Osmanlı Kültürünün Eflak ve Boğdan’ın Yaşamına Etkisi


Mısır'daki Siyasi Değişimler ve Osmanlıların Mimarî Üzerindeki Etkileri / Dr. Seif el - Rashidi [s.60-70]



Yüklə 11,12 Mb.
səhifə6/105
tarix15.01.2019
ölçüsü11,12 Mb.
#96589
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   105

Mısır'daki Siyasi Değişimler ve Osmanlıların Mimarî Üzerindeki Etkileri / Dr. Seif el - Rashidi [s.60-70]


Kahire Amerikan Üniversitesi İslam Mimarisi Bölümü / Mısır

Mimarinin “tüm zamanların matbaa makinası olduğu ve inşa edildiği dönemdeki olayların ve ortamın tarihini belgelediği” söylenir. Gerçekten de, Osmanlıların 1517 yılında Memlükleri yenilgiye uğratması, özellikle Memlüklerin başkenti Kahire olmak üzere eski Memlük şehirleri üzerine damgasını vurmuştur. Osmanlılar, beraberlerinde ileri bir mimari ifade tarzı getirmişlerdir; ancak bu tarz, Memlük sarayının üç yüzyıl boyunca geliştirdiği mimariden oldukça farklı olmuştur. Özellikle dini binalar, iki mimari tarz arasındaki farkı çok iyi bir şekilde ortaya koymaktadır: Osmanlılar simetriyi kullanırken, Memlükler düzensiz bir tarz kullanmıştır ve Osmanlılar şekle dayalı ve ortada kubbe şeklinde boşluk bulunan bir tarzı yansıtırken, Memlükler ise binalarını en kaba araziler üzerinde uygun bir şekilde inşa etmeye yönelik teknikler geliştirmiştir.

Tahmin edilebileceği gibi, Kahire’deki erken Osmanlı dönemi, bir çeşit mimari geçiş dönemi olmuştur. Bazı binalarda Memlük ve Osmanlı tarzlarının unsurları birlikte bulunurken, diğerleri özgünlükten yoksun kalmış ve daha önceki örneklerinin zayıf taklitleri olmaktan öteye gidememiştir. Elbette ki, Türkiye’deki binaların yanında inşa edildiğinde sırıtmayacak olan ve tamamen Memlük ruhu ile inşa edilen yapılar da olmuştur. Bu çalışma temel olarak, Osmanlı idaresinin ilk iki yüzyılında değişen sosyal, ekonomik ve siyasi koşullar ışığında, Kahire camilerinde meydana gelen değişimleri incelemektedir.

Son Memlük sultanı Bab Züveyleli Tümenbey’in asılmasından sonra, Osmanlı fethi ile ilgili olarak akla gelen olaylardan ilki, belki de Mısırlı ustaların İstanbul’a getirilmesi ve beraberlerinde de Kahire Kalesi’ndeki El Nasır Camii’nin mermerleri gibi süsleme materyallerini getirmeleri olmuştur. Peki Kahire’nin tüm zanaatkarlarını ve ustalarını kaybettiği düşüncesi ne kadar gerçektir? İbn İyas’a göre, Sultan Selim İstanbul’a getirdiği 1800 zanaatkara karşılık olarak Mısır’a da Türk ustaları göndermiştir; açıkça görüldüğü gibi, sarayına aldığı zanaatkarlara karşılık kendi zanaatkarlarından bazılarını da oraya göndermek Sultan Selim’in bir adetiydi. Yine İbn İyas’ın belirttiğine göre, 1519 yılında Mısırlı işçi gruplarının İstanbul’dan döndüğü ve bunların arasında inşaatçılar, mermerciler ve demirciler bulunduğu yönünde bazı söylentiler dolaşmaktaydı. Sultan Selim’in Mısır’ı insan kaynaklarından mahrum bırakmak istemediği, aksine Mısırlı ve Türk işçiler arasında bir değişim sağlayıp her iki bölgedeki uzmanların etkileşim içerisine girip uzmanlıklarını paylaşmalarını istediği savunulmaktadır. Kahire’de 1527 yılında inşa edilen Süleyman Paşa Camii (Şekil 1) örneğinde de açık bir şekilde görüldüğü gibi, Osmanlı fethinden sonra da Kahire’de hala iyi ustalar mevcuttu.

Mısır’ın 1517 yılında alınmasının ardından Selim tarafından kurulan siyasi rejimi anlamak oldukça önemlidir. Temel amaç, Osmanlı sarayının çıkarları doğrultusunda hareket edecek bir divanın kurulması ile gerçek anlamda özerk bir vilayet olarak Mısır üzerinde uzaktan bir kontrol tesis etmekti. Selim’in temel amacının Mısır’ın kaynaklarından faydalanmak olması hasebiyle, padişah mevcut Memlük elit tabakasının eskiden olduğu gibi faaliyetlerine devam etmesine izin verdi ve sarayına önemli miktarda bir gelir sağlamak için genelde tüccar olan bu insanlardan deneyimlerinden yararlandı. Ancak görülen büyük değişikliklerden bir tanesi, Memlük toprak mülkiyetlerinin Osmanlı

Devleti’ne geçmesi ve başlangıçta Memlük olmayan Osmanlı yetkilileri tarafından yönetilmesiydi. Bu, Memlüklerin “yeni rejimin maaşlı görevlileri” haline getirilmesi ve daha önce sahip oldukları toprak mülkiyetlerinin ellerinden alınması anlamına geliyordu.

Selim tarafından tesis edilen divan sistemi etkin bir sistem olarak görünmekle birlikte, 1599 yılında Kahire’yi ziyaret eden Mustafa Ali isimli bir Türk burada karşılaştığı siyasi ortamdan oldukça hoşnutsuz kalmıştı. Mustafa Ali, şehri fırsatçı, sonradan zenginleşmiş ve sahip oldukları unvan ve makamları hak etmeyen görevlilerin ellerindeki bir vilayet başkenti olarak tanımlamıştır.

Osmanlı sarayının Mısır üzerindeki kontrolünü kaybetmekten korktuğu için valilerin Mısır’da uzun süre kalmasına oldukça nadiren izin vermesi sebebiyle, Osmanlı dönemindeki Mısır’ın görev süreleri nadiren birkaç yılı geçen çok sayıda vali tarafından yönetildiğinin unutulmaması gerekir. Mısır’ın, Memlük dönemindeki prensler ve sultanlar ile aynı standarta binalarda oturma gibi hiçbir şansı olmayan bir dizi vali tarafından Kahire’den yönetilmesi ve Osmanlı hazinesine yıllık vergilerin ödenmesi zorunluluğu, Osmanlı döneminde Mısır’daki imar faaliyetleri üzerinde güçlü ve maalesef olumsuz bir etkiye sahip olmuştur. Toprak satın almak güçtü ve oldukça pahalıydı; dolayısıyla çok az sayıda Osmanlı valisi Kahire’yi uzun süre görev yapacakları ve daha önemlisi hayatlarının sonuna kadar yaşayacakları ve gömülecekleri bir yer olarak düşünmüştür. Bu sebeple, temel işlerini İstanbul’da ve başka yerlerde kurup, Mısır’da küçük binalarda hizmet vermişlerdi.

Öte yandan, siyasi gücün İstanbul’a kayması ile birlikte, Kahire İslam dünyasının merkezlerinden biri olarak çekiciliğini kaybetmiştir. Memlük döneminde, imparatorluğun merkezi olarak sahip olduğu önem, özellikle siyasi çekişmelerin yaşandığı bölgelerden biri olması hasebiyle üzere, İslam dünyasının diğer bölgelerinden yetenekli ve bilgili bireylerin Kahire’ye akışını kontrol edilemez hale getirmiştir. Bunun etkisi en iyi şekilde sanatta ve özellikle de mimaride görülmektedir: İran tipi tuğlacılık, Timur döneminden esinlenilen taş kubbeler ve bunların yanısıra, Suriye mermer işçiliği, Endülüs sıvacılığı ve tüm İslam alemindeki binalarda görülen alan kavramı, Orta Çağ Kahiresinin mimari ifadesinde kendini bulmuştur.

Ancak, bu durum Osmanlı fethinin ardından değişmiştir: Yetenekli ustalar Kahire’deki düşük düzeyli görevliler yerine Osmanlı sarayının hizmetinde çalışma fırsatı buldular. Genel olarak, “yeteneklerini yeni şaheserler yaratmak için kullanabilecekleri” bölgelere çekildiklerini varsayabileceğimiz bu “muhacir sanatçılar beraberlerinde üslup değişikliklerini de getirmişlerdi”. Osmanlı döneminin ilk zamanlarında, yetenekli işçilerin yeri artık Kahire değil, İstanbul olacaktı. Bu durumda, göç eden bu zanaatkarlar mimari üslubun değişmesini başlatan etken olurken, Kahire mimarisi ise bir durgunluk dönemine giriş işaretleri gösterecekti.

Değişen Alan Kavramı

Osmanlı döneminin başlangıcında meydana gelen en önemli değişikliklerden bir tanesi, alan ve plan kavramlarındaki değişiklikti. Bu değişikliği anlamanın en iyi yollarından biri, bu dönemde Kahire’de inşa edilen camilerin zemin planlarına ve bu camiler ile bulundukları yerdeki şehir yapısı arasındaki ilişkiye bakmaktır. Elbette ki mimari alan kavramı yaklaşımını etkileyen bazı etkenler olmuştur; bunlardan ilki, camiler ile çevresindeki yapılar arasındaki ilişkiyi şekillendirmede büyük rol oynayan mevcut şehir yapısı olmuştur. İkinci etken ise, çevreden ziyade mimari bir etkendir ve mimarın ya da camiyi yaptıran haminin vermeyi amaçladığı etkiye dayanmaktadır.

Osmanlı fethinden sonraki ilk iki yüzyılda Kahire’de inşa edilen camiler üzerinde yapılan incelemeler, plan ve alan açısından eşzamanlı olarak ilerleyen birkaç mimari hareketin bulunduğunu göstermektedir. Bunlardan ilki, yaygın olarak inanılanın aksine çok daha etkisiz olmasına rağmen, bir nebzeye kadar Memlük geleneğinin bir devamıydı. Türk tarzı binalara yönelik ikinci eğilim ise ilkinden biraz daha yaygındı, ancak yine de Osmanlı dönemindeki Kahire’de genel bir uygulama olarak kabul görmemişti ve Osmanlı döneminin sadece başlangıcında hakim durumdaydı. Üçüncü ve en yaygın tipoloji ne Osmanlı ne de Memlük geleneğiydi; her iki gelenekteki fikirleri birleştirerek yansıtan bir yaklaşımdı: Bu, üç koridorlu ya da sayvanlı bir plandı.

Memlük Geleneğinin Sürekliliği: Dur kaayı çevreleyen dört eyvandan oluşan tipik Memlük kaa planını sıkı bir şekilde takip eden camileri göz önüne alacak olursak, bu dönemde plan açısından gerçek anlamda Memlük tarzı olduğunu söyleyebileceğimiz sadece bir örnek mevcuttur -Yusuf Ağa el-Hin Camii (Şekil 2). Bu caminin Memlük İmparatorluğu’nun yıkılmasından yaklaşık bir yüzyıl sonra, 1625 tarihinde inşa edilmiş olması, Memlük geleneğinin Osmanlı döneminin ilk başlarında değişmeden kalabileceği ancak daha sonra yavaş bir şekilde farklı bir mimari üsluba doğru kayması bekleneceğinden dolayı oldukça şaşırtıcıdır. Açıkça görülebileceği gibi, durum böyle olmamıştır: Mimari anlayışına uymayan camiler hemen yerini almış olmakla birlikte, tipik Memlük cami planı tamamen unutulmamıştır.

Memlük Dönemi’nde giderek artan bir şekilde yaygınlaşan dört eyvanlı plan, ilk zamanlarda, genellikle sadece dört temel Sünni düşünce okulunun (mezhebin) öğretildiği cami-medreselerde kullanılmaktaydı (Şekil 3). Bu gibi durumlar için dört eyvanlı plan en uygunuydu; çünkü her bir eyvan Sünni mezheplerden birinin medresesi olarak hizmet verebilirdi. Bu tip bir planın en iyi örneği, Memlük tarihçisi Taki el-Din el-Mekrizi’nin de tespit ettiği gibi Sünni mezheplerinin bu dört eyvandan birini kullandığı ondördüncü yüzyıl El-Nasır Muhammed Medresesi’dir.

Yukarıda belirtilene benzer durumlarda dört eyvanlı medrese tarzı, binanın işlevi açısından uygun olmakla birlikte, medrese hizmeti vermeyen ya da Sünni mezheplerinin hepsinin öğretilmediği camilerde pek kullanışlı değildi. Cami-medresenin popülaritesindeki düşüş ve Memlüklerin son dönemlerinde Kahire’de arazi sıkıntısının artması, Çerkez döneminin sonlarında camilerin boyutlarının küçülme eğilimine girdiği anlamına gelmektedir; dolayısıyla, giderek küçülmeye başlayan iki taraflı eyvanlar anlamlarını yitirmiştir. Sonuç olarak, onbeşinci yüzyılın ortalarına gelindiğinde, camilerde girintilerin görülmeye başlaması pek şaşırtıcı değildir. İki taraflı eyvanların işlevindeki bu düşüş, haç şeklindeki planın artık hiçbir var oluş sebebi kalmadığı ve daha işlevsel olan kaa planına dönüştüğü anlamına gelmektedir. Kaa planında, artık küçülen iki taraflı eyvan uygulamasının sadece mimari geleneklere saygı adına devam ettirildiği anlaşılmaktadır. Onbeşinci yüzyılın sonlarında inşa edilen camilerin çoğunun küçük hamiler tarafından, büyük kenar eyvanlarının uygulanmasının neredeyse imkansız olduğu küçük araziler üzerinde inşa ettirildiği göz önüne alındığında, kaa planının niçin benimsendiğini anlamak kolay olacaktır.

Yukarıda belirtilen etkenler, iki taraflı eyvanların neden sadece bir erken Osmanlı camisinde görüldüğünü çok iyi anlatmaktadır; onaltıncı yüzyıla gelindiğinde iki taraflı eyvan uygulamasının kullanışsız olarak görüldüğü ve bu sebeple Kahire mimari geleneklerine pek saygı gösterme eğiliminde olmayan bir hanedanın gelmesiyle de tamamen ortadan kalktığı oldukça açık bir şekilde görülmektedir.

Memlüklere özgü ikinci bir özellik -kemer giriş-Osmanlı Kahiresinde çok daha uzun süreli bir rol oynamıştır. Bu özellik, tam olarak Memlük üslubunu yansıtmayan camilerde dahi yaygın olarak uygulanmıştır. Bununla birlikte, Memlük örneklerine en yakından benzeyen kemer giriş şekli, Yusuf Ağa el-Hin Camii’nde görülmektedir. Diğer Osmanlı camilerindeki kemer giriş, daha basit bir şekildedir; namaz kılınan bölüm ile giriş bölümünü tam olarak ayırmamaktadır.

Kahire’deki erken Osmanlı camilerinin iç planı Memlük mimari geleneğinden oldukça uzak olmakla birlikte, camiler ile şehir yapısı arasındaki ilişki Memlük Dönemi’nde görülen ilişki ile hemen hemen aynı olmuştur. Memlük ve daha sonra da Osmanlı döneminde Kahire’deki şehirleşme, etrafı boş kalacak bir cami yapmak zor hale gelecek bir şekilde ilerlemiştir; dolayısıyla, Memlükler mümkün olan en küçük alana dayalı bir mimari gelenek geliştirmiştir. Osmanlı döneminde de aynı sıkıntı devam etmiştir ve yine alan açısından ekonomik bir yaklaşım izlenmiştir -gerçekten de boş bulunan her alana bina yapılmış ve cami ile yol arasında hiçbir ara bölge kalmamıştır. Dolayısıyla, binalar ile çevreleri arasındaki ilişkiyi şehir yapısındaki yoğunluk yönlendirmiştir; Osmanlıların uyguladığı bir gelenek olan binaların etrafını boş bırakma eğilimi Kahire’de çok az uygulama alanı bulabilmiştir.

Kahire’deki Osmanlı Üslubu: Kahire’nin Memlük Sultanlığı’nın üç yüzyıldan daha uzun bir süre merkezi olduğu gerçeği göz önüne alındığında, Osmanlıların Mısır’ı fethinden hemen sonra Kahire’de görülen Osmanlı tarzı cami örneklerinin, Memlük mimarisinden kademeli bir şekilde uzaklaşmaktan ziyade bu tarzı kullanmaya yönelik bilinçli bir girişimin sonucu olduğu ortaya çıkmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu mimarisinin Mimar Sinan’ın mimari dehasının hakim olacağı bir çağa girmek üzere olmasına rağmen, Osmanlı idaresinin ilk iki yüzyılında Kahire’de sadece üç Osmanlı tarzı cami inşa edilmiştir. Dolayısıyla, Kahire’deki bu üç örneğin inşasına yol açan etkenleri ve bu mimari tipolojinin niçin yaygınlaşmadığının sebeplerini incelemek gerekmektedir.

Bu camilerden ilki olan ve 1527 yılında inşa edilen Süleyman Paşa Camii hem Kahire’de inşa edilen ilk Osmanlı camilerinden biri olması bakımından, hem de bir sultanlığın uzun süre merkezi olan şehirdeki konumu açısından büyük öneme sahiptir. Sadece şehir içerisindeki uygun konumu itibariyle değil, aynı zamanda şehrin doğu sınırına bakması dolayısıyla, Mısır’ın Osmanlılaştırılması sürecinin bir simgesi olarak gösterilebilir. Planının neden Osmanlı Türkiyesindeki örneklerine benzediği bu açıdan bakıldığında anlaşılabilir (Şekil 4).

Bu cami Osmanlı mimarisinin temel ilkelerini takip etmesine rağmen, bu tip bir planın Mısır’a yabancı olduğu ve tam olarak anlaşılamadığını gösteren birkaç kayda değer unsur mevcuttur. İlk olarak, caminin iki girişinden hiçbiri mihveri değildir: Ana giriş caminin bir yanındadır ve avluyu ibadethaneye bağlayan giriş koridoru mihrap ile aynı hizada değildir. Osmanlılar, şekle dayalı mimari ifade arzuları doğrultusunda, iki tarafın simetrik olduğu bir yapı benimsemiştir ve bu özellik burada mevcut değildir. Kubbe şeklindeki kemeri ile Türk tarzı avlu bile, farklı boyutlardaki dairesel ve elips şeklindeki kubbelerin gelişigüzel bileşimi ve Sidi Sariya’nın mezarının büyük kubbesi nedeniyle farklı bir şekilde kendini göstermektedir.

Öte yandan, caminin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki külliyeleri anımsatan dört yanı duvarlarla kapalı yerleşimi, temel olarak Kahire’ye yabancı bir alan kavramını vurgulamaktadır. Dolayısıyla, bu yeni ve bir ölçüde yanlış anlaşılan mimari tarzın getirilmesi yoluyla siyasi bir mesaj veren dini bir yapı ile karşılaşıyoruz.

Temel yazısı, Mısır’ın siyasi sisteminde bir değişiklik olduğunu ortaya koyuyor. Yazıda “Asil zatı-alileri Sultanların Sultanı Osman Soyundan Süleyman ibn Selim Han Tarafından İnşa Ettirilmiştir…” denilmektedir. Bu cümle, Mısır’daki yönetici sınıfının artık özerk olmadığını göstermesi açısından anlamlıdır. Bu cami inşa edildiğinde hamisi Mısır valisi olsa bile, bu vali kendisini Osmanlı soyuna bağlamaktadır.

Açıkça görüldüğü gibi, cami inşa edilirken Mısır’ın yeni idarecilerinin kimliğini vurgulamak için özellikle çaba harcanmıştı; şehrin kuzey sınırındaki stratejik konumundan dolayı, çok uzak noktalardan dahi görülebiliyordu. Alışılmamış derecede uzun ve ince minaresi Mısır’ın artık Memlüklerin elinde olmadığını açık bir şekilde hatırlatıyordu.

Bu caminin siyasi öneminin yanında, nüfusun yoğun olarak toplandığı şehir merkezinden uzaklığı, Osmanlı tarzında inşa edilmesini kolaylaştıran bir etken olmuştur. Burada, usulüne uygun ve nispeten ölçülü, dar ve düzensiz caddelerin sınırlamalara yol açmadığı bir plan uygulamak mümkün olmuştur.

Mısırda iki kez valilik yapan ve Osmanlı sarayında sadrazamlığa kadar yükselen Sinan Paşa tarafından 1571 yılında inşa ettirilen ikinci Osmanlı tarzı cami, büyük bir ticaret limanında daha büyük bir külliye içerisinde bulunan bir bina örneği sunmaktadır. Bununla birlikte, cami ile külliye içerisinde bulunan diğer binalar arasındaki ilişki, Osmanlı modeline oldukça benzemektedir: Yakın çevresine hiçbir bina konumlandırılmamıştır, açık bir bölge ile çevrilmiştir ve dört yandan görülmesi amaçlanmıştır; çevresindeki şehir yapısına göre şekillendirilmemiştir, aksine çevresini şekillendirmek üzere tasarlanmıştır. Sinan Paşa’nın camiinin boyutları, Osmanlı Kahiresinde gerçekten alışılmadık bir şekilde anıtsal bir bina inşa edilmesi yönünde bir girişimi işaret etmektedir.

Temel olarak ortada bir kubbe ile kapalı ve üç yanında revak ile çevrili kare şeklindeki bina planı Osmanlı mimarisine oldukça benzemektedir: Alçak kubbeli kemer şeklindeki revaklar ve üç mihveri giriş, Osmanlı mimarisinin temel özelliklerini yansıtmaktadır. Süleyman Paşa Camii’nin aksine, bu binada simetri düşüncesi daha ayrıntılı olarak uygulanmıştır. Bu caminin planı Üsküdar’daki Çinili Cami ve İstanbul’daki Firuz Ağa Camii gibi bazı Türk camilerinin planına oldukça benzemektedir. Buna rağmen, hiçbir Türk Osmanlı binasıyla tam olarak benzerlik göstermemektedir. Amacın Kahire’de Türk binalarının taklidini yapmak değil, Osmanlı tarzında binalar inşa etmek olduğu anlaşılmaktadır.

Caminin Bulak’ta bulunduğu yer, Bulak Kahire’nin Osmanlı döneminde şehirleşen bir bölgesi olduğundan dolayı oldukça önemlidir-yeni bir ticaret merkezi olacak şekilde yoğun olarak şehirleşme meydana gelmiştir. Mustafa Ali onaltıncı yüzyılın sonlarında kaleme aldığı şekliyle, Bulak’ta Cumartesi günleri zengin-fakir herkesin katıldığı sosyal toplantıları ve alayları açıklamaktadır ve Bulak’ın sahip olduğu önemi vurgulamaktadır. Bununla birlikte, açıkça görüldüğü gibi, çok az arazinin kaldığı eski şehir merkezinin aksine, Bulak’ta bu gibi külliyelerin inşa edilebilmesi için yeterli arazi hala mevcuttu.

Tartışmaya açık olmakla birlikte, planı ve alan dağılımı açısından en fazla dikkat çeken Osmanlı camii, Melike Safiye Camii’dir. Osmanlı fethinden neredeyse 100 yıl sonra, 1610 yılında inşa edilen cami, bir Memlük şehrinde tipik bir Türk tarzı bina inşa etmeye yönelik bir girişimdir. Süleyman Paşa ve Sinan Paşa camileri gibi, tapu kaydında bahçe olarak açıklanan etrafı kapalı bir boş alan ile çevrili olarak, Kahire dini mimarisine oldukça yabancı ancak Türk camilerinin tipik özelliklerini yansıtan bir şekilde inşa edilmiştir. Tahmin edilebileceği gibi, caminin planı oldukça simetriktir ve caminin girişinde mihveri olarak konumlandırılmış üç ayrı anıtsal değerde dairesel merdivenden ulaşılabilecek kare şeklinde bir avlu bulunmaktadır. Namazın kılındığı büyük, kubbeli salonun öncesindeki avlu Osmanlı tarzını tipik olarak yansıtmaktadır; düzenli bir şekle sahiptir ve üzerinde aynı boyutta kubbeler bulunan kemerler ile çevrilidir. Süleyman Paşa Camii’nin aksine, ibadethaneyi avluya bağlayan üç koridor, mihveri bir şekilde konumlanmıştır. Ortadaki koridor hem mihraba hem de avlunun batı girişine bağlıdır ve Türk geleneğine oldukça benzeyen bir şekilde düzenli bir mimari özellik sergilemektedir.

İbadethane bölümü de Türk geleneğine benzerliklerle doludur: altıgen bir kemer ile desteklenen ve daha küçük kubbelerle çevrili ortadaki büyük kubbe, Üç Şerefeli Cami, Kara Ahmed Camii ve Beşiktaş’taki Sinan Paşa Camii’ne oldukça benzemektedir (Şekil 5) ve bu etki aynı hizada sıralanan koridorlar ile daha da vurgulanmaktadır. Sinan Paşa Camii gibi, bu cami de Anadolu’daki alan yaklaşımına dayanmaktadır ve iki taraflı simetriden oldukça iyi bir şekilde yaralanmıştır; Memlük mimarisi ile hiçbir ortak yanı bulunmamaktadır.

Bu caminin, Kahire’nin güney batı ucunda bulunduğu yer, Bab el-Lük’e taşındıkları 1600 yılına kadar, tabakhanelerin bulunduğu bir bölgeydi. Dolayısıyla, caminin inşa edildiği 1610 yılında, caminin yapıldığı bölge bir yerleşim alanına çevrilmişti ve büyük, düzenli bir Osmanlı camiinin inşası için yeterince geniş bir arazi mevcuttu. Camiyi yaptıran Osman Ağa, Sultan III. Mehmed’in annesi Safiye Sultan’ın kölesiydi ve Osmanlı hanedanı ile doğrudan bir bağlantıya sahipti. Osman Ağa azat edilmediği için, cami daha sonra Safiye Sultan tarafından üstlenilmiştir.

Bu şekilde, Kahire’de inşa edilen üç Osmanlı tarzı caminin nüfusun yoğunluğunun fazla olmadığı ve geleneksel Osmanlı camisinin gerekliliklerini bulundurabileceği bir şekilde simetrik bir düzende ve etrafı bahçe ile çevrili olarak yapılandırıldığı açıkça görülmektedir. Hem Süleyman Paşa Camiinde hem de Melike Safiye Camiinde, Osmanlı sarayı ile önemli bir bağlantı bulunmaktadır; dolayısıyla, bu üç caminin Mısır binalarından ziyade Osmanlı topraklarındaki geleneklere uygun olarak inşa edildiği açıktır.

Kahire’de Osmanlı Döneminde İnşa Edilen Tipik Camiler: Yukarıdaki bölümlerde ya Memlük ya da Osmanlı mimari geleneğinin izlerini taşıyan binalar incelenmiş olmakla birlikte, Osmanlı yönetiminin ilk iki yüzyılını en iyi şekilde tanımlayan plan, sayvan planıydı. Onbeşinci yüzyılın sonlarına gelindiğinde Memlüklerin dört eyvanlı planının hızla uygulamadan kalktığı daha önceden belirtilmişti ve açıkça görüldüğü gibi, Osmanlı cami planı, genellikle pek mümkün olmayan derecede geniş bir alan gerektiriyordu.

Bununla birlikte, dokuz küçük bölüm oluşturacak şekilde dört sütun ile bölünen dikdörtgen bir alan üzerinde uygulanan sayvan planı, her türlü arazi üzerine uydurulabiliyordu; iki taraflı eyvan uygulamasının bulunmayışı nüfus yoğunluğunun fazla olduğu bölgeler için daha uygun olduğu anlamına geliyordu; temel olarak, her türlü arazi parçası, Memlüklerin duvar kalınlığını değiştirme uygulamalarından faydalanılarak dahili olarak hazırlanabiliyordu (Şekil 6). Öte yandan, iki kenar eyvanı uygulamasının bulunmamasından dolayı dahili alanın daha serbest bir şekilde bölünmesi, namaz kılınan salona kenar duvarların herhangi bir noktasına kapı konulabileceği anlamına geliyordu, bu, eski dört eyvanlı kaa planlarında uygulanabilirliği olmayan bir özellikti. Bu kategorideki camilerin çoğunun paylaştığı özelliklerden biri olan dört sütun kullanımı, tavanı desteklemeye yönelik uygun ve -bir ölçüye kadar- ekonomik bir uygulamaydı; öte yandan sınırlayıcı olmayan bir şekilde dahili alanı bölümlere ayırıyordu. Bazı durumlarda, caminin içerisinde ibadet yerini ayrı tutma isteği daha alçak bir merkezi koridor oluşumuna yol açıyordu ve böylece eyvana benzer iki alan ortaya çıkıyordu. Bununla birlikte, bu kategorideki camilerin çoğu namaz kılınan kısmın alanı bakımından pek farklılık göstermiyordu; bu kısım sadece kemerli bir odaydı. Bu planın esnekliği, alan sıkıntısının sayvan uygulaması yerine dört kolonun sıra halinde yerleştirilmesine yol açtığı Zülfikar Paşa Camii gibi camilerde çeşitli değişikliklere izin veriyordu (Şekil 7). Eyvanları tamamen ortadan kaldıran sayvan planı giderek artan bir alan sıkıntısı çeken- geç Memlük camilerinin mantıksal bir devamı olarak görülebilir. Yakın çevresinde herhangi bir bina bulunmayan ve neredeyse simetrik yapısıyla Osmanlı alan kavramını eşsiz bir şekilde yansıtan gerçek anlamda anıtsal bir yapı ancak 1567 yılında inşa edilen Mahmud Paşa Camii’nde görülebilir. Bununla birlikte, diğer örneklerin çoğunda, anıtsal bir özelliğin kazandırılması için pek fazla gayret sarf edilmemiştir; alanlar işlevsel olarak ele alınmış ve gerekli rahatlıklar sağlanarak daha ötesi göz önüne alınmamıştır.

Hamilerinin çoğunun Osmanlı valileri olmasına rağmen, Kahire’deki erken Osmanlı camilerinin bu pek etkileyici olmayan sayvan planını takip etme eğilimi gösterdiği dikkat çekmektedir. Bununla birlikte, valilerin görev sürelerinin genellikle kısa sürmesinin, Kahire’de büyük boyutlu ve kapsamlı binaların inşa edilmesini engellemiş olması muhtemeldir. Kahire, genellikle bir son durak olarak görüldüğünden dolayı, Osmanlı valilerinin büyük bir kısmı İstanbul’daki Osmanlı sarayının zenginliğini yansıtmaktan ziyade işlevsel amaçlı camiler yaptırmıştır.

Mimari Tarz: Bir Analiz

Erken Osmanlı camilerinin mimari unsurları ile ilgili olarak öne çıkan özellikleri, planları ve konumlarından ziyade, temel olarak, sadece katı inşaat unsurları değil aynı zamanda boşluk ve alan da dahil olmak üzere, binanın üç boyutlu yönleridir. Binaya bir karakter kazandıran etken, elle tutulabilir unsurların yanısıra alan kavramıdır; dolayısıyla, o binanın Osmanlı tarzında olup olmadığı bu özellik dikkate alınarak tespit edilebilir. Açıkça görüldüğü gibi, Osmanlı Mısırındaki mimari, mevcut inşaat materyallerinin bir ürünü olmanın yanında, aynı zamanda belirli bir üsluba bağlı kalma yönündeki çabaların da bir sonucudur. Dolayısıyla, Mısır’da kullanılan taş türleri ve taş kesme teknikleri, binaların nihai görünüşleri üzerinde önemli bir etkiye sahipti.

Mısır’daki Osmanlı dönemi, sadece mimari değil aynı zamanda tüm uygulamalı sanatlar bakımından, üst düzey hamiliğin dikkat çektiği bir hanedanın yerini almıştır. Kahire’nin Memlük Dönemi’nden geçen mimari zenginliği, “dini vakıflar kurma, dini binaları yeniden yapılandırma ve bunları güzel bir şekilde donatma isteklerinin Memlükleri İslam tarihinde sanat ve mimariye en çok sahip çıkanlardan biri yaptığı” gözlemine büyük bir ağırlık kazandırmaktadır. Gerçekten de, Memlük binaları her zaman büyük olmasa da, sanatsal bir zenginliğe sahipti, kibarlık hissi uyandırıyordu ve çok küçük olanları dahi etkili bir şekilde anıtsal özellikler sergiliyordu. Ayrıca, özellikle dini yapılar olmak üzere, Memlük Dönemi’nde Kahire’de inşa edilen, binaların çokluğu, mimari hamiliğin sadece saraya bağlı bir ayrıcalık olmadığını, bunun farklı seviyelerde üstlenilebildiğini vurgulamaktadır.

Osmanlılar da sanatta ve mimaride aynı derecede hamilik göstermiştir; gelişmiş estetik duyguları ve ihtişamlı binalara karşı olan beğenileri, gerçekten de Osmanlı döneminin, “büyüklüğünü taş anıtlarda kendini gösteren bir çağ” olduğunu anlamamızı kolaylaştırmaktadır. Osmanlı dönemindeki Mısır mimarisi bu ışık altında incelenmelidir: Bu mimarinin sadece büyük Memlük döneminden kalmadığı, aynı zamanda tüm zamanların en kayda değer camilerini inşa eden Osmanlı hanedanı tarafından yönetilen toplumun da bazı şeyler ürettiği göz ardı edilmemelidir.

Kahire’deki erken Osmanlı dönemi camilerinde hakim olan mimari şekiller, ikincil ancak genellikle daha iyi bir şekilde incelenen mimari unsurlar ve süslemeler dikkate alınmayacak olursa, Osmanlı Kahiresinin camilerinin genel özelliklerini anlamada kullanılan önemli araçlardan birini teşkil etmektedir. Hem Memlük hem de Türk-Osmanlı camileri, izledikleri farlı yöntemler ile, farklı bir alan kavramı ortaya koymuştur: Bu farklılık, temel olarak, açıklaması pek kolay olmayan ancak kolaylıkla tanımlanabilecek farklı mimari kimliklerin oluşturulmasında yatmaktadır.

Tipik onbeşinci yüzyıl Memlük camileri genellikle küçük olmakla birlikte, belirli anıtsal özellikler sergilemekteydi. Geç Memlük dönemi boyunca kullanılan tipik kaa planı pek büyük değildi; ancak belirli bir üsluba bağlılığı ve üzerinde ışığın girmesi için cam bir bölüm bulunan dur kaa’nın yüksek tavanı yoluyla derinlik hissini verebilmesi, küçük binaların dahi etkileyici olmasını sağlamıştır. Dolayısıyla, geç Çerkez döneminin binaları, küçük boyutlu binalara uygun şekilde geliştirilen bir tarza sahip olmuştur. Bu sınırlı boyutlarına rağmen, tamamen Memlüklere özgü mimari ifadeleri açısından başarılı olmuşlardır.

Öte yandan, tipik Osmanlı camii ihtişamını, kütle ve boşluğun maharetli bir şekilde beraber kullanımı, yani ziyaretçileri büyüleyen bir dış görünüş ve gerçekten anıtsal bir dahili alan yaratmak için kullanılan kemerler, kubbeler ve yarı kubbeler yoluyla ifade etmiştir.

Bununla birlikte, Türk ya da Memlük örneklerini yakından takip edenler hariç olmak üzere, Kahire’deki Osmanlı camileri bu ayırt edici mimari tarz duygusundan yoksundur. Bunların çoğu, sayvan planının biraz değişik şekillerini kullanarak, alan kavramını vermekten uzak kalmıştır; sütunlarla ve bazı durumlarda kemerlerle tasvir edilebilecek ibadethane bölümü genellikle sade bir odadan öteye gidememiştir. Bir başka deyişle, bina bölümlerin bir araya getirilmesiyle oluşmaktan öteye gidememiştir.

Bu, muhtemelen, sayvan planında görülen önemli değişikliklerin hem bir sebebi hem de sonucu olmuştur. Örneklerin çoğu kare ya da kareye benzer bir şekilde olurken, diğerlerinde tipik dört sütunlu düzenlemenin hakim olduğu, ancak uzun ve dar, koridor benzeri ibadethaneler görülmektedir. Açık bir şekilde tanımlanan bir alan kavramının bulunmayışı, sütunların bir sıra halinde konumlandırılmasıyla ya da kemerlerin düzeninin değiştirilmesiyle hiçbir şey kaybedilmeyeceğinden dolayı, dokuz bölümlü düzenlemenin gerekli olduğunda değiştirilmesine olanak tanımıştır. Ne Memlük ne de Osmanlı geleneğini yansıtan ve ne de hatırda kalacak bir alan kavramı veren yeni bir mimari tarzın ortaya çıktığı izlenimini veren tek cami, Mahmud Paşa tarafından inşa ettirilen sayvan tipi Mahmudiye Camii’dir. Burada, tavandaki aydınlatma bölümünü destekleyen ortadaki sayeban, çağdaş Türk camilerinin kemerlerinden alınan tek bir bölmenin Memlük izleri taşıyan bir camiye uygulandığı izlenimini vermektedir. Daha sonra inşa edilen birkaç cami hem plan hem de kullanılan mimari unsurlar açısından bu camiye benzemekle birlikte, bunların hiçbiri aynı etkiyi vermemektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki, bu cami bir Osmanlı valisi tarafından aynı zamanda bir mozole olarak inşa ettirilen belki de tek camidir. Bundan da anlaşılabileceği gibi, camiyi yaptıran Mahmud Paşa Mısır’daki görevini kalıcı olarak görmüştür ve bu kayda değer binayı inşa ettirmiştir.

Kahire’deki Osmanlı mimarisi ile ilgili olarak “Osmanlı döneminin Orta Çağ Kahiresinin zengin ve dinamik mimari mirasına pek fazla katkıda bulunmadığı” yönündeki eleştiriler bazı bakımlardan haklı çıkarılabilir. Yani, Osmanlı Kahiresinde tam anlamıyla bir yenilik ortaya çıkmamıştır; mimari ayrıntılar düzeyinde yenilikler olmuştur, ancak bu kavramsal düzeyde gerçekleşmemiştir.

Mimari Unsurlar: Yerel Gelenek ile Yabancı Etkisinin Birleştirilmesi

Kahire’deki Osmanlı camilerinin belki de en çarpıcı yönü, mimari ifade ve genel bina yaklaşımı açısından yerel etkiyi oldukça güçlü bir şekilde korumuş olmasıdır.

Dolayısıyla, genel olarak, Kahire’deki erken Osmanlı camilerinin cepheden görünüşleri Kahire’de hakim olan tarza oldukça benzemektedir ve Memlük Dönemi’nde geliştirilen mimari geleneğin bir devamı olarak görülebilir. Camilerin hemen hemen hepsinde cepheler, Memlük geleneğinde görülen ve her birinde bir ya da iki kemerli dikdörtgen pencere bulunan girintileri ile bölümlere ayrılmıştır. Memlük Kahiresinde her yerde kullanılan ancak Osmanlı Türkiyesinde kullanılmayan mazgallı siperler, Kahire mimarisinde yüzyıllar boyunca kullanılan oyma taş pervazlar gibi yaygın bir şekilde uygulanmıştır. Ancak, yerel geleneğin bu şekilde devamı pek şaşırtıcı değildir. Öncelikle, Kahire’de bu dönemde inşa edilen binaların çoğunluğu genellikle küçük boyutlu ve sade binalardır. Özellikle mimari olmak üzere sanatın yeşerdiği İstanbul’daki gibi efsaneleşerek yeni eğilimler başlatan örnekler yaşanmamıştır. Bu binalar Kahire’yi ziyarete gelen insanları büyüleyecek binalar da olmamıştır; yerel gelenekten oldukça güçlü bir şekilde etkilenen ve büyük ölçüde ortalama düzeyde yeteneğe sahip yerel ustaların ellerinden çıkan yerel yapılar olmuştur.

Öte yandan, bu bölgede yaşayan zanaatkar topluluğunun, Mısır’ın yeni yönetici gücünün -Osmanlılar- eğilimlerinden ve tarzından tamamen etkilenmemiş bir şekilde kalmasını tasavvur etmek doğru olmaz. Osmanlı etkileri olmuştur ve Süleyman Paşa Camii gibi nadir örneklerde Osmanlı mimari kavramlarının Mısır’da uygulanmasına yönelik gözle görünür girişimler mevcuttur.

Bu durumda, iki paralel eğilimin eşzamanlı olarak mevcut olduğu söylenebilir: Bunlardan birincisi, az miktarda yabancı etkilerinin görülmesiyle birlikte yerel geleneğin devamıdır, ikincisi ise daha büyük bir ölçekte Osmanlı tarzı binalar inşa etmeye yönelik istektir.

İnşaat malzemeleri ve gelenekleri açısından, yerel gelenekler oldukça hakimdir. Taş işçiliği ve mimari ayrıntıları bakımından, Osmanlı tarzı Sinan Paşa Camii bile Osmanlı olduğu kadar Mısır tarzını da yansıtmaktadır (Şekil 8). Daha düşük düzeyde, aynı şey el-Melike Safiye Camii için de söylenebilir.

Öte yandan, yerel ruhu büyük ölçüde yansıtmayan Süleyman Paşa Camii de Kahire’deki benzersiz bir örnektir. Burada kullanılan mimari unsurlar dışarıdan alınmıştır; yabancı bir tarzın yerel uyarlamaları değildir. Bu camideki, Kahire tarzı oymaların, girintilerin ve mazgallı siperlerin bulunmadığı sade taş cepheler; Kahire’de gereksiz olan eğimli çatı; Türk tarzı yarı dairesel kubbe profili ve üstü piramit şeklindeki payandalar açık bir şekilde Türk usulünü yansıtmaktadır (Şekil 9).

Osmanlı Mimari Unsurları: Minare ve Minber

Osmanlılaşan Mısır mimari geleneğinde Türklerden esinlenilen ancak yaygın olarak kullanılan iki unsur olmuştur. Bunlardan ilki ve en fazla dikkat çekeni elbette minaredir. 1527 yılında inşa edilen Süleyman Paşa Camii’nin minaresi ile başlayarak, Türk tarzı minare Osmanlı Mısırında kullanılan standart minare haline gelmiştir; Osmanlı tarzı olmayan camilerde dahi kullanılmıştır. Kahire’deki Memlük minaresinin başarısı düşünüldüğünde bu şaşırtıcı gelebilir. Ancak, Osmanlı tarzı minarenin bazı avantajları bulunmaktaydı: En önemlisi, diğer özellikleri taşımasa bile, sıradan bir binayı Osmanlı tarzında göstermenin en basit yoluydu. Bu camilerin çoğunun Osmanlı sarayına bağlı Osmanlı valileri tarafından inşa ettirildiği unutulmamalıdır. Dolayısıyla, Osmanlı tarzı minareyi kullanarak, muhtemelen Mısır dışından oldukça uzman işgücü getirmeyi gerektireceğinden dolayı tam olarak Osmanlı tarzı binalar inşa etme yoluna başvurmadan Osmanlı kimliklerini vurgulamışlardır.

Osmanlı minaresinin sembolik önemi belki de en iyi şekilde, Kahire şehir merkezinde bulunan Bab el-Azab içerisindeki camiden anlaşılabilir. Bu Memlük yapısı, onyedinci yüzyılda, en önemli icraatı mevcut caminin yanına Osmanlı tarzı bir minare dikmek olan Ahmed Kethüda el-Azab tarafından genişletilmiştir. Bu basit proje Osmanlı minaresinin sembolik anlamdaki önemini göstermektedir: Bir Memlük binasına Osmanlı tarzı bir minare ekleyerek, yapıyı Osmanlılaştırmış ve bunu kendine atfetmiştir.

Uygulamada kolaylık getiren bazı etkenler de Osmanlı minaresini özellikle popüler kılan sebeplerden biridir. Öncelikle, inşası oldukça kolaydı; üzerinde huni şeklinde bir başlık bulunan basit bir sütun gövdesi, ayrıntılı taş oymaları ile Memlük minaresinden çok daha az karmaşıktı. İkinci olarak, depremlerden dolayı üst kısmını kaybeden Memlük minarelerinin sayısını göz önüne alacak olursak, geleneksel Memlük camileri olması gerektiği kadar sağlam değildi. Öte yandan, Osmanlı tarzı minare ise çok daha sağlamdı ve bu tip hasarlara uğraması daha az muhtemeldi. Üçüncü bir sebep ise tasarruftu; en az düzeyde taş oymacılığı gerektiren ve gövdesi yukarıdan aşağıya değişmeyen ince minarenin çok daha basit tasarımı daha düşük bir maliyet gerektiriyordu. Erken Osmanlı Kahiresinde inşa edilen çok az sayıda camide savurganlık ile karşılaşıldığı oldukça açık bir şekilde görülmektedir. Bu sebeplerden dolayı, Osmanlı minaresi en uygunuydu; siyasi açıdan doğru bir uygulamaydı, inşası kolaydı, daha sağlam ve çok daha ucuzdu.

Bununla birlikte, bu Osmanlı unsuru dahi zamanla belirli bir ölçüye kadar Mısırlılaştırılmıştır. Sade ve sağlam olmasından ve süslemeden ziyade şekle dayanmasından dolayı, Süleyman Paşa Camii’nin minaresinde Osmanlı mimari idealleri görülürken, Kahire’deki Osmanlı minarelerinin çoğunda Mısırlıların taş oymacılığı tutkularının izleri görünmektedir. Örneklerin çoğunda kullanılan pervazların kesinlikle Osmanlılardan esinlenildiği aşikar olmakla birlikte, minarenin gövdesi ile ilgili taş oymacılığının boyutları Türkiye ile karşılaştırıldığında Kahire’de çok daha büyüktür ve bu da Türk örneklerinin zarif sadeliğini geri planda bırakmaktadır. Elbette ki Mahmudiye Camii’nin minaresi gibi bazı örnekler Osmanlı tasarımının yerel zevklere ve mali yeterliliklere uyarlanması açısından makul derecede başarılı olmuştur. Ancak madalyonun diğer tarafından baktığımızda ise, orantıları ve tatbikatları oldukça zayıf minareler de mevcuttur.

Kahire’de geliştirilen iki temel Osmanlı tarzı minare bulunmaktadır: Bunlardan ilki ve daha yaygın olarak görüleni, İstanbul’daki Şehzade Camiindekine benzer şekilde oyma pervazları olan yivli bir gövdeden oluşan ve en iyi şekilde Mahmudiye Camii’nin minaresidir; bu tarz oldukça popülerdir ve Kahire’deki standart Osmanlı tarzı minare haline gelmiştir (Şekil 10).

İkinci tip Osmanlı minaresi, Türk minaresinin Memlük tarzına uyarlanmış hali gibi görünmesinden dolayı daha ilginçtir. Onyedinci yüzyılda yaygınlaşan bu tarzda minarenin alt kısmı sekiz kenarlı ve üst kısmı da daire şeklindedir ve Memlük döneminin minarelerini hatırlatmaktadır (Şekil 11). Bu tip minare esinlendiği Türk örneklerinden farklılık göstermekle birlikte, yapısının sadeliği bakımından Osmanlı minaresinin ruhunu korumada, genellikle kaba taş pervazlarla şekli bozulan ilk türden çok daha başarılı olmuştur.

Yine de, genel olarak düşünüldüğünde, Mısır’daki Osmanlı minaresi Türkiye’deki örnekleri ile karşılaştırıldığında çok daha bodur kalmıştır ve dolayısıyla ihtişamı daha azdır. Herşeye rağmen, bu minareler, İstanbul’daki ya da Türkiye’nin diğer yerlerindeki örneklerin belirli bir vilayete uyarlanmış haliydi.

Asma Minber

Osmanlı döneminde oldukça yaygınlaşan ikinci özellik ise asma minberdir. Bu özellik, tam olarak Osmanlı tarzında olmayan Yusuf Ağa el-Han da dahil olmak üzere erken Osmanlı camilerinin tümünde görülmektedir. Memlük Dönemi’nde zaman zaman kullanılsa da, bu tür minberin kullanımının bu ölçüde yaygınlaşması Osmanlı dönemine tekabül etmektedir.

Bu tür minberin kullanımını popüler kılan etken estetikten ziyade kullanışlılık ile ilgilidir. Kahire’deki Osmanlı camilerinin çoğunun boyut bakımından küçük olduğu ancak vaaz veren imamların geniş bir maiyete seslendiği dikkate alınırsa, alan sıkıntısı çekilen binalarda ilave yer sağladığından dolayı asma minberler oldukça yararlıdır. Minberlerin çoğuna dar merdivenler yoluyla çıkıldığı düşünülürse, buraların kadınlar tarafından ibadet amacıyla kullanılması ihtimal dışıdır. Minberin boyutları ile caminin boyutları arasında yapılacak bir mukayese oldukça dikkate değerdir; çünkü bu tür minberler Memlük camilerinde görülen bağımsız minberlerden çok daha hakim bir durumdadırlar. Açıkça görüldüğü gibi, Memlük tarzı bağımsız minberler zaten çok küçük olan ibadet bölgesini çok daha kısıtlayacağından dolayı, bu gibi durumlarda oldukça kullanışsız olacaktır.

Genel Mimari Özellikler

Erken Osmanlı camilerinde görülen mimari unsurlar Memlük camilerinde görülen özelliklerden çok fazla değişiklik sergilemese de, göze çarpan hususlardan bir tanesi Osmanlı döneminde orantı ve şekil ile ilgili geleneklere bağlılığın daha az olmasıdır. Örneğin, Osmanlı binalarında yaygın olarak bulunan çift kemerli pencereler, daha önceki Memlük örneklerini takip etmelerine rağmen, şekilleri ve boyutları bakımından büyük bir çeşitlilik göstermektedir. Bunların çoğunluğu daha önceki Memlük örneklerinden çok daha kısa ve küçüktür ve çoğu durumda bu iki kemerli pencere, küçük kolonlar yerine bir taş parçası ile birbirinden ayrılmıştır. Taş kolonlar kullanıldığında dahi orantıları çok uyumsuz bir şekilde yapılmış ve Memlüklerin kullandıkları ile karşılaştırıldığında çok daha basit olmuştur.

Bu artan özgürlüğe rağmen, cami cephelerinin birleşme yerleri Kahire tarzında devam etmiştir. Pencere özellikleri, Süleyman Paşa ve Melike Safiye Camileri haricinde neredeyse tamamen aynı kalmıştır. Bununla birlikte, geç Memlük binalarının ayrılmaz bir parçası olan ayrıntılı taş oymacılığı bu oldukça sade cephelerde yer bulmamıştır. Burada, camiyi yaptıran kişilerin düzeylerindeki değişikliğin etkili olduğu söylenebilir; çünkü genellikle pek önemli olmayan bu binalar Memlük sarayının önde gelen şahsiyetleri tarafından yaptırılanlarla değil, daha küçük Memlük camileri ile karşılaştırılmalıdır. Bu binaların boyutları ve siyasi önemleri göz önüne alındığında, Osmanlı döneminde görülen masraftan kaçınma eğiliminin sebepleri daha açık bir şekilde anlaşılabilir. Bu binalar, her türlü savurganlığı karşılayabilecek Memlük sultanları ya da devlet hazinesi tarafından finanse edilen Memlük külliyeleri ile karşılanmamalıdır.

İnşaat Malzemeleri

Yukarıda da belirtildiği gibi, binaları yaptıran kişilerin düzeylerinin genellikle daha düşük olmasının kimi zamanlarda işçiliğin de zayıf düzeyde olması anlamına gelmesi gerçeğine rağmen, Osmanlı dönemindeki taş işçiliği Memlük tekniklerinin bir devamı olmuştur. Onsekizinci yüzyıla gelindiğinde, taş işçiliği artık küçük binalarda da görülmeye başlamıştı, ancak bu inanılmaz derecede kaba bir durumdaydı.

Genel olarak, oyma taş işçiliği Osmanlı döneminin sadece ilk iki yüzyılı ile sınırlı kalmıştır. Ancak pervazlar yaygınlığını korumuştur ve bunlar Osmanlı öncesi dönemdeki örneklerde olduğu gibi binaların dış yüzeylerinde uygulanmıştır. Bu dönemde dikkati çeken özelliklerden bir tanesi, Memlük mimarisinde yaygın bir biçimde kullanılan dairesel versiyonunun yerini yavaş yavaş almaya başlayan altıgen entrelak olmuştur. Entrelak, Memluk mimarisinin basit pervazlarından geliştirilen en önemli süsleme unsurlarından ve karmaşık tasarımlardan bir tanesi haline gelmiştir. Onyedinci yüzyıla gelindiğinde, entrelaklara sıklıkla başvurulmuştur ve genellikle birbirlerine oldukça yakın bir şekilde kullanılmışlardır.

Genel olarak, onyedinci yüzyıl Osmanlı binaları taş oymacılığın kullanımında giderek hızlanan bir hareket sergilemiştir; bu durum artık en yaygın olarak kullanıldığı onsekizinci yüzyılda çok daha belirgin bir hal almıştır. Böylece, başlangıçta sınırlı olan bir mimari ifade gelişerek kimi zamanlarda kaliteden ödün vermek pahasına taş oymacılığına büyük bir önem verir hale gelmiştir.

Taş oymacılığının giderek önem kazanmasının sebeplerinden birisi, Kahire’deki Osmanlı mimarisinde mermerin oldukça nadir bir şekilde görülmesi ve Yusuf Ağa el-Han gibi bazı camilerin kapılarında bazen kullanılmasına rağmen, diğer durumlardaki kullanımının oldukça nadir olmasıdır. Dolayısıyla, Memlük binalarının dış cephelerini tanımlayan, macun dolgu ve mermerin bir karışımı kullanılarak oluşturulan renkli desenler Osmanlı döneminde bilinmemekteydi. Eski yapılardan alınan sütunların kullanıldığı birkaç örnekte de görülebileceği gibi, İslam dönemi boyunca mermer Mısır’da oldukça nadir kullanılmıştır. Düzeyleri pek yüksek olmayan ve Kahire’de kısa süreliğine bulunan Osmanlı sarayı görevlilerinin büyük miktarlarda mermer satın alma olanakları olmadığı Osmanlı döneminde, bu daha da öne çıkmıştır. Daha ucuz bir alternatif olarak ve hem Türkiye’de hem de Suriye’de çeşitli şekillerde renkli, taşların kullanılmasına bağlı olarak, Osmanlı camilerinin dış cephelerine renk katmak için boya kullanılmıştır.

İlginç bir etken de Sinan Paşa, Melike Safiye ve Peygamberin bazı eşyalarının bulunduğu küçük bir cami olan Ribat el-Athar Camilerindeki Türk tarzı mermer işçiliğinin görünüşüdür. Bu camilerin hepsinde, mermerin rengi Kahire’de yaygın olarak görülen mermerlerden biraz farklı olarak donuk bir gri tonudur. Özenle uygulanan Türk tasarımları ve Kahire’de bu tip mermer işçiliğinin nadir olarak görülmesi, bunun dışarıdan getirildiği ve genellikle sadece en büyük ve ihtişamlı Türk tarzı binaları zenginleştirmek için kullanıldığını muhtemel kılmaktadır. Mahmudiye Camii’nde, mermer sütun başları aynı şekildedir ancak oymalar daha az özenle yapılmıştır. Bununla birlikte, Ribat el-Athar’ın binası oldukça sadedir; Sinaniye ve Melike Safiye camileri ile aynı kategoride düşünülemez; ancak bu tip mermerin sadece mihrapta kullanılması, önemini ve seyrekliğini yansıtmaktadır.

Bu çalışmaların yerel ustalar tarafından yurt dışından getirilen mermer üzerinde mi yapıldığı, yoksa daha az yetkin Türk ustalar tarafından mı yapıldığı tespit edilememektedir. Açıkça görüldüğü gibi, bu tip çalışmalar Mısır’da pek yaygın değildi; ayrıca, daha küçük çapta olsa da, yurt dışından getirilen nesneler üzerinde de benzer çalışmalar mevcuttu.

Mermer ve macun panellerin Osmanlı camilerinin dış cephelerinde kullanımında bir düşüş görülmekle birlikte, dekoratif panellerin kullanımı tamamen ortadan kalkmamıştır. Aynı dekoratif kavramlar taş üzerinde de uygulanmıştır. Böylece, Memlük süsleme unsurları materyallerin kendileri artık mevcut olmadığında ya da camiyi yaptıran kişiler tarafından alınamadığında da varlıklarını sürdürmüştür.

Camilerin dış cepheleri onaltıncı ve onyedinci yüzyıllarda oldukça sade olmakla birlikte, iç kısımları süsleme yönündeki eğilim hala devam etmiştir. Süleyman Paşa Camii’nin iç kısımlarında ayrıntılı süslemeler mevcuttur; ancak bu caminin siyasi önemi onu diğer ortalama Osmanlı camilerinden farklı kılmaktadır ve dolayısıyla, aynı dönemdeki diğer camileri temsil edecek bir örnek olarak kabul edilemez. Kahire’deki ortalama bir Osmanlı camii küçük süsleme tarzlarına dayanmaktadır; örneğin, boyalı ahşap efrizler ya da mihrap çevresindeki bazı süsleme özellikleri. Süslemelerle oldukça nadir bir şekilde karşılaşılmakla birlikte, bazen yüksek kaliteli süslemelerle karşılaşmak da mümkündür.

Genel olarak süslemelerin az olması, bazen Osmanlı tarzının yerel zevki ne kadar güçlü bir şekilde etkilediğini ortaya çıkarmayı zorlaştırmaktadır. Açıkça görüldüğü gibi, belirli bir ölçüye kadar Osmanlı etkisi mevcuttu ve bu etki en iyi şekilde boyalı ahşap efrizlerde ve daha geç inşa edilen binaların dış cephelerindeki şiirsel yazıların bulunduğu panellerde görülmektedir.

Boyutları ve Türk mimarisine olan yakın bağları Osmanlı etkisini kaçınılmaz kılan Süleyman Paşa ve Melike Safiye camileri gibi camiler ile diğerleri arasında belirgin bir farklılık görülmektedir. Bu camilerde, Osmanlı süsleme üslubunun temel etki kaynağı olduğu ve Melike Safiye Camii’ndeki muhteşem mermer minberin Osmanlı sarayı ve ustaları ile doğrudan bağlantısı olduğu hususlarında hiçbir şüphe bulunmamaktadır. İlginç bir şekilde, anlayış olarak Osmanlı tarzı hakim olmasına rağmen, Sinan Paşa Camii Osmanlı süsleme unsurları ile ilgili çok az belirti ortaya koymaktadır ve yerel gelenekten daha güçlü bir şekilde etkilenen binalar sınıfına daha fazla uymaktadır.

Önemli bir başka unsur da beklenilenin aksine Kahire’de pek yaygın olmayan tuğla işçiliğidir. Bununla birlikte, minarelerde kullanıldığı şekliyle, tuğla işçiliği Osmanlılaşmanın bir simgesi haline gelmiştir. Ondördüncü yüzyılda inşa edilen Aksungur Camii bu açıdan özellikle önemlidir; esasen bir Memlük yapısı olan bina onyedinci yüzyılın ortalarında İbrahim Ağa Mustafhazan tarafından üzerinde bazı değişiklikler yapılmış ve bu değişikliklerin en önemlisi, kıble duvarına Osmanlı tuğlalarının eklenmesi olmuştur. Binalara tuğla ilave edilmesi, açıkça görüldüğü gibi, Memlük camiine Osmanlı kimliği kazandırmak amacını taşımaktaydı.

Mısır’da kullanılan tuğlaların çoğunun kalitesinin düşük ve genelde uyumsuzluk içinde olması ve rasgele uygulanması, bunların bir statü sembolü olarak kullanıldıklarını, Osmanlı estetiğini yakalama isteğini yansıttıklarını vurgulamaktadır (Şekil 12). Mısır’da İznik tarzı tuğlaların üretilmesi için yerel talep oldukça sınırlıydı ve Osmanlı sarayındaki süsleme unsurları olarak sembolik değerleri göz önüne alındığında, Mısırlı taklitlerini kullanmaktansa, “gerçeğini” getirtmek daha anlamlı olacaktı.

Sonuç

Hiç şüphesiz, kısmi olarak yerel ustaların geleneksel Kahire tarzını devam ettirmelerine bağlı olarak, Kahire mimari anlayışının kullanımı Kahire mimarisinin Osmanlı fethinden etkilenmediği ve eskiden olduğu gibi devam ettiği yönünde bir izlenimin oluşmasına yol açmıştır. Osmanlı fethinin beraberinde bir mimari devrimi getirmediği doğru olmakla birlikte, kısmen yeni sosyo- ekonomik ve siyasi koşulların getirdiği ve aynı zamanda da kendiliğinden devam eden bir değişim sürecinin devamı olarak bazı değişiklikler olmuştur.



Osmanlı ve Memlük mimarisinin sentezi açısından bakacak olursak, sivri minare gibi bazı Osmanlı mimari unsurlarının yaygın bir şekilde Memlük ve Kahire tarzı binalara uygulandığı ve onlarla bütünleştirildiğini görmekteyiz. Benzer şekilde, Kahire’deki Osmanlı tarzı camilerde de Kahire mimarisinin bazı unsurları Türk tarzına dahil edilmiştir. Memlük ve Osmanlı geleneklerinin en göze çarpan karışımı olan Mahmudiye Camii’nde, bu iki tarzın birleşimi görülebilir. Burada dahi, bazı unsurların Osmanlı ya da Memlük olduğu çok kolay bir şekilde tespit edilebilir.

Genel olarak, temelde oturmuş bir yerel geleneğin ürünü olmasına ve hamiliğin yeteri düzeyde olmamasından dolayı bazı sıkıntılar yaşanmasına rağmen, Kahire’deki Osmanlı mimarisi, bu vilayete nüfuz eden Osmanlı etkisi sayesinde çeşitli yenilikler getirmiştir. Açıkça görüldüğü ve anlaşılacağı gibi, mimari açıdan yerleşmiş uygulamalar ile karşılaştırıldığında, Türk etkisinin hakim olduğu süslemeleri kullanmak çok daha kolaydı; çünkü Türk tarzı süslemeler binanın genel tarzı ve boyutu ne olursa olsun her türlü binaya uygulanabiliyordu. Tamamen Osmanlı tarzında binalar inşa etmek pek mümkün olmasa da, sınırlı alanlarda, tuğlacılık gibi Osmanlı Türk unsurlarının kullanımı belirli bir Osmanlılık duygusu yaratmak ya da en azından Osmanlı mimarisinin değerini ifade etmek için yeterli olmuştur.

Osmanlı binalarının genellikle sade binalar olduğu yönündeki genel izlenime rağmen, yüksek kaliteli işçilik sergileyen ve değişik düzeylerde yenilikler getiren bazı örnekler de mevcuttur. Ortalama bir Kahire camiinin gösterişsiz boyutlarına rağmen, yetenekli ustalar hem Osmanlı hem de Memlük tasarımlarını uygulamada başarılı olmuştur.

Bununla birlikte, Kahire’deki erken Osmanlı camileri ile Halep ve Şam gibi daha eski Memlük şehirlerindeki örnekler arasındaki yapılacak bir karşılaştırma, Kahire’deki yeni yapıları inşa ettiren kişilerin çok daha düşük düzeyli kişiler olduğu gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Kahire, bu iki Suriye şehrinin aksine, İstanbul’dan Hacca gidilen yol üzerinde değildi; dolayısıyla, Osmanlı sarayı için önemi daha azdı. Kahire’nin azalan siyasi önemine ek olarak, büyük ölçekli bina projelerinin sayısının çok az olmasının sebebi, Osmanlı döneminin başlarında artık çürümeye başlayan Kahire’deki Memlük öncesi binaların restorasyonu için çok fazla çaba harcanmış olmasıdır. Bu etkenin yeni binaların inşası üzerinde belirli bir etkiye sahip olması kuvvetle muhtemeldir ve bunun en iyi örneği mimarinin önde gelen hamilerinden olan ve el-Azhar Camiini genişleten Abdül Rahman Kethüda’nın onsekizinci yüzyıldaki eserleridir. Bu çabalar için harcanan paralar, Kethüda’nın ismini taşıyacak büyük bir yeni binanın inşası için harcanabilirdi; ancak o Fatimid kasabasındaki sebil gibi çok sayıda kamu eseri inşa etmenin yanısıra daha önce yapılan binaların bakımlarını yapmayı ve genişletmeyi tercih etmiştir.

Osmanlı Kahiresine genel olarak baktığınızda bir Memlük şehri görürsünüz. Memlük Kahiresi, mimari çalışmaların verimli ve genellikle görkemli ve belki de en önemlisi zorlu fiziksel koşullara çok uygun olduğu bir toplumdu. Bu gerçekler ile Osmanlıların Kahire’yi fethinin kültürel olmaktan ziyade siyasi olduğu, Osmanlı valilerinin temel görevlerinin Osmanlı hazinesine girecek gelirleri en üst düzeye çıkarmak ve özel çıkarlarını korumak olduğu gerçeği bir araya getirildiğinde, Osmanlı sanat ve kültürünü yaymanın en önemli öncelik olmadığı açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Osmanlı yönetiminin ilk iki yüzyılında yerel geleneklerin varlığını devam ettirdiği göze çarpmaktadır ve bunun sebeplerinden bir tanesi Kahire’de iş arayan ustaların sayısının azalması ve sonuç olarak da yeni mimari fikirlerin sınırlı bir şekilde gelişmesidir. Bu durum, Memlük mimari geleneğinin onaltıncı yüzyılın başlarında zirvesine ulaştığı ve Osmanlı döneminde mimari girişimcileri destekleyecek hiç kimsenin olmadığı gerçekleri ile birleşince, yeni birşeyler üretilinceye kadar eski mimari unsurların kullanılmasına yol açmıştır.

Bu vilayet görünümündeki Kahire toplumu örneğinde sıradışı bir durum ile karşılaşılmaktadır: Saray mimarlarının Mısır’daki çalışmalarını tartışan Osmanlı kayıtları mevcuttur. Bu kayıtlardaki iki belge Osmanlı sarayının Kahire gibi şehirlerdeki mimari çalışmalarda söz sahibi olduğunu göstermektedir. Bu tip belgeler, örneğin belirli kişilerin belirli işlerde istihdam edilmesi gibi belirli konular ile ilgilidir. Sinan tarafından Mısır kadısına gönderilen bir mektupta evlerin yetkin olmayan kişiler tarafından inşa edildiği belirtilmekte ve kadıya Mahmut Çavuş isimli bir kişinin resmi mimar olarak görevlendirilmesi talimatı verilmektedir; dolayısıyla, Osmanlı sarayı tarafından tanınan mimarların binaların çeşitli yönleri ile ilgilendikleri ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte, bu mimarların binaların hangi yönleri üzerinde çalıştıkları kesin olarak bilinmemektedir. El-Melike Safiye ve Süleyman Paşa gibi camiler, Osmanlı sarayının en azından bu gibi siyasi bağlantısı olan ve tamamen Osmanlı ruhunu yansıtan camilerin inşaat işlerinde belirli bir nüfuza sahip olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, İstanbul’daki Osmanlı sarayı ile olan bağlantının da bir nebzeye kadar sınırlı olduğu anlaşılmaktadır; çünkü bu dönemdeki binaların çoğu, saray mimarlarının inşaatlarında katkılarının olabileceği kadar önemli binalar oldukları izlenimini vermemektedir.

Bu çalışma, mimarinin siyasi, sosyal, ekonomik ve benzeri durumların bir yansıması olduğu düşüncesinden hareketle başlamıştır. Kahire’deki erken Osmanlı camileri gerçekten de tüm bu etkenleri göstermektedir: Çoğu örneğin küçük boyutları ve sade mimari tasarımları Osmanlı Kahiresinin ekonomik durumunu göstermektedir; öte yandan, Osmanlı minaresinin yaygın kullanımı Mısır’ın yeni siyasi kimliğini temsil etmektedir ve Osmanlı hanedanı tarafından hiçbir binanın yaptırılmaması, Kahire’nin’ın bir sultanlığın başkentinden bir vilayete dönüşümünün bir göstergesidir.

Dolayısıyla, Osmanlı Kahiresindeki mimarinin, Memlük mimarisinin parlak başarılar sergileyen bir devamı olamaması ve hatta Osmanlı tarzı binalar ile karşılaştırıldığında da bir gelişme kaydedememesi pek şaşırtıcı değildir. Buna rağmen, Kahire’deki erken Osmanlı camileri, bir imparatorluk mimarisinin -yani, Memlük mimarisinin-, bir yanda Osmanlı sarayının estetik geleneklerini yansıtan unsurlar kullanılırken, öte yanda daha sade bir mimariye nasıl uyarlandığını anlamamızı sağlayan değerli araçlardır.

Fahmy ‘Abdel ‘Alim, “The Mosque of Suleyman Pasha: Sariyat al-Gabal”.

Seventh International Congress of Turkish Art (Kahire, 1985): 15-27.

Hasan ‘Abdel Wahab. “L’influence ottomane sur l’architecture musulmane en Egypte, ”.

Proceedings of the twenty Second Congress of Orientalists (İstanbul, 1951):645-650.

–––, Al-qashani fi’l-athar al’arabiya, ” Al-Handasa 11 (1934): 390-398.

Esin Atil, Renaissance of Islam: Art of Mamluks (Washinton D. C., 1981).

Ulku Bates, “Two Ottoman Documents on Architects in Egypt, ” Muqarnas 3 (1985): 121-127.

Doris Behrens-Abouseif, The Minarets of Cairo (1985).

–––, Egypt’s Adjustment to Ottoman Rule: Institutions,

Waqf and Architecture in Cairo (Ledien, 1994).

–––, “Change in the Function and Form in Mamluk Religious Institutions, ” Annales Islamoloques 9 (1985):78.

Robert Hillenbrand, Islamic Architecture: Form, Function and Meaning (Edinburgh, 1994).

Veronika Gervers-Molnar, “Turkish Tiles of the Seventeenth Century and their Export, ” Bulletin of the Fifth International Congress of Turkish Art (Budapeşte, 1978): 363-373.

İbrahim El-Mouelhy, Organisation et fonctionnement des institutions Ottomanes en Egypte. (İstanbul, 1989).

Godfrey Goodwin, A History of Ottoman Architecture (Londra, 1971).

Nelly Hanna, Construction Work in Ottoman Cairo (1517-1798), Supplement aux Annales Islamologiques 4 (Kahire, 1985).

–––, An Urban History of Bulaq in the Mamluk and Ottoman Periods, (Kahire, 1983).

Halil Inhalcık, An Economic and Social History of the Ottoman Empire (New York, 1994).

Ibn Iyas, An Account of the Ottoman Conquest of Egypt in the Year AH 922, tr., G. Salmon (Londra, 1921).

D. S. Margoliouth, Cairo, Jerusalem & Damascus (Londra, 1907).

Michael Meinecke, Patterns of Stylistic Changes in Islamic Architecture: Local Traditions Versus Migrating Artists (New York, 1996).

Robert Mantran, L’empire ottoman du XVIe au XVIIIe siecle: administration, économie, société (Londra, 1985).

Daniel Panzac, Les villes dans l’empire ottoman: activities et sociétés (Paris, 1991).

Edmond Pauty, L’architecture au Caire depuis la conquete ottomane (Kahire, 1936).

André Raymond, “Les grands waqfs et l’organisation d’espace a Alep et au Caire a l’epoque ottomane” Bulletin d’Etudes Orientales 31 (1979): 113-129.

–––, The Great Arab Cities in the 16th to 18th Centuries: An Introduction. (New York, 1984).

–––, “L’activite architecturale au caire l’epoque Ottomane (1517-1798)”.

Annales Islamlogiques 27 (1991), 343-359.

–––, “The Residential Districts of Cairo Durişng the Ottoman Period. ”.

Stanford Shaw, The Budget of Ottoman Egypt: 1005-1006, 1596-1597 (Mouton, 1968).

–––, The Financial and Administrative Organization and Development of Ottoman Egypt 1517-1798 (Princeton, 1968).

S. J. Staffa, Conquest and Fusion: The Social Evolution of Cairo. AD 642-1850 (Leiden, 1977).

Andreas Tietze, Mustafa Ali’s Description of Cairo of 1599 (Viyana, 1975).

Rudolf Vesely, “Un document de construction emis pour Suleyman Pacha en 946 de l’Hegire,” Archiv Orientalni 31 (1963): 423-441.

John Alden Williams, “The Monuments of Ottoman Cairo,” Colloque International sur l’Historie du Caire (Kahire, 1969).



Yüklə 11,12 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   105




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin