Örneklerle


ZAMANIN DONDUĞU KENT: KARS



Yüklə 5,79 Mb.
səhifə50/58
tarix31.10.2017
ölçüsü5,79 Mb.
#23511
növüYazı
1   ...   46   47   48   49   50   51   52   53   ...   58

ZAMANIN DONDUĞU KENT: KARS

Yıllar sonra yıllar öncesine bir yolculuk diye düşlediğim Kars ziyaretim, aslında çocukluğuma ve gençliğime bir yolculuk olacakmış, bilemezdim. Annemden sonsuza kadar ayrılmak zorunda kalışımın hazin öyküsü de bu ziyaretimde yaşam olacakmış; bunu hiç bilemezdim. Yaşamak böyle bir şey işte! Bir düşünürün ediği gibi; “yaşam, siz planlar yaparken yanıbaşınızda olup bitenlerdir.” Neler tasarlamıştım neler buldum?

Hostesin, “kemerlerinizi bağlayın, inişe geçiyoruz,” uyarısından az sonra gökyüzünün sınırsız özgürlüğünün verdiği coşkuyla yeryüzüne baktığımda gözüme dokunanın Kars’ın kıyı semtlerinden birinin hüzünlü görüntüsü oldu. Gökyüzünün tersine Cumhuriyet Mahallesi hiç de özgür görünmüyordu. Sanki biraz önce çocuklar evcilik oynamak için evler, parklar, bahçeler, duvarlar yapmış sonra da üstüne bir avuç kül serpmişlerdi.

Kardeşim Nüsret’in oğlu Bilal’ın düğünü için geldiğim doğum kentimde akrabalarımın ilgisinden oluşan bir sevgi, saygı yumağıyla karşılandım. İlk kez akrabalarımın kentli yüzünü görüyordum. Genel görünüşleri, giyim kuşamları hiç de fena değildi. Kars insanına dair eskilerden kalma izlenimlerim değişmeye başlamıştı. Düğün nedeniyle doğduğum Bardaklı köyünden gelenler de olacaktı. O zaman da Kars’ın köylü yüzünü görmüş olacaktım.

Küçük bir otobüs terminaline benzeyen Kars Havaalanından adımımı dışarı attığım an iri damlalı yağmurun ense kökümdeki ıslaklığını duyumsamış, Temmuz ortası düşüncesiyle kalın giysiler getirmediğimin ince pişmanlığına yakalanmıştım. İlginç olan da şuydu: O anlarda başlayan yağmur üç gün boyunca bardaktan, kovadan, ambardan boşalırcasına yağdı. Dendiğine göre uzun yıllardan beri hiç görülmemiş, son yıllarda da buncası görülmemiş bir yağmurdu gökyüzünden boşanan.

Havaalanından hemen sonrası Kars. O kadar yakın çünkü. Karşılamaya gelen yeğenim, düğünün damadı Bilal’a bir iki soru soruncaya kadar Kars’ın içine girdik. O süre içinde yolun düzgün denebilecek nitelikte olduğunu söylemek isterdim ama hemen sonrasında Kars’ın içine sokulan caddedeydik ve cadde son derece sorunluydu. Yeni bir mahallenin yeni caddesi için fazlaca olumsuz bir şey söylemek istemezken Kars’ın içindeki cadde ve sokakların “it girse ayağı kırılır” Kars özdeyişine oldukça uygun olduğunu gördüm. Oysa araya onca uzun yıllar girmişti…

Bu kentin tarihi on beş bin yıl öncesine dayanır. Birçok uygarlığa beşiklik etmiş. En sonunda bizim uygarsızlığımızda yaşamını sürdürüyor. Gelen her uygarlık Kars’ın var oluşuna bir katkı yapmış; kiliseler, manastırlar, kaleler, kuleler, hanlar, hamamlar… Kars’a bırakılan en son ve en belirgin mimari kalıtlardan biri kent yerleşim planı, ikincisi de Ruslardan kalan taş evlerdir. Birbirine paralel uzayan, birbirini dik açılarla kesen caddeler hâlâ görkemini korumakta, işlevini yerine getirmektedir. Bu yüzden bu kentte trafik sorunu olmadığı gibi, ulaşım da zaman kaybı da yoktur. Kentin batısından giren hiçbir engelle, çıkmaz sokaklarla karşılaşmadan doğusuna, doğusundan giren batısına; kuzeyinden giren güneyine, güneyinden giren kuzeyine çıkabiliyor. Ve duvarların arasındaki ısıtma kanalları nedeniyle tek ocak, şömine veya sobadan yayılan ısıyla tüm odaları aynı derecede ısınabilen siyah taştan evlerinin birçoğunda yaşam sürmektedir. Ne ki, bir yandan gecekondulaşma, plansız büyüme, diğer yandan rant kaygısı yüzünden Kars’ın caddelerinin kent çıkışları hızla kapanmakta, siyah taş binalar da, yerlerine sözümona modern binalar yapılmak üzere hızla yok edilmektedir.

Amcamın oğlu Gündüz ve yeğenim Sami’yle kent gezisi yaptığımızda bir kez daha Kars için “yandı içim göynüdü özüm.” Sahipsizmiş gibi… Kırık, dökük, bakımsız, toz, duman, mahzun… Bazı binaların içinden peynir suları sızıyor caddeye, bazı binaların altından pis su atıkları… Bütün rögarlar asfalt düzeyinden en az yirmi santim aşağıda. O kadar ki orada bulunduğum süre içinde salt rögarların yarattığı trafik kazalarının öykülerini duydum sık sık. Kentin güncel durumundan kaynaklanan karmaşa insanların trafik davranışlarıyla bütünleşmiş. Yayalar kendini araba sanırcasına yolun ortasından yürüyorlar. Trafik lambaları olmadığı için, o güzelim kent planından kaynaklanan çok sayıdaki dört yol kavşaklarında yol, zorbaların oluyor.

Ve insanlarımız… Çok şapkalı, çok sakallı, çok kırışıklı… Yelekli, köstek saatli yaşlılarımız… Akıl almaz bir koşuşturma içinde tembel, kara sineklerin konup kalktığı kahvelerin masalarının çevresine öbekleşerek pinekleyen… Devlete ve PKK’ya küfreden AKP’ye kırgın, CHP’ye karşı mahcup ve çekingen…

1970 yılı olmalı; Alpaslan Lisesi’nde öğrenciydim. Onu gördüm, o iyice eskimiş üç katlı binayı, içim pır pır etti. Sonra Kars kalesine çıkmayı kararlaştık. Kenti güneyden kuzeye doğru yürümeye başladık. Girdiğimiz ilk cadde bizi kalenin dibine kadar getirmişti. Kalenin yokuşuna yüzümüzü döndüğümüzde her zaman olduğu gibi o yapıyla göz göze geldik. Kars Müzesi olarak bilinen Havariler Kilsesi. Kilise 900’lü yılların sonlarında Gürcü-Ermeni Bagratlılar Krallığı (I.Abas) tarafından yapılmıştır. Mimarisindeki estetik güzelliğiyle değerli bir yapı… Önünde bir kalabalık… Sandım ki Van Gouch Müzesi’nin önündeyim. İnsanlar müzeyi görebilmek için kuyrukta… O arada içerden çıkanlar var. Ayakkabılarının tabanını çekiştire çekiştire giymeye çalışıyorlar. Giyebilenler de hızla uzaklaşıyorlar. Kalabalığın seyrekleştiği bir an kocaman bir avizenin gün ortasında yanan lambalarının ışıklarıyla buluştu gözlerim. Her şey çok şaşırtıcıydı. En şaşırdığım zaman da, sorduğum soruya yanıt aldığım an oldu. “Bura nedir?” diye sormuştum. Aldığım yanıt da şuydu:”Cami.” “Eyvah!” diye çığlıklandığımda da, adam “Neden, cami olması kötü mü? diye sormaz mı… Dünya mirası İslamiyetlin tutsağı durumunda. Üstelik avuç içi kadar olan o bölgede beş, altı cami var.

Ve Kars kalesi!... Muhteşem bir yapı. Kars’ın kuzey yamaçlarında görkemiyle göz kamaştırıyor, büyülüyor. Dik bir yamaçla bağlı Kars’a. İç Kale veya Stadel olarak da anılmaktadır. 1153 yılında Selçuklular'a bağlı Saltuklu Sultanı Melik İzzeddin'in isteği ile o dönemin veziri olan Firuz Akay tarafından yaptırılmıştır. 1386 tarihinde Timur tarafından yıktırılan kale, 1579 yılında Osmanlı Padişahı III. Murat'ın emri üzerine Lala Mustafa Paşa tarafından yeniden yaptırılmıştır. Kale kalıntılarında dört köşe mermer kitabe bulunmuş dış surların kapısına koydurulmuştur.

Barış anıtından da söz etmeliyim. Ermenistan’la dostluk ilişkilerinin geliştirilmesi çalışmalarına katkı amacıyla serhat kent Kars’a yakışan bir anıt o. Biri erkek, diğeri kadın iki kişinin birliğini, bütünlüğünü anlatıyor. Kars’taki en yüksek noktalardan birine dikilmiş olan bu çift heykelin boyu metrelerce. Söylendiğine göre heykelin bir benzeri de Ermenistan’ın benzer bir yerine dikilecek ve bu iki heykel birbirlerini görebilecekmiş. Kars’tak tamam; görkemli, heybetli… Ermenistan’da da dikildi mi aynı heykel, bilen yok.

Bir önceki Belediye Başkanı zamanından Kars ciddi bir kültür-sanat merkezi haline getirilmişti. Yapılan ulusal ve uluslar arası etkinliklerle Kars erdemsel anlamda kendine iyi bir yer edinmekteydi. Şimdilik “âşıklar yarışması “dışında bu etkinliklerin köküne kibrit suyu ekilmiş durumda. Tam da buradan yola çıkarak Kars Belediye Başkanı Nevzat Bozkuş ile bir görüşme yaptım. Kendilerine iki önerim oldu. Bunlardan birincisi Bursa Yazın ve Sanat Derneği’yle birlikte sanatsal etkinlikler; ikincisi de Kars’a da bir Bilim ve Sanat Merkezi’nin açılması. Birincisi Kars’ın estetik, erdem boyutuna, ikincisi de üstün-özel yetenekli çocuklarını eğitilmesine katkı yapacaktı. Başkan önerilerime sıcak baktı. Özellikle ilk önerimi Belediyece gerçekleştirilebilir buldu ve benden proje beklediğini söyledi. Aslında projemin ilk adımını kendilerine söylemiştim: Kars- Ardahan-Iğdır bileşeninde yöreden yetişmiş yazın (Edebiyat) insanlarının Kars’a davet edilmesi ve alanları itibariyle yapılacak etkinliklerde Kars kamuoyuna tanıtılması. Böylece Kars’ın da kendi yetiştirdiği kalemler aracılığıyla ve erdemsel-estetik düzeyde tanıtılması. Yeri gelmişken bu (yaşayan) isimlerden anımsadıklarımı belirtmem yerinde olacak: Ataol Behramoğlu, Oktay Ekinci, Nihat Behram, Murat Tuncel, Tayfun Talipoğlu, Şaban Akbaba, Halide Yıldırım, Hasan Özkılıç, Nuri Demirci, Alper Akçam, Hasan Hüseyin Yalvaç…

Kısacası bir şeyin ayrımına vardım: Kars’ta zaman bizim bildiğimiz gibi işlemiyor. Daha doğrusu zaman akmıyor. Her şey yerli yerinde ve neredeyse otuz yıl önceki gibi.

Zamanın donduğu bu kentte beş gün kalacaktım. Burada yapmak istediğim dört şeyi biliyordum. Ötesi “Allah kerim…” Her şeyden önce yeğenim Bilal Öğretmenin düğününe katılacaktım. Kafkas dansları yapacak, halaylara omuz verecektim. Kars’taki akrabalarımla, köyden düğüne gelecek köylülerimle söyleşecek, Kars’ı gezecektim. Öyle oldu. Geleneğin öngördüğü biçimde düğünün açılışında damadın ailesini temsilen, yeğenim Habibe’yle Kafkas dansı yaptık. Bu dansa Kars’ta “tek oyun” deniyor. Beğeniyle karşılandı..

İkinci yapmak istediğim köye gitmek ve orada bir gün geçirmekti. Doğduğum, özlediğim, sedef rengi bozkırların taşlar ülkesi… Taş evlerin, taş duvarların, taşlı yolların, taşlı tarlaların, taşlı oyunların, taşlı kavgaların ülkesi… Çocukluğuma dönmek istiyordum orada. Gıda dediğimiz küçük, renkli çakıl taşlarıyla oynardık sıkça. Misket oyunu benzeri bir şeydi. Ama gıda bulmak o kadar da kolay değildi. O taşlar köyün arazisinin yalnızca bazı uzak mevkilerinde bulunuyordu. Kim oyun arkadaşlarından daha çok gıda ütebilirse o, o uzak mevkiler gitmek zorunluluğu duymaz, bundan büyük bir mutluluk duyar ve hatta övünerek diğer arkadaşlarına anlatırdı.

Köyde kalan geçmişimle buluşmak istiyordum. Neler yoktu ki orada! Köydeki akrabalarımla, şimdi ileri yaşlara ulaşmış gençlik arkadaşlarımla, köylülerimle buluşacak özlem giderecek, anılarımızı tazeleyecek, eksiklerimi tamamlayacaktım.

Köyümüzden on beş kilometre uzaklıktaki dağların üzerinde bulutlarla kucaklaşmış yaylamıza gittim. Uzak düşler ülkesine… İlkel, kaba, ama ilginç yaşantıların soğuk iklimine… Yağmur yağıyordu. Her yan yemyeşildi, çiçek çiçeği çağırıyordu ama yaylanın içi vıcık vıcık çamurdu. Oraya vardığımızda inek ve koyun sürüleri karşıladı. Sağım zamanıydı çünkü. Yaylanın içi inek, koyun, çocuk ve kadın kaynıyordu. Koyun koyuna yaşıyorlardı. Video ve fotoğraf çekimi yapmak istediğimde bana canı gönülden yardımcı olan iki gencimizin adını anarak kendilerine teşekkürlerimi sunmak istiyorum:………..

Bu yaşıma kadar yüzlerce kez gitmiştim yaylaya. Ama bu kadar güç bir yolculuk yaptığımı anımsamıyorum. Çünkü küresel ısınmanın iklim değişikliğine yol açtığının en açık göstergesi olarak buralara hiç olmadığı kadar yağmur yağmıştı. Çimenler ıslak, zaten berbat olan patikamsı yollar çamurdu. O kadar ki traktörümüz bile patinaj yapıyor, yolun çok dik olan yerlerinde de gerisin geri kayıyor, biz erkekler inip itiyorduk. Bu yolla ilgili ilginç olan nokta şudur: Köyümüzden yetişerek iyi yerlere gelmiş bir bürokratımızın bu yolu yaptırdığını, köyün okuluna da birçok bilgisayar gönderttiğini duymuştum. Takdire değer bir çaba. Yayla yolunu da bilgisayarları da özellikle inceledim. Yayla yolu keşke eskisi gibi kalsaydı, üstü açılan taşlar kayalar, yolculuğu daha da zorlaştırmakta; bilgisayarlarlar da keşke hiç gönderilmemiş olsaydı; çünkü hepsi eski. Hiçbiri çalışmadığı gibi, okula da onarım masrafı çıkarmışlar. Üçüncüsü de, öncelikle yaylanın değil köyün yolunun işe yarar biçimde yap(tır)ılması gerekiyor(du).

İlkel olduğu kadar da insan yaşamına aykırı koşullarıyla yaylada, aslında tam olarak anlayamadığım nedenler yüzünden çok mutlu oldum. Oradaki bir günüm çocukça koşuşturmalarla geçti. Kayalara tırmandım, soğuk sularına ayaklarımı soktum, bılık dediğimiz küçük danaları sevdim, ineklerle şakalaştım. Hatta ayrılırken de içimi sızlatan bir hüzne tutuldum.

Hem yaylada hem de köyde köylülerimle her fırsatta söyleştik, dertleştik. Benden istekleri oldu. En önemlisi Arpaçay’dan doğuya doğru uzayıp giden ve onlarca yıldır bir türlü gerektiği gibi yapılmayan, yürünmesi olanaksız yolun yapılması için bir şeyler yapmam, hiç değilse yazarak dile getirmemdi. İkincisi, küresel ısınma nedeniyle son yıllarda görülmemiş yağmurların yağmaya başlaması yüzünden çöken toprak damlar için devlet destekli ağaç ve sac; üçüncüsü de et ithalinin durdurulması. Yazıyorum işte… Ne olacak, kim kulak verecek, kim umursayacak? Böylesi duyarlık taşıyan yöneticilerimiz var mıymış? Göreceğiz…

Kars’taki beş günümle ilgili gerçekleştirmek istediğim üçüncü idealim de Ani’yi görmekti. Beş yıl öğretmen olarak görev yaptığım Hamburg’dan beri içimde bir ukde olarak duruyordu bu isteğim. Çünkü o yıllar içinde en azından birkaç kez Ani’yi görmemenin mahcupluğunu yaşamıştım. Elin Almanı ta nerelerden kalkıp Ani’ye gitmiş, görmüş, anlatıyor; ben doğduğum köye yalnızca on kilometre uzaklıktaki bu tarihi kenti hâlâ görmemişim. İmam kardeşim Nüsret’in damadı, Habibe yeğenimin eşi Jandarma subayı sevgili Ömer’in ilgisiyle içimdeki ukdeyi sevince dönüştürdüm. Ömer önceleri o yörede çalışmış, çevreyi tanıyor, oradan sorumlu Jandarma birliğinde arkadaşları var. Öyle olunca bize bir de rehber verdiler. Yakışıklı bir delikanlı. Ani konusunda bilgi dolu. Destan, şiir gibi anlattı bize orada yedi bin yıl önce başlayan kültürü.

Genel bir bakışla göze çarpan birkaç kalıt vatdır. Bunlar kentin iki yönünü çevreleyen kent suru, sekiz kilise ve biri orijinal, diğeri kiliseden çevrilme olmak üzere iki cami.
Bu kültür 1640’larda gerçekleşen büyük bir depremle yaşanılır olmaktan çıkmış, Ani halkı Anayurtlarını terk etmiş. İlginç olan da şudur ki, yaşanan bu büyük yıkım yöre halkı tarafından hiçbir zaman kabul edilmemiş, sindirilmemiş. Bu yüzden olacak Ani’yle ilgili oldukça ilginç, oranın bir gün yeniden şenlenmesini arzulayan bir mitoloji yaratılmış. Ani'nin yaylağı Alacadağ'da Urum Papa adlı biri yaşamaktadır. Daha doğrusu yatar durumda yaşamaktadır. Yedi yılda bir sağ dirseği üzerine abanıp doğrulmakta, yedi olmaz düşü sorup "hayır" yanıtını alınca yeniden uzanmaktadır. Bu yedi olmaz düşe dair sorular da şunlardır:"Göğe direk dikildi mi?", "Katır doğurdu mu?", " Denize köprü kuruldu mu?" , "Yumurtaya kulp takıldı mı?", "Deveye nal çakıldı mı!?", " Ölü dirildi mi ?", " Ani şeneldi mi?". Tüm bu olmaz işler gerçekleşirse Ani şenlenecektir. İnanışa göre bunlar olmayacağından Ani kıyamete değin insan yüzü görmeyecektir.

Mitolojiden geçip yüzümüzü gerçeklere döndüğümüzde gözümüze ilk çarpan şeyin Ani antik kentinin bugünkü içler acısı durumudur. Arpaçay’ın sınırı çizdiği Ermenistan’ın gözünün üstünde olduğu her fırsatta da uluslar arası platformlarda dile getirdiği bakımszlık insanlığımızın yüzünü kızartacak kadar vahim bir görünüm sunmaktadır.

Ani antik kentine zamanında kenti çepeçevre saran, şimdilerdeyse yalnızca ve yer yer kalıntıları görünen surun batı kapısından giriliyor. Daha girer girmez ikinci bir surla karşılaşılıyor. Düşman saldırısını şaşırtmak ve yavaşlatabilmek için böyle yapılmış. Giriş kapısının üstünde iki işaret var. Biri Selçuklu Türklerinin havayı, suyu, toprağı ve ateşi simgeleyen dört kollu gamalı haç benzeri işareti, diğeri de kuzeyi gösteren ok işareti.

O uygarlık bezir yağı üretebiliyormuş. Bu yağ çevrede ekilip biçilen bezir ya da zeyrek denen susam benzeri bitkiden elde ediliyormuş. Bunun için kentin içinde oldukça büyük sayılabilecek bir yağhane var. Yağhane çapı bir buçuk metreyi bulan dibek taşı, yağ yalakları ve yağ deposundan oluşmaktaymış.

Bir başka üretimlik de süthane. Süthanede uzaklardan uzayıp geldiği anlaşılan kerpiç borular göze çarpmaktadır. Araştırmalara göre çevre köylere ya da yaylalarda elde edilen, satın alınan süt hemen oracıktaki mekanizma aracılığıyla kerpiç borulara,oradan da kente ulaştırılabiliyormuş. Böylece ve özellikle de savaş zamanları kent halkının sütsüz kalması önleniyormuş.

Ekmek gereksinmesi de tandırlıklardaki tandırlarla karşılanıyormuş. Yörede hâlâ kullanılan tandır çapı 60-80 arası, yüksekliği bir metre olan kerpiç kuyunun adıdır. İçinde ateş yakıldığında duvarları ısınır, yayvanlaştırılarak yapıştırılan hamuru pişirir. Ani antik kentinden günümüze kalan bir tandır oldukça sağlam görünmektedir.

Düzgün sokaklar boyunca uzayıp giden aynı taştan aynı mimari anlayışla yapılan birbirinin benzeri çok sayıda işyeri de hâlâ müşterilerini ağırlıyor gibi ağırbaşlı ve konuksever görünüyor.

Anadolu’da Türklerin yaptığı ilk cami olan Menuçihr Camii minaresinin başına örtülen sac şapka bile koruma ve bakım adı altında ne büyük komiklikler sergileyebildiğimizin somut kanıtıdır.

Arpaçay’ın kanyon biçiminde derin ve dar boğaz olarak seçtiği yatağının hemen kıyısındaki sarp yamaca 989 yılında yapılmış olan ve Katedral adı verilen Meryemana Kilisesi, gerek mimarisi gerek de atmosferi açısından büyüleyici bir görünüme sahiptir. Zamanında on iki havariyi de unutmayarak heykelleriyle kiliyse konuk eden mimarın tersine fetihten sonraki Müslüman mimarın hışmına uğramış. Azizlerin heykelleri günah mantığıyla sökülüp atılmış, aynı zamanda bir kültür-sanat merkezi gibi düşünülerek yapılmış olan kilisenin sahnesinin mermer merdivenleri de ortadan kaldırılmıştır. Giriş kısmındaki tonozların arasında yer alan kemerler de hangi akla kulluk bilinmez, örülerek kapatılmış. Bütün bunların sonucunda ortaya çıkana da Fatih Camii adı verilmiş. Yeterli cami yokmuş ya da ülkenin cami yapmaya gücü yetmiyormuş gibi ülkemizin dört bir yanındaki kiliselerin başına getirilenlerin mantığını anlamak mümkün değil. Kilisenin öylesine doğal ve güçlü bir akustiği var ki en küçük bir fısıltı bile kilisenin her yerinden duyulabiliyor. Düşündüm de orada dünyanın en nitelikli müzik resitalleri bile sergilenebilir.

Diğer önemli tarihi kalıntılara gelince… Vadi içinde bulunan Dikran Honentz Kilisesi. Boyasının rengi hala solmamış olan fresklerde Ermenilere Hıristiyan dinini getiren Aziz Grigor Lusavoriç'in hayatından sahneler görülür.1020 yılına tarihlenen Abugamir Pahlavuni Kilisesi, İslam mimarisinden kaynaklanan ve daha sonraki dönemde Selçuklu mimarisinde sık sık kullanılan özellikler sergiler.1035 tarihli Halaskâr (Amenaprgiç) Kilisesi dairesel kesitli bir kümbet yapısındadır. Arpaçay’ın birbirine çok yakın kıvrımlarının asında tıpkı bir ada gibi görünen tepe üzerinde de Zakare Mkhrgrdzeli'nin Kızlar Manastırı adıyla bilinen kilise var. Bu manastırda bayan rahibe eğitimi yapılıyormuş.

Yapılanların ve yapanların hakkını yememek için eklemeliyim ki, son yıllar içinde yapılan Kars-Ani yolu son derece çağdaş. Başbakan’ın Ani ziyareti nedeniyle yapıldığı söyleniyor. Olsun, bu da güzel.

İyisi kötüsüyle, çirkini güzeliyle doğup büyüdüğüm yerlerin bu yerlerin yabancısı olduğumu da ayırt ettim. Kars değişmiş ama dönüşmemiş, Arpaçay hiç değişmemiş, köyüm Bardaklı’da yalnızca köyün içindeki söğüt ve kavak ağaçları büyümüş, insanlar hâlâ yoksulluk ve dedikodu bataklığında ama gençler çok iyi, çok hürmetli… İyi eğitim alanlatrı da çoğalmış.

Ve mezarları köyümün… Babamın, amcalarımın, dayılarımın, ağabeyimin, şimdi de annemin mezarı… Olacak şey değil. Bu Kars buluşmasına, düğün nedeniyle annemi de götürmüştük. Düğünü hep birlikte yapmış, güzel anlar ve zamanlar geçirmiştik. Ne ki döndükten tam on gün sonra, yani on birinci gün annemin öldüğü haberi geldi. Bir kez daha Kars’ın yolunu tuttum. Ama bu kez her şey bambaşkaydı. Her şey çok daha kötü… Annemsiz ne Kars ne de Bursa avutabilecekti beni. Annemsiz her şey biraz daha eksik, yanlış, çirkin, tatsız olacaktı. Uzun bir süre bağlama da çalamayacaktım. Çünkü annemin o küçücük, yaşlı ve sevimli ellerinin yaptığı alkışları olmayacaktı karşımda.

Annem!...



Patikalar Dergisi, Milliyet Blog

SALİHLİ:

PARANIN ŞİİRE DÖNÜŞTÜĞÜ SİMYA KENTİ

Şiir ve Salihli ikilisini M.Ö. 6. ve 7. Yüzyıllardan beri biliyorum. O yıllarda ben de oradaydım. Şairler şiirlerini okur, filozoflar felsefeden temalar üzerine tartışırlardı. Bazen de şairlerle filozoflar şiir-felsefe diyalektiği üzerine konuşurlardı. Ben de bazen şiirlerimden paylaşırdım onlarla, bazen de zıtların birliği üzerine bilgi alışverişinde bulunurdum. Yine oradaydım. İki bin yedi yüz yıl sonra. Mahsuni hayranı Halil Altın’ın bağevinde Bağlama çalıp Mahsuni’nin "Zevzek” adlı deyişini söylüyorduk: “Adam olamadın gitti zevzek! Yürü be yürü be yürü be; adam değilsin, adam olmayan hakkı ne bilsin, hakkı bilmeyenler halkı ne bilsin…” Zevzeklerle işimiz olmazdı elbet, gönül adamlığı faslındaydık. Çünkü Mahsuni’nin dediği gibi “sevgidir dinimiz bizim.”

Para ve Salihli ikilisini de yine o yıllardan beri bilirim. Kral Meles’in kurduğu Sart, Kral Sardes’in ilk parayı bastırdığı yerdir aynı zamanda. Maden işçisinin döktüğü paralar Salihli’nin orta yerine saçılırken de ben oradaydım. Ama beni daha çok şiir ilgilendiriyordu. Bu yüzden, bana göre Salihli şiir demektir biraz da. Öyle olduğu için de dünya tarihinde benzerine az rastlanır, Türkiye’de rastlanmaz biçimde yıllar yılı sürdürdü Salihli Şiir Akşamları’nı. Orada şiir okumak bana nasip olmasa da 2011 baharında 45. kez yaşama geçirdi örneğin. Olağanüstü bir güzellik! Yaşasın! Sanatın yabanıl duyguları, dolayısıyla insan ruhunu eğiterek insanı insan eden özelliği nedeniyle bu kentin son iki dönem Belediye Başkanı Mustafa Uğur OKAY tarafından, yıllardır çok daha büyük bir sahiplenmeyle sürdürülmesi ayrıca saygıya değer çağcıl bir davranış olarak geçecektir Salihli tarihine.

Üzüm ve bağ kültürüyle ilk kez karşılaşıyordum. Hem de tam göbeğinde. Bu nedenle Salihli ovasını dolduran bağlar bana denizi anımsattı. Halil Altın’ın bağların ortasındaki evi de gemiyi… Sanki Marmara denizindeki bir gemideydim. Ötede Bozdağlar… Bu kadar devinimli dağ silsilesiyle daha önce karşılaşmamıştım. Bozdağ’ın içinde onlarca küçük dağ ve tepe var. Her biri güneşin ışınlarını ayrı biçimde yansıtıyor, her biri ayrı bir renkte görünüyor. Birbirinin koynuna girmiş durumda ovayı gururla izliyor, uzak koyaklarına konuk ettiği köylerin curcunasını yaşıyor. Dikkatle baktığımda Bozdağların Sipil Dağı’yla coşkulu bir buluşma içinde omuz omuza vererek halaya durduğunu görür gibi oluyorum.

Salihli’nin doğusunu kaplayan üzüm bağlarının içinde çok sayıda bağevi vardı ve hepsi de birbirine benziyordu. Halil Altın’ın verdiği bilgiye göre, hemen hemen hepsi de Alevilere aitti. Alevilerin dışındaki bağcılar bağevi yapmamıştı çünkü. Bağevlerinin yalnızca Alevilere ait ve birbirine benziyor olması, onların Cumhuriyetimiz tarihindeki yerlerini de anlatıyor gibiydi. Üretici, yaratıcı ve bütünleştirici. Evlerin var oluş ve duruşlarının altında derin bir felsefe yakaladığımı söyleyebilirim: “Biz varız, ileri görüşlüyüz, özgeyiz ve bir bütünüz” diyorlardı.

Paranın sanatı kovamadığı, hatta sanata dönüştüğü bir simya kenti Salihli. Sanat bu kentin ruhunu oluşturuyor çünkü. Şiirle, felsefeyle başlayan tarihinin son duraklarında da heykeller var. Kent meydanları ve o meydanları süsleyen heykeller. Bu, bir kent için çok önemli. Çünkü kentler çağdaş dünyanın yerleşim alanları olarak kimliklerini ve kişiliklerini sanat üzerinden kurar, sanatsal varlıklarıyla boy gösterirler. Heykeli, alanları, sinemaları, parke taş döşeli sokakları, sergi ve konser salonları olmayan kent benzeri yerleşimlerin büyük kasabalar olduğunu söylemeliyim. “Emekçilere Saygı”, “Annelere Saygı” adlı heykellerini, Uğur Mumcu anmalığını, Demokrasi Parkı’nı görünce bu kentin yönetim tarihini merak ettim ve gördüm ki Salihli’yi “Salihli Kenti” yapan yönetim anlayışları ve yöneticileri büyük oranda “sol” düşün yapısına sahip. İşte bu! Heykellerin yarattığı sanatsal atmosfer… Caddelerin genişliği, sokakların parke taş döşemesi… Hemen hemen her dört yol kavşağının bir alan biçiminde düzenlenmiş olması… Cadde ve sokakların tertip ve düzeni… Kentin tümüyle tertemiz ve yemyeşil bir görünüm içinde olması… En önemlisi de, bu güzelliklerin kentin her yanına, her semtine eşit biçimde paylaştırılmış olması… Sinemaları… Kitapçı dükkânları… Kapalı pazar alanları… Ama bütün bunların altında, üstünde, yanında yer alan en büyük hoşgörünün varlığı… Demek ki her şey bir sistem içinde… İsteyenin orucunu tuttuğu Ramazan ayı olmasına karşın, isteyenin kem bakışların tacizinden, İslam magandalarının fiziki tazyikinden uzak rahatça yiyip içebilmesi… Sağlıklı yaşamın imlerinden bisikletlerin, motorlu bisikletlerin çokluğu, saygı duymakla birlikte çağımıza yakıştıramadığım, insan doğasına ters düştüğüne inandığım kara çarşaf ve türbanın azlığı… Kısacası Salihli yalnızca iyi bir kent değil, aynı zamanda hem iyi, hem güzel hem de çağdaş bir kent.

Salihli ve cunta ikilisine gelince… Bunca güzel ve gurur verici duygularla Salihli sokaklarını dolaşırken gözlerime inanamadığım bir gerçekle karşılaştım. Salihli kent kimliğini, kişiliğini gölgeleyen sevimsiz bir gerçeklikle… Amerikan emperyalizminin “bizim çocuklar” listesindeki baş isim olan Kenan Evren cuntacısının isminin Salihli’deki bir parka verilmiş ve hâlâ orada duruyor olması aklımı karıştırdı. Elbette bu yarayı neşterlemenin öyle kolay olmadığını biliyorum. Örneğin yıllar önce Bursa’da buna benzer bir durum olmuştu. Bursa’da Nâzım’ın on yıldan fazla tutulduğu ve dünya dillerine çevrilen en güzel şiirlerini yazdığı cezaevi, Nâzım Müzesi olması gerekirken, Nâzım’ın adını unutturmak isteyenlerce yıkılmak istendiğinde, buna karşı durmak isteyen Belediye Başkanına bir gece yarısı telefonu gelmişti. Başkan bu telefona boyun eğmemiş ama yıkımı da durduramamıştı. Sözün özü şu ki, Salihli imgesinin bu isimle bağıntılı olarak tehdit altında olduğunu duyumsadım ve bu konuda Salihli halkının örgütlü aydınlık yanının devinime geçmesi gerektiğini düşledim. Çünkü “bizim çocuklar”ın Salihli’ye yakışmayan lekesinin bir an önce silinmesi gerekiyor. Çünkü aynı kentin içinde, bu parkın biraz ötesinde Uğur Mumcu “vurulduk ey halkım unutma bizi” diye çığlık atıyor. Uğur Mumcuları da, onların uğruna öldükleri halkını da vuranların, vurduranların değil Salihli’de, ülkemizin hiçbir yerinde adlarının anılmaması, anılacaksa da lanetlenmesi gerekiyor.

Salihli’nin yaklaşık dörtte birinin jeotermal enerjiyle ısıtılması çok ilginç geldi bana. İnsanlar evlerinde bu suyla ısınıyor, bu suyla banyo yapıyor, duş alıyor, bu suyla sağlıklı bir ilişki içinde yaşıyorlar. Kurşunlu’dan çıkan jeotermalin dev borularla kente gelişini yerinde görerek heyecanlandım. Her yanından kaplıca suları fışkıran ama bu sularını egemenlerin keyfi kullanımından, ranta çevirerek sömürmesinden kurtaramayan, halkını yararlandıramayan Bursa kent yöneticilerinin kulakları çınlasın.

Temmuz-Ağustos sıcağında ve bir ay içinde iki kez gelip hayal bile edemeyeceğim biçimde yaşadığım Salihli’ye beni atan rüzgâra gelince… Bir sevda öyküsü bu. “Dünür” olma hali. Taa Londra’larda yaşayan doktor oğlum Özgür’le Salihlili Ayşegül’ün aşkı yüzünden buralardaydım. O rüzgârın fırtınaya dönüşmesi sonucunda kendimi Salihli’ye savrulmuş olarak buldum. Önce Ayşegül’ün ailesiyle tanışmaya, sonra da Ayşegül’ü oğlumuza istemeye gelmiştim. Yanımda eşim Akgül ve kızlarım Zahide’yle Çağdaş da vardı. Bir de Özgür elbet.

Altın ailesiyle tanıştık, kızı istedik, kabul gördük ve dünür olduk. Halil Altın ve eşi Gül Altın’ın, kızları Hacer, Kadriye ve gelinimiz Ayşegül’ün özel ilgileriyle güzelleşen Salihli günlerimiz “odun köfte” lezzetinde, parklarındaki fıskiyelerden fışkıran suların berraklığında, üzüm bağlarının serinleten havasında ve Salihli’nin çağı yakalamış kentsel güzelliğinde geçti.

Ailemin bir, ama benim iki dünürüm oldu. Biri Altın ailesi, diğeri de Salihli. Altın ailesine hoşça kal sevgili dünürüm diyerek teşekkürlerimi sunarken; Salihli’ye de, görüşünceye kadar yine sanatla, şiirle kal. diyorum. İnsana huzur veren güzelliğine bereket.

Patikalar Dergisi, Milliyet Blog


Yüklə 5,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   46   47   48   49   50   51   52   53   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin