III. BÖLÜM: SONUÇ
Bursa yazını, Bursa’nın iç dinamiğinden ve öz kaynaklarından beslenerek ortaya çıkan, ulusal ya da uluslararası düzeyde “çok üstün” sayılabilecek yazın değerleri üretememiştir.
Bu sonucun nedenleri belki de Bursa yazın altyapısının, Bursa yazınını besleyecek kaynakların algılanamaması, özümsenememesi, değerlendirilememesiyle ilgilidir.
Örneğin Bursa yazını, Bursa’nın uğradığı doğal yıkımları ve kentsel sorunları sürekli göz ardı etmiştir. Çarpık yapılaşma, çığ gibi büyüyerek gelen göç olgusu, varoş yaşamı ve kültürü, emek-yoğun sektördeki işgücünün sorunlarını yok saymıştır.
Özellikle Gemlik, ve Bursa merkezdeki yer altı dünyasına, onun toplumsal yaşama etkilerine, kapitalizmin gelişmesiyle ortaya çıkan, genelevin kapatılmasıyla sokaklara düşen kadın ticaretine, uyuşturucu sektörünün yarattığı insani yıkımlara ve sokak çocukları olgusuna girememiştir. Yağmalanan deniz kıyılarının, doğal yapısı, dengesi, florası bozulan efsanevi Uludağ’ın, altı-üstü kazılan, siyanürle zehirlenen, tarla ya da turistik tesis edinmek için yakılan-yıkılan ormanlarının, şeftalisi, zeytini sökülüp atılarak yerine dünyanın en çirkin beton yığınlarının kondurulduğu ovasının hesabını tutamamıştır.
Ülkemizin Doğu ve Güneydoğu’sundan çok fazla bir ayrımı olmayan Uludağ’ın güneyindeki yoksul, karabilmez yaşam alanlarını keşfedememiş, oralardaki “insan” unsurunun sorunları duyumsayamamış, duyumsatmak gibi bir kaygı taşımamıştır.
Bütün bunlara ek olarak; sağlıklı, güçlü, kurumlaşmış sanat örgütlerine, yayınevlerine, dergilere sahip olamamış, görece küçük kent yazını olmasından beklenen bütünsel yazın devinimini başaramamış, hatta zaman zaman yazın üretimini durdurabilecek boyutta kırılmalar, parçalanmalar yaşamış, estetik birikiminin ve geleneğinin oluşması sekteye uğramıştır.
Bütün bu olumsuzluklar sanatsal ekolleri, yazınsal oluşumları, engellemiş, kurumsallaşmaları törpülemiş, yazıncıların sayısının azalmasına yol açmış, üretimi nicelik olarak da, nitelik olarak da geriletmiştir.
Çok önemli bir başka nedeni de, Bursa yazınına egemen anlayışın bütün tarihi boyunca ulusal, ya da evrensel düzeyde var olan düşün yapılarının, sanat anlayışlarının içinde ya geleneksel-tutucu ya da modern-seçkinci olanları seçmesi; sosyo-politik-kültürel yönelimini hep geçmiş özlemi, mistisizm, nihilizm ve postmodernizm sınırları içinde tutmasıdır.
Kısacası, Bursa yazını için çalan alarm zilleri hiçbir zaman susmamış, hatta son dönemlerde sesini daha bir duyurur olmuştur.
EK-A:
BURSALI DİVAN YAZINI ŞAİRLERİ
Ahmed DAİ
(14-15.YY)
“………….
Ey bülbül-i dil-haste melûl olma kafeste
Kim menzilin ol bâğ u gülistân ola bir gün
Hem bâd-i sabâ ire bişâret vere gülden
Hem gonce dahi gül gibi handân ola bir gün
Hicran sonucu vasla dönüp şâdola Dâi
Bu gamdan anın derdine dermân ola bir gün
Cem SULTAN
(15.YY)
Gamzen hayâli çeşmüme hançer degül midür
Olan mukâbil ana dil-âver degül midür
İmâna davet eyleme zülf-i siyâhunı
Baş vire dine gelmeye kâfır degül midür
Hergiz katında kıymeti yok reng-i rûyumun
İksir-i cevrün-ile olan zer degül midür
Didi elümde şimdi ne var tutdı lalini
Bu geldi nâ-geh agzuma şekker degül midür
Didüm ki busene dil ü cân al gey iy peri
Bâzârumuz didi ki muhayyer degül midür
Dil bâl ü per şikeste-y-iken raks urur müdâm.
Işkun hevâsı-y-ıla kebûter degül mi dür
Cem sinesine şerha çekerse gamun n'ola
Işkun tecerrüdinde kalender degül midür
Gelmezse rah-ı ışkuna cândan n'ola
Lâ-büd tonuzlıgını komaz har degül midür
GAMMİ
(15.YY)
Sûz-i dil artar müdam ol rûy-i ateş-tâbdan
Ateş-i sûzan eğerçi sakin olur âbdan
Tır-i bârân atsa gamzen hoş gelür ölmek bana
Haste gönlüm hazzeder yağmurlu günde habdan
Ateş-i mihrinle ey meh dâğ-ı sûzânım benim
Rûşen olmuştur cihânda mihr-i âlem-tâbdan
Piste hayran olup ağzım açtı kaldı Gammi ey
Sen hikâyet eyler iken ol dûr-i nâyâbdan
ATAİ
(İvazpaşazade Ahi Çelebi,15.YY)
“Gül hayâdan kızarır dost çü gülzâre gele
kendinden serv gider yar çü reftâre gele
………………….
Görse cân-bahş lebin mucizesine sof-i şehr
Gaybın esrârına vâkıf olup ikrâre gele
……………………..
Lebine ahır erem derse Atâi cânı
Çıka bin def’a ümidiyle lebe vara gele”
AHMET PAŞA
(Veliyüddinzade,15.YY)
Karar ü sabrum alan zülf-i bikârarındır
Harâb eden beni şol çeşm-i pürhumârındır
Cihan şikârına şehbsaz-i zülfünü sala gör
Kebuter-i dil ü cân hep senin şikârındır
Aceb mi bağ kenarında dursa lâle hacil
Ki lâlezar-i cemalinde har ü zârındır
Nazar fakire kıl ey padişah-ı hüsn ü cemal
Ki devlet-i ezeli hüsn-i i’tibârındır
Dem-i baharın ile dü cihânı hurrem eden
Nesim-i galiye-i zülf-i müşg-bârındır
Mürûr-i vâ'de-i yâra inanma sen Ahmed
Gama inan inanursan ki eski yârındır
Niyazi MISRİ
(17.YY)
“Bakıp cemâl-i yare çağırırım dost dost
Dil oldu pâre pâre çağırırım dost dost.
Aşkın ile dolmuşum zühdümü yanılmışım
Mest-i müdâm olmuşum çağırırım dost dost.
Mescid-ü meyhânede, hânede virânede
Kâ’be’de büthânede çağırırım dost dost
……………
Dünya gamından geçip yokluğa kanad açıp
Aşk ile dâim uçup çağırırım dost dost.
Aradığım cândadır, cânda hem tendedir
Bilir iken bendedir çağırırım dost dost
………………..
Hep görünen dost yüzü andan ayırmam gözü
Gitmez dilimden sözü çağırırım dost dost.
Deryâ olunca nefes pârelenince kafes
Tâ kesilince bu ses çağırırım dost dost.
……………..
Geldim o dost ilinden koka koka gülünden
Niyâzi’nin dilinden çağırırım dost dost.
(Bu gazel türkü formunda bestelenmiştir.)
SELİSİ(17.YY)
Gidip ağyâr, geldi yâr ile zevk ü safâ devri
Bilhamdillah bahar erişti vü gitti şitâ devri
Güzeller ham-be-ham kâkülleriyle gitti gülzâra
Yine geldi çemende seyr-i zülf-i dil-rubâ devri
Bu devr içre peri-rûylarda ey sofi vefâ yokyur
Meğer kim halka-i zikre girip ol vefâ devri
……………………….
Felek devreyledikçe devletiyle br-karar olsun
Selisi hoşdurur ol fazl-ı müşkil-küşâ devri.
İsmail BELİĞ
(Bursalı,17.-18.YY)
Bi-mezâk olmuş idi halk-ı zemân
Kise cem’itmek idi fikri hemân
Ol kadar olmuş idi rağbet-i mâl
Mühr-ü hemyâne idi mahz-ı kemâl
Nâ-revâc idi o denlü irfân
Bin hüner bir pula olmuş idi hemân
Öyle güm-kerde idi nâm-ı vefâ
Kayd-ı sim ü zer idi halka safâ
Yoğ idi hüsn-ü cemâle rağbet
Bi-bahâ olmuş idi vuslât
Mey- i dinâr ile ba’zı tarâr
Mest idüp dil-beri eylerdi kenâr
…………………..
Nazm-ı pâki acaba kim neyler
Şi’ri şimdi kim okur kim dinler.
LAMİİ ÇELEBİ
(15.-16.YY)
Gökdere:
Meğer gökden iner ol Nilüfer-câm
Onun için ona olmuş Gökdere nam
İki şakk eyleyip ol nehr şehri
Edipdir behresi sir-âb dehri
O cuy-ı Dicle'dir san Bursa Bağdad
Konulsa n'ola burc-ı evliyâ ad
Pınarbaşı:
Önünde Nil'e benzer çeşme-sârı
Başından avlamış seyret pınarı
Bürûdet günlerinden hâlis ü nâb
Hararet demleri oldukça berf-âb
Edip dolaplar su üzre devrân
Kılarlar yer ve gök ehlini hayrân
Ulucami:
Husûsan nâf-ı şehr ol Ulucami
Mataf-ı âlemin devletli câmii
Kemerler onda baş baş çatılmış
Kemandır her biri tiri atılmış
Kibâbı pest okur tâk-ı semâya
Salar kürsüleri arş üzre sâye
Sultan Çelebi Mehmed TÜrbesi:
Husûsan türbe-i gerdûn ni tâkı
Zümürrüddür kamu tâk u ni tâkı
Nazirin görmemiştir çeşm-i devrân
Kurulmuş sebz-çâdırdır felek-sân
Taşından reng uğurlar çerh-i ahdar
Tayınır sırçasından pây-ı sarsar
Sıcak sulu kaplıcaları:
Hudâyi şehr önü germâbelerdir
Suyu sermâ gamından bi-haberdir
Zeminden kaynayıp çıktıkça âbı
Salar hurşid ü çerh üstüne tâbı
Zer-i hâlis kılar bi-sim halkı
Gönülden yur gubârı şevk ü zevki
Kaplıca havuzu:
Husûsan çerh-veş şol havz-ı dil-keş
Ki vurmuştur güneş canına ateş
Girip içine her mâh-ı cihân-tâb
Ederler kendisini gün gibi pür-tâb
Döker ol havz didem gibi ceyhûn
Kabaklarla yüzer her la'l-i mey-gûn
Nilüfer çayı:
Birisi nehr-i lûlûlerdir onun
Çekilmiş resmidir devr-i zamanın
Kenan cüyâ vermiş cevdel-âyin
Katâr-ı lâlesi surh ile tezyin
Dil-i divâne gibi mest ü medhüş
Dem-â-dem ayn-ı âşık gibi pür-çüş
EK-B:
BURSA YAZININDA DÜZYAZI
HASAN ALİ YÜCEL
“BURSA BİR “DIŞ” DEĞİL BİR “İÇ”TİR
………………………
Bursa, hayat pınarını göğsünde taşıyan bir diyar... Su, nerede, ondaki kadar varlığını her zerresinden fışklrtır? Bursa'nın bütün yeşilleri, onunla yaşar ve onunla yeşerir. Belki de bunun için Bursa'nın ölüleri insana diri gelir.
Bize koskoca bir devlet veren Osman Bey ve Oğulları, türbelerinde değil evlerinde yatarlar. Emir-Sultan, bu maneviyat hükümranı; Süleyman Çelebi, bu Türkçeyi Allah evine sokan insan, ne kadar aramızda ne kadar bizimle beraberdirler. Ebedi istirahatgâhında yanına kimseyi istemiyen İkinci Murad'ı ziyaret ettiğim zaman bir türlü oradan ayrılamamıştım. Huzurunda kalıp uzun uzun onun iç menkıbelerini ve gönül cenklerini kendinden dinlemeyi arzulamıştım.
Bursa, bir tarih sergisidir. Hiçbir kitap, onun kadar 1299'Ia 1923 arasındaki olayları bize doğru haber veremez. Osmanlı Şahini, Uludağ'a kurduğu yuvadan havalandı. Kanadının tüyleri, Hint hudutlarından Hicaz ülkesine. Marmara kıyılarından İskenderiye koylarına, Volga boylarından Tuna membalarına kadar uçmaktadır. Hadiselerin rüzgârları, hatta fırtınaları onu yere düşüremedi.
Bursa, benim için bir "dış" değil, bir "iç"tir. Zevksiz eller ona kıyabildiği kadar kıysın. gözümde ve gönlümde hiçbir şeyini değiştiremez. Bu yurd bucağı, bu vatan köşesi, seyahati zaruri kılmayan bir çekicilikle her vakit yüreğimdedir. Bursa hakikati hayal yapan kutsal bir diyardır. Bursa, bir coğrafya gerçeği olmaktan çok bir tarih, hatta tarih olmaktan da ileri bir şeydir. Bursa, Türklüğün, Konya gibi beşiklerinden biridir. Her Türk biraz Bursa’da doğar. Onun için Bursalı olmıyan Türk yoktur; diyebiliriz.”
AHMET HAŞİM
GURABA-HÂNE-İ LÂKLÂKAN
On onbeş sene evvel, bir tatil haftasını geçirmek için Bursa'ya gitmiştim. Üç dört saatlik hazin, kirli, eğlencesiz bir vapur seyahatinden sonra, ovalar içinde iri bir tırtıl ağırlığı ile sürüklenen ufak bir şimendifer, beni aynı günün akşamında, karanlık bir duvar gibi semalara kadar yükselen Keşiş'in (Uludağ) eteğindeki yeşil şehre bırakmıştı,
O sırada İstanbul'un okur yazar gençleri arasında "mimari" bir milliyet-perverlik hüküm sürüyordu, Herkes evvelce işitilmemiş eski bir mimar ismini bulmakla iftihar ediyor; makaleler, ihtiyar mermerlerin mana ve asaletinden bahsediyor: şiirler, kemer ve sütunların güzelliğini söylüyordu, Edebiyat lisanı duvarcılık ve marangozluk tâbiratı ile dolmuştu. Türk medeniyetinin ölçüsü münhasıran "mimari" olmuştu. Mimari münakaşaları ile câ-be-câ dostluklar teessüs ediyor, düşmanlıklar vücut buluyordu. Ben bile bir akşam, Köprü'den İstanbul'a geçerken, ince ve hafif minareleri, altın semalara teressüm eden Yenicami'in mimarisine dair bir münakaşa yüzünden eski bir mektep arkadaşımla müddet-i hayat için bozuşmuştum, .
Milli şuurun uyandırdığı deruni kuvvetler henüz büyük felaketlerin çekiciyle dövülmemiş, bugünkü rüştünü bulmamıştı. Bu kuvvetler havai fişekler şeklinde, hayatın gecesinde, renkli ateşlerden seyyal nakışlar çizdikten sonra dağılıp gidiyordu.
O sıralarda Bursa'da benim de ne yapacağım tabii belliydi: Abideleri görmek, nakışlar ve çinilere dair tetkikatta bulunmak, sormak, düşünmek, not almak ve nihayet mimarinin "tarih" ve "bedi'i hakkında az çok uydurma yeni bir keşitle zengin, müstakbel münakaşalar için yerinde toplanmış kuvvetli vesikalarla silahlı olarak İstanbul'a dönmekti. Öyle yaptım.
Çekirge'de Hüdavendigâr türbesini ziyaret ettim. Türbedarın bana üçyüz senelik, diye gösterdiği bir Kuran'ın yazı ve tezhibine takdir ve hayretle baktım. Türbenin kutsi ulu 'su Sultan'ın ceylan derisinden bir seccade, bir zırhlı gömlek ve bir miğferden ibaret cengâverane metrukatına haşyetle ellerimi dokundurdum.
Muradiye'ye gittim. Türbenin rengarenk çini bahçesinde, erimiş yakuttan kırmızı lale ve karanfillerin havasında uzun müddet oturtarak düşündüm.
Diğer birgün Yeşil Cami'e gittim. Duvarları kaplıyan yeşil çiniler bu mabedin içine esrarengiz bir deniz altı aydınlığı veriyordu. O aydınlıkta kayyımla karşı karşıya oturarak nakışlar ve oymalar hakkında uzun uzun konuştuk.… Bana camiin Vefik Paşa zamanında, "Döpar Wille'" isminde bir Fransız mimarın nezareti altında, gömülü olduğu topraklardan çıkarılıp tamir edildiği zaman çalınmış olan çinilerden bahsetti. … Ziyaret için müsaade istemek üzere kendisine yazdığım mektuba aynı günde cevap aldım. Ferdası günü öğleden sonra Sedbaşı'ndaki evinde bana muntazır olacaktı.
……………………………….
Evvelâ köşkü gezdirdi. Bu köşkte Muradiye'nin çinilerini takliden Kütahya'da yaptırılmış renkli bir duvar parçasından başka dikkate layık bir şey görmedim, Zaten Greguvar Bay, köşküne fazla kıymet vermiyordu. Hayatının şaheseri bahçenin mehcur bir köşesindeki "Guırabahâne-i Lâklâkanı" idi. Bu gülünç tesmiyenin sebebini Greguvar Bay bana sonra anlattı. Köşkten çıktık ve bahçenin her noktasında uzun uzun durup konuşarak dolaştık. Herbir adımda hane sahibi bahçesinin ayrı bir hususiyeti hakkında tafsilat veriyordu:
……………………………….
-Işte Guraba-hâne-i Lâklâkan! dedi. Biliniz ki bahçemin bu köşesi hakikat şeklini almış kendi hayalimdir. Bu harap üç odayla onları çeviren bu bahçe köşesinde ömrümün bu son günleri sükün ve tahayyül içinde geçiyor. Fırsat buldukça buraya iltica ederim. Zevcem bile bana burada refakat etmez. Bu inzivagâhta arkadaşlarım yalnız sakat ve ihtiyar bir iki leylektir. Bilmem Bursa'yı gezerken gördünüz mü? Haffaflar Çarşısı'nın ortasında bir meydan var. Bu meydan malül bazı hayvanların dar-ül-acezesidir. Kanadı veya bacağı kırık leylekler, bunamış kargalar, kör ve sağır baykuşlar burada halkın sadakası ile iaşe edilir, Haffaf esnafının aylıkla tuttuğu belki yüz yaşında, baktığı sakat leylekler kadar amelimanda bir ihtiyar, toplanan sadaka parası ile her gün işkembe alır, temizler, parçalar ve insan merhametine iltica eden bu zavallı kuşlara dağıtır. Haffaflar Çarşısı'ndaki sakat leyleklerin bir iki tanesini buraya aldım. Ben de artık bir ihtiyar sakat leylekten başka neyim? Bu köşe onlar ve benim için bir gurabahânedir. Son günlerimizi burada birlikte yaşayıp bitireceğiz. Onunçün paviyona "Guraba-hâne-i Lâklâkan" ismini verdim.
…………………………..
Uzaktan su ve ezan sesleri geliyor, hava akşam dumanlarının ailevi kokulari ile doluyordu. Yarasalar bize dokunacak kadar yakın geçiyordu. Uhrevi ve sert kokularını aha kuvvetle neşretmeye başlıyan bahçenin her tarafında şimdi yeşil Mevleviler daha vecd ile, daha rahatla dönüyordu...
Bursa'dan ayrıldıktan sonra Greguvar Bay'dan bir daha bahsedildiğini işitmedim. Bursa'da vefat ettiğini pek çok sonra öğrendim. 1928
AHMET HAMDİ TANPINAR
BURSA’NIN DAVETİ
Niçin Bursa'yı bu kadar seviyoruz? Bu sevgi hayatın dışında bir oyun mudur? Kendimize bir güzellik dini, geçmiş zaman kokulu bir âlem, çinilerden, su seslerinden, kemer ve oymalardan, eski kumaşlardan ve geçmiş modalardan, isim ve hatıralardan bir dünya yaratıp onun içinde, o yapma cennette bir takım zihni uyuşturucular veya coşturucular yaşadığımız zamandan uzakta sarhoş olmak mı istiyoruz?
Böyle bir şüpheyi taşıyanlar elbette yanılırlar.
Ne Bursa, ne de eski zevkimiz ve sanatlarımız biçim için bu cinsten bir afyon hokkası de~ildir. Bursa’ya zamanımızın gürültüsünden uzaklaşmak, bir hamam kubbesi çınlayışında kendimizi' kaybetmek için gitmiyoruz. Eskiyi zorla sanatkarca bir rüya temin için sevenlerden değiliz.
Zaten şiir ve sanat hiçbir zaman bu cinsten bir oymalı lâhd uykusu, yahut fildişi kule rüyası olmamıştır. Onun rüyası daima en verimli ve devamlı hareket, daima yaratıcı ve kurtarıcı hamledir. Çünkü asıl hareket dışta de~il ruhtadır. Dışarda seyrettiğimiz, bizi çabuk, beklenmedik gelişmeleriyle, kudretiyle o kadar şaşırtan, hatta zaman zaman büyüklüğüne haklı olarak hayran eden şey ya bu içerdeki itişin bir aksi, iş halinde tercümesidir, yahut da onun yokluğu, o şifasız ruh fakirliği yüzünden küçük realiteler tarafından zaptedilmenin, onlara kapanmanın, onlar üzerinde küçük ve miskin hulyalar kurmanın kendisidir.
Sanatta kaçış yoktur. Gayesine adeta dikine kanatlanma vardır. Goethe "bidayette hareket idi" derken bu içten gelen hamleyi söyler. Biyolojiden cemiyete ve ferde kadar bütün hamleler içerdendir. İçzenbereklerle kımıldanarak hayatı kurar ve fethederiz.
***
Bursa işte bu hareketin ta kendisi büyük rüyayı aksettiren çerçevelerden biridir. Onun ruhunun mizacına ermekte olan bir millet, birdenbire kendisinde bulduğu hakikatlerin ifadesi olarak vücuda getirmiştir.
……………
Yollarında dolaşırken, camilerini gezerken, çeşmelerinin sesini dinler ve ağaçlarının hışırtısında düşüncemi uyuştururken bu suallerin cevaplarını, velev müphem bir ürperme şeklinde olsa bile, kendimde duyduğum için Bursa'yı seviyorum. O içimizdeki aydınlığın aynasıdır.
Bu aynaya ve benzerlerine baktıkça sanatımız ferdi bir hüner veya küçük bir hülya olmaktan kurtulacak. Hayatın mucizesi olan devamı kendimizde bulacağız. Mimarimiz, resmi musikimiz, romanımız ve şiirimiz bizim olacak.
Bursa, şimdiye kadar sakladığı el değmemiş mazi rüyasıyle içimizde en geniş davettir.
YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU
MURADİYE’DE
Uhrevi sükunetin ve uhrevi rahatın ne olduğunu bilmek istiyenler Bursa'da Muradiye Türbesine gitsinler! Ölüm yalnız burada korkunç değildir. Mukaddes kitapların va'dettiği cennet bize yalnız burada mümkün görünüyor. Burada her dakika bir meleğin kanadı gibidir. Başımızın üstünden hayatın bütün hümalarını, gusselerini, şüphe ve endişelerini silen yumuşak ve nemnâk bir tüy temasiyle geçer. Ey bi-karar günül, dakikalara "dur!" diyebileceğimiz yer burasıdır.
Zira, buranın eşiğini aştıktan sonra bize saatlerin, bize günlerin, bize yarının, bize öbür günün lüzumu kalmıyor. Bu dakikaların her birinde edebiydin derin ve lâ-yetegayyer çeşnesini tadıyoruz. Artık hiçbir zevkin daha fazlasını istemiyoruz, burada zevklerin en cavedânisine eriyoruz.
Dışarda bıraktığımız şeyler ne kadar yakıcı, ne kadar acıdır! Sevgilinin bedeni ne çetindir! Dostun eli ne müziçtir! Ana şefkati ne kasvetli, evlât muhabetti ne zahmetlidir! Düşmandan intikam ve ikbalden kâm almak ne kadar gailelidir. Zafer ne zor, hezimet ne kadar müthiştir. Bed-baht burada kal, bu yeşilliğe gömül, bu havalara karış! Dehrin hay-ı huyundan sana ne!
***
Kendi kendimize böyle söyliyerek yarı belimize kadar gömüldüğümüz yeşilliğin içinde tabiatın hayatına karışırız. Ölüm, eğer bu yeşilliğin altında zerre zerre dağılıp erimekse, ölüm eğer, bizdeki özün bu otlardaki usareye damla damla karışması demekse, onu şimdiden özliyelim. Çünkü bu otlar bizden daha güzeldirler ve ömürleri bizim ömrümüzden daha uzundur: Tam altı yüz seneden beri her bahar bu türbeleri sarıyor. İçerde yatanlardan birisi niçin bu otları yetiştiren kara toprağı beyaz mermere tercih etmiş? .
Merkadinin kubbesinde niçin yağmurlara bir menfez bırakmış? Türbedar yavaş bir sesle bize bu sırrı anlatıyor:
- Bahar olunca bu toprağın üstüne bir avuç arpa atarım. Kubbedeki açıktan rahmet yağar, güneş vurur, birkaç hafta içinde mezarın ortası yemyeşil olur.
……………….
Şu vahşi ve coşkun otların arasında sanattan bahsetmek bir küfürdür. Burada hepimiz işlenmemiş bir zümrüt külçesi içinde birer damla ruhuz. Eğer hariçdeki seslerin bize kadar gelmesi mümkün olsa da bize sorsalar ki: "Güzellik nedir?" Hiç düşünmeden: "Bu yeşilliktir,” diyeceğiz. Çünkü biz burada, herhangi bir şeye dışından bakmak hassasını kaybettik; yalnız batıni değil, batın olduk. Biliriz ki hiçbir "eser-i sanat" bize bu hidayeti veremez.1923
ABDULBÂKİ GÖLPINARLI
BURSA’DA BAHAR
Baharın ikinci ayına girdik, Nisan bitmek üzere. Esen yel, cana can katıyor. Yağan yağmur, toprağı kabartıyor. Eski bir inanca göre Nisan yağmuru yağarken her yaratık, ağzını açarmış. Sedefin ağzına düşen katre, inci olurmuş, yılanın ağzına düşen zehir.
Büyük hakim Şirazlı Sadi bile; doğunun ikili inancının, fatalist kanaatinin bir sonucunu, "Tabiatındaki letafetten şüphe yokken gene de yağmur lâlelikte lâle bitirir, çalılık çırpılıkta çer-çöp"der. Halbuki çalılıklar, insan eliyle, insan emeğiyle lâlelik oluyor, elverir ki insan eli, tabiat gücünü hizmetine alsın.
Bırakalım felsefeyi; baharın kitap okunmuyor. Bu hava, insanı saran bu güzelim koku, düşünceyi dört duvar içine sokmuyor. Nabızlar atarken insan, içten gelene uyuyor.
Bahar, uyanış çağıdır. Tabiatın, geriniş zamanıdır dünyanın, göz açış demidir yaşayışın. Yorgun insan, derin bir nefes alır, bir an dinlenir, inanır kendisine, yeni bir hamle için kalkar. Uyanan kişi, göz açar, gerinir, boynuna, vücut yapısının üstünde şöyle bir devir gösterir, saçlarını parmaklarıyla tarar ve birden yekinir, dupduru ayaktadır artık. Bir vuslat anından sonra sere-serpe yayılan genç, ilk rehaveti geçirince tekrar duyar kendisini, tekrar sarılır sevgiliye, nabızları tekrar atar. İşte budur bahar; ölmeyen varlık, uyuyan gençlik, uyuşan yaşayış, baharda nefes almadadır, gerinmededir, yeniden hayata sarılmadadır.
Dikkat edin çamlara; koyu yeşil yaprakların uçlarında filizi yeşil, yeni, yepyeni türemeler, uzamalar göreceksiniz. Erguvanlara bakın; menekşe mavisiyle kırmızı arasındaki renkler, yavaş yavaş yeşille işlenmede; bir ay sonra yemyeşil olacak o dallar. Yağmurdan sonra güneş açınca kırları gördünüz mü? Gözle görürcesine, elle ölçülürcesine bir verim var tabiatta. Toprak gebe, doğuruyor. Cansız sandığımız şeylerde bile bir şeyler oluyor. Bir kayadan bir filiz, bir taştan bir selvi fidanı bitmede. Yaşamıyan, yaşayış potasında madde oluyor, yaşıyacaklara, yaşayış maddesi. Yaşama kabiliyeti, damarlarında atan, varlığında, yaşayış dolaşan, kudreti, yapısında duyan her şey, yenileniyor,yeniden doğuyor.
……………………
Bir an, göz yorulunca, bir an düşünce durunca, insan, nasıl kendi âlemine çekilirse ben de yaşadığım muhite çekiliyorum; fakat onlarda gördüklerimi sözle söyleyenlere, duyduklarımı özle anlatanlara rastlıyorum. Ne olurdu, bir makale kadrosuna, bu canları da sığdırabilseydim.
Bursa; tarihi dile getiren, bir devleti kuran, işlenen çiniye, yüzyıllar boyu emeğin göz nuriyle rengini katan, yeşilin, çeşitli görünüşlerini belirten, baharın türlü neşelerini işleyen, asırları canlandıran, modern resmi fotoğraftan ayıran şehir. Toprağından sular kaynıyan, rutubetiyle verdiği sızıyı, şifalı sulariyle iyileştiren, derdini, dermaniyle beraber bağışlıyan, temizliyen, varlığı yıkıyan, arıtan şehir. Konuşacağım Bursa, konuşacağım seninle ve senin için.(1955)
Dostları ilə paylaş: |