Örneklerle



Yüklə 5,79 Mb.
səhifə53/58
tarix31.10.2017
ölçüsü5,79 Mb.
#23511
növüYazı
1   ...   50   51   52   53   54   55   56   57   58

Cüneyt Tekgül, Ali Birol ve Savaş Atalay öğretmenlerin de katıldığı, uzun süren Tekirdağ rakılı söyleşimiz, bilinçli insanların yaşama felsefesinin ne kadar sağlam olduğunu yansıtıyordu. Yaşadıkları inanılmaz sıkıntılardan,acılardan yılmamış, tersine onlardan yaşama bakış açılarını genişletecek biçimde yararlanmışla "dı. Örneğin özellikle çadır sürecinde neredeyse uğruna yaşamlarını adadıkları toplumcu anlayışı simgesel düzeyde de olsa yaşama geçirmişlerdi. Şimdi de geri dönüp oralara baktıklarında, yaşadıkları bunca sıkıntıyı gülmeceye dönüştürebiliyorlardı. “Deprem olduğunu ayrımsadığımda, tüh dedim ulan sırası mıydı, yaşamaya yeni başlamıştım” diye geçirdim diyor Nazım Yıldırım.” İki öğretmen şunca yıl çalıştıktan sonra edindiğimiz evin taksitlerini daha yeni bitirmiştik çünkü.” Emekli öğretmen Necati Kocadağ,” enkazdan kurtulduğumda eşimle karşılaştım ve ona yine mi senden kurtulamadım yahu...diye sordum” diyor. Şair Turan Kayıkçı, kalabalık bir sülaleye sahip bir vatandaşın bir soruya yanıtını aktardı:” Allah’a şükür otuzsekiz ölüyle atlattık.” Kendisine gelince; deprem nedeniyle yaşadığı bir sürü sıkıntının, acının yanında, yazdığı şiirleriyle dolu iki defterinin yok olması gibi çok özel bir acının da sahibi o.

Hüzün, kucaklaşma, bilgi alışverişi, öykü, şiir, mangal, gülmece derken akşamı etmiştik. Salim Beyle Nazım Bey bizi bir kez daha arabalarına atıp otogarın yolunu tutmuşlardı. Dilimizde söyleşi, yüreğimizde' hüzün ve beynimizde bilgilerin doyulmaz tadıyla iniş aşağı süzülürken ansızın deniz çarptı yüzümüze, yüzümüz deniz oldu, yüzümüz masmaviye kesti. Denizin suları, bir gerdanlık gibi çevresini süsleyen lambaların ışıklarıyla buluşarak tutkunun rengine, ışıklı antik maviye kesti duygularım ve bilincim, “bu maviyi unutma Sevim!” Dedim, “maviumuttur!”

Bütün ısrarlarımıza karşın otobüsümüz devininceye kadar da bizi bekleyerek, kucaklayarak ve hatta el sallayarak yolcu eden dostlarımız için, en sevdiğim yanımı, çocuk yanımı, militan yanımı devinime geçirerek cama parmağımla şunu yazdım:”İNSAN!” Okudular. Gülümsediler. Duygulandılar ve bir kez daha ve yürekleri dolusu sevgi ve avuçları dolusu saygıyla el salladılar. “Hoşçakalın ,” dedim. “Depremin buruk gülleri!”




ESENKÖY’DE 21 GÜN:CİVCİVİM ÇI9KTI:96


Akıp geçen sulardan köpük toplamaktır işim

kimim ben bildiniz mi?...

Öğretmen!

Sabırlık çiçeği gibi bakışlarım uzayıp kısalırken yaşım

köprüler kurarım zamandan zamana...

(YÜREĞİM KOYNUNDADIR adlı şiir kitabından.

Neden buradayım?... Doğrusunu söylemek gerekirse bu sorunun yanıtını anlaşılır biçimde verebilecek durumda değilim.Bilmiyorum.Çünkü öylesine uzun bir zaman geçti ki ‘Eğitim Yönetimi” okuyalı.Dile kolay, neredeyse yirmi yıl!...

O yıllar (1983) bu alanda öğretim yapan tek okul, çok az mezun verebiliyordu A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi’ydi ve onlardan biri de bendim. Eğitim yöneticiliğinin “mektepli “ adayı... ”Az yetiştiği için değeri bilinir” sanıyordum. Artık bu ülkede eğitimle ilgili yönetim makamları dendi mi ben gelecektim akıllara, biz... Gereksinme vardı, Milli eğitim müdürü de benden olacaktı,lise, ortaokul müdürü de...Ne de güzel şeyler yapacaktım!...

Yirmi yıl geçti bu beklentiyle.

Yirmi yıl gecikti adalet.

Oysa o günler gencecik, geleceğe dönük dipdiri umutları olan,ülkesi için; ülkesinin okulları, çocukları için yüksek ülküleri, şimdiki “moda” deyimle “vizyon”u olan bir öğretmendim. Yaşama sevinci doluydum.Tükenmez bir güçle çalışıyor, güzel düşlerime yapabileceğim en büyük hızla koşuyordum.

Ama işe bakın ki yaşam ve gerçekler benim hızıma yetişemedi.

Zaman bu alandaki beklentilerim bağlamında anlamsız ve bomboş akıp geçti. Üstelik geçen her yıl, geçip giderken, sinsice bir şeyler de çalıp götürdü benden. Her yıl yeni bir gedik açıldı düşlerimde, her yıl bir umudumu daha eksiltti, her yıl biraz daha yıprattı... Ve her yıl başka bir özelliğim,başka bir yeteneğim uçup gitti açılan o gedikten. Dizlerimin feri, gözlerimin nuru, başımın saçları, yüreğimin direnci, kanımın sıcaklığı her yıl biraz daha azaldı. Geriye posam kaldı, diyeceğim, ama demiyorum.

Yirmi yedinci yılımdayım şimdi ve Esenköy’de denizin kıyısında meslek yaşamıma değgin filmin karelerini inceliyorum tek tek. Fırtınalı bir denizde yol almaya çalışan yelkenli gibi alabora yaşamışım... Böyleşine hak edilmiş büyük haklılığın karşılığı olarak, üstelik eften püften gerekçelerle büyük haksızlıklar, sürgünler yaşamışım, demokrasi özlemi olmuş diğer adım. Yaşlanmışım. Artık böyle duyumsuyorum. Gözlerimin nemlendiğini anlıyorum esen serin sonbahar denizinin yelinde.

Gecikmiş baharlar geçmiş,gecikmiş yazlar geçmiş Gecikmiş sonbahara kalmışım gülüm... (Merhabanın Ustaları’ndan)

Bu mu adalet? “Gecikmiş adalet adalet değildir” mi demiş bir hukukçu?...



Yıllar süren beklentilerimin, beklentilerde erimelerimin, yaptığım bu eğitimden ötürü duyduğum pişmanlıklarımın, üzüntülerimin,” becerememişim “ gibisinden bakan gözlerin armağanı olan kahırlarımın, belki de değişerek şimdi olduğumdan çok daha farklılaşabilecekken güçlükler, sıkıntılar içinde, dağlarda, köylerde, bit- pire içinde (ama elbette boşa değil) geçen tekdüze yıllarım; epriyen umutlarım, hırpalanan yaşama sevincim, azalan cesaretim (ama aynı koşullar yüzünden ve bir başka boyutta ürettiğim, yaşam gerekçelerim, varlığımın onurlu kanıtları yüzlerce şiirim, bir o kadar da deneme, öykü, makale ve sekiz kitabım):

Geriye dönüp bakıyorum da; ödüllendirilmem gerekirken nasıl ağır bir bedel ödemişim meğer!

Ülkemden alacağım birikmiş. Hem de ne çok birikmiş. Neyse ki bu 21 gün içinde beni besleyecek. Ama hepsi bu kadar. Çünkü artık müdürlük yapabilecek hevesimin de kalmadığı bir gerçek. Kaldı ki, yurtdışı dönüşlüyüm gerekçesiyle önce verip sonra geri aldıkları müdür vekilliği olayı da canı gönülden unutmak istediğim bir yaşantım, oldu. İki yılda yirmi yılımı götüren, ömrümü söken...Bunca yıllarıma bedelse eğer, 21 günlük konuğu olacağım Marmara Denizi’nin.

Yiyecek, içecek, yan gelip gurk yatacağım.Bir bunu biliyorum. Bir de Esenköy Hizmet İçi Eğitim Enstitüsünü...

Neden bunca gözden ırak bir yere kurmuşlar, anlamış değilim. Hiç değilse kıyısına konuşlandığı Marmara Denizi’nin bir avuç kumu olsaydı. Ama denizden elli metre içerde havuzu var. Ya da buraya yazın falan gönderseydin. Öyle olsaydı hem denize ve hem de havuza girerdim bari. Oysa dışarıda kar serpiştiriyor. Gecikmiş sonbaharlardan da kışa mı dönüyor, ne, ömrüm...

Böylesine geç işte her şey!... Çok geç!

Dışarıda kar serpiştiriyor, içeride termostatı bozulduğu için gece gündüz çalışan kalorifer peteği ısıtıyor ha ısıtıyor. Garip bir çelişki... Tıpkı Milli Eğitimli yöneticilerle Türbanlı şefler arasındaki gizli iletişimsizlik gibi. Birileri kafa, birileri kol emekçisi olduğundan mı nedir?... Neyse... Kar denize iniyor, suyla buluşup okyanusla tanışmaya hazırlanıyor. Deniz hiç oralı değil ama, ne kar tanesini umursuyor,ne beni, ne de kıyısında olup bitenleri... Ama ben hemen hemen her sabah denize dokunuyorum.Ötelerinde bir yerlerde, yazın sevdiğim kadın sularına girmişti.Onun tenini okşayan suları şimdi bir başka yerde, ben okşuyorum.

Türkiye’nin çeşitli yerlerinden gelmiş, yönetici adayları şenlendiriyordu Enstitüyü. Tümü de Eğitim yönetimi, teftişi, planlaması, vb. okumuşlardı. Fevzi Korucu, Hayati, İlknur, Şafak ve diğerleri... Aralarında uzmanlık, hatta doktora eğitimini tamamlamış olanlar da vardı. Ortalamamız olarak eğitim düzeyimiz oldukça yüksekti, ama kültür düzeyimizin yüksekliği konusunda kuşkularım oluştu. Çünkü burada bile gereğinden fazla sigara içen ve hatta yemekten sonra derse kadar kalan on beş dakikaya bir okey partisi sığdıran baylarımız, bayanlarımız vardı. Kitap okumuyorlardı, bilimsel, sanatsal tartışmalar yapmıyor, argo, ya da belden aşağı fıkralara bol bol zaman ayırıyorlardı. Belki de salt bu görüntü yüzünden, eğitim yönetimi okumuş olsalar bile, kursun sonunda sınava sokulacaklardı. Aslında, sigara, okey gibi kötü alışkanlıkların olup olmadığı da sınavda puanlanmalıydı. îyi de olurdu.

Odama yerleşirken elbise dolabı,ondan biraz sonra da telefon etme gereksinmesi duydum. Ancak elbiselerimi okuma lambalarına, kapı koluna asmak ve telefon edebilmek için de dışarı çıkmak zorunda kaldım. Oysa; ülkemizde özellikle eğitime, bilime, araştırma, geliştirme çalışmalarına olanak sunulmasının güzel bir örneği olan Enstitü; büyük, güzel bir konferans salonu, kocaman üçgen masaları olan yemek salonu, her köşesinde televizyonu, girişinde nedense kapalı olan barı, havuzları, spor alanları v.d bölümleriyle çağdaş bir görüntü yansıtıyor. Böylesi bir mekanda eğitime alınmak, doğrusu son derece de gurur verici, ama kursun süresinin çok kısa, izlencesinin sıkış tepiş olduğunu da söylemeliyim.

Öyle ya da böyle “ben” çok geç kalmıştım. Şimdi, bu gün öğreniyorum; tartışmalarımla, eleştiri ve önerilerimle son derece de katkı yaptığıma inandığım, ama her şeye karşın, bu öğretimi almış olanlara uygulanmaması gereken sınavın sonucunu öğreniyorum:96.

Bu saatten sonra ne işime yarayacak bilmiyorum. Belki de yalnızca hüznümün ölçüsü olarak yambaşımda kalacak 96. Öğretmenlerimizden Ekrem Toklucu’nun kulakları çınlasın. O 99’luktu. Unutmasın ilgili alanda kendisini yakından ve başarıyla izliyorum. Yakında 99’u da bulacağım. Ya da belki de ben çok daha öncelerden beri 99’luğum kimbilir.

Kurs arkadaşlarımı da sevgiyle anıyor, kendilerine başarılar diliyorum. Hemen hemen hepsi benden çok gençti. Onlar için her şey yeni başlayacak; sonunda eğitim yöneticiliğinin de bir “meslek” gibi görülmeye başlaması nedeniyle, bu kurs onlar için önemli ve anlamlı olacak. Kurs sonunda alacakları başarı notlu belgeleriyle yolları açık olsun. Benim için geciken adaletten payıma düşen eksilerin, onların hanesine artı olarak yazılması umudumla...

TEŞEKKÜR:



Buraya gelmeden önce; yazıp çizmemi sürdürebilmem için tek kişilik oda isteğim olmuştu Telefonda konuştuğum Tuğba KAYABEYOGLU bu isteğimi yerine getirmekle, sanata ne güzel bir destek verdiğini biliyor mu bilmem ki. Bu bağlamda, çalışanların baba gibi sevdikleri Kat Sorumlusu Bayram Bey’i, Müdür Vekili Erdal Bey e,Md. Yardımcısı Haluk Bey’i, yine Turban deneyimli Arif ve Necati Beyleri, Fatma Yavuz’u, güleryüzlü hizmetin iyi bir temsilcisi gibi orada çalışan garson Ahmet’ i, kibar bir beyefendi olan güvenlik görevlisi Salim’ i ve diğer bütün emekçiler anıyor tümüne teşekkürlerimi sunuyorum.

Yıldırımdan Yansaımalar, Haziran 2003, sayı:11

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

ŞABAN AKBABA’YA DAİR YAZILAR, SÖYLEŞİLER

YILMAZ AKKIILIÇ

OKULLAR AÇILDI

Bursa’da milli eğitim topluluğunun yaraları kanamakta devam ediyor. Örneğin Gemlik Narlı Köyü İlkokulu’nun çağdaş kafalı, çalışkan, araştırıcı, çevresinde sevilen ve sanatçı müdü­rü Şaban Akbaba, duydum ki, yıllardır özenle hizmet verdiği köyünden “sürülmüş”.

Niçin?

Yani bu değerli öğretmen -ki, tanıyorum ve gerçekten mesleği için kazanç olduğuna inanıyorum-, eğer “Ölay”m haftalık “Yeni Gün” ekinde yayımlanan çevre araştırması do­layısıyla mı “sürüldü”? Yoksa şiirlerini topla­dığı “Yüreğim Koynundadır” adlı yapıtında:



Akıp geçen sulardan köpük toplamaktır işim neyim ben, bildiniz mi? Öğretmen” di­yebilecek denli ufku geniş biri olduğu için mi?

Yoksa, bütün menfurlan kapsaması Hükümet Programı’nda açıkça yer alan “sendikal” et­kinlikler nedeniyle mi? Sakıncalı bulunarak gö­revinden alınan bir ilçe milli eğitim müdürü tarafından açılmış bir “soruşturma”ya dayana­rak öğretmeni sürmek, “insaf* ve “hakkani­yet* *le bağdaştırılabilir mi?

Sorarım...

Olay Gazetesi, Açıkça Köşesi, 17 Eylül 1992

HALİDE YILDIRIM
ŞABAN AKBABA’NIN DERİ’N ROMANINDA SARKAÇ

Kars – Hamburg - Bursa Hattı  

Şaban Akbaba’nın Bursa kültür, edebiyat ortamındaki yeri ve önemi, yazın dünyasına katkısı biliniyor. Bir şair, yazar olarak, bir eylem insanı olarak çalışkanlığı, örgütçülüğü onun en belirgin karakteristikleri arasındadır. En son çıkan Deri’n romanı ile birlikte on yedi kitap yayımlamış. Çeşitli tür ve kategorilerde yazabilen bir edebiyatçı, bu anlamda velut bir yazar.

Kitaplarının adları, türlere göre dağılımı ve aldığı ödüller şöyle: Şiir kitapları: “Güneşin Konağında, Yüreğim Koynundadır, Ülkemin Güzel Yüzleri ”. Çocuk şiir kitapları: “ Güneşi De Getir Bize,  Sevgi Ana ”. Çocuk öykü kitapları ise: “ Kafessiz Dünya ( Akademi Kitapevi Başarı Ödülü’nü ) ,  “Nazik Kız” adlı öykü kitabı “ Kültür Bakanlığı Yayınları, Karacaoğlan Kültür Sanat Şenliği, “Folklor Araştırma Birincilik Ödülü”nü almış. Çocuk romanları ise: “Kolonya Kokulu Mendil, Işığa Yolculuk, Kardan Anne, Che Sevgisi, Gülderen’in Dedesi”, “ Pencereden Sızan Işık” adlı bir gezi gözlem, inceleme, röportaj yazıları ve “Bursa’da Yazın” adlı bir araştırma kitabının yanısıra “Bisemli Sanatçılar” adlı derleme kitabının da yazarlarından.

Deri’n Romanında Biçim Özellikleri

Şaban Akbaba, Deri’n romanını biçim olarak üçlü bir yapı üzerine kurmuş. Bu yapılardan biri Kars, Türkiye eksenli gelişiyor, diğeri Hamburg, Almanya; anacak arada öyle bir geçiş, bir yapı oluşturmuş ki, kendimce; bağlama, nağme dediğim bu bölüm ile iki ana arter; Almanya hattında kurulan dil ile; Kars – Bursa- Karacabey Boğaz hattından gelen dilin; kalın puntolarla vurgulanırken düzyazı şiir denebilir bir şiir dili ile bağlanıp ayrıldığını görüyoruz. Daha çok deneme tadındaki bu cümleler ile anlatıya bir hareket olanağı yaratılırken sözü kapatıp açmada yeni bir ışık, ya da ışığa üfler gibi bir önceki sözü, bölümü, bağlıyor, kapıyor gibidir.

Gergefimde işlediğim yürek yolum… İki ucu da açık… birinden bir ışık girecek

bilmiyorum, diğerinden karanlık.

Birinden  ben gireceğim, diğerinden?...

Buluşma yeri mağma döşeği dünyanın.
Herkesin bir cencehi vardır mutlaka, yüreğinin en özel, en güzel köşesinde

kendisini bekleyen.

Herkesin bir derdi var, durur içerisinde…” (A. Rıza Malkoç’tan Volkan Konak) ”

 Deri’n Romanında Yer, Mekân Özellikleri

Şaban Akbaba Deri’n romanını kurarken yeri, yerlere bölerek - ağırlıkla üç mekâna- dağıtıp toparlamış. Her yerin, yerlerin, kendi dilini oluşturup ayrı dillerden 6konuşmasını sağlamış. Roman kahramanı, kahramanlarının bu bölünüp parçalanmışlığına karşın belli bir tutarlılıkla geliştirildiğini görüyoruz. Ayrı karakterlerde, tiplerde ilerleyen, gelişen parçalardan her biri sanki tek bir ömrün devamı gibi de okunabiliyor.

Örneğin, Almanya, Hamburg eksenli gelişen bölüm diğer iki bölümden ayrı bir karakteri; 1. Tekil kişi, ben, (dolaysız yazar anlatımı) olduğundan, okurda özyaşamöyküsel bir anlatı izlenimi uyandırıyor. Karakterin kendini betimlediği satırlarda, soyut, soyut olmakla birlikte; “bildik, tanıdık” bir görünüm de yaratabiliyor; çünkü çağının ilerici, aydın, demokrat, devrimci bildik nitelikli öğretmeninin “prototip portresi” ni andıran bir roman kahramanı yaratılmış. Kahraman, görüldük, duyulduk, çok içerlerden biri, tanıdıklık dediğim bu. Son otuz- kırk yıllık dönemin okuryazar aydın öğretmen, memur karakteri olarak tanıdık. Örneğin kahraman olan öğretmen ( Şahin ) kendisini yorumladığında okur onu kolaylıkla hatırlayıp tanıyabilir:

Hem aslında suçlu muçlu da değilim, kötü bir şey de yaptığım yok yaşamımda bütün yaptıklarım; okumak, kafa yormak, şiir yazmak, soru sormak, hak aramak, sendika kurmak, miting yapmak, slogan atmak, yanlışları eleştirmek, faşizmi lanetlemek, yobazlığa karşı durmak ve böylece ülkemin demokrasi yolunda atması gereken adımlara karınca kararınca katkıda bulunmak, hepsi bu...’’ (s.165)



Deri’n Romanında Konu ve Tema

Kendisini bir çeşit “karşı duruş” içerisinde varolan biri olarak betimleyen kahramanın okurda bir “bizdenlik” diyebileceğim, aşina bir ruh hali yaratırken, erk ile birey arasındaki gerilimin gerçekçi bir betimi yapılmış oluyor. Toplumsal gerçekçi edebiyatın sınırları, konuları içerisinden konuşurken bu türün hakkını veriyor. Seçilen konuya yakışan bir yaklaşımla birey ve erk sorunsalı değişik yer- zaman ve karakterler üzerinden işleniyor. Gerçekçi betimlerle bireyde yaratılan “suçluluk” duygusunun, kahramanın, mutsuzluk kaynağının müsebbibini ararken; belli bir bilinç içerisinden görebiliyor ve dolayısıyla yaşamda genelde yurttaşlarına, özelde “yurtsever”, “devrimci”, “solcu” sıfatlarıyla anılmış kahramana bu halin, duruşun nelere mal olduğunu, kendini yönetenlere karşı nasıl bir kişilik geliştirip varoluş mücadelesi vermesi kitabı eylemli kılıyor.

Hemen çoğu insanı bir biçimde ilgilendirmiş, etkilemiş, yaşamlarının akışını değiştirmiş bir sorunsalı işlemesi ve yakın geçmişe biraz Deri’n ine inerek, örneklerle somutlanması edebiyat tarihinde “80 Sonrası” yazılan eserleri bütünleyebilecek, onlarla çeşitli biçimlerde ilişkilendirilebilecek, kayıp yapbozun bir parçası olarak değer kazanıyor. Bu nedenle romandaki kahramanı bir örnek birey ve onu kendince, kendi çıkarları doğrultusunda dönüştürmeye çalışan bütün “erk”lere bir karşı duruş sergilemesi ile savaşım veren bir bilinç olarak resmedilişi kurgu olmaktan öte bir tarihsellik, gerçeklik kazandırdığı söylenebilir.

Şaban Akbaba Deri’n romanında bu anlamda güncel bir konuyu işlerken aktörleri değişirken, durumun kendisinde, acının ve şiddetin değişmezliği anlamında çok eski bir konuyu güncellemiş oluyor. Bütün bu devlet olma hallerini, tarihin çok derinlerine gitmeden işliyor. Son otuz yıl, ağırlıkla 12 Eylül dönemi ve özellikle sonrasında bir köy öğretmeninin yaşadıkları, ona yaşatılanlar içerisinden bir bütün ülke gerçekliğini okumak olanaklı. Faili meçhullerden, Sivas Yangını’na, Metin Göktepe’ nin öldürülmesinden, Susurluk Kazasına vb.) 12 Eylül’ü anlatan kitaplar arasında hak ettiği yeri alabileceğini düşünüyorum. Çünkü olaylar, acılar aynı, yaşananların kılcallarda ufak tefek farklılıklarına karşı, yaratılan “insan tipi” aynı. Bu insan tipi, korkutulmak, sindirilmek istenen insanın geliştirdiği varoluş mücadelesi ve bu mücadele sonucunda kaybettiği, gençliği, umutları, sevinci var. Bu noktada konu olarak, bedel; büyük bir bedel olarak hemen çok kişinin kendini içinde, kıyısında, başı veya sonunda ama mutlaka içinde bulabileceği bir öyküyü barındırması bakımından geniş bir kitle bulabilecek nitelikler taşıyor. Çekilenler yetmez gibi buna bir de Almanya’da yaşananlar ekleniyor.

Devletimizi temsil edeceksiniz oralarda. Bu yüzden attığınız her adıma dikkat etmek zorundasınız! Mutlaka bu sözlerin ardından bir de, ‘yoksa!’ sözcüğü söylenmişti söylenmesine ya, şimdi biz bu heimdeki rezaletimizle de mi devletimizi devletimizi temsil ediyorduk?  Öyleyse eğer bu kafatasçı ve kendini beğenmiş devlet neden büyüklüğüne, geçmişine yakışır bir önlem almamış da, yaban ellere gönderdiği “temsilcilerini (!) bu rezaletlerle baş başa bırakmıştı. Dahası neredeyse, sorunları dile getirmelerini de yasaklamıştı. Vergi kaçıran üçkağıtçılara göz yumup uyuşturucu ve karapara ticaretini kontrol altına almaz; kendisini aracıya, tefeciye, üçkağıtçıya, eşe dosta, hortumcuya, işkenceciye peşkeş çektirir de, memuruna gelince, cimri bir aslan kesilir. Üstelik neden hak, hukuk, ücret artışı istiyor diye tepesine cop yağmurları yağdırır. Herneyse...!”

Romanda hakim bir temadan çok, ruh durumlarındaki salınımlar, inişler çıkışlar içerisinde sarkacımsı gitgeller yaşandığı için epey bir değişik ruh halleri işleniyor. Çok sayıda insan tipi çizilirken, ruhsallıktan çok davranışlara yansıyan kadarıyla ya da yazarın tahminleri üzerinden işleniyor tinsellik. Görünenin arkasını da göremiyoruz. Sanki daha çok hüzün, sessizlik içerisindeki çoğalan bir iç seste kendini çoğaltmış. Özellikle Almanya bölümünde, Doğu- Batı sorunsalı temel motif olarak karşılaştırmalı, kıyas temelli işlenirken duyulan hüzün daha bir yoğunlaşıyor, “garip- gurbet” kavramları ile açıklanabilir, yer yer öfke ve tabii sevgiyle karışık hayranlık duygusu işlenmiş oluyor.

 Bu bölüm daha çok kadın erkek ilişkisi üzerinden geliştirilmiş. Asya, Avrupa, uygarlık, azgelişmişlik, varsıllık yoksulluk gibi kavram ve çatışkılar içerisinden duyulan kıskanma, kişisel bir kıskançlıktan öte, kendi insanının yaşadıkları yoksulluğa dair, bir özenme biçiminde vücut buluyor kendine. Bu bir kıyas bölümü olarak, hem de yaşananların kişinin hem kendi töre terbiyesi ile Batılı insanın kıyaslaması bir çeşit içe bakış, bir çeşit bozulan ezberin, iç dengenin sonucunda öznenin kendini yeniden konumlandırması olarak geliştirilmiş. Bu durum da öznenin yeni bir ruh ayarı gibi diyebileceğim çeşitlilikler içerisinden yaşanan ikilemin yarattığı düşünce ortamında yoğunlukla özgürlük sorunsalı, kadın erkek ilişkisi, aşk, cinsellik bağlamlarında sorgulanmış oluyor. İç sorgulamalar sonucunda kahraman kendini bir davranış eşiğinde buluyor. Bu bir anlamda Anadolu’dan götürdüğü teorinin, pratikle sınanması ve dolayısıyla bir bilinç eşiğini aşarak, çelişiği hem kavramasını hem de aşmasını belki getirecek, bütünlüğe bir adım ve bir özeleştiri ile kendi ile yüzleşerek sağalması olarak da okunabiliyor. Aşağıdaki cümleler bunun bir kanıtı gibidir.

Dünyanın neresine gidersem gideyim korkularım benimle birlikte gelecek ve yaşamımın bütün ayrıntılarını dilediğince etkileyecekti. Yani bana egemen olacak, kendimi istediğim gibi yönetmeme engel olacaktı. Bu nedenle hem korkak, hem ikiyüzlü bir doğulu olarak yaşayıp gidecektim” (s. 262)

Almanya bölümü  ile geliştirilen yapı romanı daha da zenginleştirmiş diyebiliriz. Hem kahramanın “içdevrim” diyebileceğim karakter sağlamasını, olaylar, eylemler üzerinden geliştirip dönüştürmesi hem de Batılı kadın ile Anadolu kadını arasındaki benzerlikler ve bağdaşmazlıklardaki ayrıntıların işlenişi, detaylardaki yoğunluk, deneyim olarak, dünya görgü ve bilgisi olarak, zenginlik dediğim bu.

Deri’n Romanında Dil Özellikleri

Deri’n romanının dil özellikleri olarak, yerel sözcüklerin, kullanımı anlamında olanaklar sunan bir kitap. Kullanımı pek az olan sözcüklerin yerinde kullanımı, dile gelişi ile ayrı bir özellik taşıyor. Bu anlamda bir çeşni, bir zenginlik olarak okura olanaklar, tadlar sunan bir yapısı var. Sözcük kullanımı dolayımında okurda ne çok anı, çağrışım uyandırabilecektir kuşkusuz. Düzyazı için kullanıma sokulan bu sözcüklerin şiirsel bir yanı da yok değil, tadı, tuzu, kokusu, yaşamışlığı ile o sözcüklerle konuşmuş insanlara hatıralar çağırabilirliği ile bir ayrı değer taşıyor. Bunlardan birkaçını hatırlatmak isterim, örneğin; “inceden bir göynümeyle, gunguyup, napızar, tongal, pileki, cırnak, serender, kerdige, kirkit, dehre, neker, karanguşa, nadaşın, pelepötür, cadi, küma, cencehi, sozalan, argaç ,mazman, şöve, yeğnice, fetir, umsuk, koyun gıgısı, ağacın çoturları vb.) Yerel ağızla konuşmalar olarak tarlasını dolu vuran köylü Cemal’in dilinden bir örnek cümle: “ Ay Allah!” “Aya, eğer men Allah oleydim, sen de Camal… Ve men senin tarlanı bele eyleseydim, sen mene ne diyerdin? Ne diyerdin?... Aha, indi, men de sene onu deyirem! ”

Bir başka sözcük seçimi olarak da Almanca sözcüklerin yoğun sayılabilir bir kullanımı var, konun gereği olarak elbet, ama Akbaba bu güçlüğü de hemen Türkçesini vererek aşmış, bu anlamda okura bir kolaylık sağlamış oluyor.

Romandaki dilin bir başka özelliği de, sözcüklerin birinci anlamları ile kurulduğudur. Çağrışımı, sözcüklerin, dilin kendi içinde değil de, daha çok kurduğu cümlelerin düz anlamlarında arıyor, betimlerinde. Yazar, daha çok anlama yaslanan, açıklamalı, tanımlamalı, örneklemeli bir dil kullanımından yana. Neyi anlatmak istiyor ise, onu dilin içinden çok tümcenin kuruluş, diziliş gücünden çıkarıyor diyebiliyorum. Hal böyle olunca kelimenin gücüne yaslanan bir dil kullanmadığı rahatlıkla gözlemlenebilir. Yer yer, atasözü, deyim, çeşitli yöre ağızlarını, argo sözcükleri de kullanıyor, arada bir kendi kendine söylenen kişiler “öyle ya!” türünden ünlemli söylenişlerle, fikir sağlaması yapıyor. Betimlerde olsun, ruhsal, soyut alandaki herhangi bir alanda olsun, dilin coğrafyasında, fauna ve flora olarak çeşitlilik, okuru doğaya yaklaştıran izlenimler, görüntü ve ses, işitsel çağrışımlar uyandırıyorken, hayvanlara bir miktar haksızlık ettiğini; onları insanların yakıştırdıkları sıfatlarla suçlayıp aşağıladığını düşündürmüyor değil. Birincil anlamlarından sıyrılmış, kalıp söz, düz anlam, ezbere bir dil yerine; daha çağrışım yüklü, yankılı, çokanlamlılık üzerinden geliştirilebilir bir dil kullanımı, işçiliği, disiplinin olabilirliliğinden de bahsediyorum.

Dil demişken Hasan Ali Toptaş’tan bir alıntı yapmak istiyorum, Hasan Ali Toptaş’ın “ kızım sana diyorum, gelinim sen işit! ”  kabilinden anladığım bu düsturunu, hem şiir hem öykü hem roman için başucu cümleleri olarak anmak ve savunmak istiyorum.

 "Hikâye anlatırken kelimeleri habire kusmayacaksın Hasanımali, birçoğunu yutacak ve kâğıdın üzerine de yuttuğun kelimelerin boşluğunu bırakacaksın." ( Hasan Ali Toptaş, Uykuların Doğusu, Doğan Kitap, Birinci baskı, 2005 )



Yüklə 5,79 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   50   51   52   53   54   55   56   57   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin