Bunun yanı sıra Balkan istihkâmlarının kuvvetlendirilmesine çalışıldı. Daha önceden bu istihkâmlar için top ve askerî kuvvet gönderilmişti.61 Bu tedbirlerin Rus kuvvetlerini geri püskürtmeye yetmeyeceği anlaşılınca Müşir Mehmed Ali Paşa’nın ve Müşir Süleyman Paşa’nın kuvvetleriyle birlikte Bar-Dedeağaç üzerinden Edirne’ye gelmesi kararlaştırıldı.62 Alınan bu tedbirlere rağmen Ruslar, Tuna’yı aşıp Tırnova, Hain Boğazı ve Şipka Boğazı’nı ele geçirerek 19 Temmuz 1877’de plânlarının birinci kısmını tamamladılar.63
Rus kuvvetleri 20 Temmuz’da Plevne’ye taarruz etti. Ancak, İstanbul’daki Askerî meclisin yanlış emirleri neticesi Türk kuvvetleri kale savunması yapmak zorunda kaldı. 10 Aralık’a kadar gerçekleştirilen Rus taarruzları, Türk kuvvetlerince geri püskürtüldü. Bunun üzerine Tuna cephesindeki mücadele Plevne’de yoğunlaştı ve Rusya Romanya’dan yardım istemek zorunda kaldı. Osman Paşa, Plevne’de çağdaş müdafaa hatları oluşturarak Ruslara karşı başarılı bir şekilde mukavemet etti. Kendisinden çok üstün Rus ve Rumen ordularını üç kez mağlup etti. Bu başarılarından dolayı Osman Paşa’ya gazilik unvanı verildi. Ruslar, taarruz ile alamayacaklarını tecrübe edince takviye kuvvetlerle Plevne’yi kuşattılar. Osman Paşa, Rus çemberini 10 Aralık’ta yarma harekâtı ile kırmak istedi. Ancak, yaralanan Osman Paşa teslim olmak zorunda kaldı. Ruslar, Plevne’nin sukûtu sayesinde Balkanlar’da plânladıkları taarruz için fevkalade bir üstünlük sağladılar.64
Bu gelişmelerden cesaret alan Sırbistan, Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etti (14 Aralık 1877). 4 Ocak 1878’de General Gurko Sofya’yı aldı. Filibe’de Rus kuvvetlerine mağlup olan Süleyman Paşa kuvvetleri Rodoplar’a çekildi (16-19 Ocak 1878). Bu olaylar sonucunda Osmanlı mukavemetini kıran Rus kuvvetleri, 20
Ocak’ta Edirne’ye girdi. Bu arada Niş’i zapt eden Sırplar, Sofya’da Rus kuvvetleri ile irtibat sağladılar. Karadağlılar ise Adriyatik’e ulaştı.65
Doğu cephesindeki muharebeler ise Ahmed Muhtar Paşa’nın ifadesine nazaran üç aşamada gelişti: Birinci aşama, savaşın başlangıcından 25 Haziran 1877’ye kadar olan Türk ve Rus ordularının ileri geri hareketleri ile Türk ordusunun eksikliklerini tamamlamaya çalıştığı dönemi kapsar. İkinci aşama, 15 Ekim’e kadar süren Türk ordusunun galip olarak hücumları ve savunmasıyla, Rus ordusunun geri çekilme dönemidir. Bu dönemde Ardahan ve Doğu Bayezid’i zapt ederek ilerleyen Rus kuvvetleri, Ahmed Muhtar Paşa’nın Zivin, Gedikler ve Yahniler meydan muharebelerini kazanması ile durduruldu.66 Üçüncü aşama mütarekeye kadar Türk ordusunun Erzurum’a çekilmesi ve Rus ordusunun ilerlemesi dönemidir. Bu safhada sürekli asker, top, cephane, vs. gibi takviyeler alan Ruslara karşı Türk kuvvetleri üstünlüklerini koruyamadı. Üstün kuvvetlerle taarruza geçen Ruslara karşı Alacadağ ve Deveboynu muharebelerini kaybeden Muhtar Paşa, düzenli bir şekilde geri çekilerek Erzurum’da savunma hattı oluşturdu. Ruslar, Erzurum istikâmetinde taarruza geçtilerse de başarılı olamadılar.
Rus kuvvetlerinin müttefik Slâv kuvvetleri ile birlikte Edirne ve İstanbul üzerine yürümeye başlamasıyla savaşı sürdürme ümidini kaybeden Osmanlı Devleti, 31 Ocak 1878’de mütarekeyi imzaladı. Böylece, Ruslar İstanbul kapılarına dayanmış bulunuyordu. Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 3 Mart 1878 tarihinde Ayastafanos Antlaşması imza edildi. Bu antlaşmayla Karadağ, Sırbistan ve Romanya sınırları genişletilerek müstakil olurken, Balkanlar’da büyük bir muhtar Bulgaristan Prensliği ve muhtar Bosna-Hersek idareleri oluşuyordu. Ayrıca, Doğu Anadolu, Girit, Teselya, ve Arnavutluk’ta ıslâhat yapılacak, İran’a sınırda toprak bırakılacak ve Rusya’ya harp tazminatı olarak 300.000.000 rublenin yanı sıra Ardahan, Kars, Batum ve Bayezid terk edilecekti. Rusya, Ayastafanos Antlaşması ile Avrupa dengesini kendi mefaati doğrultusunda yeni bir şekle dönüştürdü.67
Avrupa devletleri Rusya’nın Ayastafanos ile oluşturduğu siyasî haritanın genel bir savaşa yol açmasını önlemek, doğuda yeni bir toprak dağıtımı ve diğer tanzimlerle yeni bir kuvvetler dengesi oluşturmak amacıyla, Berlin Kongresi’ni tertip etti.68 Bu durumu Kongrede Bismark “Bu günkü durumu sizden saklamak istemem; kongrenin Osmanlı Devleti için toplandığı zannına kapılarak kendinizi aldatmayınız… Ayastafanos Andlaşması, Avrupa devletlerinin menfaatlerine dokunur bazı maddeleri ihtiva etmeseydi olduğu gibi bırakılırdı. İşte bu menfaatlerin uzlaştırılması için bu kongre toplandı… Kongre Osmanlı Devleti için değil, fakat Avrupa barışının muhafazası için toplanmıştır.” şeklinde açıkça Türk delegasyonuna bildirdi.69
Bu gerçeğe rağmen İngiltere yardım iddiasıyla II. Abdülhamid’e 4 Haziran 1878’de İstanbul Tedafüî İttifak Antlaşması’nı imzalattı ve Kıbrıs’ı işgal etti.70 Berlin Antlaşması ile (13 Temmuz 1878) Karadağ, Sırbistan ve Romanya sınırları büyütülerek müstakil, Bulgaristan ise bağlı prenslik oluyordu. Ancak, Ayastafanos ile oluşturulan büyük Bulgaristan parçalanarak Makedonya ve Batı Trakya Osmanlı Devleti’ne iade edildi. Balkanlar’ın güneyinde mümtaz bir Şarkî Rumeli vilâyeti oluşturuldu. Bu suretle Osmanlı Devleti’ne bırakılan arazinin irtibatsız iki parça haline düşmemesi temin edilmiş oldu. Bayezid Osmanlı’ya iade edildi. Berlin ile Rusya’nın ve Balkanlı müttefiklerinin kazançları tahdit edildi. Buna karşılık, Ayastafanos’a itiraz eden devletlere tavizler verildi. Sonuçta Avusturya, hemen hiç kayıp vermeksizin Bosna-Hersek’i işgal etti ve Yenipazar’a askerî kuvvetleri ile yerleşti. Yunanistan’a Teselya’nın büyükçe bir kısmı verilirken, İran ve Karadağ’a sınırda toprak terk edildi. Karadağ’a toprak terki Arnavutlar’ın isyanına sebebiyet verdi. Ayrıca, Ermenilerle meskûn vilâyetlerde ıslahat yapılması ve Girit adasının imtiyazlarının genişletilmesi gibi hükümler mevcuttu. Savaş sonrası meydana
gelen zayıf durumun bir sonucu olarak “Anadolu ıslâhâtı” ismiyle Ermeni sorunu aksiyon safhasına girerken, bir de Makedonya meselesi ortaya çıktı.71 Berlin Antlaşması’nın amacı devletler arası dengeyi kurmaktı. Bu denge, Osmanlı topraklarını taksim ile meydana geldi. Ayastafanos ile Osmanlı’nın Balkan toprakları taksim edilirken, Berlin bu taksimatı ülke geneline yaydı.72 Berlin Antlaşması sonucunda Osman Devleti 287.510 km2 toprak kaybetti.
Doksan üç Savaşı, XIX. yüzyılda Türkiye’nin kaderini belirleyen en önemli savaştır. Bu savaş sonrası II. Abdülhamid’in tespitlerine göre Türk ordusu ve bürokrasisi cesaretini kaybetmiş, ülkede karamsar bir hava oluşmuş73 ve Osmanlı yalnızlığa mahkum olmuştu.74 Bu savaşın Avrupa devletleri üzerindeki tesiri Osmanlı topraklarının paylaşılmasının son aşamaya geldiğini kabul etmek oldu ve fiili paylaşım başladı.75 Fransa, İngiltere ve İtalya’nın, Kuzey Afrika’da Tunus (1881), Mısır (1882) ve Trablusgarp’ı (1911) işgal etmesi, Avusturya’nın Bosna-Hersek üzerinden Ege Denizi’ne ulaşmak istemesi, Balkan devletlerinin yayılmacı faaliyetlerini artırmaları ve Rusya’nın Doğu Anadolu’yu resmen imtiyaz bölgesi ilân etmesi hep bu yenilginin sonucudur. Ülke içinde ise bir yandan gayrimüslim cemaatlerin ayrılıkçı akımları daha da güçlenirken, Müslüman Arnavut ve Araplar arasında da ilk defa ayrılık eğilimleri su yüzüne çıktı. Şüphesiz bu hadiselerde Osmanlı Devleti’nin Doksan üç Savaşı’ndaki güçsüzlüğünün tesiri çok büyüktü. Keza, Avrupa’daki üç büyükdevletin kazançlarında Rusya’nın aynı yüzden düştüğü takatsizliğin tesiri de çok önemliydi. Bu üç devlet, ele geçirdikleri veya nü-
fuz ettikleri ülkelerden rahatça istifade ederken, Rusya Bulgaristan’dan uzaklaşmak durumunda kalacaktır. Yani Balkan ve Doğu denkliği kendi aleyhine bozulmuştur.76 Savaş sonrası, Avusturya’nın Balkanlar’da yayılma siyaseti Avusturya-Rusya çatışmasına sebebiyet verdi. Bu çatışma, neticede Avusturya-Alman blokuna karşı Avrupa’da yeni bir blokun kurulmasına, üçüncü imparatorlar birliğinin dağılmasına ve İtalya’nın Akdeniz’e yayılmayı plânlamasına yol açtı.77 Bu gelişmeler, Rusya’nın Avusturya ve Almanya’ya karşı mevcut olan güvensizlik hissini arttırdı.78 Neticede; Birinci Dünya Savaşı ile sonuçlanan bloklaşmanın oluşmasına zemin hazırladı. Bu gelişmeler sonucu Osmanlı Devleti’nin dış politika usûlünde de değişikliğe gittiği ve çıkarlarını korumak için güçlü bir devletle ittifak yapmayı artık tercih etmediği anlaşılıyor. Bununla birlikte Osmanlı Devleti’nin dış politikasında İngiltere’nin boşalttığı yeri bir ölçüde Almanya doldurmaya başladı.79 Doksan üç Savaşı’nın tesiriyle, büyük güçlerden birini veya koalisyonunu hedef alacak bir genel savaştan çekinen II. Abdülhamid, Türk-Alman ilişkilerini resmî ve siyasî kapsamda kurmayıp iktisadî düzeyde gelişmesini tercih etti. Ona göre; Almanya’nın Osmanlı ekonomisine katkısı ve malî yatırımları olduğu takdirde, bu çıkarları korumak için Osmanlı Devleti’ni, herhangi bir önemli tehlike karşısında yalnız bırakmayacaktı.80
Savaş sonrası Bâb-ı Alî’ye sunulan askerî raporlarda komşu ülkelerin askerî güçlerinin büyük bir tehdit unsuru olduğu hatırlatılarak kuvvetli bir ordunun kurulması ve bu konuda Almanlarla temasa geçilmesi isteniyordu.81 Doksan üç Savaşı, Türk silâhlı kuvvetleri bünyesinde bir ıslâhatı zorunlu kıldı. Kurulan hususî komisyon, bazı düzenlemeler yapmaya karar verdi. Subay ihtiyacı okul veya alaydan karşılanıyordu. Mektepli subaylar, bilgi bakımından iyi donatılmıştı; alaylıların ise pratikleri kuvvetliydi. Harp Okulu’na yeni bir şekil verilmesi plânlanırken kurmay yetiştirme sisteminde82 ve askerî teşkilâtta Fransız modeli terk edilerek Alman modeli esas alınmak suretiyle sistem değişikliğine gidildi. Güvenlik kuvvetlerinin de bir düzene sokulması amacıyla savaştan hemen sonra Seraskerlik bünyesindeki Zabtiye Müşiriyeti lağv edilerek polisten sorumlu Zabtiye Nezareti kuruldu. Zabtiye Müşiriyetine bağlı olan kırsal zaptiye birlikleri de aynı yıl yeni bir nizamnameyle Jandarma Daire-i Merkeziyesi adı altında yeniden örgütlendi.83 II.Abdülhamid döneminde, orduyu modernleştirme ve Batı standartlarına yaklaştırma gayretlerinin yanı sıra asker sayısının da artırılması yoluna gidildi.84 Fahri Çeliker’in ifadesine göre; Savaş sonrası büyük devletler arasında bir denge politikası izlemeye başlayan II. Abdülhamid, donanmanın ıslâhını İngilizler’e, jandarmanın ıslâhını Fransızlara ve kara kuvvetlerinin ıslâhını Almanlara bıraktı.85 Tüm bu faaliyetlere rağmen mağlubiyetin en önemli sebebini oluşturan zihniyetin değişmediğini Keçecizade İzzet Molla’nın eserinden anlamak mümkündür. İlgililer “Fransızları mı, Almanları mı taklit edelim?” diye sorarken kurtuluşu taklitte aramaktaydılar. Oysa, Keçecizade İzzet Fuad’ın verdiği cevapta ifade ettiği üzere “Osmanlı” kalınmak şartıyla çok çalışarak çağdaş ülkeler düzeyine çıkılmalıydı.86 Bu zihniyet değişikliği sağlanamadı.
Savaşın önemli sonuçlarından birisi de kitlesel göçtür. Savaş ortamında Rusların ve silâhlı Bulgarların plânlı ve bilinçli politikaları ve hareketleri sonucu büyük bir dehşet ve korkuya kapılan Türk toplulukları, işgal edilen yurtlarındaki gayrimenkullerini terk edip göç etmek zorunda kaldılar. Türkler, göç yollarında Bulgar çetelerinin, Kazakların ve Rus askerlerinin saldırı ve zulümlerine maruz kaldılar. Resmî istatistiklere nazaran bu saldırılardan kurtulmayı başarabilen bir milyonu aşkın kişi, henüz Türk hakimiyetindeki topraklara iltica etti. Berlin Antlaşması’nın imzalanmasını müteakip bu göç kervanına Bosna-Hersek Müslümanları da katıldı. Söz konusu göçler neticesinde Anadolu’da zaten çoğunlukta olan Türk nüfusu, ezici bir
üstünlük elde etti. Bu göçmen kitlesinin %50’si faal nüfustu. Dolayısıyla, Bulgaristan’da iş gücü açığı ortaya çıktı ve mevcut ziraî alanın 2/3 işlenemedi. Göçler, Anadolu’da tarım ve ticaretin gelişmesine, mevcut yerleşmelerin nüfus ve mekân olarak büyümesine ve yeni yerleşmelerin oluşmasına sebebiyet verdi.87 Savaşın insan kaybını tam ve doğru olarak tespit ve ifade etmek şu an için imkân dışıdır. Bununla birlikte Edirne ve Tuna vilâyetlerinde takribi 500.000 kişilik bir kitle yok oldu.88 Doğu cephesinde sadece askerî kayıp 28.000’dir.89 Savaşa Ege’den 100.000 kişi iştirak etti ve çoğu geri dönemedi. Bu kayıpların büyük bir çoğunluğu da köylü kitlesidir. Bu da tarım sektöründe iş gücü açığını gündeme getirdi. Öte yandan, sahipsiz kalan topraklar, hızla ecnebîler tarafından satın alınmaya başlandı.90 Netice itibarıyla, mîrî çiftliklerin ecnebîlerin kontrolüne geçme tehlikesi belirdi. Bunu göçmen iskânı önledi. Göçmenler Anadolu’da yeni tarım bitkilerinin tanınmasına ve ziraatinin yapılmasına zemin hazırladılar.91
Nüfus hareketleri, Osmanlı Devleti’nin dahilî ve haricî politikalarında köklü sayılabilecek değişikliklere sebebiyet verdi. Osmanlı bürokratları, Doksan üç Savaşı’na kadar devleti müslim, gayrimüslim ayrımı yapmaksızın bütün bireyleri ile bir bütün olarak yaşatmak istedi. Bu politikanın tezahürü olmak üzere Osmanlılık fikri etrafında toplanmaya çalışıldı. Ancak, Rusya’nın Hıristiyanları sözde zulümden kurtarmak iddiasıyla savaş açması, sefere haçlı damgası vurmaktan kaçınmaması, yüz binlerce Türkün katledilmesi ve “kılıç artıkları”nın Anadolu’ya sığınması temelde Müslüman-Hristi-
yan münasebetlerini bozdu. Ayrıca, savaş sonrası gayrimüslim tebaanın büyük bir kısmı Osmanlı’dan fiilen ayrıldı. Bu ortamda Osmanlılık fikrinde israr etmek gereksizdi. Mevcut şartlarda devletin vatandaşlarını bir arada tutacak yegane bağ İslâmiyet idi. İslâmiyet, her yönü ile ön plâna çıkarıldı. Ancak, Müslüman Araplar’ın birlikten kopma çabaları üzerine Türklük fikri önem kazandı ve Türklüğün güçlenmesine özen gösterildi.92 İç politikadaki bir diğer uygulama ise Meclis-i Mebusan’ı tatil eden (13 Şubat 1878) II. Abdülhamid’in devletin idaresini tamamen kontrolüne almasıdır.93
Osmanlı Devleti, Doksan üç Savaşı’na kadar doğal sınırlara ulaşmaya ve bu sınırları elinde tutmaya yönelik politikalar geliştirmişti. Bâb-ı Ali’nin kuzey batıdaki doğal sınırını Tuna nehri oluşturmaktaydı. Bu sebeple Tuna’nın güneyi merkezî idareye dahil edilirken, kuzeyi bağlı beylik statüsünde yönetiliyordu. 1790’dan itibaren kuvvetli bir Avrupa devleti ile ittifak kurarak mevcut sınırlarını ve dengeyi korumaya çalışıyordu. Berlin Antlaşması sonucunda Osmanlı Devleti’nin Tuna ile bir bağlantısı kalmadı ve önemli bir doğal sınırını kaybetti. Buna bağlı olarak, Bâb-ı Alî’nin Balkan siyaseti değişti. Bir taraftan mevcut Balkan devletlerine karşı silâhlanırken diğer taraftan Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan, Karadağ ve Romanya tebaası Türkler’in ocaklarını terk etmemeleri için tedbirler almaya çalıştı. Ayrıca, Rumeli göçmenlerini ilk etapta Balkanlar’daki Türk hakimiyetindeki topraklara yerleştirmeyi tercih etti. Doksan üç Savaşı sonrası Rumeli’nin askerî stratejik konumu itibarıyla Osmanlı Devleti için önemi arttı. Türkler’in yanı sıra Müslüman Arnavutlar, bölgede Osmanlı’nın varlığını sürdürmesine sebep olan en önemli unsur hâlini aldı. Bu nedenle Safvet Paşa, saraya takdim ettiği raporunda bu toplumun devlete olan bağlılıklarının arttırılması amacına yönelik politikalar geliştirilmesi gereği üzerinde durur.94 Belki de bunun bir sonucu olarak Arnavutlar’dan oluşan askerî birlikler95 teşkil edildi. Öte yandan Osmanlı Devleti, başta Bosna-Hersek olmak üzere savaş ve antlaşmalar yolu ile kaybettiği yerlerdeki varlığını sürdürmek amacındaydı. Bu nedenle, diplomatik faaliyetlerle insan hakları ve azınlık hakları statüsüne dayanılarak Türkiye sınırları dışında kalan Müslümanlar himaye edilmeye çalışıldı. Buna karşılık üniter millî devlet haline dönüşmek isteyen Balkan devletleri, Türk unsurundan kurtulmaya ve sınırları dahilindeki Türk kültürünün izlerini silmeye çalışıyordu. Kuvvet ve nüfuzunu kaybeden Osmanlı Devleti, Balkan Türklüğünü koruyamadı ve Türk nüfusu, zaman zaman kitlesel veya ferdî olmak üzere göç yollarına düştü.
Savaşın iktisadî ve malî sonuçları oldukça önemlidir. Osmanlı, savaşın sonunda topraklarının 2/5’sini ve nüfusunun 1/5’ini kaybetti. Böylece önemli bir iş gücü, ürün
ve gelir kaybına maruz kaldı.96 Ekonomik olarak zor bir dönem yaşayan Osmanlı imalât sektörü, Rus sınırının kapanması sebebiyle kuzeydeki geleneksel pazarını kaybetti.97 Devletin tahıl ambarı olan Balkan topraklarının elden çıkması ve savaşın sebebiyet verdiği iş gücü kaybı, ülke genelinde tarım üretiminin azalmasını ve gıda darlığını gündeme getirdi. İş gücü açığı sorununu çözümleyemeyen çiftlik sahipleri, arazilerini yabancılara satmaya başladı.98 Öte yandan, Rusya ile savaş kaçınılmaz olunca, daha Sultan Abdülaziz devrinde modern top, tüfek gibi silâhlar ithal edilmeye çalışılırken donanma da modernize edildi. Silâhlanma faaliyetleri, savaş sonrası artarak devam etti. 1877-1878 Savaşı, Osmanlı Devleti’nde bir anlamda yeni bir dönem başlattı. Neticede bütçe gelirlerinden yarıdan fazlası ordu ve bahriyeye tahsis edilmeye başlandı. Zira Osmanlı Devleti yaşama şansını, yapacağı askerî reformlara bağlamaktaydı.99 Bu gibi faaliyetler hazineye ek yük getirdi. 1875 iflası sebebiyle dış borçlanmaya gidilemedi. Üstelik, 1872-1875 Rumeli ve Anadolu kuraklığı100 hazinenin gelirlerini azalttı. Halk, yardıma davet edildi. Çözüm kaime basımında bulunuldu.101 Bu kampanya işe yaramayınca, halk yardım yapmaya zorunlu kılındı.102
1877-1878 Savaşı ve iç borçlanma, büyük ölçüde kaime basılarak finanse edildi. Neticede ülkede yüksek enflasyon ve pahalılık oluştu. Bundan sabit gelirliler olumsuz etkilenirken devlete borç veren sarraf ve tüccarların teşkil ettiği spekülatörler, büyük kazançlar sağladı. Devletin bunlara karşı etkisiz kalışı, halk arasında kırgınlık yarattı.103 Bâb-ı Alî, savaşın yaralarını sarmak, göçmenlerin sorunlarını çözümlemek, Rusya’ya savaş tazminatı ödemek, iç ve dış borç ödemelerini tekrar başlatabilmek104 ve 1877 yılında gerçekleştirilen “Müdafaa-i Milliye istikrazının vadesini uzatmak ve faizini düşürmek amacıyla 1891 istikrazına gitti.105
Doksan üç Harbi, başlatılması, gelişimi ve sonuçları itibarıyla çok tartışılan konulardan birisidir. Mevcut kaynaklarda ve konuyla ilgili yapılan çalışmalarda, Osmanlı Devleti’nin savaşı kaybetme sebepleri değişik açılardan ele alınıp incelenmiştir. Bunlara göre: Türk ordusu seferberliğini istenen düzeyde tamamlayamadı ve yığınağını Rusların muhtemel geçiş bölgelerinde yoğunlaştıramadı. Aksine büyük kuvvetlerini kalelere yığarak harekât ve inisiyatifi Rus kuvvetlerine bıraktı.106 Tuna ve Balkanlar gibi askerî açıdan aşılması zor doğal savunma imkânlarından faydalanılamadı. Halbuki coğrafyanın doğal yapısından faydalanmak, harp fenni ile ilgili bir uygulamadır. Abdülkerim Paşa’nın yanlış bulunan bu stratejik taktiği sonucu, Ruslar Tuna’yı aştılar. Telaşlanan İstanbul hemen başkumandanı değiştirdi. Ordu kumandanları birçok taktik hata yaptılar. Haziran 1877
tarihine kadar sıcak çatışma yaşanmadı. Bu dönemde savaş tatbikatları yapılarak asker ve kumanda heyeti yetiştirilebilirdi ancak bu gerçekleştirilmedi. Aslında Osmanlı ordusunda bu tarihe gelinceye kadar askerî tatbikât geleneği oluşmamıştı. Sadece Sultan Abdülaziz döneminde bir gün süreli bir manevra yapılmıştı. Erat, çalışkan, fakat eğitimsiz kişilerdi. Türk subayları, pusulasız, kılavuzsuz, hatta ellerinde doğru bir harita olmaksızın askerî birlikleri idare ediyorlardı.107 Cephedeki kumandanların birbiriyle geçinememesi, Padişahın bu duruma müdahale etmemesi, sürtüşen kumandanların ast üst konuma getirilmesi, subay ve eratın eğitimsizlikleri, savaşın “İstanbul’dan idaresi”108 ağır bir mağlubiyete sebebiyet verdi. Savaş başladıktan sonra İstanbul’dan verilen emirlere rağmen “harp cerideleri” tutulmadığından 1877-1878 Savaşı’nın askerî tarihini tam manasıyla yazmak109 ve mağlubiyetin gerçek sorumlularını tespit etmek imkân dahilinde görülmemektedir.
1 1877-1878 Savaşı’na, Rumi 1293 tarihine tekabül ettiğinden, Doksan üç Harbi ismi de verilmiştir.
2 Bayram Kodaman, “Osmanlı Siyasî Tarihi (1876-1920)”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, XII, İstanbul 1989, s. 22.
3 M. E. D. Allen, Paul Muratoff, 1828-1921 Türk-Kafkas Sınırındaki Harplerin Tarihi, Ankara 1966, s. 102-104.
4 Pelin İskender, Mehmed Esad Safvet Paşa (1814-1883/H. 1230-1301), (Basılmamış Doktora Tezi), Samsun 1999, s. 104.
5 Rifat Uçarol, Siyasî Tarih, İstanbul 1985 (3), s. 256.
6 Bilâl N. Şimşir, Rumeli’den Türk Göçleri, II, Ankara 1970, XLVII-XLVIII; Akdes Nimet Kurat, “Panslâvizm”, AÜ. DTCF. Der, I/2-4, Ankara 1953, s. 267.
7 Halil İnalcık, Tanzimat ve Bulgar Meselesi, Ankara 1943, s. 23-24; Şimşir, II, XLVIII.
8 Şimşir, II, LX-LXI.
9 İnalcık, s. 20; Akdes Nimet Kurat, “Panslâvizm”, s. 268; Hans Kohn, Panslâvizm ve Rus Miliyetçiliği, Çev. Agah Oktay Güner, İstanbul 1983, s. 73-74.
10 Yuluğ Tekin Kurat, “1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nin Sebepleri”, Belleten, XXVI/103, Ankara 1962, s. 574.
11 Şimşir, II, CXXIV; İskender, s. 128-132.
12 Orhan Koloğlu, Avrupa’nın Kıskacında Abdülhamit, İstanbul 1998, s. 13-24.
13 Akdes Nimet Kurat, “Panslâvizm”, s. 268.
14 Yuluğ Tekin Kurat, s. 584.
15 İskender, s. 104.
16 Bekir Sıtkı Baykal, “Bismark’ın Osmanlı İmparatorluğu’nun Taksim Fikri”, AÜDTCF. Dergisi, 1/5, Ankara 1943, s. 3.
17 Ahmed Cevdet Paşa, Tezakir, 40-Tetimme, Yayınlayan: Cavid Baysun, Ankara 1986, s. 168.
18 İskender, s. 123.
19 Yuluğ Tekin Kurat, s. 591-592; Rus devlet adamlarının savaş ilânı hakkındaki düşünceleri için bkz. Ahmed Saib, Abdülhamidin Evail-i Saltanatı, İstanbul 1326, s. 202.
20 Ali Fuad Türkgeldi, Mesail-i Mühimme-i Siyasiyye, Yayına Hazırlayan: Bekir Sıtkı Baykal, II, Ankara 1987 (2), s. 4.
21 Ordunun mevcudu hakkında bkz. Ahmed Midhat, Zubdetü’l-Hakayık, İstanbul 1295, s. 228-229; Ali Fuad, Musavver 1293-1294 Osmanlı-Rus Seferi, I, İstanbul 1326, s. 135.
22 Bkz. Ali İhsan Gencer, Nedim İpek, “1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi Rumeli Cephesi Vesikaları (Temmuz 1877), Türk Tarih Belgeleri Dergisi, XV/19, Ankara 1993, s. 225.
23 Bkz. Gencer, İpek, s. 225, 233; Mahmud Celâleddin Paşa, Mir’ât-ı Hakikat, Haz. İsmet Miroğlu, İstanbul 1983, s. 403; Rifat Uçarol, Gazi Ahmet Muhtar Paşa (1839-1919) (Askerî ve Siyasî Hayatı), İstanbul 1989, s. 277. Harp esnasında Osmanlı’nın 750. 000 asker çıkardığı konusunda bkz. William von Herbert, Plevne Müdafaası, Çev. Ali Kurdoğlu, İzmir 1990, s. 6.
24 Hikmet Süer, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi Rumeli Cephesi, Ankara 1993, s. 36; Rifat Uçarol, Ahmet Muhtar Paşa, s. 61.
25 Oral Sander, Kurthan Fişek, ABD Dışişleri Belgeleriyle Türk-ABD Silah Ticaretinin İlk Yüzyılı (1829-1929), s. 58-59.
26 Sander, Fişek, s. 66-67.
27 İ. Halil Sedes, 1875-1878 Osmanlı Ordusu Savaşları, 1877-1878 Osmanlı-Rus ve Romen Savaşı, İstanbul 1935, s. 107-108.
28 T. Nejat Eralp, Tarih Boyunca Türk Toplumunda Silah Kavramı ve Osmanlı İmparatorluğunda Kullanılan Silahlar, Ankara 1993, s. 116.
29 Ali Fuad, I, 89.
30 Hafız Hakkı Paşa, Bozgun, İstanbul (Tarihsiz), s. 54.
31 Ali Fuad, I, 72; İ. Halil Sedes, I, 118.
32 Türk ordusunun genel bir değerlendirilmesi için bkz. Mehmed Arif, Başımıza Gelenler, Sadeleştiren: Ertuğrul Düzdağ, I-III, İstanbul (Tarihsiz).
33 Mehmed Arif, I, 99.
34 Süer, s. 44-48.
35 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, VIII, Ankara 1983, s. 44.
36 Türk Silâhlı Kuvvetleri Tarihi-Osmanlı Devri 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi Kafkas Cephesi Harekâtı, II, Ankara 1985, s. 208, 209; Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Anılar-2-Sergüzeşt-i Hayatımın Cild-i Sanisi, Sadeleştirerek Yayına Hazırlayan: Nuri Akbayar, İstanbul 1996.
37 Mehmet Arif, II, 530.
38 Engelhart, Tanzimat ve Türkiye, Türkçesi: Ali Reşad, İstanbul 1999, s. 267-269.
39 Vahdettin Engin, Rumeli Demiryolları, İstanbul 1993, s. 182.
40 Martner, Emploi des Chemins de Fer Pendant la Guerre d’Orient 1876-1878, Paris 1878, s. 5-6.
41 Martner, s. 6.
42 Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, …, II, 50.
43 Engin, s. 179, 180, 221.
44 Gazi Ahmet Muhtar Paşa, s. 13.
45 Gencer, İpek, s. 227, 229.
46 Nedim İpek, Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri, Ankara 1994, s. 19-21.
47 Karal, VIII, 46.
48 Filoların mevcudu hakkında bkz. Sedes, I, 130-133; Ali Fuad, I, 75-86.
49 Mehmed Arif, III, 889-891.
50 Mahmud Celâleddin Paşa, s. 388.
51 Mahmud Celâleddin Paşa, s. 299-300.
52 Mahmud Celâleddin Paşa, s. 389.
53 Gencer, İpek, s. 221, 224, 243; Halil Sedes, IV, 110, 114.
54 Gencer, İpek, s. 219-220, 224.
Dostları ilə paylaş: |