Tarihte Osmanlı-Fas İlişkileri, Seyyid İsmail Efendi'nin Sefâret Takrîri / Güler Bayraktar [s.592-597]
Gaziosmanpaşa ÜniveSosyal Bilimler Enstitüsü / Türkiye
Osmanlı Devleti’nin Afrika’da hakimiyet kurma çalışmaları Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılında gerçekleştirdiği Mısır seferi ile başlayıp sonraki dönemlerde artarak devam etmiştir.Özelikle Kanûnî Sultan Süleyman zamanında bu çalışmalar çok yoğundur. Güçlü bir donanmaya sahip olan Osmanlı Devleti Kuzey Afrika sahillerinde korsanlık faaliyetlerinde bulunan Oruç ve Hızır Reis kardeşlerin Osmanlı hakimiyetine girmesiyle beraber daha da güçlenmiş, bu bölgeyi denizcilikle uğraşan bu ünlü korsanlar vasıtasıyla fethetmiştir.
1516’da Cezayir, 1551 yılında Trablus, 1573 yılında Tunus alınarak buralarda ocak teşkilâtı kurulmaya başlamış, daha sonra bu üç yer sâlyâneli (yıllıklı) eyalet olarak teşkilatlandırılarak garp ocakları1 kurulmuştur. Fas, Garp Ocakları dışında kalmıştır. Fas dışında kalan ülkeler yani Cezayir, Tunus ve Trablusgarp XVI. yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı Devleti yönetimine girmiş ve Türkler’in Mağrib’teki nüfûzu azalmakla beraber XX. yüzyıl başlarına kadar sürmüştür.2 Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’daki hakimiyeti 1912 yılında Trablusgarp Savaşı ile sona ermiş ve bu bölgedeki son toprağını böylece kaybetmiştir.
Mağrib, Afrika’nın Trablus, Tunus, Cezayir ve Fas’ı içine alan kısmına Arap müelliflerin verdikleri isimdir. Mağrib kelimesi Şark (Gün Doğusu’nun) maşrık zıddı olarak Garp (Gün Batısı) manasına gelmektedir. İbn Haldun’a göre hususi bir bölgeye tatbik edilmekteydi. Bölgenin genişliği müelliflere göre değişmektedir. Bazı Şarklı müellifleri aynı zamanda İspanya’yı da Mağrib’ten saymışlardır.3
Osmanlı Fas ilişkileri Kanûnî Sultan Süleyman zamanında başlamış ve bir süre yoğunlaşarak devam etmiştir. Daha sonraları karşılıklı iyi niyet teatisinden ileri gidemeyen münasebetler Osmanlı Devleti’nin Cezayir’deki gücü ile orantılı olarak gelişme göstermiştir.4 Bu durum, Osmanlı Devleti’nin bölgede idare üzerinde gösterdiği dirayet ile ilişkilendirilebilir. Faslılar, Garb Ocakları özellikle de Cezayir yüzünden meydana gelen problemler dolayısıyla sürekli şikayetlerde bulunup, İstanbul’a heyetler gönderdiler. Bölgede Garp Ocakları ve Cezayir’in problem yaratmasında, merkezden uzakta olması, yönetimdeki eksikler, devletin iç otoritesinin zayıflaması, belki bu bölgedeki güçleri yabancılara karşı kullanmak istemesi ve Garb Ocakları’nın güçlü bir donanmaya sahip olması etkili olmuştur. Mağriblilerin Osmanlılara karşı rahat davranmaları “Mağrib ile Türkiye arasında ki bağların gevşemesine bağlıdır.5
Osmanlı Devleti Fas üzerinde daha etkili olabilmek, istediklerini yapmak ve yaptırabilmek amacıyla, iktidarı ele geçirmek için mücadele eden sülaleler arasında taraf olmuştur. İktidar mücadelesi veren iki sülale Sa’diyye Şerifleri ve Beni Sa’d kabilesidir. Osmanlı Devleti kendi isteklerini daha kolay gerçekleştirebilmek için Sa’diyye Şerifleri (1511-1660) kabilesinin VI. Hükümdarı Abdülmelik’i desteklemiş ve Abdülmelik Osmanlı Devleti’nin yardımı ile 1575 yılında Fas hükümdarı olmuş ve ilişkiler dostane bir şekilde uzun yıllar boyu devam etmiştir.6 1578’de Fas sahiline çıkan Portekizlileri, Osmanlı desteğindeki Sultan Abdülmelik’in ordusu mağlup etti. Bu mağlubiyet ile Portekizliler bölgedeki üstünlüklerini kaybettiler ve bunu fırsat bilen İspanya Kralı II. Philip, ülkeyi 60 yıl kadar işgal etti. Bu arada Garp Ocakları, Avrupa devletleri ile siyasi ve ekonomik ilişkilere bulunuyor, zaman zamanda onlarla savaşıyordu. Garp Ocakları güçlü donanması ile Akdeniz’de Fransa, İngiltere, İspanya ve Portekiz gibi devletlerle mücadele ediyordu.7
Fas’ta Abdülmelik vefat ettikten sonra yerine Ebû’l-Abbâs Ahmed geçti ve el-Mansur adını aldı.
Yeni sultan diğer İslam ülkelerinde olduğu gibi İstanbul’a bir heyet gönderip hem Abdülmelik zamanında kazanılan zaferi, hem de cülûsunu bildirdi. Bu ziyarette Osmanlı padişahının Kur’an-ı Kerim ve bir kılıçtan oluşan tebrik hediyesini az bulan elçinin teşekkür cevabını geciktirmesi iki devletin arasının açılmasına yol açmış, Kılıç Ali Paşa komutasındaki bir donanma Fas’a doğru yola çıkarılınca hatasını anlayan Ahmed el-Mansur’un kıymetli hediyelerle birlikte en önemli adamını İstanbul’a göndermesi üzerine donanma geri çağrılmıştır.8 Ahmed el-Mansur döneminde Osmanlı Fas ilişkilerinde zaman zaman gerginlikler olmuştur. Bunun sebebi el-Mansur’un halife unvanını taşımak istemesidir. Ancak bu problem karşılıklı gidip gelen elçiler ile çözümlenmiş ve Sa’diyye Şeriflerinin iktidarını 1660’da Hasanî Şerifleri ele geçirmiştir. Bu sülaleden Mevlay İsmail 1691’de Tilimsan’ı Türkler’den almaya çalışmış, ancak başarılı olamamış, 1699’da II. Mustafa’ya bir mektup göndererek Cezayirlileri şikayet etmiştir. 1757’de tahta çıkan III. Muhammed zaman zaman İstanbul’a hediyeler ve elçiler göndererek kendisinden önce iyice zayıflamış olan Osmanlı Fas ilişkilerini kuvvetlendirmek istedi. III. Muhammed’in Osmanlı Devleti ile iyi ilişkiler kurmaya özen göstermesine ve sık sık elçilik heyetleriyle İstanbul’a değerli hediyeler göndermesine rağmen dönemin Osmanlı padişahı I. Abdülhamid’in bu iyi ilişkilere güvenerek aradığı maddi desteği öteki Mağrib ülkeleri gibi Fas’ta yeterince sağlayamamıştır.
1785’te Fas sultanının başkanlığında gelen heyet, Cezayir’deki Osmanlı idaresinin kötü davranışlarından şikayette bulundu. I. Abdülhamid buna mukabil hediyelerle cevabî mektubunu götüren bir heyet yolladı ve şikayet konusu durumun düzeltileceğini bildirdikten sonra Osmanlı Devleti’nin o sırada Kırım’ı kurtarmak amacıyla Ruslara karşı girdiği savaş için yardım beklediğini belirtmiş ve yardım gecikince ikinci bir heyet gönderilmiştir. Ancak geç kalmış olmakla birlikte yardım gelmiştir. 1789 yılındaki Rusya ve Avusturya savaşları dolayısıyla III. Muhammed dört fırkateyn ve Malta korsanlarının elinden kurtardığı 536 Müslüman esiri gönderdi ve aynı yıl seferle birlikte Fas’tan İstanbul’a Dubrovnik (Ragusa) gemileriyle 3000 kantar güherçile ve 1000 kantar barut geldi. Fas sultanı ayrıca yolladığı mektupla Hicaz’a gönderilen Surreye katkıda bulunmak istediğini bildirdi. Padişahın muvafakatı üzerine Fas’tan Harameyn ahalisine dağıtılmak üzere her biri yarım keselik 1000 adet altın külçesi gönderildi.9
Görüldüğü gibi XVIII. yüzyılın ikinci yarısında itibaren ilişkiler daha hareketlidir. Osmanlı Devleti’nin bu yüzyılın ikinci yarısında itibaren peş peşe kaybetmeye başladığı savaşlar ve bu savaşların sonucunda imzalanan ağır şartlı antlaşmalar, (1768-1774) Osmanlı-Rus Savaşı, 1787-1792 Osmanlı-Rus-Avusturya Savaşı) devleti zor durumda bırakmış, hem iç politikada hem dış politikada güç bir döneme girilmiştir. Bu zor dönemde Osmanlı Devleti, Müslüman, dost ve kendisine tâbi devletlerden yardım istemek zorunda kalmıştır. Meselâ, 1787 yılında Ahmed Azmî Efendi bu amaçla Fas’tan yardım istemek amacıyla elçi olarak gönderilmiştir.
Osmanlı-Fas ilişkilerinde Cezayir daima etkili bir faktör olarak ön plana çıkmış; Faslılar sürekli Cezayirliler’in zulümlerinden şikayet etmişler ve buna karşılık olarak bölgedeki Türklere baskı yaparak Cezayirli Türk olan ocak dayılarının onlara yaptığı uygulamaların acısını âdetâ Türklerden çıkarmak istemişlerdir. Türkleri bölgede istemediklerini XVIII. yüzyıla ait olan ve değerlendirmemizde temel aldığımız Seyyid İsmail Efendi’nin Fas Sefâret takririnde göreceğiz.
Osmanlı Devleti Fas’a elçiler gönderdiği gibi, Fas da Osmanlı Devleti’ne zaman zaman elçiler göndermiştir. Karşılıklı ilişkiler çerçevesinde 1582’de Fas ve Marakeş Sultanlarının elçileri şehzâde III. Mehmed’in sünnet düğünü dolayısıyla pek ağır hediyeler ve Osmanlı himayesinde oldukları için dört bin altın vergiyi de beraberlerinde olarak İstanbul’a geldikleri, 1616’da Şerif II. Abdullah tarafından Şeyh Abdülaziz isminde bir elçi, biri dönemin padişahı I. Ahmed’e diğeri vezîr-i a’zama olmak üzere iki nâme, kıymetli hediyeler ve ziynetli silahlarla, ağır kumaşlar getirdikleri biliniyor.10 Ayrıca 1617’de II. Osman’a İspanya ile yapılan görüşmeleri neticesiz bırakmak ve II. Osman’ın tahta cülûsunu tebrik etmek; 1695 yılında bir başka heyet; 1762 ve1767 yıllarında Prens Molla Abdullah bin İsmail tarafından gönderilen heyetler mevcuttur.11
Osmanlı Devleti’nin Fas’a gönderdiği elçilik heyetleri ise şöyledir: Osmanlı Sefirleri ve Sefâretnameleri adlı eserinin son kısmındaki tabloda Faik Reşit Unat, Osmanlı Devleti tarafından 1835’te daimi elçilikler kurulana kadar, muhtelif memleketlere gönderilen elçiler listesinde Fas’a giden elçileri dört kişi olarak göstermiştir. Ancak bu listeye kitabın içindekiler kısmında yer alan Seyyid İsmail Efendi’nin Fas Sefâret Takrîri dahil edilmemiştir. Kitabın sonundaki listeye Seyyid İsmail Efendi’nin takririni de eklediğimizi zaman toplam beş sefaret heyeti oluyor. Fas’a gönderilen bu beş sefaret heyeti ve gönderiliş sebepleri şöyledir:
1. 1606 yılında I. Ahmed zamanında Bölükbaşı Mustafa Sulhi Ağanın, Zida’nın Osmanlı padişahından yardım istemesi üzerine gönderilmesi,
2. Elçi adı belli değil, 1704 yılında Fas hükümdarı Molla Şerif nezdine gitmesi,
3. Elçi adı belli değil, 1773 yılında Bir ilm-i cifr12 mütehassısı istemek üzere III. Mustafa tarafından gönderilen heyet,
4. Elçi, ulemâdan es-Seyyid İsmail Efendi, 1785-1786 yılında 1757 yılında Fas hakimi olan Mevlay Mehmed’in, 1785’te I. Abdülhamid’e gönderdiği ve Cezayirlilerle ilgili şikayetlerini dile getiren elçilik heyetine karşılık gönderilen heyet,
5. 1787 yılında Ahmed Azmî Efendi’nin (1787-1791) Osmanlı-Rus-Avusturya Savaşında Osmanlı Devleti’ne maddi destek sağlamak amacıyla elçi olarak gönderildiği heyettir.
Osmanlı Devleti’nin Fas’a elçilik heyeti gönderme sebepleri yabancı ülkelere gönderilen sefaret heyetlerinin gidiş sebeplerinden daha farklıdır. Yabancı ülkelere daha çok siyasi amaçlar, bir antlaşmanın tasdikli metnini (ratifikatio) götürmek vs. gibi sebeplerle uluslar arası diplomatik ilişkiler içerisinde elçi gönderilmiştir. Fas’a gönderilen toplam beş sefaret heyetinin ikisi sefaretnâme olarak tasnif edebileceğimiz takrirler yazmıştır. Bu iki sefaret takriri Seyyid İsmail Efendi ve Ahmed Azmî Efendinin takrirleridir. İkisinin de gönderiliş sebebi farklıdır. Ahmed Azmî Efendi yardım istemek, Seyyid İsmail Efendi ise, elçiye karşılık olarak nâme-i hümâyun götürmek amacıyla gönderilmiştir. Fas’a elçi gönderme sebeplerinden ilginç olanı ise, III. Mustafa zamanında adı bilinmeyen elçi ve heyetinin gidişidir. Bu heyet ilm-i cifr mütehassısı istemek amacıyla gönderilmiştir.13
Sefâretnâmeleri yazarlarının atandıkları hizmet ve görevleri türlerine göre sınıflandırdığımızda varlığından haberdar olduğumuz Seyyid İsmail Efendi’nin ve Ahmed Azmî Efendi’nin Fas Sefâret takrirleri özel sefâretnâme grubuna girer. Özel Sefâret-nâmeler, elçilikle görevli olanların gerçek memuriyetlerinin ne suretle yapıldığına dair takrirlerdir ki bunlar, görevin nasıl yapıldığını ve sonucun ne olduğunu kaydedenlerdir ve çoğunlukla siyasi bilgileri ihtiva eden türlerdir.14
Değerlendirdiğimiz takrir, büyük bir kağıda iki sütun halinde yazılmış yedi paragraftan ibarettir. XVIII. yüzyılın son çeyreğine ait takrir Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi No.E 4994 numaraya kayıtlı, basmaları olmayan, Cevdet Tarihi ve Aziz Samih İlter’in Şimâli Afrika’da Türkler adlı kitabında neşriyatı olan bir yazmadır.
Takrir “Memuriyet ile Fas hakimi Mevlay Mehmed tarafına gidip avdet iden ulâmadan es-Seyyid İsmail Efendi dailerinin takriridir” Fi 15 Rebî‘ü’l-evvel sene 1200 (16 Ocak 1786) başlığı ile başlıyor.
Birinci paragraf Mevlay Mehmed’in gönderdiği her tahriratında sürekli Cezayirlilerden şikayet ettiği şeklinde cümle ile başlıyor. Cezayirlilerin cihâd ile uğraştığından kusurlarının afv u iğmâzı gerektiği yazılmıştır.Yolculuğun nasıl yapıldığı, elçinin memuriyeti ve karşılama töreni anlatılıyor. Yolculuğun “sefine ile sahil-i mağribe hurûcumda”cümlesinden deniz yolu ile yapıldığını anlıyoruz. İsmail Efendi memuriyetini ise “nâme-i hümâyun ve tahrirât-ı Kaptan Paşa hazretleri cânibinden tertîb olunan hedâyâ ile me’mûr olmuşdum” şeklinde ifade ediyor. Kaptan Paşa’dan bahsedilmesi bu eyaletlerin onlar tarafından idare edildiği ve onların sözlerinin ocaklı ve dayılarca dikkate alındığını göstermektedir. Daha sonra karşılama töreni anlatılıyor; adet ve kanun farklılıkları dile getiriliyor: “Sefine ile sahil-i mağribe hurûcumda çıktığım iskelenin hâkimi vürûdumı sultân-ı garp tarafına tahrîr ve birkaç eyyâm mürûrında iki yüz nefer süvâri ile mihmândâr zuhûr ve yollarda ikrâm iderek beni Mevlay Mehemmed’in bulunduğu Rabat nâm mahalle götürdüler. Selâtin-i Garbın âdetleri Devlet-i Aliyye’nin vesâ’ir düvelin ka’ide ve kanûnlarına muvâfık olmayıb akd-ı dîvân irâde eyleseler Sultân feresine süvâr ve bir vesi’ sahrâ veyâhâd meydana çıkub…” şeklindeki cümle ile sahile çıkışından birkaç gün geçtikten sonra, iki yüz nefer süvari ve mihmandarın onu karşılayıp yollarda ikram ile Mevlay Mehmed’in bulunduğu Rabat’a getirmişlerdir.
At üzerinde, açık bir alanda divan toplantısı yapıldığını ardından “erbâb-ı mesâlih ellerine hallerine göre fevâkih ve beyza (?) makûlesinde bir şey tutub kân-ı sultâna takdîm-i hediyye vaz’ında maslahatlarının sûretini şifâhen ifâde ve merâmı her ne ise sa’de ve lisânen icrâsını tenbîh ve etrâf-ı mülûkdan gelen elçiler dahi bu tarz ile mûlâkat iderler imiş” ifadesiyle Osmanlı elçisine hükümdarla görüşme esnasında nasıl davranacağını izah ederek, diğer ülkeden gelen elçilerin de bu şekilde karşılandığını anlatmışlardır. Bu durum adet farklılığı olarak açıklansa da, Osmanlı’nın Avrupalı devletlerle olan diplomatik ilişkilerinde
Osmanlı elçilerinin dominant tavrını düşünecek olursak, bu tarz bir protokol uluslar arası alanda yapılan bir görüşmede görüşmelerin kesilmesine sebep olabilirdi. Yurt dışına giden Osmanlı elçilerine görüşme sonrasında nasıl davranmaları gerektiği konusunda karşı taraftan bir şeyler söylenip telkinde bulunulması, ilişkilerin gerginleşmesine ya da görüşmelerin kesilmesine sebep oluyordu ve elçilerin kabul protokolleri Osmanlı-Merkeziyetçi ve daha farklı olmaktaydı.15 Ayrıca yurt dışına çıkan elçiler sınırda karşılanır ve mübadele olunurdu. Bu, 1793 daimi elçiliklerin tesisinden önceki dönemde, genellikle Osmanlı diplomasisinde ‘el-kadimu yüzâru kaidesi’ne’16 göre icra ediliyordu. Fas’a giden elçi Seyyid İsmail Efendi çıktığı limanın hakimince karşılanmıştır. Bu da Osmanlı Devleti’nin itibarının gittikçe azaldığını, müzakere gücünü büyük ölçüde yitirdiğini gösterir. Bu durumu İsmail Efendi kanun ve kaide farklılığı olarak izah ediyor. Fas’ın uluslar arası alanda büyük bir devlet olmaması ve Osmanlı Devleti ile ehemmiyetli ve kayda değer görüşmeler yapmamış olması dolayısıyla bu önemli olmayabilir. Ancak Osmanlı Devleti’nin diğer devletlerle yaptığı müzakereler açısından düşünüldüğünde elçinin bir liman hakimi tarafından karşılanması diplomatik açıdan pek hoş değildir.
Mevlay Mehmed bulunduğu mahalde (Yukarıda bulunduğu yeri Rabad olarak belirtildiğine göre bu kale Rabad Kalesidir) sağlam bir kale yaptırmıştır. Bu kalenin burcu üzerine serilen bir seccadeye oturan Seyyid İsmail Efendi Fas askerlerinin kendisi için yaptığı gösteriyi izliyor ve daha sonra kendilerine ayrılan konağa yerleşiyor. Adet olduğu üzere heyetin ihtiyaçları karşılanıyor. Daimi elçiliklerin kurulmasıyla beraber Osmanlı Devleti ta‘yinât usulünü kaldırıp mütekabiliyet usûlünü getiriyor.17 Bir iki gün sonra Mevlay Mehmed’in yaptırdığı büyük ve musanna camide Cuma namazını kılıp görüşmeyi gerçekleştirmek için Osmanlı elçilik heyeti davet ediliyor. Yurt dışına gönderilen elçilik heyetinin görüşmeleri bir saray ya da konakta yapılırken, Fas’ta görüşme bir camide yapılıyor. Her iki ülkenin Müslüman olması ve Cuma gününün Müslümanlar için kutsal sayılması, burada etkili olmuştur. İsmail Efendi namaz kıldıkları camiyi “be-gâyet musanna‘ bir câmi’-i şerîf olub sâhasına mescid-i hayf misillü kum ferş etdirmiş” şeklinde tanımlanıyor. Caminin mimarisi hakkında ayrıntılı değil, genel bir ifade kullanıyor. Cuma namazından sonra Mevlay Mehmed elçiyi iki yüzden fazla ulemâ ve fukahası huzurunda kabul ediyor ve elçi, getirdiği nâme-i hümayûn ve hediyeleri takdim ediyor. Mevlay Mehmed takdim edilen nâme-i hümayûnu alıp başının üzerine koyuyor ve hediyeleri hüsn-i kabul ile telakki ederek Osmanlı padişahı I. Abdülhamid’e “Allahümme’n-sur Sultâne’l-muvahhidîn es-Sultan Abdülhamid”18 şeklinde dua ediyor.
Takririn ikinci paragrafı oldukça uzun, görüşmenin yapıldığı camide iki yüzden fazla ulemâ ve fukahâ toplanıp, içlerinden biri minberde Peygamberimizin cihad hadislerinden bahsederken Mevlay Mehmed ulemâsına seslenip, “ahâlî-yi Cezâyir füsûk u fücûr ve me’âsînin envâ’ını irtikâb ve ümmet-i Muhammed’e dâ’imâ zulm ü gadr ve benât-ı eşrâfı esîr gibi fürûht ve a’râz-ı Müslimîni hetk ile me’lûf olduklarından fazla mukaddemâ Tunus üzerine varub kerde (?) muvahhidînin demlerini sefk itmeleriyle mürtedler ve kâfirler hükmünde değil midür?” diye sorarak ulemâsının bu konudaki görüşünü sormuş. Ulemâsı bu konuda Mevlay Mehmed’e evet cevabını verince, bu kez Seyyid İsmail Efendi’ye “sen ne dersin?” diye sorunca Seyyid İsmail Efendi, Mevlay Mehmed’in hiç de hoşlanmadığı ve elçiyi yedi sekiz gün bekletmesine sebep olan cevabını vermiştir. Seyyid İsmail Efendi “me’âsî ile ehl-i kıble tekfîr olunmaz a’mâl-i îmândan rükn degildür. Ehl-i sünnet ve cemâ’atinin i‘tikadları budur. Me’âsî erbâbını tekfîr mu’tezile mu’tekididür. Ehl-i zenb (?) ve dalâl sözidür kütüb-i kelâmiyyenün cümlesinde böylece mastûrdur. Bunun hilâfına ehl-i sünnetden menkul bir kavl ve delîl var ise ulemâ efendiler beyân etsünler. Cezâyir halkı mücâhid ve gâzîlerdür. İçleründe irtikâb-ı zünûb edenler var ise dahi ekserisi münkad-ı şerî’at-ı muyaharradur ve din karındaşlarımızdır” cevabına, ulemâ da “başlarını aşağıya salup “el-hakku ehakku en yüttebi’a”19 bizim bildiğimiz dahi budur” cevabını verince, Mevlay Mehmed bu cevaba kızmış ve derhal sarayına dönüp elçiye yedi sekiz gün kadar iltifat etmemiştir. Seyyid İsmail Efendi’nin getirdiği mektupların kendisine dokunaklı sözlerle dolu olduğunu düşünüp, hemen mektubun cevabını yazarak dönüş saatini belirtir yazıyı elçiye göndermiş. Seyyid İsmail Efendi görüşmelerinden bir sonuç almadan gitmek istemediği için politik diyebileceğimiz “Devleti-i Aliyyenin murâdı böyle degildür. Cezayirliyi dahi kendülerinin padişahına itâ‘at eder gibi Mevlay Mehmed’e dahi inkiyâd etmelerini emr etdi. Ben uğrayıp tenbîh edeceğim cevabını irâd eyledigüme binâ’en infi’âli taltîfe mübeddel oldı”cevabıyla durumu düzeltmiştir. Bunun üzerine Mevlay Mehmed elçiye karşı olan tutumunu değiştirmiştir.
Kaptan Paşa tarafından gönderilen hediye mızrağı Mevlay Mehmed’e verdiği gün: “inşallah cihad için kullanırsın” dediğinde, Mevlay Mehmed üzerindeki çukadan yapılmış bornozu çıkarıp elçi Seyyid İsmail Efendi’ye giydirmiştir. I. Abdülhamid’i dua ile tekrar anarak “malım, mülküm anundur. Ben ona mutî’ ve münkâd oldum. O benim seyyidimdür” dedikten sonra: “Allahümma’n-sur eyyid vefka Mevlânâ Sultân Abdülhamid”20 dua cümlesini söyleyerek ulemâsının önünde atı üzerinde üç dört kez dua ve secde etmiştir.
Fas ve Osmanlı Devleti’nin iki müslüman ülke olması dolayısıyla takrirde iki yerde Osmanlı padişahı I. Abdülhamid’e dua cümlesi geçmektedir. Mevlay Mehmed görüşmelerde dua ile padişahı anmaktadır. Oysa yabancı ülkelerle görüşmeler yapılırken Osmanlı padişahı için dua cümlesi kullanılmazdı. Osmanlı padişahı gönderdiği nâme ya da nâme-i hümâyunda yabancı hükümdarlar için duada bulunurdu. Ancak bu uygulama ilk kez XVIII. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlamıştır. Sultan I. Mahmud’un Avusturya Roma İmparatoru Franz Stefan’a gönderdiği nâme-i hümâyunda olduğu gibi, nâme-i hümâyunda Franz Stefan için elkâb kısmı yazıldıktan sonra “hatema’llâhu avâkıbehû bi’l-hayri ve’r-reşâd ve ahsene ileyhi tarika’s-savâb ve’s-sedâd cenâbleriyle…” şeklinde dua edilmektedir.21
Seyyid İsmail Efendi, Mevlay Mehmed’e ve halka dair yaptığı gözlemle sefâretnâmelerin kaynak değerini ortaya koymaktadır.22 Sefâretnâmelerin kaynak değerine dair bir başka örnek ise, Mevlay Mehmed’in çok sade giyindiğini, halk arasında gezinirken halktan onu ayırt etmek için başına bir gölgelik tuttuklarını, halkın onunla doğrudan görüşebildiğini, halka adaletli bir şekilde davrandığını, etrafında olan kişilerin ailelerini, çocuklarını ve akrabalarına varıncaya kadar herkesin isimlerini ve hallerini sorup öğrendiğini, ülkenin her tarafını bayındır hale getirdiğini, askerinin çok fazla olduğunu, hazinesinin zenginliğini, herkese eşit davrandığını, kendisini ibadete adayan bir insan olduğunu, Hıristiyan devletlerle iyi ilişkiler kurduğunu, bunu konsolos ve elçilerin tavırlarından hissettiğini, görünüşte Osmanlı Devleti’ne olan bağlılığını ifade ederek, Osmanlı Devleti’nin Sultan I. Abdülhamid’in Mevlay Mehmed’den her ne isterse vereceğini, elinden geleni esirgemeden yapacağını belirtiyor. Ancak İsmail Efendi, Mevlay Mehmed’in bu şekilde davranmasında bir gizem olduğunu düşünüyor ve bunu padişaha anlatmayı bir görev kabul ettiğini anlatarak ikinci paragrafı bitiriyor. Mevlay Mehmed’in “hazîne ve mal ve bakır ve barut ve güherçile vilâyetimde bulunan şeylerden şevketlü sultan Abdülhamid hazretleri ne talep ederse diriğ etmem malım ve mülküm onundur” ifadesi bu sözün içten söylenmiş bir söz olmadığını îma etmektedir. Çünkü kendisinden daha önce istenilen yardımı göndermemiş, tekrar Fas’a yeni bir heyet gönderilince Osmanlı Devleti’ne gecikmeli olarak yardım göndermiştir.
Elçi Seyyid İsmail Efendi, üçüncü paragafta Mevlay Mehmed’in Cezayir, Tunus ve Trablus’a sahip olmak gibi bir arzusu olduğunu “Mevlay Mehemmedin efkâr ve endîşesi Cezâyir ve Tunus ve Trablus’a mahsûr gibidür” cümlesinden anlaşılıyor. Cezayirlilerin Fas halkına yaptığı zulümden bahsederek, Cezayirle ilgili problemlerin çözümü için Osmanlı Devleti’ne önerilerde bulunmakta ve adeta devletin iç işlerine karışmaktadır. Mevlay Mehmed, Seyyid İsmail Efendi’yi “Şerif İsmail” diye yanına çağırıp “Şerif İsmail ben Devlet-i Aliyyeyi inkisârdan siyânete Cezayirlinin hâllerini defe’ât ile ifâde eylemişlerken bana itâb yazmışlar. Hiç olmaz ise Cezayirliye zulm ve fıskdan fâriğ olmalarını emr itmeleri lazım degil mi idi? Civârlarında bulunan eyâlet-i Cezâyirde sâkin urbân ve kabâ’il fukarâsı ve eşrâf ve ulemâsı fevc fevc gelüb Cezâyir askerî üzerimize gelüb bi-gayr-i hakkın bizleri katl ve emvâlimizi yağma ve nisvân u benâtımızı gözümüz önünde fi’l-i şen’î iderler. Sâdât u eşrâfdan olanlarımızın hüsnâ kızlarımızı benât-ı küffâr gibi esîr ve fürûht iderler. Irz ve mal ve nefsimizden emîn değiliz, sen dahi sultan-ı müslimîn ve sülâle-i nebeviyyeden olmak hasebiyle bizi bu zâlimlerden halâs ile ve bu şikâyet ve feryâd ve ‘e’azzallahu’ş-şer’a’23 dirler” diyerek Cezayirliler hakkındaki şikayetlerini dile getirip, ardından “Türk memâlikinden asker verilmese Cezayirlü dahi edeplerini takınıp Tunus ve Trablus misillü zulmden ellerini çekerler. Bunların başları Türkden olmayup kendü cinslerinden nasb olunsa fukarâ râhat ederlerdi” diyerek önerilerini dile getirip uzun bir konuşma ile Seyyid İsmail’i ikna etmeye çalışmıtır. Burada Cezayir Ocağı’nın başına Türk değil de kendi cinslerinden yani Arap bir kişinin verilmesini istemesi Mevlay Mehmed’in bölgeye hakim olma arzusunda olduğunu gösterir.
Seyyid İsmail Efendi de “Sultân-ı garb Devlet-i Aliyye’ye tâbi’ olmağla anun dâhi hâtırına ri’âyet ve rızâsında olmak mazmûnunda kendülerine bir kıt’a emr-i âli ısdâr olunmak şartıyla ıskât eyledim” diyerek Cezayir’e bir emir göndereceği vaat etmiştir.
Dördüncü paragraf kısa bir paragraftır. Bu paragrafta Cezayir urbanından dört beş nefer eşrâfın Mevlay Mehmed’e gelip ocaklının zulümlerinden şikayetçi olduklarını ve Osmanlı Devleti’ne bu durumlarını anlatmasını istemiştir. Yerli halk ocaklının baskılarından kaçıp Fas’a sığınınca, Seyyid İsmail Efendi gizlice bu kişilerle görüşmüş ve eğer Mevlay Mehmed Cezayir’e bir askerî harekatta bulunursa dayı ve ocaklıdan nefret eden halk sayesinde kolaylıkla burayı ele geçirebileceğini ifade etmiştir. Ayrıca, İsmail Efendi, Mevlay Mehmed’in durumuna dair gözlemlerini de burada aktarmaktadır.
Mevlay Mehmed’in askerinin çok ve hazinesinin zengin olduğunu, Tunus, Trablus Beylerbeylikleri içinde bulunan bazı kabile, aşiret ve urbânın Cezayirlilere rağmen Mevlay Mehmed ile gizlice anlaştığını ma’aza’llâhu te’âlâ Mevlay Mehmed’in Osmanlı Devleti’ne olan iltiması kabul edilmezse, bu durumdan hoşlanmayıp Cezayir’e saldırabileceğini beşinci paragrafta anlatmaktadır.
Altıncı paragrafta Seyyid İsmail Efendi, yaptığı sefâret yolculuğunda edindiği izlenim ve önerileri anlatmaktadır. Mevlay Mehmed’in Cezayir Beylerbeyliği’nin Tunus ve Trablus örneğinde olduğu gibi Arap paşalara verilmesini istemesi, Cezayir Ocağı’na daha çok nüfuz edip istediklerini daha kolay yapma ve bölgede gittikçe güçlenmek arzusunda ve “ber-vech-i sühûlet arâzi-i mağrib zemînine bi’l-külliye mâlik olmak irâdesine mebnî olmakla” yani kolaylıkla Mağrib arazisine hakim olmak arzusunda olduğunu izah ettikten sonra, önerilerini ekliyor: “Benim bildigim hekîmâne zâhir-i hâlde Cezâyirliye zulmden el çekmesi ve tenfîr-i kulûbdan tebâ‘üdleri temenniyâtını şâmil bir kıt’a emr-i şerîf ısdâr ve Kaptan Paşa hazretleri ma‘rifetiyle ocak-ı mezkûr dayısı ve zâbitânı Türk askerini Rum taraflarından ziyâdece celb eylemeleri ve kılâ’ ve mu‘âkale istihkâm virmeleri ve urbân ve husûsan Mevlay Mehmed’den emîn olmamaları hafîce kendülerine tasdîr ve Anadolu taraflarından ne kadar isterler ise verilmek mertebe-i vücûbdadır” yani Cezayir Ocağını zulm yapmamaları hususunda uyarmak, kendi haklarında nefret uyandırmamalarını sağlamak için kesin bir emir verilmesi; Anadolu’dan gönderilecek bol miktarda Türk askeri ile ocağı güçlendirmek; kuvvetli kaleler yapmak; Araplara özellikle de Mevlay Mehmed’e güvenmemek ve Cezayir’e istediği kadar askeri Anadolu’dan vermek şeklinde sıralıyor.
Takririn son paragrafında Mevlay Mehmed’in damadı Abdülmelik hazineye yüklü miktarda para ve Mevlay Mehmed’in oğlunun yüklüce vergi (altın) ile gelmekte olduğunu, bunların tamamının hazinelerine gideceğini, Mevlay Mehmed’in damadı ve akrabası olan Yemen imamının ve Mekke şerifi Server’in Mevlay Mehmed’in akrabalarından olduğunu ikaz ederek, özellikle Hicaz ve Mısır bölgeleri hususunda Osmanlı Devleti’nin son derece dikkatli olmasını tenbih etmektedir.
1 Garp ocakları için bkz. Atilla Çetin “Garp Ocakları”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), XIII, İstanbul.
1996, s. 382-386; İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, III/II, 3. baskı, TTK, Ankara 1998, s. 293-305.
2 Ercüment Kuran, “Osmanlı Devletinde Mağrib Tarihi”, Osmanlı Ansiklopedisi, I, Ankara 1999, s. 398.
3 G. Yver, “Mağrib”, VII, MEB İslam Ansiklopedisi (İA), İstanbul 1988, s. 142.
4 Komisyon, “Fas”, DİA, XII, İstanbul 1995, s. 191.
5 Fernand Braudel, Akdeniz ve Dünyası, II, Çev: M. Ali Kılıçbay, Eren Yay. , İstanbul 1990, s. 363.
6 Uzunçarşılı, a.g.e., III/II, s. 268; Komisyon, a.g.e., s. 191.
7 Garp Ocaklarının Avrupalı devletlerle ilişkileri için bkz. İdris Bostan “Garp Ocaklarının Avrupa Ülkeleri İle Siyasi ve Ekonomik İlişkileri (1580-1624)”, İÜEF Tarih Enstitüsü Dergisi, S. 14, İstanbul 1994, s. 59-86.
8 Komisyon, a.g.e., s. 191.
9 Komisyon, a.g.e., s. 192.
10 Uzunçarşılı, a.g.e., III/II, s. 269.
11 Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi, X, İstanbul 1992, s. 152.
12 İlm-i cifr: Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügatında güya gayıptan haber veren bir ilim; Şemseddin Sami’nin Kâmûs’i Türki adlı eserinde ise erkam, hurûf ve rumuzla ifade olunur bir ilm-i mevhum olarak kaydedilmekte ve Hz. Ali’ye istinat olunmaktadır.
13 III. Mustafa büyüye, Mağribli kahinlere, Mısırlı astrolojistlere yani yıldız falcılarına çok inanırdı ve bu da onu ilminin ve politikasının yanılmazlığına inanmak gibi gülünç durumlara düşürüyordu. Astroloji merakı o kadar fazla idi ki elçi olarak Berlin’e gönderdiği Ahmed Resmi Efendi vasıtasıyla Prusya Kralı II. Friedrich’den üç müneccim istemişti. Fas sultanına yazdığı özel mektupta da aynı uzmanı istemiş ve şöyle demişti. “bu müneccim halka, gece ve gündüzün en uygun, en uğurlu saatlerini gösterecektir. Tabi bu kutsal kitabımızın cevaz verdiği ölçüde olacaktır. Çünkü bütün sırları, bütün ilimleri bilen ancak Allah’tır”, Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi X, İstanbul 1992, s. 152; Prusya Kralı II. Friedrich’in III. Mustafa’nın üç müneccim isteğine cevabı şöyledir: Kuvvetli bir orduya sahip olarak onu barış zamanında hemen savaşa girebilecek şekilde talim ettirmek, hazineyi dolu tutmak ve tarih okumak. işte benim üç müneccimim, başkalarına sahip değilim. (H. Gazi Yurtaydın, “Ahmed Resmi Efendi ve Bazı Düşünceleri”, Mustafa Reşit ve Dönemi Semineri Bildirileri, TTK, Ankara 1987, s. 68; III. Mustafa’nın Ahmed Resmi Efendi’den müneccim istediğine dair bilgileri değişik kaynaklarda da yukarıdaki örneğini verdiğimiz gibi görebiliyoruz. Ancak bu bilgilere dair eserlerde her hangi bir kaynak belirtilmemiştir. Aynı bilgiler Uzunçarşılı’nın OsmanlıTarihi IV/I adlı eserinde de vardır. Ancak III. Mustafa’nın astrolojiye olan merakı bu bilgileri doğrular niteliktedir. Çünkü aynı isteğini Fas’a gönderilen ve adı bilinmeyen elçiye de belirtmiştir.
14 Bkz. M. A. Yalçınkaya, “Osmanlı Zihniyetindeki Değişimin Göstergesi Olarak Sefâretnâmelerin Kaynak Değeri”, OTAM 7, Ankara 1996, s. 325.
15 Bkz. Ali İbrahim Savaş, “Osmanlı Elçilerinin Resmi Kabul Protokolleri”, E. Ü. Tarih İncelemeleri Dergisi, XI, İzmir 1996, s. 111-124.
16 Savaş, “Osmanlı Diplomasisinde ‘El-kadimu yüzâru’ Kaidesi”, İÜEF Tarih Enstitüsü Dergisi (15), İstanbul 1996, s. 431-456.
17 M. A. Yalçınkaya, “Sir Robert Liston’un İstanbul Büyükelçiliği (1794-1795) ve Osmanlı Devleti Görüşleri” Osmanlı Araştırmaları XVIII, Enderun Kitabevi, İstanbul 1998, s. 192.
18 Allahım, Senin birliğine inananların sultanı Abdülhamid’e yardım et!.
19 Hakikat, ittiba edilenin en doğrusu olandır.
20 Allahım! Sultan Abdulhamid’e yardım et ve bahtını kuvvetlendir.
21 Bkz. Ali İbrahim Savaş, ”Osmanlı Diplomatikasına Ait Ahidnâme-i Hümâyun ve Mektup Tahlilleri”, OTAM 7, Ankara 1996, s. 219-251.
22 Sefâretnâmelerin kaynak değeri için bkz. M, Alaaddin Yalçınkaya, “Osmanlı Zihniyetindeki Değişimin Göstergesi olarak Sefâretnâmelerin Kaynak Değeri”, s. 319-338.
23 Allah hukuku güçlendirsin, aziz kılsın!.
Dostları ilə paylaş: |