8- Vardar ve Pregalipnepa’ya kadar Makedonya’nın Bulgaristan’a terki suretiyle Bulgarların muhafaza eylemeleri için Sırbistan tarafından vuku bulan teklifat-ı taviziyenin Bulgarlarca redd olunduğunu Todor Aleksandrof söyledi.
9- Dün akşam komitenin merkez-i umumisi agleb ihtimal erkan-ı askeriye ve mülkiyeden bazı rical hazır olduğu halde bir ictima-yı umumi-i fevkalade akdetmiştir. Mukarrerat-ı saire hakkında malumat alamadım.
10- Ustrumca’daki vasıta-yı muhaberemiz eşraftan Eşref Bey veya Hafız Şakir Efendi’dir. Bulgarlarca bilinmesinde mahzur olmayan mevad Constantin Sipochef vasıtasıyla bildirilebilir.
11- Bulgarların vaziyet-i umumiyelerini ve mukarrerat-ı itilafiye ile Makedonya meselesindeki tavr u hareket ve muzmerât-ı derunîlerini lütfen İstanbul’a sorun. Gayr-ı resmiyede siz de biliyorsunuz ki fedakârlığa matuf olan harekâtımız netice itibariyle Makedonya’daki Türk ve Müslümanların izmihlali esbabını hazırlamasın.
12- Ben suret-i kat’iyede bu sabah hareket ediyorum. İhtiramat-ı samimanemin kabulünü rica ederim efendim.
İstanbul Polis Müdüriyet-i Umumiyesi
Umur-ı Siyasiye Şubesi Müdür Muavin-i Sabıkı
Hakkı”13
Sonuç
30 Kasım 1913 tarihinde özelde Batı Trakya, genelde ise Balkanlarla ilgili olarak kurulan Örgüt, 2 Ağustos 1914 tarihli Türk-Alman ittifakının ardından, daha geniş ölçekli faaliyetler yürütmek üzere, Harbiye Nezareti bünyesine alınarak Teşkilât-ı Mahsûsa adıyla resmî bir kurum haline getirilmiştir. Örgütün Türk Komitesi olarak adlandırılan ilk dönemindeki tek ve resmî bir kurum hâlini alarak Teşkilât-ı Mahsûsa adıyla anıldığı dönemdeki ilk başkanı, Süleyman Askerî Bey’dir. Örgütün kurucusu olarak Enver Bey’in adı konusunda tam bir ittifak vardır. Enver Bey’in İttihat ve Terakki içindeki konumu ve ağırlığını kabul etmekle birlikte, İttihatçılığın ondan ibaret olmadığından hareketle, Örgütün kurucusunun onun şahsında tecessüm eden “İttihatçı ruh ve irade” olduğu söylemek de mümkündür.
İttihatçıların başlangıçta bu örgütlenmeyle başta Batı Trakya olmak üzere I. Balkan Savaşı’ndaki toprak kayıplarını telafi etmeye; bu mümkün olmazsa, Türkiye aleyhindeki muhtemel gelişmeleri önlemeye çalıştıklarında şüphe yoktur. Mustafa Kemal de bu faaliyetlere, İttihatçı çekirdek kadronun saygın, güvenilir, birikimi ve meziyetleriyle söz konusu bölgede çok hassas ve zor bir görevin yükünü taşıyabilecek mensuplarından biri olarak, katkıda bulunmuştur. Bu bölgedeki faaliyetlerinin önemi ve hassasiyeti göz önüne alınacak olursa, Mustafa Kemal’in Sofya’ya gidişinin Batı Trakya’nın Bulgarlara tesliminin akabinde ve fakat Türk Komitesi’nin faaliyete geçmesinden yaklaşık bir ay önce gerçekleşmiş olması anlamlıdır. Bu bağlamda onun Sofya’ya gönderilmesini, sözünü sakınmayan kişiliğinin tezahürü olarak yaptığı eleştiriler dolayısıyla, salt Enver Bey ile arasının açılması sonucu gerçekleşen bir tayin olarak değerlendirmek doğru olmasa gerektir.
I. Dünya Savaşı’nın başlamasından sonraki süreçte, Balkanlarla ilgili faaliyetler kesintisiz devam etmekle birlikte Kafkasya, Hindistan ve Mısır gibi yerler de örgütün ilgi alanına girmiştir.
Teşkilât-ı Mahsûsa’nın Süleyman Askerî Bey’den sonraki başkanları, sırasıyla; Halil Bey, Kızanlıklı Cevad Bey ve Tunuslu Ali Başhamba’dır. Mondros Mütarekesi’nin ardından yaşanan tasfiye sürecinde ise, Hüseyin Tosun Bey sorumluluk üstlenmiştir.
DİPNOTLAR
1 ATASE Arşivi, K: 1846, D: 79, F: 13/4 (Bundan sonra arşiv adı verilmeyecektir. K: Klasör, D: Dosya, F: Fihrist anlamında kullanılmıştır.).
2 Vahdet KELEŞYILMAZ, “Kafkas Harekâtının Perde Arkası”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: XVI, Sayı: 47 (Temmuz 2000) den ayrı basım.
3 K: 1846, D: 79, F: 13 (Bu metin daha önce basıldığı için yer verilmesine gerek görülmemiştir. Zaten Teşkilât-ı Mahsûsa’nın kuruluşuyla ilgisi de yoktur. Metnin içeriği konusunda bakınız: Mustafa BALCIOĞLU, “Kendi Belgeleriyle Teşkilât-ı Mahsûsa Yahut Umur-u Şarkiye Dairesi”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı: 67 (Temmuz 1992), s. 24-28. Yazarın büyük ölçüde daha önce basılan makalelerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş olan bir kitabında (Teşkilât-ı Mahsûsa’dan Cumhuriyete, Ankara, 2001) bu makalesi de (s. 1-8) yer almaktadır. Anılan kitapta Kara Kuvvetleri Komutanlığı Arşivi’ndeki dosyalarından yararlanılarak Enver Paşa (s. 9-12) ve Süleyman Askerî Bey (s. 13-14) hakkında verilen biyografik bilgiler de vardır. Fakat yukarıda değinilen makalede, yazarın Teşkilât-ı Mahsûsa’nın başkanları olarak belirttiği isimleri kime ve neye göre verdiğini kitabının bir dahaki baskısında belirtmesi yararlı olabilir.
4 K: 1845, D: 78, F: 42 (Fuat Balkan tarafından Teşkilât-ı Mahsûsa’ya sunulan bu rapor, kitaplaştırılmış olan anılarıyla karşılaştırılabilir: İlk Türk Komitacısı Fuat Balkan’ın Hatıraları (Yayına hazırlayan: Metin Martı), İstanbul, 1998. Balkan’ın anılarındaki anlatımı farklıdır.
5 K: 1836, D: 35, F: 1 (16 Eylül 330 tarihli).
6 K: 1836, D: 35, F: 1/1.
7 K: 1836, D: 35, F: 1/2 (26 Eylül 330 tarihli).
8 K: 1836, D: 35, F: 1/3 (27 Eylül 330 tarihli).
9 K. 1660, D: 28, F: 59 (Belgenin üzerinde 15 Ağustos 330 (28 Ağustos 1914) tarihi vardır.
10 Kara Kuvvetleri Komutanlığı Arşivi’ndeki Mustafa Kemal Atatürk dosyasına göre, 27 Ekim 1913 tarihinde Sofya Ateşemiliterliğine tayin edilen Mustafa Kemal’in uhdesine 11 Ocak 1914’te Çetine (Karadağ) ve 4 Ağustos 1914’te Belgrad (Sırbistan) Ateşemiliterlikleri de verilmiştir. (Mustafa BALCIOĞLU, “Atatürk Biyografisine Katkı” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: XIII, Sayı: 48 (Temmuz 1997), s. 539-541.
11 Yahya Kaptanın akıbeti hakkında bakınız: Kemal ATATÜRK, Nutuk (1919-1927), Bugünkü dille yayına hazırlayan: Zeynep Korkmaz, Ankara 1998; Sina AKŞİN, “Milli Mücadelemizde Yahya Kaptan Olayı”, I. Uluslararası Atatürk Sempozyumu (21-23 Eylül 1987) Açılış Konuşmaları-Bildiriler, Ankara, 1994, s. 907-920; -Enver KONUKÇU, “Heyet-i Temsiliye İzmit İlişkileri (Eylül 1919-Nisan 1920), aynı eser, s. 1049-1058); Yahya Kaptan’ın Teşkilât-ı Mahsûsa tarafından göreve yollanması ve faaliyetlerine dair bakınız: Celal PERİN, Nevrekoplu Celal Bey’in Hatıraları, Batı Trakya’nın Bitmeyen Çilesi, İstanbul, 2000, s. 40-41; -Arif Cemil, I. Dünya Savaşında Teşkilat-ı Mahsusa, İstanbul, 1997, s. 274-283 (Anıların güvenilirliğine ihtiyatla yaklaşmak gerekmektedir. Arif Cemil’in anılarında da pek çok abartma ve bizzat tanık olmadığı olayları sanki görmüşçesine anlatma eğilimi görülmüştür. ) Yahya Kaptan’ın biyografisinden önemli bir ayrıntı da Yakup Cemil olayında yer alan kişilerden biri olmasıdır: Mustafa Ragıp ESATLI, İttihat ve Terakki Tarihinde Esrar Perdesi ve Yakup Cemil Niçin Öldürüldü?, İstanbul, 1975. (Bu kitabın Hürriyet yayınları adına kaleme alınan önsözünde (s. 11) geçen şu cümleler düşündürücüdür: “Kitapta türlü vesilelerle geçtiği üzere Yakup Cemil, Anafartalar zaferinden sonra Mustafa Kemal’in başlıca hayranlarından biri olmuş ve hükümeti devirip yeni bir hükümet kurduğunda Harbiye Nazırlığına Mustafa Kemal Bey’i getireceğini sağda solda söylemeye başlamıştı. Bir gün Atatürk’e bir dostu: ‘Paşam Yakup Cemil düşündüğünü gerçekleştirerek hükümeti devirebilseydi ve size Harbiye Nazırlığını teklif etseydi kabul eder miydiniz?’ diye sorunca Atatürk’ten şu cevabı almıştı: ‘Evet kabul ederdim; ama ilk işim de Yakup Cemil’i cezalandırmak olurdu. ’ Genellikle anıların güvenilirliği tartışmalıdır. Bu nedenle bu konuda sağlıklı bir değerlendirme yapmak zordur. Ancak Erik Jan ZÜRCHER’in değindiği üzere [ Milli Mücadelede İttihatçılık (çeviren: Nüzhet Salihoğlu), İstanbul, 1987, s. 91-92. ] Mustafa Kemalin İttihat ve Terakki içindeki yerini anlamak için ilk önce bu örgütün iç yapısını anlamak ve ayrıca bu yapının altındaki gayri resmî bağlantıları bilmek lazımdır ve ancak akrabalık, dostluk, eğitim ve himaye üzerine kurulan bu gayri resmî ilişkileri kavradığımız zaman İttihat ve Terakki dönemi siyasal hayatını tam olarak anlayabiliriz. Bu bağlamda Yahya Kaptan’ın hayatının son on yılında kesişen ve ayrılan yollar arasındaki macerası ve bunun arasında Atatürk’ün yukarıda değinilen yazışmasında geçmesi veYakup Cemil olayındaki katılımı ve nihayet akıbeti çok önemlidir.
Hüsamettin ERTÜRK’ün Samih Nafiz Tansu tarafından kaleme alınan anılarında da (İki Devrin Perde Arkası, İstanbul, 1996) diğer yerlerin yanı sıra Yakup Cemil olayıyla ilgili olarak da Yahya Kaptan’ın adı geçmektedir. s. 143-148. Bu kitap da yanlışlığı arşiv belgelerine dayalı olarak yaptığımız çalışmalarla ortaya çıkan bilgiler içermektedir. Künyesi verilen kitabın önsözü okunursa güvenilirliği konusundaki kaygıların daha da artması kaçınılmazdır. Bu anıların daha başında Enver Paşa’yı kastederek “Etrafına değerli ve becerikli arkadaşlar toplamıştı. Bu teşkilatın başına Süleyman Askerî Bey’i getirmiş, ondan sonra Ali Bey Başhamba ve daha sonra da ben bu çetin ve oldukça tehlikeli işin içinde çalışmıştık. (s. 7)” demekle Teşkilât-ı Mahsûsa’daki kendi rolünü abartmakta ve üstelik (Kızanlıklı) Cevat Bey’i ve Halil Bey’i başkan olarak anmamaktadır. Gerçi Enver Paşa’nın yaşça akranı sayılabilecek olan amcası Halil Paşa Paşa pek meşhurdur ama Kızanlıklı Cevat açıkça unutulmuş şahsiyetlerden sayılabilir. Ertürk ondan şöyle bahsediyor: “İttihat ve Terakkinin güzidelerindendir. Babıali baskınında bulunmuş, hükûmeti devirmiş, İstanbul merkez Kumandanlığı yapmış, miralaylığa yükselmiş, Milli Mücadele’de Anadolu’ya geçerek Milli Müdafaa Vekaleti Mahakim Şubesi Müdürü olmuş, hastalanarak vefat etmiştir. (s. 39)” Oysa Mütareke dönemindeki yargılamalar kapsamında sorgulanan Kızanlıklı Cevat Bey Teşkilât-ı Mahsûsa’nın başında bulunan kişileri dosdoğru sıralamıştır. Bu arada Hüsamettin (Ertürk) Bey’i de tarihi gerçekliğe uygun olarak çalışanlar arasında zikretmiştir: Osman Selim KOCAHANOĞLU, İttihat-Terakkinin Sorgulanması ve Yargılanması, İstanbul, 1998, s. 576-586. Daha önce tarihe düşülen bir not olarak değerlendirmiş olduğumuz bilgiler içinde de Hüsamettin Bey yalnızca Afrika Gruplarının müdürü olarak (K: 1846, D: 79, F: 13/6) belirtilmiştir. Üstelik bu konumu daha önceki süreçte uzunca bir zaman aldığı da düşünülmeyebilir. Çünkü Tarık Zafer TUNAYA (Türkiye’de Siyasal Partiler, C. III, İstanbul, 1989, s. 278. ) Afrika, Trablusgarb masasının başında Hüseyin Tosun ve Tunuslu Ali Başhamba Beyleri zikretmektedir ki, muhtemelen Ali Başhamba Teşkilât-ı Mahsûsa’nın başına getirildikten sonra Hüseyin Tosun anılan görevi sürdürmüştür ve Ali Başhamba’nın ölümünün ardından Mütareke döneminde Hüseyin Tosun tasfiye işlemini yürütürken Hüsamettin Bey de Afrika Gruplarının başında bulunmuştur. Tarihe düşülen nottan lginç bir ayrıntı da Şark Şubesi’nin fahri müdürü olarak Fuat Köprülü’nün anılmış olmasıdır (K: 1846, D: 79, F: 13/6). Müdürlüğü konusunda bir şey diyemem ama daha önce Teşkilât-ı Mahsûsa ile çalıştığını ortaya koyan belgeleri görmüşlüğümden onun adına rastlamak şaşırtıcı olmamıştır.
12 K: 1660, D: 29, F: 61.
13 K: 1660, D: 29, F: 61-61/1.
Birinci Dünya Savaşı Öncesi Büyük Güçlerin Osmanlı Stratejileri:
İttihatçılar ve Alman
Nüfuzunun Tanınması
Dr. Mehmet BEŞİRLİ
Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Giriş
On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden I. Dünya Savaşı’na kadarki süreçte, Alman-Türk ilişkilerinin mantığı üzerine birçok tarihçi ve siyaset bilimci çalışmalar yapmıştır. Bunların yorumlarının farklılığına rağmen, esasta birleştikleri nokta, bu ilişkilerin her iki tarafın yararına olarak başladığı, ancak zamanla Almanlar lehine genişlediğidir.1 Her ne şekilde olursa olsun, Alman-Osmanlı askerî, siyasî ve ekonomik ilişkilerinin başlangıcından sonuna kadar, her iki tarafın da fayda sağladığı bir gerçektir.
Almanya, 1871’de milli birliğini kurduktan sonra hızla sanayileşmeye başladı. Ancak endüstriyel ihtiyaçlarını gidermek için, kıta Avrupası’ndan başka yerlerde verimli alanlara yönelmesi gerekiyordu.2 Bir süre sonra, Doğu Afrika’da birkaç verimsiz bölge elde etmesine rağmen,3 buralar Alman sanayisinin ihtiyaçlarını gidermeye yeterli değildi. Almanya, endüstrisi için yeni ve verimli hammadde ve pazar alanları bulmak zorunda idi. Dünyanın en verimli alanları, İngiltere ve Fransa emperyalizminin tahakkümü altına girmişti. Bu dönemde Almanya için, Osmanlı ülkesi halâ zengin kaynakları ile vazgeçilmez görünüyordu.
Bismarck döneminde bir kıta devleti olarak Avrupa denge politikasını korumaya çalışan Alman Hariciyesi,4 genç ve enerjik İmparator II. Wilhelm’le birlikte bu politikasını değiştirdi. İmparator, Almanya’yı diğer Büyük Güçlerin yanında, hatta daha önünde bir dünya gücü olarak görmek istiyordu. Bunun yolu da, doğrudan doğruya çatışmalara girmeden, barışçı siyasî ve ekonomik çıkar sağlamaktan geçiyordu.5 Yani emperyalistler arası yarışta geri kalmak istemeyen Alman diplomasisi, Büyük Güç olmanın yolunu yeni bağlantılarda aramaya başladı. “Güneşteki Yer (Platz an der Sonne)”6 emperyalist teriminin ifa ettiği anlam, Doğu’ya doğru (Drang nach Osten) genişleme ve uluslararası ilişkilerde diğer güçlerle başat duruma gelmekti. 1897’de Başbakan Prens Bernhard von Bülow, “Almanya’nın çıkarlarının Doğu Asya’da olduğunu, kendilerinin de diğer büyük güçler gibi orada pay almak ve saygın olmak istediklerini, kimseyi gölgeye bırakmak istemediklerini, ama kendilerinin de Güneşte yerleri olmasını istediklerini belirtiyordu”.7 Bu ifadeler, diplomasi dilinde yeni bir emperyalist gücün doğuşunu dünyaya haykırıyordu.
Bunun karşısında Osmanlı devlet mekanizmasındaki -Saray- bürokratik elit, Alman nüfuzunun ülkeye girmesi sayesinde Türk İmparatorluğu’nun parçalanmasının engelleneceğini umut ediyordu. Diğer taraftan Almanya’nın askerî, ekonomik, siyasal gücü ve yardımları sayesinde, uluslararası ilişkilerde bir denge de sağlayabileceklerini uman Türk devlet aktörleri, bir dizi reformlarla eski devlet aygıtındaki yapıları da modernleştirebileceklerini amaçlıyorlardı. Almanya’ya yakınlaşma ile Sultan II. Abdülhamid de, kişisel yönetimini -Saray bürokrasisi- güçlendirmek, Büyük Güçler karşısında dışta olduğu gibi içte de güçlenmek ve dış müdahaleleri önlemek istiyordu.8
Nitekim, XIX. yüzyılın 90’lı yıllarından 1908 Genç Türk Devrimi’ne kadarki süreçte Almanya, başta askerî olmak üzere birçok sanayi ürününü ve sermaye yatırımlarını -özellikle demiryolları ve altyapı- Osmanlı ülkesine soktu.9 Özellikle Bağdat Demiryolu yapımının hızla devam etmesi ve bazı hatların işletmeye açılması,10 Almanya’nın nüfuz bölgeleri oluşturmak için ilk adımlardı. Colmar von der Goltz başta olmak üzere bazı askerî heyetlerin Osmanlı ordusunda reorganizas-
yon çabalarına girişmeleri yanında, Türklerin Alman silah sanayii için iyi bir pazar olması,11 ilişkilerin gittikçe kökleşmesine sebep oldu. Öte yandan uluslararası dış ve iç sorunlarda Almanların diğer Büyük Devletler karşısında Osmanlıları desteklemeleri, Almanya’yı Yakın Doğu’da birincil devlet yapmaya yetmişti. Bu süreç, 1908 Genç Türk Devrimi’ne kadar aralıksız devam etti.
Alman Merkezli Türk Dış
Politikasının Batı Avrupalı
Önceliklere Kayması (1908-1910)
II. Meşrutiyet’in ilânı ile birlikte İttihat ve Terakki liderleri ya da onların desteklediği yaşlı devlet adamları, Sultan II. Abdülhamid’in dış siyasasına da tepki gösterdiler ve Almanya’ya karşı soğuk bir politika izlemeye başladılar.12 Her ne kadar Genç Türk isyanının başarısında en önemli rolü üstlenen askerî kanat Alman askerî ekolünden mezun olmuşlarsa da, devrim sonrası asker kışlasına çekilmiş ve yönetim tekrar sivillere geçmişti. Almanya’nın İstanbul Büyükelçiliği de, başlangıçta ordu kanadının Alman yanlısı olmasının, yeni dönemde Alman diplomasisine asgari bir üstünlük sağlayabileceğini umuyordu. Çünkü şimdinin askerî liderleri, General Goltz Paşa’nın etkisinde Alman askerî mantalitesinde yetişmiş eskinin öğrencileriydi ve dolaylı da olsa nüfuz yine de onların elinde olabilirdi.13
1908 Devrimi’nin hemen sonrasındaki duruma bakılacak olursa, siyasal süreç Almanların umdukları gibi olmadı. Devrim sonrası genç askerler olaylara direkt müdahale etmediler. Yönetim, İttihatçı sivillerin etkin olduğu bir yapıya sürüklendi. İttihatçı sivil aktörler de, genelde Paris ve Londra gibi Batı Avrupa başkentlerinin kültür ve siyasi merkezlerinden etkilendiklerinden, İngiltere ve Fransa taraftarı bir politika üzerinde yoğunlaştılar. Zaten onlara göre, Alman parlamentarizmi de, Sultan Abdülhamid’in idare tarzına benziyordu ve İttihatçılar için bir örnek teşkil edemezdi. Genç Türkiye için siyasi mekanizma, ancak İngiliz parlamentarizmine benzer bir biçimde örgütlenmeliydi.14
Artık İngiltere’ye sempati duyulacak yıllar başlamıştı. Alman Büyükelçisi Baron Marschall von Bieberstein (1897-1912), devrim sonrası İngiltere’nin Osmanlı nezdindeki nüfuzunun arttığını ve bunun göstergesinin İstanbul’a yeni atanan İngiliz büyükelçisi Sir Gerard Lowther’in (1908-1913) ülkeye gelmesi esnasında yaşandığını yazmaktadır. Çünkü Büyükelçinin İstanbul’a gelişi ile birlikte düzenlenen merasimde, Osmanlı vatandaşları büyük sevgi gösterisinde bulunmuşlardı. Bu yaklaşımı, Almanya büyükelçisi Marschall şöyle belirtmektedir:15 “Anayasanın yürürlüğe girmesinden sonra, özellikle buradaki başkentte (İstanbul) geniş halk çevrelerinde İngiltere’ye karşı sempati oluştu. Bu gerçeği inkar etmek akılsızlık olur. Bu sempati sadece Türk basınında değil, aynı zamanda sokakta nümayişte bulunan halkın davranışlarında da ifadesini buluyor. Yeni İngiliz Büyükelçisinin kabul merasimini hatırlıyorum. Bu görüntü oldukça tabiîdir.”
İttihat ve Terakki Türkiyesi’nde, İttihatçı ya da liberal yönetici veyahut aydınların ve Osmanlı vatandaşlarının İngiltere’nin anayasalı rejimine duydukları sempati karşılıksız kalmadı. İngiliz diplomasisi ve Hariciye Bakanlığı (Foreign Office) da yeni yönetimi destekleme kararı aldı. İngiltere’nin 1908 Devrimi’nden sonra Türkiye’ye karşı göreceli de olsa daha dikkatli ve dostça bir tutuma girdiği, dönemin İngiliz basınında da kendini gösteriyordu. Meselâ, İngiltere’nin yeni dönemdeki politikasının ne olması gerektiği konusunda, Alfred Stead, Fortnightly Rewiew’de görüşlerini açıklamıştır. O, İngiltere’nin Gladstone zamanından bugüne kadar devam eden hatalı Türkiye politikasını terk etmek zorunda olduğunu vurgulayarak başladığı konuşmasını şöyle sürdürür: “İngiltere’nin Türkiye’den bağımsız çok Müslüman tebası var. Bu durumda Sultan onların dini lideridir. Bundan dolayı Türkiye ile gergin zeminde bulunmak İngiltere’nin menfaatine olmaz”. Ona göre, İngiltere’nin bu zamana kadar uyguladığı yanlış politika yararına olmamıştır.
Türkiye ile dostça ilişkiler zemininde bulunmak, malî ve ticari bakımdan İngiltere’nin faydasınadır.16 Yine Stead’a göre İngiltere, Arapçılık hareketlerinde -Arap milliyetçiliği- Türkiye’ye yardım ederek, Sultan’ın halifelik gücünün zayıflamasına çalışmazsa, Mısır gibi İslam halkın yaşadığı bölgelerde daha da güçlenebilirdi. Bunun için Stead, İngiltere’ye, İstanbul’da Hıristiyan büyükelçi ile birlikte, bir de Müslüman büyükelçi bulundurmasını tavsiye ediyordu.17
Stead’ın şahsi değerlendirmelerine benzer yorumlar, münferit de olsa, bu dönemde İngiliz basınında dile getiriliyordu. Bu yorumların ortak noktası, Abdülhamid karşıtı değerlendirmelerdi. Onlara göre, İngiltere Türk düşmanı değil, Abdülhamid ve onun rejiminin düşmanı idi.18
Devrim sonrası İngiltere, yeni Türkiye politikasını, Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey’in şahsında sürdürmeye başlamıştır. İngiliz Hükümeti, 27 Temmuz 1908’de Sultan ve Sadrazam’a kutlama telgrafları göndererek, ye-
ni düzen hakkındaki olumlu tavırlarını bildirdi.19 Buna mukabil Avusturya-Macaristan’ın, Türk devriminin hemen sonrasında Bosna-Hersek’i ilhak etmesi,20 müttefiki Almanya’yı yeni rejim nazarında zor duruma düşürdü. Sonrasında Bulgaristan’ın da bağımsızlığını21 ve Girit’in Yunanistan’a katıldığını ilan etmesi22 karşısında, Berlin diplomasisinin etkisizliği, Almanya’nın itibarını daha da düşürdü. Diğer yandan devrimden sonra yönetimi ele geçiren Sadrazam Kamil Paşa gibi, İttihat ve Terakki’nin bazı yöneticilerinin de, kesinkes İngiliz yanlısı olması, Alman diplomatlarını Türkiye’de daha da zayıflattı.23
Alman İmparatorluğu’na gelince, Genç Türk Devrimi’nden sonra, Osmanlı Devleti’ndeki ekonomik ve malî ilişkileri ve gelecekteki yatırımlarının tehlikede olmasından kaygı duymaya başladı. O sıralar İstanbul’da bulunan Deutsche Bank yöneticisi Karl Helfferich, bu kaygılarını meslektaşı Arthur von Gewinner’e aktararak, Alman Büyükelçisi’nin konumunun Türkiye’de hayli değiştiğini vurguluyordu. Ona göre, eskiden her şeye gücü yeten, ancak şimdi iktidarsızlığa mahkum olan Marschall’in durumu üzücü idi. Diğer taraftan, Almanlar’ın Bağdat Demiryolu rüyasının bir hayal olduğunu da vurgulayan Hellferich, bu teşebbüsün bundan böyle İngiltere ile devam edebileceğini söylüyordu.24
1910’dan Sonraki Süreçte
İngiltere’nin Türkiye
Politikasının Değişmesi ve
İttihatçılar
1910’dan sonra İngiltere’nin Türkiye politikasında değişiklik belirmeye başladı. Aslında 1907’de gerçekleştirilen Rus-İngiliz anlaşmasından sonra, İngiltere’nin genç Türkiye’yi desteklemesi, mümkün görünmüyordu. İngiliz Hariciyesi’nin gerçek amacı sonra anlaşıldı. Eğer İttihatçıların Türkiyesi çağdaş bir devlet kurar ve ülkelerinde yabancı hegemonyasına karşı tavır alırlarsa, bu tavır İngiltere’nin Müslüman sömürgelerinde ilham kaynağı olabilirdi. Böylece İngiltere dominyonlarında-özellikle Hindistan ve Mısır’da isyanlarla başbaşa kalabilirdi.25 Bu konuda İngiliz büyükelçisi devrimin hemen sonrasında korkusunu belirtiyor ve kaygılarını Dışişlerine şöyle aktarıyordu:26
“Türkiye gerçekten bir Meşrutiyet idaresi kurar ve onu ayakları üstünde tutabilirse ve kendisi de kuvvetli bir hale gelirse, bunun sonuçları şu anda hiçbirimizin tahmin edemeyeceği yerlere ulaşacaktır. Mısır’daki etkisi çok büyük olacak ve Hindistan’da kendini hissettirecektir. Şimdiye kadar ne zaman Müslüman bir tebaamız olmuşsa onlara, dahî bir önderin idaresi altında olan ülkelerde zalim bir istibdadın hüküm sürmesine rağmen, kendilerinin iyiliksever bir istibdatla idare edildiklerini
söyleyebilmişizdir… Fakat Türkiye şimdi bir meclis kurar ve hükümetini ıslah ederse, Mısır anayasa talebinde daha zorlu bir yolu seçecek ve bizim bu talebe karşı koyma direncimiz çok azalacaktır. İyi bir şekilde işleyen bir Türk anayasası varken ve Türkiye’nin durumu gittikçe gelişirken, anayasa isteyen Mısır halkının ayaklanmasını zor kullanarak bastırmaya girişirsek durumumuz çok acayip olacaktır. Mısır meselesi yüzünden, Türk hükümetiyle değil, fakat Türk halkının hissiyatı ile çatışmaya girişmenin bize hiçbir faydası olmayacaktır.”
İttihat ve Terakki yöneticilerine gelince, devrim sonrası İngiliz ve Fransız taraftarı bir dış politika izler görünmelerine rağmen, aslında devletin kontrolünü de kaybetmemeye özen gösteriyorlardı. İmparatorlukta yönetimin değiştiğini her fırsatta İngiliz elçisi Lowther’e göstermekten de geri kalmadılar. Özellikle Türk Dışişleri Bakanı Rıfat Paşa’nın, eskiden yabancı elçilik tercümanları ile çözülen bazı diplomatik konuların, şimdi sadece elçilerle çözüleceğini açıklaması, İngiltere’nin nüfuzuna bir müdahale27 olarak değerlendirildi. Aslında bu tavır, İttihatçıların bağımsız bir politika izleyecekleri ve Büyük Devletlerin imparatorluğun iç işlerine karışmasına izin vermeyecekleri anlamına geliyordu. Buna ilaveten Türk Hükümet Başkanı Kamil Paşa’nın kısa bir süre sonra, İttihatçılarla yetki çatışmasına girmesi ve 1909 yılının ikinci ayından itibaren iktidardan düşürülmesi,28 İngiliz elçiliğinin sert bir tavır takınmasına yol açıyordu.
Buna rağmen İngiltere ile çatışmanın kendilerine zarar vereceğini anlamakta gecikmeyen Parti liderleri, Hüseyin Hilmi Paşa iktidarında da, İngiltere ile ilişkilerinde herhangi bir değişme olmayacağı konusunda güvence vermek zorunda kaldılar.29 Ancak İngiltere, Türkiye’de kendini desteklemeyen ya da ters politika takip eden bir hükümetin başta olmasını da arzu etmiyordu. Böylece Kamil Paşa’nın düşüşünden sonraki dönemde İngiltere, Türk kabineleri üzerindeki nüfuzunun azalmaya başladığını görünce, yeni tedbirleri düşünmeye başladı. İttihatçıların kabineleri denetlemesinden rahatsız olan Londra, onların kontrolünü azaltmak ve meşrutiyeti de işlemez duruma getirmek için gerçekleştirilen hareketleri de destekler bir tavıra girdi.
Nitekim İttihat ve Terakki Partisi’ne karşı 1909’da gerçekleştirilen karşı ihtilalde -31 Mart Vakası-, İngilizlerin etkisi ve desteğinden bahsedilmesi,30 İngilizlerin Türkiye’deki konumunu ve stratejisini daha iyi açıklamaktadır.
Dostları ilə paylaş: |