Kaynarca'dan (1774) Paris Barışı'na (1856) Kadar Şark Meselesi Perspektifinde Osmanlı-Rus Münasebetlerine Genel Bir Bakış / Yrd. Doç. Dr. Hasan Şahin [s.531-544]
Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi / Türkiye
-
Giriş
Osmanlı Devleti ile Rusya arasındaki ilk siyasi münâsebetler, 1475’te Kırım Hanlığı’nın Osmanlı hakimiyetine girmesiyle başlamıştır.1 Bu devirde Moskova Rusyası, Osmanlı Devleti ile dostça geçinmeyi bir zaruret olarak görürken,2 Osmanlı hükümeti nezdinde Rusya, Avrupaca siyasî mevkiî ve Osmanlı kudretine karşı gelecek bir iktidarı dahi haiz olmayan, Kafkasya ve Kırım bölgelerindeki Âl-i Cengiz hükümetlerinin harâc-güzârı küçük bir kuzey hükümeti olarak kabul ediliyordu.3
16. yüzyıla kadar her bakımdan Avrupa devletlerinden farklı olan Rusya, 17. yüzyılda, birdenbire düşünüş, yaşayış, çalışma ve siyaset bakımından hatırı sayılır büyük bir Garp devleti manzarası almıştır. Bu durum, Çar I. Petro’nun gerçekleştirdiği büyük reformlarla gerçekleşmiştir.4
I. Petro’dan itibaren Rusya, ileri bir toplum ve büyük bir devlet olmak yolunda asrın getirdiği yenilikleri alırken, Osmanlı Devleti ise aksine bir yola giriyordu. Bunun neticesinde de, Osmanlı Devleti ile Rusya arasındaki dengeler Rusya lehine gelişiyordu.5 Çarlık Rusyası’nın yükselişi uluslararası güç dengesi yönünde de büyük sonuçlar doğurdu. Nitekim Rusya’nın İsveçlileri Poltova’da insanı şaşkına çeviren bir yenilgiye uğratması (1709) diğer güçlere, o güne kadar uzak ve bir ölçüde barbar görünen Moskof Devleti’nin Avrupa kapsamında bir rol oynamaya kararlı olduğunu gösterdi. Aslında Rusya’nın yükselişi karşısında en büyük zararı görecek olanlar Polonyalılar ve Türklerdi.6
18. yüzyılın başlarından itibaren, Boğazları ele geçirmeyi, Kafkaslar’a ve Balkanlar’a hakim olmayı, Ege Denizi’nden Akdeniz’e, Doğu Anadolu üzerinden de Basra Körfezi’ne sahip olmak suretiyle, büyük bir imparatorluk kurmayı kendilerine geleneksel bir politika haline getiren Rusya, bunu gerçekleştirmek için Osmanlı tebaası olan Hıristiyanları Müslümanlara karşı himâye ederek, Osmanlı Devleti’ni nüfuzu altına almayı amaçlamakta idi.7
Siyasi emelleri uğruna kocası III. Petro’yu öldürten Alman asıllı II. Katerina (1762-1796), Büyük Petro’nun izinde yürüyerek, Rusya’yı hedefine ulaştırmak istiyordu. Lehistan’ın paylaşılmasında başrolü oynayan Kraliçe, bu paylaşmada en büyük payı Rusya’ya kazandırdı.8 Türkler, tampon devlet olarak gördükleri bir ülkede Rus askeri gücünün yayılmasından telâşa kapılmakla kalmayıp, Polonya ve Osmanlı Devleti’nin, Rus saldırganlığından aynı derece korkan geleneksel müttefiki Fransa tarafından da kışkırtılmaktaydılar.9 II. Katerina döneminde, Osmanlılara karşı yapılan ilk savaşta (1768-1774) Ruslar, başarılı oldular. 1770’te Kronstadt’tan yelken açan Rus donanması Avrupa’nın çevresinden dolaşıp Sakız Adası’nın karşı yakasındaki Çeşme açıklarında Türk donanmasını tahrip etti.
Bir deniz gücü olarak Rusya, çifte darbe indiriyordu; Sound’dan geçerek ve Cebelitarık’tan dolaşarak Avrupalılara gücünü gösteriyor, Akdeniz’deki varlığını ilan ediyordu; Türklere ise, Karadeniz ile Ege Denizi arasına sıkışmış İstanbul’a yönelik bir saldırı korkusu yaşatıyordu.10 II. Katerina, savaş sonunda yaptığı Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla (1774), Osmanlı Devleti’ndeki Ortodoksların himaye hakkını alıp, 1914’e kadar sürecek olan “Şark Meselesi”nin başlamasına sebep oldu.11
B. Kaynarca Barışı’ndan (21 Temmuz 1774) Edirne Barışına (14 Eylül 1829) Kadar Osmanlı-Rus Münasebetleri
Küçük Kaynarca Barış Antlaşması, Rusya ile Osmanlı Devleti arasında iki yüz yıllık süre içinde yapılan birçok antlaşmanın, uzun vâdeli sonuçları açısından en önemlisidir. Bu, iki devlet arasında gelecek yüzyıl içinde imzalanacak öteki antlaşmaların temeli olmuş ve Rusya sürekli bu metne atıfta bulunmuştur.
Antlaşma her şeyden önce Osmanlı’nın gururunu kırmıştır. Bununla sultan, yalnız Hıristiyan nüfusunun oturduğu fethedilmiş toprakları değil, aynı zamanda Kırım’daki eski Müslüman toprağını da terketmek zorunda kaldı. Rusya, böylece, ilk defa olarak Karadeniz’in kuzey kıyılarına sağlam bir şekilde yerleşmiş oluyor, Azak Denizi ile Karadeniz arasındaki boğazı da denetlemeye başlıyordu.
Rusya’nın İstanbul’daki diplomatik başarısı da İstanbul’da sürekli bir büyükelçi tarafından temsil edilecek olmasıydı.12
Karadeniz’in kuzeyindeki Osmanlı konumuna ilk ağır darbeyi vuran Küçük Kaynarca Antlaşması oldu.13 Küçük Kaynarca Antlaşması’nda Rusların, himayesindeki Ortodokslarla ilgili bir takım imtiyazlar elde etmesi uluslar arası konum ile iç bütünlük ve istikrar arasındaki belirleyicilik ilişkisinin ilk önemli göstergesidir. Gayrimüslim ve Ermeni azınlıkların Osmanlı’dan kopuş sürecinin başlaması bu antlaşmada ortaya konan himaye şartının sonucudur. Böylece ilk defa uluslar arası konum ve güç ile ülkenin iç unsurları arasındaki ilişki bu derece açık şekilde belirmiştir.14 Fakat asıl önemli olan nokta, savaştan sonra Osmanlıların, barış içinde ve en iyi dostluk münasebetleri ortasında olsa bile, hiçbir hukuki bağ gözetilmeden üzerine saldırılması câiz görülen milletlerden sayılmasıydı.15
Güneye yayılmak politikaları çerçevesinde 1774’te Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım’ın bağımsızlığını sağlayan Ruslar,16 daha sonra Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu buhranlardan istifade ederek, 1783’te Kırım’ı işgâl etmiş ve 1786’da İstanbul’da imzalanan bir anlaşma ile Kırım, Taman ve Kuban’ın Rusya’ya katılmasını kabul ettirmişlerdi.17
Rusların Kırım’ı ülkelerine katmaları Kafkasları büyük bir tehlikeye sokmuştu. Çünkü bu sayede Karadeniz’e açılmışlar ve 150 gemilik bir donanma sahibi de olmuşlardı. Öte yandan Gürcistan’a yerleşmeyi plânlayan Ruslar, bölgeye arabaların işleyebildiği yollar da inşa ettirmişlerdi.18
Kaynarca Barışı’ndan sonra Rusya, Avrupa’ya karşı bir Şark Meselesi olarak gördüğü Boğazlar Meselesi’ni kendi lehine halletmek için bu defa da Osmanlı topraklarının taksimi projesini ele aldı. Bu siyasi amacına ulaşmak için en büyük rakibi Avusturya ile işbirliği yaptı. II. Katerina ve Avusturya İmparatoru II. Jozef, Kaynarca Barışı’ndan sonra müşterek doğu siyasetlerine hız verip Lehistan gibi, Osmanlı topraklarının daha geniş ölçüde paylaşılması hazırlığına giriştiler.19 1781 yılının Nisan ve Mayıs aylarında II. Jozef ile II. Katerina arasındaki yazışmalarda, iki devlet arasında bir ittifak kuruldu. Buna göre, Osmanlı Devleti’ne karşı açılacak bir savaşta, iki taraf birbirlerine yardım edeceklerdi. Fakat bu ittifak bu kadarla kalmadı. Yine iki hükümdar arasında 1782 yılında yapılan yazışmalarla, Osmanlı Devleti’nin yenilgisi ve Avrupa’daki topraklarının ele geçirilmesi halinde, bu “miras”ın nasıl taksim edileceği hususunda bir anlaşma meydana gelmişti ki, “Grek Projesi” denen tasarı budur. Bu tasarı ile, Osmanlı Devleti’nin merkezi İstanbul başta olmak üzere, Balkanlar ve Doğu Avrupa’daki topraklarının paylaşılması öngörülüyordu.20
Avusturya ile Rusya arasında “Şark Meselesi”nde bir dönüm noktası teşkil eden bu ittifak21 Osmanlı Hükümetini oldukça rahatsız etti. Bununla beraber, I. Abdülhâmid, barışı bozmak istemedi.22 Çünkü; düşman tarafından görülen bu gelişmelere karşılık İslâm toplumunda gözlenen intizamsızlık ve harp için gerekli vasıtaların yokluğu başta Padişah olmak üzere devlet erkânını zaruri olarak sabırlı ve soğukkanlı davranmaya zorlamaktaydı.23
Fakat, Katerina’nın Avusturya İmparatoru II. Jozef ile Osmanlı topraklarının bölüşülmesini öngören “Grek Projesi”ni uygulamaya koymak istemesi, Kırım Hanlığı’nın ortadan kaldırılması ve Rusya’ya ilhâkı, Rus ticâret gemilerinin serbest geçiş hakkından faydalanarak Ege Denizi’ndeki adalarda yaşayan Rumlara ve Karadağlılara sürekli silâh ve mühimmat taşıması, onları isyana teşvik ve tahrik etmesi ve Rusların Kafkaslar tarafından da Osmanlı Devleti için tehlikeli olmaya başlamaları savaşı kaçınılmaz hâle getirmişti.24
Nihayet, Rus elçisinin ardarda yaptığı yeni teklifler ve Rus Çariçesi’nin büyük bir debdebe ve ihtişam ile Kırım’a gelmesi25 ve Rusya’nın sınırlara kuvvet yığması üzerine Osmanlı Devleti, Sadrazam Yusuf Paşa’nın ısrarı ve İngilizlerin teşvikiyle Rusya’ya harp ilân etti (15 Ağustos 1787). Rusya’nın müttefiki olan Avusturya da Osmanlı Devleti’ne savaş ilân ettiğinden, onlarla da savaşmak zorunda kalındı.26
Osmanlı Devleti, Avusturya’ya değil, Rusya’ya savaş ilân etmişti. Fakat Avusturya, çıkan savaşı fırsat bilip, bir hamle ile Belgrad’ı düşürmek istedi. Bu konuda yaptığı iki teşebbüs sonuç vermeyince, o da 1788 Şubatı’nda Osmanlı Devleti’ne karşı savaşa katıldı.
Askeri alanda savaşın gelişmeleri 1788 yazına kadar başarılı bir şekilde yürütüldüyse de, bundan sonra durum Osmanlı Devleti’nin aleyhine döndü. Ruslar, savaşın ilk zamanlarında bütün faaliyetlerini Karadeniz kıyısındaki Oçakof (Özü) Kalesi üzerinde yoğunlaştırdılar.27
17 Aralık 1788’de Özü’yü ele geçiren Ruslar, şehri yağma etmekle kalmayıp, ahaliden 25.000 kişiyi kılıçtan geçirdiler.28 Özü’den sonra, Hocapaşa’nın (Odesa) da Rusların eline geçmesiyle, Dinyeper ile Dinyester nehirleri arasındaki Karadeniz sahil şeridi Ruslar tarafından işgâl edildi. Bu yerlerin zaptının ardından Podolya’daki Hotin Kalesi de düştü. Özü ve Hotin’in kaybıyla Osmanlılar, Doğu ve Orta Avrupa’daki kilit noktalarını elden çıkarmış, bundan böyle Avrupa’da yalnız Balkanlar’a hakim bir devlet durumuna düşmüştü.29
I. Abdülhamid’in ölümüyle (Nisan 1789) yerine geçen III. Selim, Kırım Ruslar’ın elinde kaldığı müddetçe savaşın devamından yanaydı. Nitekim, savaşın başarıyla sürdürülmesi için devletin bütün maddi ve manevi imkânlarını seferber etmenin yanında, İsveç ile 11 Temmuz 1789’da bir ittifak antlaşması imzalamıştı.30 İsveç’in harpten çekilmesi (Şubat 1790) üzerine, Prusya ile bir ittifak antlaşması yaptı. 31 Ocak 1790’da, uzun görüşmelerden sonra gerçekleşen Osmanlı-Prusya ittifakı ile Avusturya iki ateş arasında kalmış bulunuyordu. Meydana gelen Fransız İhtilâli karşısında Rusya ve Fransa’ya coğrafî yakınlığı sebebiyle özellikle Avusturya’nın ve öteki Avrupa devletlerinin derin bir huzursuzluk duymaları, Osmanlı Devleti için uygun şartlarla barış yapabilmenin yollarını açan önemli bir gelişme oldu.31
Bu gelişmeler üzerine, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu hükümeti Prusya ile Reichenbach Anlaşması’nı imzaladı (27 Temmuz 1790). 19 Eylül’de de Yerköyü’nde, 9 aylık bir Osmanlı-Avusturya mütarekesi yapıldı.32
Reichenbach Mütarekesi’nden sonra Osmanlı Devleti ile Avusturya arasında başlayan barış görüşmeleri Ziştov Antlaşması’yla neticelendi. Avusturya, Orsova’nın dışında kalan bütün toprak kazançlarından vazgeçti.33
Bu suretle Osmanlı Devleti’yle Rusya karşı karşıya kalıyordu. Fakat Osmanlı Devleti’nin cephelerdeki durumu iyi değildi.34 Tuna üzerinde Rusların Balkanlar’a inmesine mani olacak son savunma noktası olan İsmail Kalesi’nin düşmesi ve ordunun perişanlığı sırasında İngiltere ve Prusya duruma müdahale ettiler. Bu müdahalede Fransız İhtilali’nin büyük tesiri oldu.35 Nitekim, bütün Avrupa’da içtimaî-siyasî düzeni alt üst edecek gibi görünen ihtilâl karşısında Rusya da barışa yanaştı.36 Ruslarla Yaş’ta imzalanan (9 Ocak 1792) bu yeni anlaşmanın temelini Küçük Kaynarca Antlaşması teşkil ediyordu. Anlaşma ile Osmanlılar, Rusya’nın Kırım’ı ilhakını ve Gürcistan üzerindeki hakimiyet hakkını tanıyorlardı.37
Katerina’nın Türkleri yıkıp kendi İmparatorluğu’nun kanadı altında yeni bir Ortodoks-Bizans İmparatorluğu kurma yolundaki büyük plânı gerçekleşemedi. Fakat Rusya, Dinyester Irmağı’na kadar uzanan Karadeniz kıyılarını topraklarına kattı. Prusyalılar ve Avusturyalılar yenilen Türkler karşısında ilerleyişini durdurmak için, Polonya’nın ikiye bölüşülmesinde (1793 ve 1795) Rusya’nın önemli paylar almasına izin verdiler. Böylece Rusya, sınırlarını batıda Vistül Irmağı’na kadar genişletti.38
Fransız İhtilâli’nin Avrupa’da meydana getirdiği havadan ve Lehistan’ın 1793’te Rusya, Prusya ve Avusturya arasında ikinci defa paylaşılmasının doğurduğu karışık ortamdan çekinen II. Katerina, Yaş Anlaşması’nın meydana getirdiği müspet havadan faydalanarak Osmanlılarla anlaşmak istedi. Bunun üzerine iki ülke karşılıklı iyi niyet elçileri göndermek kararı aldılar. İki taraf arasındaki bu barış gösterisi; hakikatte şüphe ve kin dolu bir mütarekeden başka bir şey değildi.39
18. yüzyılın sonlarına gelindiğinde Osmanlı Devleti’nin dış siyasetinin oluşmasında, gelişmesinde ve yönlenmesinde Avrupa’nın büyük devletlerinin tesiri artmıştı. Bu sebeple Osmanlı-Avrupa devletleri münasebetleri devletin mevcudiyeti ve istikbâli yönünden daha büyük önem kazanmıştı. “Şark Meselesi” çerçevesinde meydana gelen bu münasebetlerde ise, önemli rol oynayan ve ağırlığı hissedilen başlıca büyük devletler Fransa, İngiltere, Avusturya ve Rusya idi.40
I. Koalisyon Savaşları sırasında Avusturya’ya karşı üstünlük sağlayan Fransa’nın, Avusturya ile imzaladıkları Campo Formio Anlaşması (17 Ekim 1797) sonrasında Fransızların Venedik’in Adriyatik kıyılarına ve Yunan Denizi’ndeki malikânelerine yerleşmesi, Osmanlı Devleti’nden ziyade Rusya’yı telâş ve endişeye düşürdü.41
Fransa’nın sözde, adasında kendisine bir şey yapamadıkları İngiltere’yi sömürgelerinde yenmek için Mısır’a sefer hazırlığına girişmeleri ve Mısır’ı istilâ etmeleri karşısında42 çaresiz kalan Osmanlı Hükümeti, 3 Ocak 1799’da Ruslar’la, 5 Ocak 1799’da İngiltere ile birer ittifak anlaşması yaptı. Rus filosu bu antlaşma ile ilk defa boğazlardan geçerek Akdeniz’e açılma imkânını buldu.43 Rusya’nın bu imkânı kalıcı bir hak haline getirmek istemesi, bundan sonraki Rus politikasının ana hedeflerinden birini teşkil edecek ve “Boğazlar Meselesi” böylece gündeme gelmiş olacaktır.44
Asya ve Afrika’daki Avrupa imparatorluklarının hâkimiyeti henüz doğrudan doğruya Ortadoğu’ya karışmıyorsa da, bölgenin stratejik yollarındaki Batı ilgisi giderek artmaya başlamıştı. Fransa’daki devrim ve Napolyon savaşlarının global niteliği bu düşüncelere yeni bir işlerlik kazandırdı. İngiliz ve Fransızların birbirleriyle mücâdelesi ve bu iki ülkenin de Ruslara karşı duyduğu kaygı, Batı müdahalesini Ortadoğu’nun merkezine taşıdı.45
Müttefiklerin askeri operasyonları üzerine zor durumda kalan Fransız kuvvetleri yapılan bir antlaşma ile Mısır’dan çıkartıldılar (30 Ağustos 1801).46 Bu sonucu ne Mısırlılar ne de Türk egemenleri sağlamışlardı. Mücadele Fransız ve İngiliz güçleri arasındaydı. Yerel unsurlar onlara kıyasla küçük bir rol oynuyorlardı. Fransız işgali kısa süreli oldu ve Mısır yeniden Türk yönetimine girdi. Fransızların gelişi Batılı bir devletin küçük bir ordusunun bile Ortadoğu’nun önemli topraklarından birine girip işgal edebileceğini göstermişti. Onların çıkışı sadece başka bir Batılı devletin onları oradan çıkartabileceğini de göstermişti. Bu ilerde çok kötü sonuçlar doğurabilecek bir duruma işaret eden bir çifte dersti.47
Yukarıda ifade edildiği üzere Rusya, Osmanlı Devleti’nin müttefiki olarak ihtilâl savaşlarına katılmak zorunda kaldı. Fakat Napolyon’un Mısır macerası tasfiye olunur olunmaz tarih yine tabiî yoluna girdi ve Rusya, ortalığı biraz elverişli görür görmez II. Katerina’nın plânlarını yeniden ele aldı.48
Fransızların Mısır’dan çekilmesi, Osmanlı-Rus ve Osmanlı-İngiliz andlaşmalarının karakteri üzerinde büyük tesir yaptı. Osmanlı hükümeti, İngilizlerin Mısır’da yerleşmek niyetinde olduklarına dair bilgi edinmişti. Rusların, Yedi-Yunan Adası’nda ve temasta bulundukları Rumlar arasında milliyetçilik propagandası yaptıkları artık bir sır olmaktan çıkmıştı. Bu itibarla, Fransız tehlikesi bittiği andan itibaren Osmanlı Devleti için Rus ve İngiliz siyasi ihtirasları tehlikeli bir karakter almış oluyordu.49
Avusturya, Rusya ve Prusya’nın, Lehistan’ı paylaştıkları 18. yüzyıl gibi geç bir dönemde, Osmanlı Devleti bu oldu bittiyi tanımamış ve Batı Avrupa devletleriyle bir arada, Avrupa’daki güç dengesini yeniden kurmak için kararlı bir mücadele yürütmüştü.
Batılı güçlerin ekonomik ve siyasi hegemonyasını bütün dünyaya kabul ettirdiği 19. yüzyılda, ikincil bir güç durumuna düşmüş olan Osmanlı Devleti,50 topraklarının güvenliğini tek başına sağlayamayacağını anladığı için, “denge politikası”nı bütün neticeleriyle kabul etmek zorunda kalmıştı.51
Bu sıralar, hiçbir devletten destek bulamayan Osmanlı Devleti, istemeyerek de olsa Rusya’nın baskılarına boyun eğerek, 1798’de kararlaştırılan ittifakı yeniledi (24 Eylül 1805).52 Bu ittifak ile Rusya iki önemli avantaj elde etmiş olmaktaydı: Birincisi, Boğazlar’dan hiçbir devletin savaş gemisinin geçmesine izin verilmez iken, Yedi Ada durumunu bahane eden Rusyaya, barış zamanında da donanmasını Boğazlardan geçirmesine izin verilmekteydi. İkincisi ise, Boğazların kapalılığı ilkesine rağmen, herhangi bir devletin bu ilkeyi bozmaya teşebbüs etmesi halinde, Boğazların ortak savunması öngörülmek suretiyle, Rusya Boğazlar üzerinde, diğer devletlere nazaran üstün bir durum sağlamaktaydı.53
Bununla beraber, bu ilân-ı ittifak ancak bir yıl kadar sürdü ve Rusya tarafından barış ve ittifak hükümlerinin sürekli bozulması yönünden Osmanlı hükümeti, Rus harp gemilerinin Boğaz’dan geçmelerine izin vermeyince, antlaşma fesh edildi.54
Bu tarihlerde ise, -Üçüncü Koalisyon Harpleri sırasında- Napolyon, Rusya’yı bir barışa zorlamak için onu güneyden de tehdit etmek üzere, Osmanlı Devleti’ni bu devlete karşı savaşa tahrik etmeye başladı. Bu maksatla da elçi Sebastian’ı Osmanlı Devleti’ni savaşa katılmaya ikna etmekle görevlendirmişti.
Rus baskısından kurtulmak isteyen Osmanlı Devleti Fransa’nın desteğine de güvenerek bazı girişimlerde bulundu.55 Rus taraftarı olarak bilinen Eflak ve Buğdan beyleri azledildiler. Boğazlar Rus gemilerine kapatıldı. Rusya bu durumu bir ültimatom ile protesto etti ve ardından harp ilân etmeksizin Eflâk ve Buğdan’ı işgal etti.56 Böylece Rusya, Osmanlı Devleti üzerindeki emellerini gerçekleştirmek üzere yeni bir savaşa başvurmuş oldu.57
Rusya’nın bir taraftan Tuna nehrine kadar sınırını uzatmak istemesi yanında, Kafkaslar’da da Osmanlı Devleti’ni tehdide başladığı meydanda idi.58 Rusya’yı geleceği için büyük bir tehlike olarak gören, Rusya’ya, ancak Fransa tarafından ağır bir darbe vurulabileceğini düşünen ve Fransa politikasına dönen Osmanlı hükümeti, Rusya’yı destekleyen İngiltere’nin karşı tavır almasına yol açtı.59
Friedland’da Rusları yenen (14 Haziran 1807) Napolyon’un artık Osmanlı ittifakına ihtiyacı kalmadığından, Çar Aleksandr ile görüşmelere başladı ve 7 Temmuz 1807’de onunla Tilsit Anlaşması’nı imzaladı.60 Tilsit’te Osmanlı Devleti’nin paylaşılmasını görüşen iki İmparator, İstanbul ve Boğazları Çar’ın istemesi yüzünden anlaşamamışlardı.61
Erfurt’ta tekrar bir araya gelen (Eylül 1808) iki İmparator, görüşmelere başladılar. Daha önceki görüşmelerde olduğu gibi, Çar’ın eski isteği üzerinde ısrarı üzerine Napolyon, İstanbul ile iki Boğaz’ın Rusya’ya verilmesinin mümkün olmadığını ve Fransa buna razı olsa bile İngiltere, Avusturya, İspanya devletleri ve Almanya’nın bir parçası ile bağımsızlığı için ayaklanmış olan Türkistan’ın birleşip son nefeslerine kadar mücadele edeceklerini ve böyle ağır bir meselenin ele alınması için uygun bir ortamın gözetilmesini, aksi takdirde bunun büyük bir buhrana yol açacağını söyledi.62
Slobozia Mütarekesi’nin (Ağustos 1807) imzalanmasından sonra Rusya ile başlayan barış görüşmeleri, bir netice alınamadan 1809 yılı İlkbaharı’na kadar devam etti. 1809 baharında başlayan ve üç yıl süren muharebelerde Ruslar, Basarabya’yı, Eflak-Buğdan’ı ve Kuzey Bulgaristan’ı ele geçirdiler.63 Bir aralık, Türk orduları Rusları geri atarak Tuna’yı geçtilerse de bunun harbin kaderini değiştirmede rolü olmadı.64
Osmanlı Hükümeti harbin yorgunluk ve başarısızlığından kurtulmak, Rusya da Napolyon tehlikesine karşı serbest kalmak düşüncesiyle barışa karar verdiler ve 28 Mayıs 1812’de Bükreş Antlaşması’nı imzaladılar. Bu antlaşma ile Basarabya (Bucak) ile Buğdan’ın bir kısmı elden çıkmış, Ruslar Tuna ağzına ayak basmıştı.65 Ancak Ruslar, 1806-1812 Harbi sırasında Kafkaslarda ele geçirdikleri yerleri bu antlaşma ile terk ettiklerinden, Kafkaslarda herhangi bir sınır değişikliği olmamıştı.66
Fransız İhtilali’nin ortaya koyduğu ve yaydığı fikirlerden milliyetçilik fikri, bütün Avrupa’da tesirini gösterdiği gibi, zamanla çeşitli yollardan Osmanlı İmparatorluğu’na da sızmıştı. Bu fikir özellikle, Selim devrindeki dış olaylarla birlikte İmparatorluk sınırları dahilinde Hıristiyanların çoğunluğu teşkil ettikleri bölgelerde ve buralardaki tebaası arasında yaygın hale gelmeye başlamıştı.
18. yüzyıldan beri Rusya ve Avusturya’nın çeşitli propagandası ve tahrikleriyle devlete karşı gelmeye hazır olan bu bölgenin Hıristiyan halkına, bir de milliyetçiliğin aşılanması, sonuçta onların da bağımsızlık hareketlerine başlamasına sebep olmuştu.67
Osmanlı İmparatorluğu’nun içten parçalanmasında ilk büyük adımı teşkil eden Sırp İsyanı (1804)’nın doğurduğu imtiyaz meselesi henüz halledilmemişken, Çar I. Aleksandr’ın yaveri Aleksandr İpsilanti’nin başkanı bulunduğu Etnik-i Eterya Cemiyeti mensupları 1821’de önce Buğdan’da, daha sonra Mora’da isyan bayrağını açarak, Yunanistan’ın istiklalini ilân etmişlerdi (Ocak 1822).68
İsyan’da parmağı olan Patrik Gregoryos’un ve cürümleri sabit görülen birçok metropolitlerin idam edilmeleri,69 gerek İmparatorluk sınırları dahilindeki gerek haricindeki Hıristiyanlar arasında büyük tepkilere yol açtı. İlk tepki Rusya’dan geldi. 1821 Haziranı’nda Osmanlı Devleti’ne verdiği bir ültimatomda Çar, Eflak ve Buğdan’dan Osmanlı kuvvetlerinin çekilmesini ve Hıristiyanlara ciddi garantiler verilmesini istedi.70 Bu isteği Osmanlı hükümetince reddedilince, Rusya İstanbul’daki elçisini geri çağırdı.
Sultan II. Mahmud, bitmek bilmeyen bu isyana, bir son vermek için Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’dan yardım istemek zorunda kalmıştı.71 Osmanlı Devleti, İbrahim Paşa kumandasındaki Mısır kuvvetlerinin de yardımıyla Yunan İsyanı’nı bastırmaya muvaffak olmuş, Yunanistan Osmanlılar tarafından adetâ yeniden feth olunmuş ve Rumların bağımsızlık girişimi neticesiz kalmıştı. Fakat tam bu sırada İngiltere, Fransa ve Rusya’nın işe karışmasıyla durum birdenbire değişmiş ve esasında Osmanlı Devleti’nin bir iç meselesi olan Yunan isyanı devletler arası bir mahiyet almıştı.72
Bu sıralar Çar I. Aleksandr ölmüş, yerine I. Nikola (1825-1855) geçmişti. Yeni Çar, Kutsal İttifak’a ve Türklere düşmandı. Yunanlılara sempati duyuyordu. Onun için, Avrupa’nın genel çıkarları değil, Rusya’nın özel çıkarları önde geliyordu ve başarılarının da “Bizans yolu üzerinde” bulunduğuna inanıyordu.73 Bu nedenlerle M. Ali Paşa gibi güçlü bir valinin Doğu Akdeniz’e egemen olmasını, Mora ve Girit üzerinde beslediği emellere bir engel oluşturduğunu düşünüyordu. İngiltere de Yunanistan da bir anlaşma oluşturma çabasındaydı. Rusya 17 Mart 1826’da padişaha bir ültimatom gönderip Bükreş Anlaşması şartlarına uyularak Sırbistan’a özerklik verilmesini ve prensliklerin ayrıcalıklarının yeniden tanınmasını istedi. II. Mahmud, İngilizlerden gelen baskının da etkisiyle Rus isteklerini kabul edip Akkerman Anlaşması’nı imzaladı (7 Ekim 1826).74 Akkerman Anlaşması ile Bükreş Antlaşması, Çar Nikola’nın istediği şekilde tescil edilerek, Eflâk-Buğdan ve Sırbistan imtiyazları genişletilmiş, Rus tüccarlarının 1806 Harbi’nde uğradıkları zararların ödenmesi de kabul edilmişti.75
Rus ültimatomunda Yunan sorunu ile ilgili hiçbir şey yoktu. Fakat, Çar Nikola, Osmanlı Devleti üzerinde baskıya geçmekle, Yunanlıların Osmanlı Devleti’ne karşı mücadelesini ister istemez kolaylaştırmış olmaktaydı.
Rus ültimatomu özellikle İngiltere’yi telaşlandırdı. İngiltere, Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne savaş açarak, Yunan sorununu kendi çıkarlarına göre çözümlenmesinden korktu.76 Yeni Çar, diğer güçlerle bir anlaşmaya varılamadığı takdirde, Rusya’nın tek başına işi götüreceğini bildirdi. Bu tehdit, sonunda, istenen sonucu sağlamıştı. Rusya’nın bir başına müdahalesini görmektense, önce İngiltere (1826’da) Yunanistan’ın özerkliğine razı oldu ve ardından da Haziran 1827’de İngiltere, Fransa ve Rusya, tarafları bir ateşkese zorlamak -aslında isyancıları kurtarmak- için mücadele etmeye müştereken karar verdiler.77
Londra Muahedesi’ni imzalamış (6 Temmuz 1827) olan İngiltere, Rusya ve Fransa tarafından Osmanlı Devleti’ne aracılık teklif edildi. Bu, kabul edilmediği takdirde fiilen müdahale edileceği bildirildi.78 Fakat Osmanlı Hükümeti, Londra Antlaşması’nın hükümlerini iç işlerine bir müdahale saydığından kabul etmedi.79
Bunun üzerine, ihtiyati tedbirler almak gereğini hisseden İngiltere, Fransa ve Rusya bir kısım donanmalarını Mora sahillerine gönderdiler (Eylül 1827)80 ve daha sonra Osmanlı asker ve donanmasının Yunanistan’dan ayrılmasını istediler. Bu istekleri reddedilince de, üç devletin donanması 20 Ekim 1827’de Navarin’e girdiler ve yapılan deniz muharebesinde daha doğrusu baskınında Osmanlı donanmasını yaktılar.81
Navarin Baskını, bütün ilgililer için çok önemli sonuçlar doğurmuştu. Yeni Osmanlı filosu tümüyle batırılmış, İbrahim Paşa’nın Mısır’dan malzeme ve asker getirmesi önlenmiş, Yunanlı isyancılar kesin bir zaferi garanti etmişlerdi. Bir bakıma, daha sonra Osmanlı içişlerine karışarak yüzyılın geri kalan bölümünde imparatorluğu emperyalist ellerin bir kuklası haline getiren Avrupa müdahalesi için bir örnek de oluşturmuş oluyordu.82
Navarin Olayı ile, Metterrinch Sistemi ve Kutsal ittifak da fiilen yıkılmış oldu. Nitekim, Metternich’e göre, “Navarin ile tarihte yeni bir dönem başlıyor”du.83 1815 Viyana Kongresi’nin sonucunda Avrupa’da kurulan düzenin, başlıca iki güçsüz noktası bulunmaktaydı: Doğu sorunu ve milliyetçilik akımı. Bu sistemin sürekliliği, Rusya’nın vereceği güvenceye ve Ortadoğu’da kurulmuş olan statükoya saygı göstermesine bağlıydı. Rusya’nın Osmanlı Devleti’nin Avrupa toprakları üzerinde genişleme yönündeki çıkarları Avusturya ile çatışınca ve Doğu Avrupa’da Rusya’nın da desteklediği milliyetçilik akımları güçlenmeye başlayınca, “Viyana Sistemi”de çökmüştü.84
Rusya, 1827 yılı içerisinde meydana gelen olaylardan kendi çıkar ve emelleri açısından son derece memnundu.85 Osmanlı Devleti’nin 1826’da Yeniçeri ordusunu kaldırması ve yerine “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” adıyla teşkil ettiği yeni ordusunu yeterli düzeye çıkaramaması, 1827’de Navarin baskınıyla donanmasız kalması,86 Navarin Olayı nedeniyle, İngiltere ve Fransa ile diplomatik münasebetlerinin kesilmesi, Rusya’nın arzuladığı bir ortamdı.87
Artık ortamın, bazı bakımlardan Avusturya ve Prusya’nın tutumları hariç, oldukça müsait bulunmasına rağmen, Rusya, sırf müttefiklerini de harbe razı edebilmek, onları da birlikte sürükleyebilmek gayesiyle biraz daha kendileriyle görüşmelerde bulunmayı uygun gördü. Aynı zamanda Osmanlılara çeşitli yollardan baskılar yaparak gerçek niyetlerini belli edip, onları tahrike çalıştı. Nihayet Osmanlı Devleti’nin zaafından istifade etmek isteyen Çar I. Nikola, Yunan Meselesi ve Osmanlı toprakları hakkındaki düşüncelerini pervasızca açıklamaktan çekinmedi.88 Ve 26 Nisan 1828’de de, Osmanlı Devleti’ne meşru olmayan bir şekilde saldırdı.
Rusların ordusuz bir halde bulunan Türkiye’yi yıkmak, Boğazlar ile İskenderun Körfezi yolunda ilerleyip Akdeniz’e çıkmak emeliyle devletin en düşkün ve acıklı bir zamanında giriştikleri89 bu savaşın başlıca sebeplerini Avrupa teşkil etmiştir. Çünkü Yunan İsyanı ve Navarin Muharebesi, Ruslara, bu defa Batı devletlerinin müdahale ihtimali olmaksızın Türklerle hesaplaşmaları için önemli bir fırsat vermişti.90
Osmanlı-Rus Savaşı, Rus ordularının Edirne’ye kadar gelmelerine ve Doğu Anadolu’nun işgaline kadar varırken, Mora’da İngiliz-Fransız müdahalesi Yunan davasını zafere ulaştırdı. 14 Eylül 1829 tarihli Edirne Antlaşması’yla Osmanlı Devleti, Yunanistan’ın bağımsız bir devlet olarak kurulmasını tanımak zorunda bırakıldı. Bu ağır antlaşmayla, Osmanlı Devleti, Rusya karşısında tekrar yenilgiye uğradı. Bulgar ve Ermeni reâyânın Rusya ile ilk fiziki temasları, bu savaş esnasında gerçekleşti.91
Osmanlı Devleti, bu savaşın sonunda imzaladığı antlaşma ile hem toprak kaybına, hem bir parçası bir bütün halinde ayrılmış, hem de ağır bir tazminat yüklenmiş olmaktan başka, Rusya’yı artık askeri güçle yenemeyecek ve bu daimi tehlikeyi bertaraf edemeyecek duruma düşmüştü.92
C. Edirne Barışı’ndan (1829)
Paris Barışı’na (1856) Kadar
Osmanlı-Rus Münasebetleri
Rusya’yı yenmek ve onu zararsız duruma sokmak için bütün ümitlerini kesin bir şekilde kaybetmiş bulunan Osmanlı Devleti’nin bundan böyle devamı kendi kuvvetinden çok, devletler arasındaki muvazene prensibinin yürürlük değerine bağlı idi.93
1829 Edirne Barışı, Rusya’nın İngiltere, Fransa ve özellikle de Avusturya karşısında kazandığı bir zafer olmuştu. Bu antlaşma ile Rus imparatoru, Balkan Slavlarının tartışmasız koruyucusu durumuna gelmişti. Öte yandan, Rusya, Osmanlı Devleti’nin de gerçek koruyucusu rolüne bürünmüştü. Avusturya’nın tutumunda hayal kırıklığına uğrayan ve diğer Avrupalı devletler tarafından da ortada bırakılan Osmanlılar, Rusya’nın iyi niyetine sığınmak durumunda kalmıştı.94
Rusya ile savaşın sona ermesi ve Yunan meselesinin halledilmesi, III. Selim ve II. Mahmud tarafından ger-
çekleştirilen ıslâhatlar, Osmanlı Devleti’nin istikrarlı bir ortama kavuşmasına yetmedi.95 Nitekim, Osmanlı Devleti bir yıl ara ile kendisinden koparılmış olan Mora ile Cezayir’in acısını unutmadan, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın isyanı başladı. İsyan başlangıçta devletin bir iç olayı şeklindeyken, daha sonra Avrupa devletlerinin işe müdahalesiyle büyük çapta devletler arası bir mesele haline geldi.
Şark Meselesi’nin çok daha geniş anlamda bir safhasını teşkil eden Mısır Meselesi, Kahire Valisi Kavalalı M. Ali Paşa’nın 1831 tarihinde Suriye’ye taarruzuyla başladı.96 M. Ali Paşa’nın bağımsız bir devlet kurma yolunda, devletin içinde bulunduğu zaafiyetten yararlanmak istemesi, durumu daha da ağırlaştırdı. Fransa’nın yardımıyla Mısır’da her alanda başarılı reformlar gerçekleştiren, çağdaş ölçülerde bir ordu ve donanma oluşturan M. Ali Paşa’nın Suriye ve Anadolu’daki ileri harekâtı, bozuk düzen Osmanlı kuvvetlerinin üst üste uğradıkları hezimetler yüzünden durdurulamamış, Konya’da bizzat sadrazamın kumandasındaki ordunun yenilmesiyle (12 Aralık 1832) Mısır kuvvetlerine İstanbul yolu açılmıştı.97
Bu durum, Çar Nikola’yı Rus ilerlemesine Osmanlılardan daha iyi karşı koyacak güçlü bir yeni Ortadoğu devletinin kurulmasını engellemek için bir şeyler yapmaya sevketti.98 Nitekim Doğu buhranına son vermek fikrinde olan Çar I. Nikola, İskenderiye’deki konsolosunu geri çağırarak M. Ali Paşa ile münasebetlerini kestiği gibi, General Muravyef’in başkanlığında bir heyeti İstanbul’a ve Kahire’ye göndermeye karar verdi.99 Çar’ın görüşlerini belirtmek için İstanbul’a gelen, sonradan da Kahire’ye geçen Muravyef, Osmanlı hükümetine yardım, M. Ali Paşa’ya da derhal muharebeyi durdurmasını teklif etti.100
Mısır kuvvetlerinin Konya’dan İstanbul istikametine hareketle geçmesi üzerine, Osmanlı Devleti bu teklifi kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Bir Rus filosu İstanbul’a gelerek (8 Şubat 1833), Beykoz’da demirledi.101 Rus donanmasının İstanbul’a gelmesi üzerine telâşa kapılan İngiltere ve Fransa, İstanbul’a elçilerini gönderdiler. Bu elçilerin gayretleri neticesinde; padişah ile valisi arasında, Adana ve Suriye M. Ali Paşa’ya kalmak şartıyla Kütahya Barışı imzalandı.102
II. Mahmud, Kütahya Barışı’na rağmen, geleceğini güven altına almak istiyordu. Bu hususta İngiltere ve Fransa’ya güvenemediğinden, Mısır Meselesi’nin başlarından itibaren, Osmanlı Devleti’ni destekleyen Rusya ile anlaşmak istedi.103 Padişah, İstanbul’daki Rus elçisine ve olağanüstü elçi olarak gönderilen Kont Orlof’a bu düşüncesini açtı. Rus elçisi de durumu hükümetine bildirdi.
Çar ittifak düşüncesine ortak çıktığı için,104 İstanbul’da Osmanlı Devleti ricâli ile Rus diplomatları arasında yapılan konferanslarda Rusya’ya Şark Meselesi’nde nüfûz kazandıran ve bundan dolayı Avrupa siyasetinde büyük bir rol oynayan “Hünkâr İskelesi Muahedesi” imzalandı (8 Temmuz 1833).105
Geçen asrın başlangıcında işbaşında bulunmuş olan Rus devlet adamları Rusya’nın kendi hudutları üzerinde Türkiye kadar zayıf bir komşu bulundurmaktan pek çok fayda elde edeceklerini anlamışlardı. Çar I. Nikola’nın saltanatı devrinde Rus hükümet adamları aynı fikirde bulunuyorlardı.106
Esasen Edirne Barışı’ndan sonra, başta çar olmak üzere Rus devlet adamları, artık Rus himâyesinde yaşayabilir bir duruma getirilen ve yalnız onun arzularını yapabilen Osmanlı Devleti’nin, şimdiki durumunu muhafaza etmeyi kendi çıkarları açısından önemli bir görev sayıyorlardı.107
İstanbul’da imzalanan Osmanlı-Rus anlaşması, çarın emellerinin büyük bir bölümünü içeriyordu. Çünkü bu anlaşma ile Edirne Antlaşması tasdik edildiği gibi, her iki taraf sekiz yıl içinde kendi topraklarına tecavüz edilirse birbirlerine yardımda bulunacaklardı.108 Antlaşmanın biricik gizli maddesi ile de, Rusya bütün yabancı harp gemilerine boğazları kapatması ve diğer taraftan müttefik sıfatıyla kendi savaş gemilerinin bu Türk geçitlerinden serbestçe girip çıkması imkânına sahip olmuştu. Bu son anlaşma ile Rusya’nın daha önemli anlaşmalarla elde etmeye çalıştığı hak ve menfaatler daha toplu ve olgun bir mahiyet kazanmış ve Osmanlı Devleti’ni Rus himayesi altına sokacak bir durum meydana getirmişti.109
1830’lu yılların başındaki Rus-Türk askerî ve siyasî işbirliği, Rusya’nın Ortadoğu’daki diplomatik gayretlerinin en yüksek başarısı olan Hünkâr İskelesi Paktı, Rusya ve Türkiye’nin siyasî durumlarını güçlendirmiş ve Rusya’nın Avrupa’daki prestijini arttırmış, ancak Rus-İngiliz ve Rus-Fransız ilişkilerini zora sokmuştu.110
Nitekim, Hünkâr İskelesi Antlaşması Londra ve Paris’te büyük bir endişe ile karşılandı. Hatta İngiltere, Fransa’ya, Karadeniz’e geçip, Rus donanmasını yakmak teklifinde bulundu.111 Bu iki devlet anlaşmadan, özellikle Boğazlar Meselesi’nden dolayı Osmanlı Devleti ile Rusya’yı protesto ettiklerini ve bunu tanımayacaklarını her iki devlete bildirerek, donanmalarını Çanakkale önlerine gönderdiler.112 Meydana gelen kriz, Avusturya Başvekili Prens Metternich’in araya girmesi ve Rusya’nın Hünkâr İskelesi ile elde ettiği avantajları, Avusturya ile paylaşmaya razı olmasıyla kontrol altına alınarak donduruldu. Avusturya ve Rusya arasında yapılan Münchengraetz Antlaşması’yla (18 Eylül 1833) iki devlet ayrıca, Osmanlı Devleti’nin muhafazası ve korunmasını öngörmekte ve Osmanlı hânedanının değişmesi ha-
linde, Mısır valisinin hakimiyetini Balkanlar’daki eski Osmanlı topraklarına intikal ettirmesini kesin olarak önlemek hususunda mutabık kalmaktaydılar.113
1838 Ağustosu’nda İngiltere ile serbest ticaret anlaşması imzalayan Osmanlı Devleti, İngiliz desteğine güvenerek Nisan 1839’da Kuzey Suriye’deki Mısır güçlerine saldırdı. Nizip’te cereyan eden muharebe Osmanlı ordusunun açık yenilgisi ile sonuçlandı (24 Haziran). Bu da yetmiyormuş gibi, hemen ardından,114 Sadrazam Hüsrev Paşa’nın düşmanı olan Kaptan-ı Derya Hain Ahmet Paşa, donanmayı Çanakkale’den kaçırıp Mısır Valisi’ne teslim etti. Diğer yandan 1833 Hünkâr İskelesi Antlaşması’yla Rusya’nın imparatorlukta kazandığı nüfuz, İngiltere ve Fransa’yı harekete geçirdi.115
Mısır Meselesi, tekrar bu şekilde ortaya çıkınca, Rusya’nın bunu çözme bahanesiyle Osmanlı Devleti’ni kendine tâbi bir devlet haline getirmesi Boğazların kontrolünü tamamen eline alması ve Karadeniz’de olduğu gibi yavaş yavaş Akdeniz’de de hakim olması mümkündü. Bunu önlemek için Avusturya, İngiltere, Fransa ve Prusya devletlerine başvurarak “Şark Meselesi”nin hiçbirinin menfaâtine aykırı düşmeyecek şekilde çözümü konusunda bir ittifak teklif etti.116 Avrupa’nın büyük devletleri Osmanlı padişahının bir eyalet paşası tarafından tehdit edilmesinden ve Fransa’nın himayesinde M. Ali’nin kuvvetli bir devlet kurmasından ve Şark Meselesi’nden çıkacak hadiselerden endişeye düşerek Mısır Meselesi’ne müdahale ettiler.117 1840 yılında Londra’da toplanan konferansta, Mısır’ın yeni statüsü tespit edildi ve padişahın 1841 tarihli fermanı ile Mısır valiliği babadan oğula geçmek üzere Mehmet Ali Paşa’ya verildi.118
Osmanlı Devleti’nin bir valisinin ayaklanması ve bunun kısa zamanda bir “Şark Meselesi” hâline dönüşmesine sebep olan119 Mısır Meselesi çözümlenmişti, fakat bu meseleden de yeni bir mesele doğmuştu: Boğazlar Meselesi.120 Esasen, Mısır Meselesi’nin halledilmesiyle Şark Meselesi sona ermedi.121 Zira, asi valisinin hakkından gelemeyen Osmanlı Devleti, bu husustaki yardımına karşılık, Rusya’ya Hünkâr İskelesi Antlaşması’yla Boğazlar üzerinde siyasî bir nüfuz tanımıştı. Bu durum bütün Batılı devletleri endişeye sevk etmişti. Rusya’nın bu sayede Doğu Akdeniz’de bir hakimiyet kurması, hiçbirinin işine gelmiyordu.122
Nihayet, sekiz yıllık vadesi dolan Hünkâr İskelesi Antlaşması’nın yenilenemeyeceği gerçeğinden hareketle, büyük devletler Londra’da Boğazların hukukî statüsünü yeniden belirleyen bir antlaşmaya imza attılar (13 Temmuz 1841).123 Boğazlarla ilgili 1841 Mukavelenâmesi, Boğazlar Meselesi’nin Kanunnâmesi demekti.124 Zira bu antlaşma ile boğazların yabancı savaş gemilerine kapatılması prensibi kesin olarak kabul edilmişti. Artık bundan sonra Osmanlı Devleti, boğazları istediği devlete açıp kapatamayacaktı.125
Rusya, bu meselede oldukça büyük bir mağlubiyete uğramıştı. Zira, bu antlaşma ile Boğazlarda olsun, Doğu Karadeniz’de olsun egemenlik veya nüfuz kazanmak emelinden vazgeçmiş oluyordu.126 1841 Boğazlar Mukavelesi ile Hünkâr İskelesi Antlaşması’nın tekerrürü önlenmiş,127 Bâb-ı Âli’deki Rus üstünlüğü sonunda yerini elçilerle temsil edilen diğer güçlere bırakmıştı.128 Osmanlı İmparatorluğu’nun politik önemi arttıkça büyük Avrupa devletleri, devletin hemen bütün iç ve dış işlerine karışır oldular. Böylece Ordadoğu gittikçe önem kazanarak politik rekabet edilen yer haline geldi.129
Osmanlı İmparatorluğu, 1840’da Mısır, 1841’de Boğazlar Meselesi’ni hallettikten sonra, bir süre için de olsa bir barış dönemi yaşadı.130 Her ne kadar bu müddet zarfında Rumeli’de ve Suriye ile Lübnan’da bir takım isyanlar çıktı ise de bunlar, hükümetin köklü ıslâhat çalışmalarına engel olamadılar. M. Reşit Paşa’nın 1839’da Gülhane’de ilân ettiği “Hatt-ı Hümâyûn” ile başlayan Tanzimat, başta İstanbul olmak üzere yavaş yavaş bütün eyaletlerde ve bu arada Bosna, Bulgaristan ve Mısır’da bile yürütüldü.
Osmanlı Devleti’nin kendini toparlamak için sarf ettiği bu gayret, kendisine büyük Avrupa devletlerinden İngiltere ile Fransa’nın sempatisini kazandırdı.131 M. Reşit Paşa, gerçekleştirdiği reformlarla imparatorluğu Avrupa devletleri arasında lâyık olduğu mevkie çıkarmış, birkaç sene önce bunun aksini düşünen devletlere bu durumu tasdik ve itiraf ettirmişti.132
Fakat sınırlarında güçlü bir Türkiye görmek istemeyen, teşebbüs edilen köklü ıslâhatlarla Türkiye’nin ikide bir müdahaleye gelmeyecek derecede medenileşmesinden çekinen ve bunu engellemek için elinden geleni yapan Rusya,133 Şark Meselesi’nde kaybettiği imtiyazlı durumu tekrar elde edebilmek için devamlı fırsat kolladı. Tarihî emellerini gerçekleştirebileceği uygun zaman bekledi. 1844 yılında İngiltere’yi ziyaret eden Çar I. Nikola,134 Fransa’nın Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz üzerindeki üstünlüğünden çekindiğini ve Fransa’nın kontrol altına alınabilmesi için İngiltere, Avusturya ve Rusya arasında işbirliği yapılması gerektiğini ifade etti. Ancak, böyle bir işbirliği daha önce İngiltere ve Rusya’nın Osmanlı Devleti üzerindeki anlaşmalarına bağlıydı.135 Nitekim sene sonuna doğru Nesselrode, daha sonraki gizli görüşmelerde karşılıklı görüşleri, çarın kaleme almış olduğu bir muhtırayla dile getirerek, Aberdeen’e sundu. Her iki taraf bu muhtırayı çarın teklif ettiği değişikliği de içine alacak şekilde tasdik etmişlerdi. Kısaca bu muhtırada Rusya ve İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun durumunu kuvvetlendirmek ve onu tehdit eden tehlikenin giderilmesinde işbirliği yapacakları üzerinde durulmaktaydı. Fakat bu taraf devletler, Bâb-ı Âli’nin yıkılmasının önüne geçilemeyeceğini görecek olurlarsa, o zaman kendi güvenirliklerini, antlaşma haklarını ve Avrupa’daki kuvvetler dengesini bozmayacak şekilde yeni bir düzenin kurulması konusunu önceden görüşeceklerdi.136 Tıpkı Münchengratz mukavelesinde olduğu gibi, böyle bir parçalanma ne taraflardan birinin güvenliğini tehdit edecek ne de Avrupa güç dengesi tehlikeye düşecekti. Böylece Rus çarı Avusturya ile yaptığı mukavelenin muhtevasını genişletiyor ve önemli bir eksikliği tamamlamış oluyordu.137
1844’te temelleri atılan Rus-İngiliz dostluğu nazarî olarak 1848’e kadar devam etti. Fakat, Rus ordularının Macar ve Leh âsilleri üzerine insafsızca yürümeleri, Eflâk ve Buğdan’a girmeleri, Rusya’nın Macar mültecilerini Bâb-ı Âli’den geri istemesi, buna karşılık İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nin mülteciler hakkındaki cesaretli hareketini tasvip etmesi ve donanmasını Çanakkale Boğazı önlerine göndermesi, St. Petersburg ile Londra’nın arasını açtı.138
1848 İhtilâllerinden ve hele 1849’da Macaristan ayaklanmasının bastırılmasından sonra, İstanbul hemen hemen bütün mültecilerin toplandıkları bir yer görünüşü almaya başlamıştı. Macar ve Leh mültecilerin buradaki faaliyetleri, Avusturya ve Rusya’yı kuşkulandırıyordu. Bundan dolayı bu iki devlet, Bâb-ı Âli’den bu mültecilerin teslim edilmesini istediler.139
Macaristan’a Rus müdahalesi, Şark Meselesi bakımından iki önemli sonuç getirdi. Birincisi, Avrupa’nın tümünde bir diplomatik devrimi tamamladı: Londra’da Koşut’a ve amaçlarına çok büyük bir sempati vardı ve çarın orduları on yıldır çok zayıflayan İngiliz-Fransız “antant”ındaki çürümeye böylece son vermiş oldu. İngilizlerle Fransızlar birlikte hareket etmeye başladılar. Çar Nikola da kendi politikaları için Viyana’dan destek bulabileceğini hesapladı. İkincisi, Macar İhtilali’nin bastırılması, Koşut ve onunla omuz omuza savaşmış olan dört Polonyalı generali Osmanlı İmparatorluğu’na sığınmaya zorladı. 1849 Eylül ve Ekim’inde padişahla Reşit Paşa, Stratford Canning’in teşviki ve Çanakkale’de bulunan İngiliz filosunun desteğiyle, Koşut’u ve Polonyalı mültecileri Avusturya ve Rusya hükümetlerine teslim etmeyi inatla reddettiler.140 Diğer taraftan Osmanlı Devleti, Avrupa’da yayınladığı bu bildiri ile mültecileri insani duygularla savunduğunu iddia etti. Hükümetin bu tavrı, Avrupa kamuoyunda özellikle İngiltere ve Fransa’da Türkiye’ye karşı büyük bir sempatinin doğmasına sebep oldu.141 Hatta Cevdet Paşa’ya göre, o sırada Rusya ve Avusturya ile Osmanlı Devleti arasında bir harp olsa, Avrupa halkı Osmanlıların imdadına koşacaklardı.142 Ancak İngiltere ile Fransa’nın ilgisi Osmanlı Devleti’nin mülteciler meselesinde Avrupa kamuoyunun sempatisini kazanmasından çok Osmanlı Devleti üzerinde bir Rus himâyesinden çekindikleri içindi. Çünkü böyle bir durumda en çok İngiliz ve Fransız çıkarları tehlikeye girecekti. Osmanlı Devleti’ni desteklemek üzere donanmaları Çanakkale’ye gönderen İngilizler ve Fransızlar,143 gerekirse Türkleri silah kullanarak savunacaklarını kararlılıkla bildirdiler. Tüm Avrupa kamuoyunun sempatisini toplayan Osmanlı direnişi karşısında Rusya ve Avusturya isteklerinden vazgeçmek zorunda kaldılar.144
Bununla birlikte, Rus Çarı I. Nikola’da İstanbul’u ve Boğazları ele geçirmek ve Osmanlı Devleti’nin mirasına konmak, bir idée fixe (sabit fikir) haline gelmişti. Ancak bunu İngiltere ile gerçekleştirebileceği inancında idi.145 Nitekim, 9 Ocak 1853’te Petersburg’da verdiği bir baloda İngiliz elçisi Sir G. Hamilton Seymour’a “hasta adam” diye adlandırdığı Osmanlı Devleti’nin paylaşılması teklifini yaptı.146 Fakat İngiltere hükümeti, Rus çarının tekliflerine yanaşmayarak reddetti.
Çünkü, Akdeniz’de o günlerde sağladığı üstünlüğün de sonucu olarak, Mısır ve Girit’in ileride kendi eline geçeceğinden emin bulunuyordu. Diğer taraftan da, İstanbul’da nüfuzunun fazla olduğu bir sırada, Balkanlar’ın Rusya’nın himaye ve nüfuzu altına girmesini, kendi çıkarlarına aykırı buluyordu. Bu nedenlerle de Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün korunmasında yarar görüyordu.147
Esasen Şark Meselesi’ne ilişkin bir İngiliz-Rus düşmanlığı geleneği vardı. Bu kısmen, Karadeniz’in bir Rus gölü olması durumunda İngiltere’nin ticaretinin zarar göreceği konusunda, kısmen de çarın imparatorluğunun Avrupa işlerine damgasını vurabileceği inancından kaynaklanıyordu.148 Palmerston’un işaret ettiği gibi, o sıralar “dimdik ayakta” olan güçler yalnızca Rusya ve İngiltere’ydi.149
İngiltere ile Osmanlı topraklarını paylaşma konusunda anlaşamayan çar, hasta adamın mirası hakkında tek başına tedbirler almaya kalkıştı. Hareket noktası olarak da Kutsal Yerler Meselesi’ni ele aldı.150 Literatüre Kutsal Yerler (Makamat-ı Mübareke) olarak geçen yerler Kudüs’te bulunan ve Hıristiyanlar için kutsal sayılan Kamame Kilise’si, Beytü’l-Lahm (Bethelem) Mağarası, Kutsal Taş (Hacer-i Mugtesil), Hazret-i İsa ve Hazret-i Meryem’in makamları idi. Bu Ortaçağ’dan beri 6 büyük kilisenin (Ortodoks, Katolik, Ermeni, Gregoryen, Süryani, Habeş ve Kıpti) ortak kullanım ve yönetiminde idi.151
Kırım Savaşı’nın (1853-1856) görünürdeki sebebi, Filistin’deki kutsal yerleri, Katolik kilisesinin mi yoksa Ortodoks kilisesinin mi denetleyeceği üzerine olan çekişmeydi. Fransa Katolikler adına aracılıkta bulunuyor,
Ruslar ise Ortodoksların haklarının savunuculuğunu yapıyordu. Katolik Kilisesi’ne 1740’ta üstünlük tanınmıştı, ancak kutsal toprakları Katoliklerden daha fazla sayıda Ortodoks hacının ziyaret ediyor olması zamanla Ortodoks Kilisesi’nin konumunu güçlendirmişti. Avusturya’nın desteğini alan Fransa Katoliklerin üstünlüğünün yeniden onaylanmasını, Rusya ise statükonun yürürlükte kalmasını istiyordu. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilmeyen Bab-ı Âli ise herkesi aynı anda memnun etmeye çalışıyordu.152
İngiltere’ye gelince, işin başından beri meseleye müdahale etmedi. Hatta İngiltere hükümeti, İstanbul elçisi Sir Stratford Canning’e, Türkiye’de Lâtin ve Ortodoks Kiliseleri arasında çıkması muhtemel olan kavgayı takip ve rapor etmesini, ancak kendisinin meseleye hiç karışmamasını emretmişti.153 Bununla birlikte, Kudüs’teki Kutsal Yerler Meselesi, 1850 yılı ortalarından beri ciddi bir milletler arası gerginlik konusu olmuştu. Osmanlı Devleti kutsal yerler üzerindeki hak iddiaları yüzünden bir yandan Fransa’nın diğer yandan da Rusya’nın ağır baskıları altında idi. Hiçbir tarafı tam olarak memnun edemeyen Osmanlı hükümeti üzerindeki baskılar günden güne artıyor, gerginlik giderek büyüyordu.154
Macar Mülteciler Meselesi’nin hâlledilmesiyle, sona ermiş görünen bunalım, Kutsal Topraklar Meselesi’nin içerdiği dini duygular işe karışınca, Şark Meselesi konusunda savaşa yol açacak tüm unsurlar artık iyice belirmişti.155 Bütün bu güçlükler uzayıp giderken, Osmanlı İmparatorluğu’nun daha önce Avrupalılarca ortaya atılan borçlanma teklifini reddetmesi, Avrupa kamuoyunda aleyhte bir havanın doğmasına yol açmıştı.156 Bu hava içinde, Prens Mençikof, Rusya’nın yavaş yavaş ortadan kalkmakta olan siyasi etkisini yeniden kurmak için İstanbul’a gönderildi (Şubat 1853). Savaştan galip çıkan bir komutanın gururlu edasıyla diplomatik gelenekleri hiçe sayan temsilcinin Osmanlı Devleti’nden istekleri yalnız Kutsal Yerler Meselesi’nin Rus çıkarları doğrultusunda çözüme bağlanması değil, aynı zamanda Rus çarının Osmanlı sınırları içinde yaşayan Yunan Ortodokslarının koruyucusu olduğunu öngören bir anlaşmanın imzalanmasıydı.157
Rusya, Ortodoksların hâmisi sıfatını ön plana çıkartıp, bu sıfatıyla Osmanlı Devleti’ni de himâyesi altına almayı amaçlayan bir “ebedî ittifak” yapılması teklifiyle baskı ve tehditlere girişti.158 Prens Mençikof’un bu ittifaktan istediği şey, Avrupa Türkiyesi’ndeki geniş çoğunluğun genel koruyuculuğu yanında, İstanbul, Antakya, İskenderiye ve Kudüs Patriklerinin ve başpiskoposların (Ruslara karşı) ihanetleri ispatlanmadıkça, yerlerinden oynatılmamaları ve böyle bir durumda, ancak, çarın rızasıyla yerlerinden alınabilmelerinin sağlanmasıydı. Başka bir deyişle, Mençikof, sultan’ın egemenlik hakkını Rusya’nın eline teslim etmesini istiyordu.159
Mençikof’un “azametli” girişimlerine rağmen taleplerinin redde uğraması, Rusya’nın savaş ilan etmesi için yeterli oldu ve Temmuz 1853’te Memleketeyn Rus kuvvetleri tarafından işgal edildi.160
Böylece, Makâmât-ı Mübareke Meselesi’nde Osmanlı hükümeti tarafların haklı isteklerini yerine getirmek suretiyle fazla dallanıp budaklanmasına meydan vermeden meselenin içinden çıkmak için bütün iyi niyetini göstermeye ve bu uğurda elinden geleni yapmağa çalışırken, Rusya, esas itibariyle aynı mahiyette kalan emelini silah kuvvetiyle gerçekleştirmek yolunu tutmuş oluyordu.161
Rusya’nın Memleketeyn’i haksız bir işgâle kalkışması iki devlet arasındaki barış durumunu bozdu. 11 Temmuz’da alınması gereken tedbirleri görüşmek üzere toplanan meclis, işgâli mevcut antlaşmaları bozucu mahiyette telâkki etmekle beraber, taraflar arasında tam bir harp sebebi olamayacağına da hükmedip, Rusya nezdinde protesto edilmesine, Avrupa devletlerine resmen bildirilmesine ve her ihtimale karşı müdafaa vaziyetinde kalınmasına karar verdi.162
Bu arada Viyana’da bir araya gelen ve bir çözüm yolu arayan büyük devletlerin elçileri “Viyana Notası” adıyla anılan bir tasarı hazırladılar (28 Temmuz 1853). Buna göre sultan, Küçük Kaynarca ve Edirne Antlaşmalarının Hıristiyan tebası konusundaki maddelerini yeniden onaylandığını bildirecek, Rusya ile Fransa bunların yerine getirilmesinde garantör olacaklardı. Çar bunu derhal kabul etti (5 Ağustos 1853).163 Aslında bu tasarı, Avrupa’yı ayağa kaldıran Prens Mençikof -26 Ağustos 1853’te dört büyük devlet elçilerine gönderilen- notasının siyaset potasında eritilip karıştırılarak “Viyana Notası” adıyla ortaya konulmasından başka bir şey değildi.164
Viyana’da hazırlanan nota, İstanbul’da incelendi ve metinde birtakım değişmeler yapılmadıkça kabul edilemeyeceği kararına varıldı.165 Büyük devletlerce Viyana’da hazırlanmış olan nota projesi, Osmanlı hükümetinin yaptığı değişikliklerden sonra Rus hükümetine iletildi. Savaşı önlemek amacıyla hazırlanan son diplomatik belgelerden biri olan nota da Rus hükümetince reddedildi.166 Böylece, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün umutlarını bağladıkları Avrupa muvazenesi, Rus ve İngiliz emperyalizmini karşı karşıya getirirken,167 Avusturya ve Prusya’nın bu hususta çarın nezdinde yaptıkları girişimler de boşa gitti.168
Bu gelişmelerden sonra, 25 Eylül günü Çırağan Sarayı’nda Reşit Paşa’nın başkanlığında 163 kişilik fevkalâde bir meclis toplanarak durumu incelemiş ve savaşa
başlanması için Padişaha rica edilmesi hususu ittifakla kararlaştırılmıştı. Bunun üzerine Sultan Abdülmecid, 29 Eylül’de bir hatt-ı hümayunla meclisin kararını kabul ve tasdik etti.169 Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya savaş ilânı diplomatik faaliyetlerinin başarısızlıkla neticelendiği bir ortamda alınmıştı. İki eyâleti zaten Rus ordularınca işgal edilmiş bulunan Osmanlı İmparatorluğu için Rusya ile savaşı göze almaktan başka çıkar yol kalmamıştı.170
Osmanlı-İslâm kamuoyunda Rusya ile savaşmak için büyük bir istek vardı. Osmanlı Devleti, Rusya’nın onbeş gün içinde Eflak-Buğdan’ın boşaltılmasını istedi. Ömer Lütfi Paşa tarafından verilen ültimatoma Rus Başkumandanı Gorçakof red cevabı verince, 14 Ekim 1853’te Ruslara resmen savaş açıldı.171
Osmanlı ordusu artık Balkanlar’da ve Doğu Anadolu’da Ruslarla savaş durumuna girdi. Osmanlı donanması da Rusların Boğaz’a girecekleri korkusuyla Karadeniz’e açılmıştı. Donanma düşmanla karşılaşmayınca kışı geçirmek üzere Sinop’a demirledi. Fakat güçlü bir Rus filosu tarafından 30 Kasım’da limanda batırıldı.172
Sinop felâketi, Fransa ile İngiltere’ye Rusya’nın Karadeniz’deki kuvvetini anlamaları için bir işaret vazifesini gördü. Artık İstanbul ile Boğazların tehdit altında bulunduğu yolunda kimsede şüphe kalmamıştı. Türk-Rus anlaşmazlığı bir defa daha Boğazlar yüzünden bir Avrupa problemi haline geldi.173
Rusya’nın kendi başına hareket etmesine izin vermemeye kararlı olan İngiltere ve Fransa Osmanlı Devleti ile ittifak yaparak (12 Mart 1854), Rusya’nın Memketeyn’i boşaltmasını istediler ve bu isteğin reddi üzerine de savaşa iştirak ettiler ve böylece Kırım Savaşı başlamış oldu.174 Kırım Savaşı, temelde bir yanda Rusya, diğer yanda İngiltere’yle Fransa arasında, Osmanlı İmparatorluğu çöktükçe Ortadoğu’da politik ve ekonomik açıdan hangi tarafın üstün çıkacağını belirleme çatışmasıydı.175 1838’de Büyük Britanya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında serbest ticaret antlaşmasının ve 1841’de Boğazlar ticaret serbestisini düzenleyen Londra Konvansiyonu’nun imzalanması, on yıl gibi kısa bir sürede, Yakın Doğu’nun ekonomik ve jeopolitik verilerini alt-üst etmişti. Önceleri, Batı açısından fazla önemli olmayan hammaddeler üreten bölge, yeni endüstriyel güçler için birinci derecede önemli bir pazar olmuştu. İşte bu tarihten sonra, Rusya’nın bölgedeki etkisini daraltmak ve güneye inmesini önlemek, İngiltere ve Fransa’nın başlıca endişesi olacaktı.176 Öte yandan, Avusturya da Balkanlar’da Rusya’nın üstünlük sağlamasının ne kadar tehlikeli olabileceğini farketti ve çara karşı dostluğa hiç de yakışmayan bir siyaset takibine başladı. Neticede bu büyük kriz sonunda Rusya, tek başına kaldığı gibi, karşısında Türkiye, İngiltere ve Fransa blokunu buldu.177
Rusya’ya Eflak ve Buğdan’dan çekilmek üzere verilen ültimatom cevapsız kalınca, Fransa ve İngilterede Rusya’ya savaş ilân ettiler. Mayıs ayından itibaren Kırım’a asker sevkiyatı başladı.178 Esas cephesini Kırım’da bulmuş olan bu savaş, büyük bir Avrupa savaşı olup, gelecekte modern savaşların ne ölçülerde cereyan edeceğini gözler önüne sermesi açısından da önem taşır.179
20 Eylül 1854’te Kırım’a çıkan müttefikler, uzun mücadelelerden sonra Sivastopol’a girdiler (10 Eylül 1855).180 Savaş kimseye itibar ya da kazanç getirmemişti. Müttefiklerin tek büyük başarısı, Rusya’nın müstahkem mevkisi olan Sivastopol’un ele geçirilmesiydi.181 Buna karşılık Rusya’nın savaştaki tek başarısı açlık nedeniyle kırılan Anadolu ordusunun savunduğu Kars’ı ele geçirmek oldu (27 Kasım 1855).182
Bütün hayatını Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak yolunda geçirdikten ve bütün faaliyetlerini bu uğurda harcadıktan sonra, 2 Mart 1855’te ölen Çar I. Nikola’nın yerine geçen Çar II. Aleksandr, barış taraftarıydı ve bir an önce savaşı sona erdirmek istiyordu.183 Esasen Rusya’nın savaşı sürdürmesi imkânsız hâle gelmişti. Savaş uzadıkça müttefiklerin üstünlüğü artarken, İngilizlerin uyguladığı abluka da dışardan yeni silâhlar alınmasını Rusya için imkansız kılmıştı.184
Rusların bu güç durumundan kendi menfaati için yararlanmak isteyen Avusturya, 1855 Aralık ayında Rusya’ya bir ültimatom vererek, 1855 yazında Viyana’da müttefikler tarafından ileri sürülen barış esasları üzerinde sulhü kabül etmesini istedi. Yani Avusturya da artık Rusya’ya karşı harekete geçmek üzereydi.185 Rusya için barışa yanaşmaktan başka bir çare kalmamıştı.
Nihayet tüm tarafların barışa hazır hale gelmelerinden sonra III. Napoleon’un önerisiyle 25 Şubat 1856 tarihinde Paris’te barış konferansı toplandı. Bu konferans Osmanlı Devleti için hem siyasi hem de diplomatik açıdan 19. yüzyılın zirvesini teşkil etti.186 1856 Paris Konferansı ve orada imzalanmış olan antlaşma Osmanlı Devleti’nin dış ilişkilerinde bir dönüm noktası teşkil etti. Çünkü 30 Mart 1856 Paris Antlaşması’yla Osmanlı Devleti Avrupa milletler topluluğuna ve milletlerarası hukuk sistemine dahil edilmişti.187
30 Mart 1856 tarihli Paris Antlaşması, Rusya’nın Osmanlı istikametindeki ilerleme yollarını kapatmayı hedef tutuyordu. Gayri müslim tebaaya verilen vatandaşlık hakları (1856 Islâhat Fermanı’yla), bu noksanlığın Rusya tarafından istismarına bir son vermeyi hedeflerken, Karadeniz’in silâhsız ve tarafsız bir hâle getirilmesi de bu yönden gelebilecek bir Rus saldırısını imkânsız kılıyordu. Nihayet Memleketeyn hakkında verilen garantiler, bir müddet sonra millî birliğini kuracak olan bu toprakları, Osmanlı yönündeki saldırıları için her savaşta çiğnenen bir geçiş yolu haline getiren Rusya’nın buralardan uzak durmasını temin etti. Bütün bunların tabii bir sonucu olarak Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü garanti altına alınıp Avrupa hukukundan istifade etmesi sağlanarak Avrupa camiasına kabul edildi. Ancak bu garantilerin kağıt üzerinde kalan boş vaadler olduğu kısa zamanda anlaşılacaktır.188 Çünkü, büyük güçler arasındaki rekabet ve anlaşmaya dayanan barış, diğer birçok ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de iç çözülmelerin hızlanışı şeklinde yansıyacaktır.189
Osmanlı Devleti iki büyük Avrupa devleti ile birlikte müttefik olarak Kırım Muharebesi’ne girerken, Şark Meselesi’ne son vermeyi ve Rusya’nın tasallutundan kurtulmayı düşünüyordu. Halbuki bu muharebede Rusya devleti, gelecekte taarruzundan emniyet hâsıl olacak derecede mağlup edilemediği gibi, Şark Meselesi de son bulmadı.190
Sonuç
Çar I. Petro’dan itibaren süratle kuvvetlenen Rusya karşısında birtakım sebeplerden dolayı gücünü kaybeden Osmanlı İmparatorluğu, kendini müdafaa edemez bir hâle gelince, başta İstanbul ve Boğazlar olmak üzere Türk toprakları Çarlık Rusyası’nın emperyalist emellerinin hedefi haline gelmiştir. Büyük Petro’nun Osmanlı İmparatorluğu’nu ortadan kaldırmayı hedef tutan “siyasi vasiyeti”nin de191 Rus politikasında etkili oluşu, Rusları daima Osmanlı İmparatorluğu aleyhine genişlemeye sevketmiştir.
Esasen Rusya, Avrupa siyasetinde kuvvetli bir rol oynamağa başladığı günden beri Osmanlı İmparatorluğu’nu tasfiye etmeği ana siyaset prensibi olarak kabul etmişti. Bu prensibi gerçekleştirebilmek için de, devletlerarası münasebetlerin meydana getirdiği imkânlara göre tatbik safhasına koymak üzere üç yol takip ettiğini görüyoruz. Birinci yol olarak, Osmanlı topraklarını Rus İmparatorluğu’na katmak, ikinci yol imkân hasıl olduğu takdirde aynı toprakları ilgili Avrupa devletleriyle paylaşmak, üçüncü yol da, Osmanlı toprakları üzerinde muhtar veya müstakil devletler kurulmasını sağlamak ve bu devletleri, günün birinde, kendi himâyesi altına almaktı.
Fakat her durumda Çarlık Rusyası’nı güçlü kılacak ve Avrupa muvazenesini tehlikeye sokacak bu metodlardan biri, Rus hükümetince uygulama safhasına konmaya çalışıldığı andan itibaren, diğer büyük Avrupa devletlerinin tepkisi ve direnişiyle karşılaşmıştır. Rusya’nın yükselişinin Avrupa düzenine yeni bir şekil verdiği ve Osmanlı Devleti’nin yerini ve fonksiyonunu kökünden değiştirmiştir. Artık Osmanlı Devleti Avrupa için doğudan gelen bir tehdit değil, Rusya’ya karşı kullanılacak bir fren vazifesi gören, tampon bir devlettir. Nitekim Osmanlı Devleti, Batılı ülkeler tarafından, Rusya’ya karşı, sürekli savaşa teşvik edilmiş olmasına rağmen, cephelerde -Kırım Harbi hariç- yalnız bırakılmıştır. Batılı ülkeler ancak mütareke ve barış safhasında ortaya çıkarak diplomatik aracılık yapmışlar ve şu veya bu şekilde Avrupa muvazenesinin sarılmasına engel olmaya çalışmışlardır.
Kısacası, “Şark Meselesi”ni kendi lehine halletmek isteyen Rusya, diğer Avrupa büyük devletlerini tepkisini çektiği ve karşısında bulduğu gibi, komşusu Osmanlı Devleti’nin de sürekli düşmanlığını üzerine çekmiştir. Şark Meselesi’nin bir hâl yoluna konulamaması sebebiyle de, ne Kafkasya’da, ne Balkanlar’da, ne de Orta Doğu’da sürekli bir barış düzeni kurulamamıştır.
1 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. II, Ankara, 1983, s. 476.
2 Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve Rusya, Ankara, 1990, s. 4.
3 M. Celâleddin Paşa, Mir’ât-i Hakikat, c. I, İstanbul, 1326, s. 6.
4 E. Ziya Karal, Selim III’ün Hatt-ı Hümayunları, Nizam-ı Cedit (1789-1907), Ankara, 1998, s. 11.
5 Süleyman Kocabaş, Kuzey’den Gelen Tehdit Tarihte Türk-Rus Mücadelesi, İstanbul, 1989, s. 69.
6 Paul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşleri, Çev: Birtane Karanakçı, Ankara, 1998, s. 112.
7 Yaşar Yücel-Ali Sevim, Türkiye Tarihi, c. IV, Ankara, 1992, s. 15.
8 A. Şükrü Esmer, Siyasi Tarih, İstanbul, 1944, s. 11.
9 Isabel de Madariaga, Çariçe Katerina: Çağının Sınırlarını Zorlayan Kadın, Çev: Mehmet Harmancı, İstanbul, 1997, s. 35.
10 Michel Mollat du Jourdın, Avrupa ve Deniz, Çev: A. Muhittin Kargın, İstanbul, 1993, s. 153.
11 Sipahi Çataltepe, 19. yüzyıl Başlarında Avrupa Dengesi ve Nizam-ı Cedid Ordusu, İstanbul, 1997, s. 67.
12 Oral Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, Ankara, 2000, s. 147.
13 Robert Mantran, “XVIII. Yüzyılda Osmanlı Devleti”, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, c. I., Yay. Yönetmeni: Robert Mantran, Çev: Server Tanilli, İstanbul, 1995, s. 382.
14 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik Türkiye’nin Uluslar arası Konumu, İstanbul, 2001, s. 67.
15 N. Yorga, Osmanlı Tarihi, c. V (1774-1912), Çev: B. Sıtkı Baykal, Ankara, 1948, s. 7.
16 Nihat Erim, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri I., Ankara, 1953, s. 122.
17 Halil İnalcık, “Kırım”, İ.A, c. VI, İstanbul, 1983, s. 752.
18 Mücteba İlgürel, “Rusların Doğu Anadolu Siyaseti ve (1828-1829) İlk Rus İstilası”, Tarih Dergisi (T. D.), sayı: 35, (1984-94), s. 170.
19 Cevdet Küçük, “Şark Meselesi Hakkında Önemli Bir Vesika”, TD, sayı: 32, (Mart 1979), s. 609.
20 Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914), Ankara, 1997, s. 17-18, bu proje için ayrıca bkz.; Jacques Pirenne, Büyük Dünya Tarihi, terc: Nihal Önal-Beslan Cankat, c. II., İstanbul, 1972, s. 912; İ. Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 4, İstanbul, 1972, s. 65.
21 C. Küçük, “Şark Meselesi Hakkında Önemli Bir Vesika”, TD, sayı: 32, (Mart 1979), s. 609.
22 M. Cacvit Baysun, “Abdülhamid I”, İ.A., c. I, İstanbul, 1993, s. 75.
23 M. Nuri Paşa, Netayicü’l-Vuku’ât, c. IV, İstanbul, 1327, s. 16.
24 A. N. Kurat, Türkiye ve Rusya, s. 32-33.
25 M. Nuri Paşa, Netyicü’l-Vuku’ât, c. IV, s. 16.
26 Tahsin Ünal, Türk Siyasi Tarihi, İstanbul, 1974, s. 97.
27 F. Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi, s. 19.
28 İ. H. Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 4, s. 67.
29 Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi, c. XI, İstanbul, 1967, s. 102.
30 E. Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c. V., Ankara, 1988, s. 14-18.
31 İ. H. Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 4, s. 70-71.
32 İ. H. Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 4, s. 71.
33 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V., s. 19.
34 F. Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi, s. 20.
35 İ. H. Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 4, s. 71.
36 Halil İnalcık, “Yaş Muahedesi’nden Sonra Osmanlı-Rus Münasebetleri, Rasih Efendi ve General Kutuzûf Elçilikleri”, DTCFD, IV/2, (Ankara, 1946), s. 195.
37 Stanford J. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, c. 1, Çev: Mehmet Harmancı, İstanbul, 1982, s. 351.
38 William H. Mc. Neill, Dünya Tarihi, Çev: Alâeddin Şenel, Ankara, 1994, s. 433.
39 H. İnalcık, “Yaş Muadesinden Sonra Osmanlı-Rus Münasebetleri”, DTCFD, IV/2, s. 196-202.
40 Rıfat Uçarol, Siyasi Tarih, İstanbul, 1995, s. 50.
41 Cemal Tukin, Osmanlı İmparatorluğu Devrinde Boğazlar Meselesi, İstanbul, 1947, s. 68.
42 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V., s. 26-27.
43 C. Tukin, Osmanlı İmparatorluğu Devrinde Boğazlar Meselesi, İstanbul, 1947, s. 72.
44 Kemal Beydilli, “Küçük Kaynarca’dan Yıkılışa”, Osmanlı Devleti Tarihi, c. 1, İstanbul, 1999, s. 77.
45 Bernard Lewis, Ortadoğu, Çev: Mehmet Harmancı, İstanbul, 1996, s. 221.
46 Kemal Beydilli, “Küçük Kaynarca’dan Yıkılışa”, Osmanlı Devleti Tarihi, c. 1, s. 77-78.
47 Bernard Lewis, Ortadoğu, s. 221.
48 H. İnalcık, “Yaş Muahedesinden Sonra Osmanlı-Rus Münasebetleri”, DTCFD, IV/2, s. 202.
49 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, s. 43.
50 Halil İnalcık, “Mirasın Anlamı: Osmanlı Örneği”, İmparatorluk Mirası Balkanlar’da ve Ortadoğu’da Osmanlı Damgası, Derleyen: L. Carl Brown, Çev: Gül Çağalı Güven, İstanbul, 2000, s. 39-40.
51 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, s. 43.
52 F. Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi, s. 89.
53 F. Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi, s. 90.
54 A. N. Kurat, Türkiye ve Rusya, s. 50.
55 R. Uçarol, Siyasi Tarih, s. 69.
56 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, s. 50-51.
57 R. Uçarol, Siyasi Tarih, s. 70.
58 A. N. Kurat, Türkiye ve Rusya, s. 50.
59 K. Beydilli, “Kaynarca’dan Yıkılışa”, Osmanlı Devleti Tarihi, c. 1, s. 78-79.
60 S. J. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu, c. 1, s. 371.
61 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, s. 99.
62 A. Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, c. IX., İstanbul, 1309, s. 62-63.
63 R. Uçarol, Siyasi Tarih, s. 74.
64 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, s. 100.
65 İ. H. Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 4, s. 99-100.
66 Cemal Gökçe, Kafkasya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Kafkasya Siyaseti, İstanbul, 1979, s. 206-207.
67 Heyet, Mufassal Osmanlı Tarihi, c. V., İstanbul, 1962, s. 2858.
68 Şerafeddin Turan, “1829 Edirne Antlaşması”, DTCFD, c. IX/1-2, (1951), s. 111.
69 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, s. 113.
70 Fahir Armaoğlu, Siyasi Tarih, Ankara, 1964, s. 101.
71 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, s. 114-115.
72 Ş. Turan, “1829 Edirne Antlaşması”, DTCFD, c. IX / 1-2, (1951), s. 111.
73 Edouard Driault, Şark Meselesi Bidâyet-i Zuhûrundan Zamanımıza Kadar, Çev: Nafiz, İstanbul, 1309, s. 167.
74 Stanford J. Shaw-Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, İstanbul, 1983, c. 2, s. 58.
75 Ş. Turan, “1829 Edirne Antlaşması”, DTCFD, IX/1-2, s. 111.
76 F. Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi, s. 177.
77 Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul, 1995, s. 57.
78 İ. H. Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 4, s. 112.
79 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, s. 118.
80 M. Tayyip Gökbilgin, “Navarin”, İ.A., c. IX, İstanbul, 1993, s. 134.
81 N. Yorga, Osmanlı Tarihi, c. V, s. 333.
82 S. J. Shaw-E. K. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu, c. 2, s. 59.
83 R. Uçarol, Siyasi Tarih, s. 146.
84 Hüner Tuncer, [Viyana Kongresi, “Doğu Sorunu” ve Büyü Güçler (1815-1829)] , Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, Ankara, 1999, s. 62.
85 N. Yorga, Osmanlı Tarihi, c. V, s. 340.
86 M. Fahrettin Kırzıoğlu, 1855 Kars Zaferi, İstanbul, 1955, s. 25.
87 E. Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, s. 118-119.
88 Heyet, Mufassal Osmanlı Tarihi, c. V, s. 2908.
89 M. F. Kırzıoğlu, 1855 Kars Zaferi, s. 25.
90 W. E. D. Allen-Paul Muratoff, 1828-1829 Türk-Kafkas Sınırındaki Harplerin Tarihi, Ankara, 1966, s. 23.
91 K. Beydilli, “Kaynarca’dan Yıkılışa”, Osmanlı Devleti Tarihi, c. 1, s. 87.
92 Heyet, Mufassal Osmanlı Tarihi, c. V, s. 2917.
93 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, s. 122.
94 H. Tuncer, Çağdaş Türk Diplomasisi, s. 68.
95 R. Uçarol, Siyasi Tarih, s. 124.
96 Şinasi Altındağ, Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanı, Mısır Meselesi (1831-1841), I. Kısım, Ankara, 1998, s. 41.
97 K. Beydilli, “Kaynarca’dan Yıkılışa”, Osmanlı Devleti Tarihi, c. 1, s. 88.
98 S. J. Shaw-E. K: Shaw, Osmanlı İmparatorluğu, c. 2, s. 62.
99 Cemal Tukin, “1798-1833 Osmanlı-Rus Andlaşmaları Arasında Benzerlik”, Atatürk Konferansları, II (Ankara 1970), s. 95-96.
100 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, s. 134.
101 Cevat Eren, “Tanzimat”, İ.A., c. XI, İstanbul, 1993, s. 715.
102 E. Driault, Şark Meselesi, s. 196.
103 R. Uçarol, Siyasi Tarih, s. 130.
104 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, s. 136.
105 Ş. Altındağ, Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanı, s. 145.
106 Serge Gorianov, Devlet-i Âliye Rusya Siyaseti, Çev: M. İskender-Ali Reşad, İstanbul, 1331, s. 128.
107 C. Tukin, Boğazlar Meselesi, s. 135.
108 S. J. Shaw-E. K: Shaw, Osmanlı İmparatorluğu, c. 2, s. 64.
109 C. Tukin, “1798-1833 Osmanlı-Rus Andlaşmaları Arasında Benzerlik”, Atatürk Konferansları, II, s. 94.
110 Igor V. Karpaev, “Rusya ve Türkiye: Jeopolitik Çekişmeden İşbirliğine”, Osmanlı, c. 2, Ankara, 1999, s. 69.
111 C. Tulin, Boğazlar Meselesi, s. 187.
112 R. Uçarol, Siyasi Tarih, s. 131-132.
113 K. Beydilli, “Kaynarcadan Yıkılışa”, Osmanlı Devleti Tarihi, c. 1, s. 88-89.
114 E. J. Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 61-62.
115 İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüz Yılı, İstanbul, 1983, s. 81.
116 Heyet, Mufassal Osmanlı Tarihi, c. 6, İstanbul, 1963, s. 2970.
117 C. Eren, “Tanzimat”, İ.A., c. XI, s. 718.
118 O. Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, 188-189.
119 F. Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi, s. 193.
120 Coşkun Üçok, Siyasal Tarih 1789-1950, Ankara, 1967, s. 147.
121 S. J. Shaw-E. K: Shaw, Osmanlı İmparatorluğu, c. 2, s. 89.
122 Heyet, Mufassal Osmanlı Tarihi, c. 6, s. 2975.
123 K. Beydilli, “Kaynarca’dan Yıkılışa”, Osmanlı Devleti Tarihi, c. 1, s. 94.
124 Réne Pithon, Karadeniz ve Boğazlar Meselesi, Çev: Hüseyin Nuri, İstanbul, 1325, s. 26.
125 C. Tukin, Boğazlar Meselesi, s. 227.
126 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, s. 209.
127 F. Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 125.
128 S. J. Shaw-E. K. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu, c. 2, s. 89.
129 Sevim Ünal, “Tanzimat Döneminde Dış Politika”, Tanzimat’ın 150. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, (Ankara, 1994), s. 210.
130 R. Uçarol, Siyasi Tarih, s. 145.
131 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, s. 218.
132 M. Celâleddin Paşa, Mir’at-i Hakikat, c. I, s. 16.
133 Stanley Lane Poole, Lord Stratford Canning’in Türkiye Anıları, Çev: Can Yücel, Ankara, 1988, s. 111.
134 C. Küçük, “Şark Meselesi Hakkında Önemli Bir Vesika”, TD, sayı: 32, s. 615.
135 O. Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 142.
136 G. H. Bolsover, “Birinci Nikola ve Türkiye’nin Paylaşılması Meselesi”, Çev: Yuluğ Tekin Kurat, DTCFD, XXIII/3-4, (Ankara, 1965), s. 223.
137 O. Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 143.
138 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, s. 221.
139 C. Üçok, Siyasal Tarih, s. 173.
140 Alan Palmer, Osmanlı İmparatorluğu Son Üç Yüz Yıl Bir Çöküşün Yeni Tarihi, Çev: Belkıs Çorakçı Dişbudak, İstanbul, 1992, s. 128.
141 R. Uçarol, Siyasi Tarih, s. 147.
142 Cevdet Paşa, Tezakir, 40 Tetimme, Ankara, 1986, s. 28-29.
143 Hale Şıvgın, “XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında Osmanlı Devleti (Genel Durum) ”, Türk Dünyası Tarih Dergisi (TDTD), sayı: 19, İstanbul, 1997, s. 20.
144 Cemi Karasu, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Diplomasisine Genel Bir Bakış”, Ankara Üniv. Osmanlı Tarih Araştırmaları Merkezi (OTAM), sayı: 4, Ankara, 1993, s. 210.
145 A. N. Kurat, Rusya Tarihi, Ankara, 1987, s. 326-327.
146 Besim Özcan, “Kırım Savaşı (1853-1856) ” Osmanlı 2, Ankara, 1999, s. 97; Paylaşma tekliflerinin esasları için bkz; Réne Pınon, L’Europe et L’Émpire Ottoman, Paris, 1909, s. 10-11; Ed. Driault, Şark Meselesi, s. 91 vd., E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, C. V, s. 221 vd., R. Uçarol, Siyasi Tarih, s. 194-195.
147 R. Uçarol, Siyasi Tarihi, s. 195.
148 Alan Palmer, 1853-1856 Kırım Savaşı ve Modern Avrupa’nın Doğuşu, İstanbul, 1999, s. 12.
149 P. Kennedy, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, s. 199.
150 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, C. V, s. 222.
151 C. Karasu, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Diplomasisine Genel Bir Bakış”, A. Ü., OTAM, sayı: 4, s. 210-211; Kutsal Yerler Hk. bilgi için bkz; Bekir Sıtkı Baykal, “Makâmât-ı Mübareke Meselesi”, Belleten, XXIII/90, Ankara, 1950, s. 242-266.
152 E. J. Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 82-83.
153 S. Adulphus Slade, Türkiye ve Kırım Harbi, Çev: Ali Rıza Seyfi, İstanbul, 1943, s. 50.
154 Bilâl N. Şimşir, “Kırım Savaşı Arifesi’nde Mustafa Reşit Paşa’nın Yazıları”, Mustafa Reşit Paşa ve Dönemi Semineri, Bildiriler, Ankara, 1985, s. 77.
155 S. J. Shaw-E. K. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu, s. 175.
156 Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, c. 2, Çev: Babür Kuzucu, İstanbul, 1987, s. 79.
157 O. Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, s. 231.
158 K. Beydilli, “Kaynarca’dan Yıkılışa”, Osmanlı Devleti Tarihi, c. 1, s. 97.
159 Karl Marx-Friedrich Engels, Doğu Sorunu (Türkiye), Çev Yurdakul Fincancı, Ankara, 1977, s. 49.
160 K. Beydilli, “Kaynarca’dan Yıkılışa”, Osmanlı Devleti Tarihi, c. 1, s. 97.
161 B. S. Baykal, “Makâmât-ı Mübareke Meselesi”, Belleten, XXIII/90, Ankara, 1950, s. 258.
162 B. Özcan, “Kırım Savaşı (1853-1856)”, Osmanlı, c. 2, s. 99.
163 S. J. Shaw-E. K. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu, c. 2, s. 177.
164 A. Sloıde, Türkiye ve Kırım Harbi, 68.
165 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, s. 232.
166 B. N. Şimşir, “Kırım Savaşı Arifesinde Mustafa Reşit Paşa’nın Yazışmaları”, Bildiriler, s. 89.
167 S. Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, c. 2, s. 90.
168 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, s. 233.
169 B. Özcan, “Kırım Harbi (1853-1856) ”, Osmanlı, c. 2, s. 99.
170 B. N. Şimşir, “Kırım Savaşı Arefesinde Mustafa Reşit Paşa’nın Yazışmaları”, Bildiriler, s. 89.
171 İ. H. Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 4, s. 146.
172 S. J. Shaw-E. K. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu, c. 2, s. 178.
173 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, s. 236-237.
174 K. Beydilli, “Kaynarca’dan Yıkılışa”, Osmanlı Devleti Tarihi, c. 1, s. 97.
175 S. J. Shaw-E. K. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu, c. 2, s. 173.
176 Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu, İstanbul, 1994, s. 56.
177 A. N. Kurat, Türkiye ve Rusya, s. 73.
178 C. Karasu, “Tanzimat Dönemi Diplomasisine Genel Bir Bakış”, A. Ü., OTAM, sayı: 4, s. 215.
179 K. Beydilli, “Kaynarca’dan Yıkılışa”, Osmanlı Devleti Tarihi, c. 1, s. 97.
180 E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, c. V, s. 239-240.
181 E. J. Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 84.
182 Hasan Şahin, 1855 Erzurum Harekâtı (Basılmamış Doktora Tezi), Erzurum, 1995, s. 172-180.
183 B. S. Baykal, “Paris Kongresi ve Andlaşması (30 Mart 1856) ”, Aylık Dergi, c. II, nr. 23. (Mart 1946), s. 728.
184 P. Kennedy, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, s. 204.
185 F. Armaoğlu, Siyasi Tarih, s. 144.
186 C. Karasu, “Tanzimat Dönemi, Osmanlı Diplomasisine Genel Bir Bakış”, A. Ü., OTAM, sayı: 4, s. 217.
187 Vakur Versay, “Osmanlı Devletinde Tanzimattan Sonra Batı Devletler Hukukunun Benimsenmesi”, Çağdaş Türk Diplomasisi 200 Yıllık Süreç, Ankara, 1999, s. 109-110.
188 K. Beydilli, “Kaynarca’dan Yıkılışa”, Osmanlı Devleti Tarihi, c. 1, s. 98.
189 Recep Şahin, Tarih Boyunca Türk İdarelerin Ermeni Politikaları, İstanbul, 1988, s. 157.
190 A. Fuat Türkgeldi, Mesâil-i Mühimme-i Siyasiye, c. I, yay. haz. Bekir Sıtkı Baykal, Ankara, 1960, s. 139.
191 Bkz. Boris Mouravieff, Deli Petro’nun Vasiyetnâmesi, çev: Refik Özdek, İstanbul, 1966, s. 58-63.
Dostları ilə paylaş: |