BANU DEMİRAĞ VE BURSA
Şaban AKBABA: Sayın Banu DEMİRAĞ, biliyorum, nicedir “Bursa medyası” denince akla ilk gelen isimlerden biri de sizsiniz. Çünkü bu Bursa kulvarında Bursa’ya ciddi emeğiniz ve katkınız var.Bu bir süreçtir elbet. Kısaca özetler misiniz?
Banu DEMİRAĞ:1987 yılının temmuz ayında bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim Bursa Hakimiyet’e. O gün cumartesiydi, pazartesi kendimi Magazin Servisinde buldum. İki ay sonra sanat sayfası, üç ay sonra da ‘İçimizden Biri’ başlıklı röportaj serisi hazırlamaya başladım. Serbest muhabirlikle devam ettim, yazı dizileriyle araştırmacılığa ağırlık verdim. Diyebilirim ki, hayatımın en güzel dönemidir. Sonra özel radyolar dönemi başladı, Bursa’nın ilk program yapımcısı olarak Radyoaktif’te iki yılı aşkın süre çalıştıktan sonra Radyo S’e geçip yapımcılığın yanı sıra yöneticilik süreci başladı. Bunu As Tv’deki yöneticilik dönemi izledi. Aynı zamanda radyo/televizyon yapımcılığıyla koşut olarak köşe yazarlığı da beraberinde geldi. 1999’a kadar medyada görev yaptım. Sonrasında, 99 Ekiminde başladığım Osmangazi Belediyesi’nde basın danışmanlığı 2001 kasımında BKSTV’na geçmemle sona erdi. O zamandan bu yana vakıftaki yöneticiliğim devam ediyor.
Ş.AKBABA:Şu anda, adında “sanat” da olan ciddi bir kurumun, Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür Sanat ve Turizm Vakfı’nın yöneticiliğini yapıyorsunuz. Ayrıca ilgi duyduğunuzu,hatta Türk Müziği çalışmaları geçmişinizin de olduğunu biliyorum.Sanata eğiliminiz nasıl başlıyor, nereden geliyor?
B.DEMİRAĞ: Yalnızca sanat değil, yaşam ve kültüre ilişkin eğilimim sanıyorum aileden geliyor. Orta okul yıllarımdan başlayarak hep yazı yazdım, okumak da yine annemden, babamdan edindiğim bir alışkanlıktı, yine annemin ve babamın müziğe ilgileri sonucunda ben de müzikten biraz nasiplendim. Özellikle klasik müziğe büyük ilgim vardı, Almanya’daki yaz tatillerimde amatör korolarla başladım şarkı söylemeye. 1990 yılında da Bursa Büyükşehir Belediye Konservatuvarı Türk Müziği Bölümünü bitirdim. Beş yıl boyunca konservatuvarın icra heyetinde görev yaptım. İyi bir dinleyici olmayı öğretti bana bu süreç. Aslında halk müziği eğitimi almak istiyordum, benim başladığım dönemde yalnızca Türk Müziği bölümü vardı. Neye niyet, neye kısmet oldu yani.
Ş.AKBABA: İki güzel kitabın da yazarısınız:”Manolya Ağacının Kökleri” ve “41 Yılın Seyir
B.DEMİRAĞ:Defteri”. Bir de ödülünüz var. Kısaca bilgi vermek ister misiniz?
Belediyedeki görevime başlamadan kısa süre önce başladığım bir kitap çalışmam vardı, bunu mesai saatleri dışında sürdürdüm ve Gökçen Ailesi’nin iki yüz küsur yıllık geçmişinden yola çıkarak, Bursa’yla da izdüşümlü bir araştırma olan ‘Manolya Ağacının Kökleri’ adlı kitabım 2001 başında yayınlandı. Böylece kitaplı gazeteciler kervanına katılmış oldum. Bunu da Bursa Festivali’nin 41 yıllık geçmişinin aktarıldığı ’41 Yılın Seyir Defteri’ izledi. Festivale emek vermiş isimlerle yapılmış röportajların derlemesinden oluşan bu çalışma da geçtiğimiz ekim ayında yayımlandı. Tek bir ödülüm var, zaten katıldığım tek yarışmadır. Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin yurt çapında düzenlediği yarışmada, 1989 yılında, Bulgaristan göçmenleriyle ilgili bir yazı dizimle, röportaj dalında yılın gazetecisi seçildim.
Ş.AKBABA: Gazeteciliğiniz sizi anlatan en önemli yanınız. Dönüp baktığınızda “güzelmiş” diye düşündüren bir özelliği var mı? Gazetecilik nasıl bir görevdi sizin için,özellikle Bursa’da?
B.DEMİRAĞ: Bence gazetecilik başlı başına ciddi bir görev. Bana çok kapılar açtı, çok özel insanlarla tanıştım, çok farklı konularda kendimi geliştirmeme vesile oldu bu süreç. Hatta bu kadar kendimi hissettiğim bir iş yapmanın maddi değilse de manevi katkısını çok önemsiyorum. Bu süreci yaşamamış olsaydım, o araştırmaları yapamaz, o kitapları yayına hazırlayamazdım. Her ikisi de Bursa eksenli bu çalışmalarımı elbette önemsiyorum ve özellikle yaşadığım kent için bir şeyler yapabilmiş olmaktan mutluluk duyuyorum.
Ş.AKBABA: Vakıf’taki görevinize gelişinizin küçük bir öyküsü olmalı, var mı? Geldikten sonra özellikle başlangıç çalışmalarınızı nasıl biçimlendirdiniz? Nasıl ve nelerle sürdürüyorsunuz? Hangi proıjelerin yaşama geçmesinde katkınız oldu, sırada neler var?
B.DEMİRAĞ:Büyükşehir Belediye Başkanı Erdoğan Bilenser vakıftaki görevi teklif edildiğinde hiç tereddütsüz kabul ettim. Yaşamım boyunca en fazla yatırım yaptığım alandı kültür/sanat çünkü. Başlangıçtaki ilk iki ay, vakfa vakıf olma, olayı özümseme süreciydi. Sonra yeni projeler birbirini izledi. Önce bir anket çalışması başlattık, Bursa’da kültür sanat hareketlerine yönelik bu anketi UÜ. Öğretim üyesi Prof. Dr. Necmi GÜRSAKAL denetimindeki bu araştırma ile Bursalıların ne tür etkinlikler istediklerini öğrenmeye çalıştık. Gençlere ve çocuklara yönelik daha fazla çalışma yapmamız gerektiğini gördük. Bir takım girişimlerde daha cesur ve kalıcı adımlar atmamız için bizi yüreklendirdi bu anket. Milli Eğitim İl Müdürlüğü iş birliğiyle dört ayrı kategoride bir yazın yarışması açtık. Bunu bu yıl öğretmenlere yönelik mektup yarışması izliyor. Kurslara ağırlık verdik, halk danslarının yanı sıra modern ve klasik dans, tiyatro kursları başlattık, bunu heykel kursu izleyecek. İstanbul merkezli kültür ofisleriyle iletişimi güçlendirdik, bu ilişkiler yeni ve farklı etkinlikleri Bursa’ya taşımaya yardım etti. Gençlere yönelik rock organizasyonları başlattık, bu sayede Bursa yeni bir sahne de kazandı, Kültürpark içindeki Taylan Gazinosunun olduğu yerde ilk Rock Şenliğini gerçekleştirdik. Büyükşehir Belediyesi adına bir CD ve kaset çalışmamızı tamamladık. Bursa’nın yemek kültürüne ilişkin bir kitap çıkarabilmek adına ‘Geleneksel Bursa Yemekleri Yarışması’ düzenledik, ancak bu yarışmaya katılan yemekler henüz bir Bursa Yemek Kitabı çıkarmak için yeterli değil, bu yıl ikincisini düzenlemek istiyoruz. Bu arada Evliyalar Şehri Bursa’da bugüne kadar gerçekleştirilmemiş bir organizasyon olan ve gelenekselleşmesini arzu ettiğimiz ‘Tasavvuf Sempozyumu’nu gerçekleştirdik. Ayrıca taş plak dinletileri, gezek geceleri, Bursa Güvendeleri Gecesi, Bursa Şiirleri Akşamı gibi farklı çalışmaları da araya sıkıştırdık. Bunları Anadolu mozaiğini de içeren etnik müzik dinletileri izleyecek. Bu konuda çalışmalarımız sürüyor.
Ş.AKBABA:Bursa sanatsever bir kent midir?
B.DEMİRAĞ:Bursa sanatsever bir kent midir? Evet, doğru ve zamanında yapılan hiçbir etkinliğe Bursa’nın yanıtsız kaldığı görülmemiştir. Ancak sanatın devrimsel değil, evrimsel bir süreç gerektirdiğini unutmamak gerekir. Söz gelimi geçtiğimiz yılki Opera Gala Gecemiz 170 izleyiciyle sınırlı kalmışken, bu yıl 480 davetiye satıldı. Demek ki, ısrarcı olmak, daha da önemlisi hemen pes etmemek gerekiyor.
Ş.AKBABA:Bursa’da “kentsel kültürlenme” bağlamında anlamlı bir gizilgüç var mı? Bu bağlamda Vakıf olarak belirli bir öngörü oluşturabildiniz mi? Öyleyse eğer bu öngörüyü nasıl değerlendirdiniz?
B.DEMİRAĞ:Bursa’da her tür etkinlik için gizli bir potansiyelin olduğunu biliyoruz. Caz ve rock’a özellikle eğilimi olan bir üniversite gençliği, Türk müziği ve halk müziğine özel ilgi duyan bir kitle, klasik müziğe giderek yakınlaşan bir diğer müdavimler topluluğu, geleneksel sanatlara meyilli bir diğer izleyici grubu, tiyatroyla bağlarını güçlendiren ilk öğretim ordusu, nitelikli sinemaya susamış bir başka izleyici profili.. Hepsi mevcut. Yeter ki doğru zamanda, doğru etkinliği taşıyabilelim ve tanıtım konusunda üzerimize düşeni iyi yapalım. Bu konuda yapılanlarla yetinmememiz gerektiğini gördük ve afiş, bez afiş dışında bir Kültür Sanat Rehberi’ni hayata geçirdik. Ayrıca Web sayfamızı oluşturduk ve çalışmalarımızı bu alanda yoğunlaştırdık.
Ş.AKBABA: Bursa bir “Avrupa Şehri” adayı olarak, örneğin Güney Marmara’nın Kültür Başkenti de olabilir mi? Böyle bir çalışma içinde olduğunuz duyumum doğru mu? Hangi koşulları öngörüyor, neler tasarlıyor, neler yapıyorsunuz?
B.DEMİRAĞ:Bursa’nın Avrupa Kültür Başkenti olması adına başlatılmış bir çalışmanın içindeyim. Büyükşehir Belediyesi’nce yürütülen bu çalışma yakın gelecekte Bursa kamuoyuna da anlatılacak ve tarihi/kültürel geçmişi hayli zengin olan kentimizin adaylığı için çalışmalar hızlandırılacak. Ancak bu elbette çok uzun soluklu bir proje ve yalnızca yöneticilerin değil, bizzat kent insanının olaya katılması çok önemli. Hemen buraya not düşmek gerekirse; Prag’da 20 sürekli tiyatro sahnesi, 2 opera salonu, 3 filarmonik orkestra, çok sayıda ufak tefek müzik topluluğu var. Keza Viyana tiyatroları konser salonları 16 bin koltuğa sahip. Yıllık seyirci sayısı 3.5 milyon. Dünyanın en ünlülerinden olan operası ve filarmonisinin yanı sıra 7 senfonik orkestra, 30 oda orkestrası, 20 de korosu var. Emsal bile oluşturamaz elbette. Bırakın kentimizi, Türkiye geneli için bile ulaşılmaz sayılar bunlar. Kuşkusuz karşılaştırma yapmak için biraz geç ama ‘Avrupa Şehri’ Bursa’nın bu gerçeklerle yüzleşme vakti geldi, geçiyor. Bu arada umut verici bir gelişme, Bursa’da büyük sanat prodüksiyonlarına yanıt verecek bir kültür merkezinin oluşması için Büyükşehir Belediyesi start verdi. Bu da sanatın daha farklı alıcılara da ulaşması için önemli bir fırsat verecek Bursa’ya.
Ş.AKBABA: Bursa’da sanat eğitimi veren kurumlar bağlamında hangi olanaklar var?
Ş.AKBABA: Bu arada Bursa’da sanat eğitimi veren kurumların varlığı da memnuniyet vericidir. Türk müziği, Türk Halk Müziği eğitimi veren Belediye Konservatuvarı dışında, tam zamanlı eğitimle hizmet veren Devlet Konservatuarının kurulmuş olması çok önemli bir adım. 75 yıllık çağdaş müzik geçmişi olan Bursa hiç kuşku yok ki bu gelişmelere layıktır. Bursalı aileler bir konservatuara sahip olmanın kıymetini bilmeliler. Çocuklarını bu kurumda eğitim almaya yönlendirme konusunda ne kadar şanslı olduklarını unutmamalı, sahip çıkmalılar. Bizzat bizlerin çocukluk, hatta ilk gençlik yıllarımızın bu bağlamdaki yoksulluğu, dilerim yeni kuşakların varsıllığına dönüşsün. Bu uzun 75 yıl boyunca olanaksızlık/donanımsızlık nedeniyle nice Bursalı yetenekle tanışamamış olmanın yarattığı hüzün ve düş kırıklığı yerini coşku ve kıvanca bıraksın. Ayrıca pek yakında Uludağ Üniversitesi bünyesinde bir de Güzel Sanatlar Fakültesi açılacak. Sanıyorum, bütün bunlar bir kültür/sanat kenti olmak yolunda önemli adımları oluşturuyor.
Ş.AKBABA: Kent Kültürü’nü oluşturma bağlamında Bursa en eskisi 42 yıl olmak üzere (Uluslararası Bursa Festivali gibi)gecikmiş,ama neyse ki gelenekselleşmiş festivaller zincirinin halkalarına yenilerini eklemek çabasındayken sizler gibi değerlerimizin ve 1988’den beri işlev veren Büyükşehir Belediyesi Kültür Sanat ve Turizm Vakfı gibi kurumlarımızın öznel çabalarına elbetteki gereksinme duymaktadır.Siz de zaten böyle bir çaba içindesiniz.Kutluyorum.Bu yıl yeni bir halka sözkonusu herhalde, nedir bu sürpriziniz? Ayrıca festivallerin yaşama geçirilmesinde hangi yaklaşımlardan deviniyorsunuz?
B.DEMİRAĞ:Bu yılki festival için bir ‘Hüdavendigâr Ödülü’ gündemimizde. Ancak bunun henüz alt yapısını oluşturduğumuz için şu anda açıklama yapmam doğru olmaz, sanıyorum bu türden beklentileri karşılayacak bir çalışma olacak ve gelenekselleşecek. Bu konuda Bursalı sanatseverlerin de nabzını tutmak arzusundayız. Bu olayı işbirliği, gönül birliği, elbirliği ile kentimizle bütünleşerek şekillendirmek istiyoruz. Zaten, şunu mutlaka belirtmem gerekir, biz hiçbir işi ‘yalnızca biz yaparız’ mantığıyla yapmıyoruz. İşbirliği yaptığımız kurum ve isimlere buradan şükranlarımı sunmak istiyorum. ‘Hepimiz, birimizden güçlüyüz’ çünkü. Yine şunu da söylemek isterim, tüm eleştirileri birer özel armağan olarak görüyoruz. Bizi daha doğruya ve güzele yöneltecek her türden yaklaşımla beslenmedikçe, sadece kendimizi tekrar edeceğimizi biliyoruz. Bu nedenle bize destek olmak isteyenlerin ses vermelerini diliyoruz. Biz buradayız, bekleriz..
Ş.AKBABA: Kendinize değgin yüreğinizde, beyninizde neler var;hangi düşler, hayaller, ya da özlemler?
B.DEMİRAĞ: Neler neler yok ki.. Ancak şu andaki görevim bütün zamanımı alıyor. Mesai dışında da bizim işimiz devam ediyor, dolayısıyla biraz kendi özlemlerimi ertelemek durumundayım. Ancak sonrasında, buradaki görevim bittiğinde yine araştırma ağırlıklı kitap çalışmalarıma dönmeyi diliyorum. Yine kendi kişisel yazılarıma yoğunlaşma fırsatı yakalamayı çok istiyorum. Bir de yemek sektöründe çalışmak gibi bir düşüm var. Belki şimdilik ütopya gibi görünüyor ama kim bilir, belki de hayata geçirebilirim bir gün..
Ş.AKBABA:Teşekkürler Sayın Banu DEMİRAĞ. Bursa için oldukça güzel, umut verici, kutsal çırpınışlar içindesiniz.Umarım her çırpınışınız kanatlanıp uçuşunuzla sonlanır. Nice güzelliklere…Emeğinize bereket, ilginize teşekkürler.
Yıldırımdan Yansımalar Dergisi,Nisan 200 3, sayı:10
Yıldırımdan Tansımalar Dergisi, Bursa’nın Onuru Söyleşileri:
HEYKEL BAHÇESİNDE BİR YONTU USTASI:
TANKUT ÖKTEM
Ş.AKBABA: Okurlarımızın sizi daha yakından tanımasını istiyorum. Özgeçmişinizle başlayabilir miyiz?
T.ÖKTEM: Konya'da doğmuşum. Ama çocukluğumun büyük bir kısmı Muş'ta ve Edirne'de geçti. Daha sonra İstanbul'a intikal ettik. Bütün bunlar babamın ve annemin memur olmasından kaynaklanan şeyler. Annem Türkiye'nin ilk kadın veterinerlerinden bir tanesi. Babam da çok mükemmel bir veteriner ve aynı zamanda doktordu. Dolayısıyla ben onlarla Muş gibi bir Anadolu kentinde, Edirne gibi güzel bir başka kentte ve hatta köylerinde geçirdim çocukluğumu. Bu bende bir köy nostaljisi yarattı. Havanın, hayvanın, ormanın, yeşilliğin, suyun bulunmadığı bir yerde yaşamak bana azap veriyor. O nedenle Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde yirmi yıllık profesör olmama karşın ve İstanbul'da da çok iyi şartlarda yaşamama karşın orası yerine, atölyemin bulunduğu Küçük Kumla'yı tercih ediyorum. Küçük Kumla'ya 1959'da geldim ve buraya gelişim, o yıl bir izcilik faaliyeti dolayısıylaydı. Birkaç izci arkadaşımla birlikte. O yıllar izcilik okullarda çok önemli sayılıyordu. Biz iyi izciler olarak buralarda kamp yapmak gereğini duymuştuk. İnanılmaz ftir tabiat, inanılmaz güzel bir körfez. Aradan geçen kırk iki, kırküç yıl içerisinde Küçük Kumla çok hırpalandı. Çok kötü bir yapılaşma nedeniyle... Ama ona rağmen gene de Türkiye'nin bir çok yerinden daha az yapılandı diyebilirim. İki üç sıra ev var, gerisi orn;an ve ben o binalara arkamı dönüp önüme baktığımda ormanı görüyorum. Altı, yedi tane köpeğim var. Çeşitli cinslerden. Yüzlerce güvercinim, muhabbet kuşum var. Şuyum var, buyum var. Bütün bunlar belki başkaları için önemli şeyler değildir, ama benim için çok önemli. Ben onları alıp gezdirdiğim zaman, onların uçuşunu, birbirleriyle arkadaşlıklarını, dostluklarını izlediğim zaman; onların aralarındaki sevgiyi, aşkı gördüğüm zaman, insanlık adına çok şeyler öğrendiğime inanıyorum. Hayatım boyunca da hep iyi insan olmaya çalıştım. Yani iyi insanlıktan maksadım şu: Herkese yararlı olabilen, toplum içerisindeki sorumluluğunu kavrayabilen, kimseyi zarara uğratacak işlerde bulunmayan, ondan sonra, başkalarına karşı cömert olan ve kaynaklarını başkalarıyla bölüşebilen bir insan olmak. Böyle bir insan olunca insan, huzur içerisinde yaşıyor. Keyif içerisinde yaşıyor.
Ş.AKBABA: Yani kendinizle ve çevrenizle barışık bir insansınız.
T. ÖKTEM: Evet barışığım. Çünkü bu dünyada yaşamaktan çok büyük bir zevk alıyorum. İnsanları çok seviyorum, ama mümkün olduğu kadar insanlardan uzak yaşamayı tercih ediyorum. Böyle bir şey işte.
Ş.AKBABA: Eğitim durumunuz nedir?
T.ÖKTEM: Ben heykel tahsili yapmadım. Seramik tahsili yaptım. Seramik hocamız,heykel tıraş Hakkı Karayiğitoğlu'ydu. Heykele olan yetilerimi onun sayesinde doğru yerlere oturttum. Heykelin ne olduğunu ondan öğrendim. Daha sora üniversitemde heykel bölümünü kuran, ders veren insan ben oldum. YÖK'ün hem seramik, hem de heykel dalında unvan vermesi nedeniyle de hem seramik, hem de heykel profesörüyüm. Ben aslında iktisat fakültesi mezunuyum. Babam bana, “oğlum sanatçı olursan aç kalırsın, doğru dürüst bir meslek seç” dediği için bu okulu okudum. Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksekokulu'nun da sanat bölümü mezunuyum.
Ş. AKBABA: Neden heykel yapıyorsunuz?
T.ÖKTEM: Bu sorunuzu güzel biçimde yanıtlamak istiyorum. Benim heykele başlamam tamamen annemin eseridir. Çünkü annem Atatürk döneminde çok iyi resim yapabilen bir kişiymiş. Güzel Sanatlar Akademisi'nde resim eğitimi almak istemiş. Fakat binbaşı olan abisi onu çağırmış ve bak demiş biz Atatürk çocuklarıyız. Türkiye'de hiç kadın veteriner yok. Sen veteriner ol demiş. Ve annemin içerisinde ukde olarak kalmış sanat eğitimi yapamamak. Bu yüzden olacak doğurduğu çocuklarını sanatçı yapacağı inancını kendi kendine aşılamış. Bende nasıl olmuş bilmiyorum ama, ben bir yaşında resim, iki yaşında da heykel yapmaya başlamışım. Dolayısıyla beş yaşında harika çocuk seçilmişim. Tabii biz o zaman memur çocuğu olduğumuz için arkası olmayan insanlar sınıfından sayılıyoruz. İdil BİRET'le, Suna KAN'la beraber beni de yurtdışma göndermediler, onlar gitti ben kaldım. Ama bu hiç de önemli olmadı. Aradan yıllar geçti ve ben Türkiye'de aldığım eğitim düzeyi ve çalışmam sayesinde bu noktaya geldim. Bunu özellikle belirtmek istiyorum. Annemi kaybedinceye kadar onun ilgisi ve desteği altında yaşamımı sürdürdüm. Sanatçılar çocuksu yapıları olan insanlardır ve her zaman taktir ve teşvik beklerler. Ben şimdi geriye dönüp bakıyorum, acaba bu yoğun çalışmamın altında yatan nedenlerden bir tanesi de kendimi anneme beğendirmek, ya da onu mutlu etmek miydi?...
Ş.AKBABA: Heykel nasıl bir sanat dalıdır ve siz toplumsal işlevi açısından heykellerinizden ne bekliyorsunuz?
T.ÖKTEM: Mimari, resim ve heykel salt sanat olarak kabul gören sanat alanlarıdır. Heykelin dördüncü boyutu da vardır. Dördüncü boyut denince... Heykel birçok sanat dallarından yararlanabiliyor. Mimari yapısı vardır, resimsel yapısı vardır, perspektifi kullanarak derinlik elde edebiliyor ve çok imkanı olan bir sanat dalıdır. Bunu yaratan insanlar sanat dallarının tamamını iyi becerebilecek, yapabilecek insanlardır. Her resim yapan heykel yapamaz. Ama her heykel yapan muhakkak resim yapabilir. Muhakkak mimari bir yanı vardır. Heykeli böyle açıkladıktan sonra Türkiye'deki heykel sanatıyla ilgili şunları söylemek istiyorum. Ne yazık ki Türkiye'de heykel Cumhuriyet dönemine, hatta günümüze kadar çoğu kişilerce günah sayılmıştır. Oysa ben bunu inceledim. Kuran'da bu konuyla ilgili olarak çok esaslı bir günah söylemine rastlamadım. Putlara tapınma olayına çekilen rest giderek putla heykeli özdeşleştirenler tarafından heykeli de günah saymıştır. Oysa bugün bilinen heykellerin hiçbirine tapınılmamaktadır. Örneğin Buda'nm heykellerine tapınılmaz, Buda'nm fikirlerine tapınılır. Ama
Buda'nm heykelleri tapmakların yapısını süsler. Ama nedense Türkiye'de bu yasaklanmış. Bakın Türklerin gelenekleri içerisinde heykel var. Ama hangi Türklerde var? Asya'dan Anadolu'ya gelen Türklerde var.... İlk Selçuklu dönemlerinde kapılarının üstündeki kartal heykelleri, kabartmalar, insan heykellerinden anlıyoruz ki Anadolu'ya gelen Türkler heykel de yapıyorlarmış. Daha sonradan bu yanlış değerlendirme ondan sonraki dönemlerde bizim bildiğimiz anlamda heykel yapmadıklarını, ama heykel sayılabilecek güzel sanatlarla uğraştığını görüyoruz. Nedir bunlar? Mesela minare altlarındaki oymalar, minberler ve oralardaki işlemeler. İnanıyorum ki bunları sanatçılar yapıyorlardı. Bu anlayış maalesef hala Türkiye'de geçerli. İki yıl önce benim atölyemi yaktılar. Bundan on beş sene önce yapmış olduğum heykelin montajını yaparken de camiden çıkan birtakım insanlar tarafından taşlandım.
Ş.AKBABA: Müthiş sevap kazanmışlardır. ( Gülüşüyoruz.)
T.ÖKTEM: Bunlardan anladığımız bir şey var. Daha sanatsal anlamda heykelin müthiş bir terapi olduğunu, insanları heyecanlandıran en önemli eser olduğunu anlatmak gerektiğini buradan çıkartıyorum. Şöyle... Heykelin özelliği şu: Resmi, (gerçi son zamanlarda duvar resimleri de var) genelde binalar içerisinde izleyebilirsiniz. Resimleri yaptırabilen ya da satın alabilen insanlar yararlanabilirler. Ama heykeller öyle değil, heykeller bir şehir süsüdür, herkes yararlanabilir. Ama heykeller doğru yapıldığı zaman yalnız estetik açıdan değil, psikolojik açıdan ve birçok açıdan insanları etkiler. Bir örnek vereyim; bundan iki üç yıl önce Bursa Heykel'de bir sergi açtım. Heykellerin boyutları galerilere sığmadığı için bu sergi heykel meydanında açıldı. Onbeş gün için açılmıştı ama ilgiden dolayı üç ay açık kaldı. Zaman zaman heykellerime bir sorun var mı diye bakmak üzere gittiğimde çok heyecan verici şeylerle karşılaştım. Örneğin Mehmetçik heykellerinin bacaklarına sarılarak ağlayan şehit anneleri, Atatürk'ü öpen insanlar, heykellerin bacakları arasına çiçek bırakan sanat severler gördüm. Hatta dua edenler gördüm. Buradan şunu çıkardım; demek ki insanlar heykel karşısında etkilenebiliyorlar. Bu açıdan bir üst duygu noktasına yükselebiliyorlar. İyi mesaj alabildikleri taktirde. Bu noktadan hareket ederek ben heykellerimde özellikle ifadeyi ön planda tutarım.
Ş.AKBABA: Bir heykelde sizi en çok
ilgilendiren üzerinde özellikle çalıştığınız kısmı mı, organı mı ne diyelim?
T.ÖKTEM: Öyle bir şey yok, ama ben özellikle öğrenciliğim döneminde ya da daha sonra beynelminel mahfillerde, yurt dışındaki yarışmalarımda çoğunlukla soyut, çağdaş sanatla ilgili eserler yaratırım. Çünkü dünyayla yarışmak için onların şartlarını benimsemek onlarla aynı şeyleri düşünmek ve ona göre hareket etmek lazım. Soyut sanat, bugün, endüstrileşmekte olan dünyanın seçtiği bir sanat dalıdır. Nedeni de şudur endüstrileşmiş olan tüm ülkeler mallarının dg iyi satılmasını sağlayacak birtakım ambalajlar sunuşlar paketler ve her türlü reklam araçlarını sanatçılara yaptırırlar. Bu sanatçıları kazanmak için soyut yaratıya dönmüşlerdir. Bunların hepsinin altından sanatçıların yaratma gücünden yararlanmak yatar. Bu gün Japonya'nın endüstrideki başarısı zevkli işler yapmasından kaynaklanmaktadır. Amerikanın, Almayanın ki keza öyle, bunu beceremeyen milletler geri kalmaya mecburdurlar. Dünyanın en iyi otomobilini yapın motor olarak, biçim olarak; ama ona estetik kazandırmazsanız satamazsınız. Bir mitsubishinin bir hondanm tercih edilmesinin nedeni burada yatmaktadır. Bu noktadan hareketle ben heykellerimde daha sonra figüratife döndüm. Çünkü benim heykellerimi seyreden insanın orada kendini bulması lazım, ifadeyi özellikle ön planda tutarım, çünkü ifade heykelin en önemli yanıdır. Oysa çağdaş ve modern heykellerde ifade eksikliği olduğu için yeni yeni akımlar çıkıyor ve bu yeni akımlarda ifadeyi anımsatan uygulamalara gidiyor sanatçılar. Soruyorsun nedir bu diyorsun hikaye anlatıyor. Yani buradan anlaşılıyor ki ifadesi olmayan bir heykel sanatı yerli yerine oturmuyor. Kolay kolay benimsenmiyor. Bunu çok basit bir örnekle gösterebilirim çağdaş kabul edilebilecek bir sanat eserini bir yere koysanız bir ay müddetle orada dursa, sonra bir gece onu oradan kaldırsanız insanların bunun, oradan kalktığını fark etmesi iki üç günü alır. Ama çok duygusal yoğunluğu olan bir heykel yanı varsa kaldırır kaldırmaz dünya ayağa kalkar. Bu nedenle ben Türkiye'de soyut yerine somut heykeller, heykellerimin konularını seçerken de insanlık diyebileceğimiz konuları ele alıyorum. Cumhuriyetin kuruluşu esnasında kadın faktörünün ne kadar önemli bir yer aldığını gördüm. Ben de heykellerimin yüzde doksanında bunu ifade ederim. Ve benden başka da galiba kadını işleyen hiçbir heykeltraş yok. Benim heykellerimin içinde muhakkak bir kadın vardır. Atatürk'ün yanında muhakkak bir kadın yer alır. Bu bir genç kızdır, ya da bir hakimdir. Mesela Kastamonu anıtında iki tane figürüm vardı, bir tanesini baltasıyla askerlerin önünde savaşan bir kadın, fakat kadına yandan baktığınız zaman baltasının öbür tarafında baltanın değdiği yerde elinde hukuk kitabı tutan bir hakim, yani bugünün kadını var. Yani dün baltasıyla savaşan kadın bugün hukukçu olmuş. Yine bizim hukukumuzu bir başka alanda savunmaya devam ediyor. Aynı heykelin öbür tarafına geçtiğinizde şehit olmuş oğluna ağıt yakan bir kadın görüyorsunuz. Ellerinin arasından bir Türk askeri doğuyor. O duadan yeni bir askerin doğduğunu görüyoruz. Yani kadının her türlü durumdaki rolünü ve Türkiye'deki önemini gösteriyor.
Ş.AKBABA: Tankut Bey, bazı yapıtlarınıza değindik. Yine de sormak istiyorum: Çok sayıda yapıtınızın olduğunu biliyoruz, ama sayısını bilmiyoruz. Bir çetele tutabildiniz mi?
Dostları ilə paylaş: |