gemlik’te bizi ağırlayan Paşa Otel ve Paşa Restoran’a demiştim, şimdi de Dervişan Tesislerine diyorum: “Restoranımızda yemek yiyen şairler… Otelimizde konaklayan şairler” diye yazın başına ve altına o şairlerin A4 büyüklüğündeki fotoğraflarını sıralayın. Oteliniz ve lokantanız nasıl onurlanır!
Samandağ’daki ilk günümüze Hatay kahvaltılıklarının süslediği masamızda başladık. Birkaç metre ötemizde masmavi gülümseyen yüzüyle Akdeniz ve karşımızda sınırımızın doruğundan geçtiği, başı dumanlı, yüce duruşlu Cebel-i Akra(Kel) Dağı. Tıpkı birkaç yıl önce Musa Artar dostumun evindeki kahvaltımızda olduğu gibiydi masa; süzme yoğurt, ballı kaymak, zahter, humus, Hatay pidesi, peynir çeşitleri, cevizli yeşil-siyah zeytin, taratur, közleme… Bu kahvaltımıza sinen doğa tablosu ve onun yarattığı coşkulu-güzel duygularımı not defterime kaydettim: Samandağ, yüreğimle geldim sana. En büyük tanığımsın. Sakla sırrımı!
Kahvaltıdan sonra Samandağ sahilinde geziler yaptık. Caratte Carattelerin, Yeşil deniz kaplumbağalarının üreme alanı olan ünlü Çevlik Kumsalını (14 km) hayran hayran izledik, Suriye sınırında olduğumuzu algılamaya çalıştık. Ali Şeyh Özdemir, Halise Tekbaş, Tuncay Akdağ, Tevfik Karadaş ve Asım Kısbet o gün aramıza katıldılar. Bu buluşma Dervişan Otel Restoran’ındaki öğlen yemeğinde gerçekleşti. Aynı günün akşamı Kaymakam Tahsin Kurtbeyoğlu’nun özel bir balık yemeği ikram edeceğini bildiğim halde ben yine de balık yedim. Samandağ’ın ünlü Lagos balığından. İri kafalı, iri bir balık türü. Lagostan sonra dünyamın en güzel, en özel ve özge tatlılarını da Samandağ’da yemiş oldum. Yeşil ceviz, patlıcan, turunç ve kabak tatlısı karması, yörenin kültür bireşiminin ve hoşgörü felsefesinin de simgesi gibi geldi bana.
Öğlen yemeğinden sonra Rehber İsmail Zubari anlatımı eşliğinde bir tarih gezisine çıktık. Uzun, yorucu ama bir o kadar da zevkli bir gezi oldu. Musa Dağı’ndan gelen büyük seller Seleucia Limanı’nı doldurmasın diye yapılan, bir km uzunluğunda ve iki bin yaşındaki Titüs Tüneli (m.ö.69), kent yöneticilerinin ve zenginlerinin gömüldüğü Beşikli Mağarası, Antik çağın başkentlerinden Seleucia Pieria (m.ö.300) antik kenti ve Dor Mabedi (m.ö.300) gerçek birer tarihi değer ve görkemli kültürel kalıtlar olarak hayranlığımızı uyandırdı. Büyülenerek gözlemledik. Beşiğin aslında ve aynı zamanda mezar olduğu dersini aldım oradan. Düşündüm, buradaki görkemli izlek ölümün doğumla geldiğine dairdi. Öyleyse en doğrusu Yunus Emremin de dediği gibi, “sevmek sevilmek” ve barış içinde yaşamaktır. Felsefe dersi niteliğindeki o günkü gezimizin ikindisinde Samandağ I. Şiir Akşamları etkinliği gerçekleştirildi. Aslında etkinlik günbatımı anında ve kumsalda yapılacaktı, ancak denizden esen fırtınamsı rüzgâr yüzünden Barıkan Tesislerinin gösteri salonunda yapıldı. Salon dolusu bir katılımın olduğu şiir şöleninde şiirlerimizi paylaşmak, sonrasında kitaplarımızı imzalamak çok güzeldi doğrusu. Şiirseverlerin gösterdiği kültürlü dinleme davranışıysa övgüye değerdi. Yazın(edebiyat)ın en soylu, en gizemli, en etkili yanı olan şiirin sevgi çağlayanıyla yıkandı yüreklerimiz. Şiir gizli, gizemli bir duygu yumağı, yürek bağıdır zaten. Dinleyeni insani duygularla besler, mest eder.
Sözün yeri gelmişken etkinlik salonunun hazırlanmasında emeği geçen, Samandağ Kütüphane Müdürü İbrahim Kimyongür’ü de özellikle anmalıyım. Hem ilgisi, zahmeti hem de çalışkanlığı duygularımda iz bıraktı. Kütüphanedeki çok özel çalışmaları ve çocuklarla kurduğu özel iletişimi sayesinde okur sayısını sekiz kat arttırdığını öğrendiğimde sevinç ve heyecandan yüreğim büyüdü. İşte bu! dedim. Darısı diğer kütüphanelerimizin ve kitapla hiçbir bağı bulunmayan Kütüphane Müdürlerinin başına.
Şiir şöleninden sonraki akşam yemeğinde, günün bir yansıması gibiymişçesine felsefeye dair konuşmalar geçti aramızda. Katılımcılara plaket ve teşekkür belgesinin sunulduğu yemekte, Kaymakam Tahsin Kurtbeyoğlu daha önce görev yaptığı yerlerde gerçekleştirdikleri şiir akşamları ve Samandağ Felsefe toplantılarıyla ilgili anılarını anlattı.
İkinci günümüzün ikinci programı, Alevi kültürünün inanç merkezlerinden, Hz. Hızır’la Hz. Musa’nın buluştuğu yer olarak kabul edilen Hz. Hızır Makamı’nı ziyaret etmemize dairdi..Geleneğe uyarak türbenin çevresini üç kez döndükten sonra içine girdik, buhur dumanından soluduk ama iç türbe duvarlarını geleneğe karşı gelerek öpmedik. Türbe ziyaretimizde de önemli temalar ve dersler vardı. Kapı girişine yakın duvarın dibine, yere bir daha hiç kalkmayacaklarmış gibi oturan hepsi de sakallı birkaç vatandaşımız vardı. Hiçbir emek vermeden dilenmenin keyfini yaşıyor olmalıydılar. İçerdeki ziyaretçilerin çoğunluğu kadındı. Kur’an okuyor, tütsüleniyor, duvarları öpüyor, mırıl mırıl dualar ediyor, bitip tükenmeyen isteklerine dair dileklerini sıralıyorlardı. Dinler yoksulların işiymiş gibi hepsi de son derece perişan giyimli ve bakımsızdılar.
O günkü gezi planımızda Mozaik Müzesi ve Harbiye vardı. Ama ne yazık ki gecikmeler oldu ve Müze gezisi bir sonraki güne, bir sonraki gün de bir sonraki yıla ertelendi. Neyse ki ben daha önce iki kez görmüştüm dünyanın ikinci büyük Mozaik Müzesini. Müzeyi göremeyen arkadaşlarım adına içimde derin bir boşluk oluştu. Çünkü Hatay demek aslında biraz da Mozaik Müzesi demektir öncelikle ve o müzede devasa büyüklükte, büyüleyici güzellikte mozaikler sergileniyor. Zamanının varsılları evlerinin duvarlarını, tabanlarını, tavanlarını bu mozaiklerle süslerlerdi. Doğal olarak en güzel mozaiği yaptıranların adlarının büyümsenmesi mozaik kültürünün gelişmesine, her biri diğerinden görkemli mozaiklerin üretilmesine yol açarak bu müzedeki büyülü ortamı hazırlamıştır. Mozaik Müzesi, Hatay Devleti zamanında tamamlanmış,1948’de Hatay’ın Kurtuluş Bayramı’nda ziyarete açılmıştır. Harbiye, Antakya, Atçana, Seleucia Pieria ile İskenderun’da bulunmuş mozaiklerin sergilendiği müze, mozaik koleksiyonlarının zenginliği yönünden Tunus’taki Bardo Müzesinden sonra dünyada ikinci sırayı almaktadır. Müzede 18.100 parça arkeolojik eser, 1.050 etnografik eser, 13.820 sikke, 1.347 mühür olmak üzere toplam 34.317 eser bulunmaktadır. Müzedeki mozaikler Hitit, Grek, Bizans ve Roma dönemlerine ait olup mitolojik olayları ve kişileri canlandırmaktadır. Müzedeki önemli heykellerden biri de 3 m boyundaki Apollon heykelidir.
Dostları ilə paylaş: |