uymayı kabul eden zaviyelerin serbest bırakılıp diğerlerinin kapatılmasını öğütler,
özellikle de şeyhlerinin tutuklanmasıyla müridlerinin korkup yola geleceklerini bildirir.
Bugün Dobruca, Deliorman ve Bektaşîleşmemiş Trakya Alevileri için Şeyh Bedreddîn
fevkalade önemli bir takdis konusudur.164 Bu mevzuda yapılan bilimsel araştırmalar
ve yerinde gözlemler, onların Şeyh Bedreddîn'in ve isyanın hatırasını hâlâ büyük bir
saygı ve titizlikle -tabii ki tahrife uğramış bir biçimde- koruduklarını gösteriyor.165
Onlar için Şeyh Bedreddîn kendilerine hayat vermiş en mukaddes kişidir.166
VI. SONUÇ YERİNE
Yukarıda kısaca tahlilini ve değerlendirmesini yapmaya çalıştığımız Şeyh
Bedreddîn'le ilgili bütün bu meseleler bir arada düşünüldüğünde, eserleri ve giriştiği
isyan hareketiyle karşımıza hem bir bilim ve düşünce, hem de aksiyon adamı olarak
Şeyh Bedreddîn'in dört cephesi çıkarıyor:
1) Sünni İslam'ın Hanefilik yorumuna bağlı olmakla beraber, daha akılcı ve daha
rahat düşünüp içtihad yapabilen "âlim Bedreddîn" (Bu imaj, fıkıhla ilgili eserlerinin ve
kısmen Vâridat'tz yer alan, ibadetlerle ilgili fetvalarından çıkıyor),
2) İslam'ın bazı temel inanç esaslarını, bu arada ahiret ve ona bağlı kavramları tam
anlamıyla akılcı, hatta bir ölçüde maddeci bir görüşle yorumlayan "materyalist
feylesof Bedreddîn" (bunu, Şeyh Bedreddîn'in Vâ-ridat'taki bir kısım fikir ve görüşleri
düşündürüyor),
3) Sık sık cezbeye giren, gayba ait bir takım durumlara vakıf olduğuna, hiçbir aracı
olmadan Allah'ın doğrudan hitabını işittiğine, ölü hayvanları diriltebilme gücüne sahip
olduğuna, kısaca kendi keşif ve kerametlerine samimi olarak inanan koyu "sûfi
Bedreddîn" (bu imajı da Varidat çiziyor),
4) Ve nihayet, bu sayılan üç Bedreddîn'in hiçbiriyle uyuşmayan, zamanın Mehdî'si
sıfatıyla, düzenin bozukluğunu ve toplumsal rahatsızlıkları düzeltmekle görevli
bulunduğuna inanarak siyasal iktidara talip "ihtilalci Bedreddîn".
İşte, Şeyh Bedreddîn'i henüz çözülemeyen bir problem yapan, böyle dört cepheli bir
kişilik ve kimliği temsil eden gerçekten müstesna bir tarihi sima oluşudur. Bununla
beraber, dikkat edilirse, bu dört cepheli kişiliğin temelde biri materyalist, akılcı, diğeri
spiritüalist, mistik olmak üzere iki zıt yönü bulunduğunu görmemek mümkün değildir.
Bu iki yönün de aslında başlangıçta gizli bir eğilim olarak Şeyh Bedreddîn'de mevcut
bulunmakta oluşu bizce son derece kuvvetli bir ihtimaldir. Bunlardan hangisi gerçek
Şeyh Bedreddîn'i yansıtmaktadır? Bu ikili görüntü Şeyh Bedreddîn'in şahsında
birbirini takip eden iki ayrı aşamayı mı gösteriyor? Bu aşamalardan hangisi önceki,
hangisi sonraki Şeyh Bedreddîn'i temsil etmektedir? Yoksa Şeyh Bedreddîn bu ikili
şahsiyet arasında zaman zaman gidip gelen, başka bir ifadeyle her ikisini de bir
arada barındıran bir karakteri mi yansıtmaktadır?
Biz şahsen B. Nusret Kaygusuz ve A. Gölpınarlı gibi Şeyh Bedreddîn'de bu iki zıt
kişiliğin bir arada olduğunu düşünüyoruz.167 Böyle bir durum pekâlâ pek çok insan
için mümkündür. Üstelik İbn Hacer'in verdiği bilgilere bakılırsa, hocası Şeyh Hüseyn-i
Ahlâtî'nin de aynı çizgide bulunduğu anlaşılıyor. Hatırlanacağı üzere o da kendisinin
mehdi olduğuna inanmaktaydı. Çok muhtemeldir ki Şeyh Bedreddîn felsefeyle
uğraşan bu zatla olan uzun ve yabn teması süresince gerek yaptıkları konuşma ve
tartışmalar yoluyla, gerekse okuduğunu kuvvetle tahmin ettiğimiz, İb-nü'r-Ravendi,
Ebû Hayyân et-Tevhîdî ve Ebûbekir Zekeriyyâ er-Râzî gibi eski İslam filozoflarının
kitaplarının şevkiyle,168 içindeki materyalist eğilimi geliştirmiş ve tıpkı hocası gibi
materyalizme eğilimli bir mistik olmuş olsun.
O, döneminin önde gelen bir Hanefi fıkıh âlimi olarak bu formasyonunun ve
statüsünün gerektirdiği bir üslup ve yaklaşımla fıkha dair eserlerini kaleme almıştır.
Bunu yaparken sorumluluk taşıyan, kazaskerlik yapmış bir bilim adamının
psikolojisiyle hareket etmiş, statüsünün gerektirdiği davranışı sergilemiş, belki o
materyalizme eğilimli yanını öne çıkarmaktan kendisini alıkoymakla beraber, onda
çok belirgin bir biçimde var olan akılcı yanını yazdığı fıkıh eserlerinde, ele aldığı
konulara yansıtmaktan da geri kalmamıştır. Bu sebeple daha önceki fıkıh âlimlerinin
hüküm ve içtihatlarını sorgulayarak onlara alternatif hükümler üretmekten de
çekinmemiştir. Ama eninde sonunda o bu eserleri çerçevesinde Hanefilik çizgisinin
dışına çıkmamış Sünni bir fıkıh âlimidir.
Diğer yandan Şeyh Bedreddîn'deki bu akılcılığın ve materyalist eğilimin onun İslam
inançlarıyla ilgili telâkki ve yorumlarına, algılamalarına yansıyacağı da muhakkaktı.
Onun, içindeki bu güçlü eğilimin önüne geçmesi, bu yaratılışta olan bütün insanlar
gibi mümkün değildi. Bu güçlü akılcılığı onu kanaatimizce, İslam'ın, Melek, Cin,
Şeytan, Kıyamet, Haşir, Neşir, Cennet ve Cehennem gibi, akıldan çok imanı
gerektiren, en azından duyularla algılanamayacak kavram ve konularını da,
kendinden çok önce bu meselelerde aynı yola girmiş bazı eski İslam filozoflarının
eserlerini okumaya yöneltmiş, onlar üzerinde uzun uzun düşündürmüş ve hiç şüphe
yok ki Şeyh Hüseyn-i Ahlâtî ile de bunlar üzerine konuşturmuştur. İşte Vâridat\a.ki
Şeyh Bedreddîn, içinde artık iyice olgunlaşmış bu eğilimle Allah kavramını da zaman
zaman materyalist bir yorumla, panteist bir çerçevede ele almıştır. Hatta Vâridat'ın
temel çizgisinin Vahdet-i Vü-cûd'çu değil, panteist (Vahdet-i Mevcûd'çu) kavrayış
olduğu söylenebilir.169 Bu yüzden, kâinattaki her şeyin suret olarak değil, ama
cevher olarak Allah olduğunu söylemiştir. Ancak Vâridat\z zaman zaman Şeyh
Bedreddîn'in soyut bir Allah kavramına inandığını gösteren sözler de yer alır. Ama
yine de o bu kavramları yorumlarken kesinlikle bir teolog mantığıyla değil, bir feylesof
kimliğiyle görünür.
Bununla beraber, bu materyalist, akılcı Şeyh Bedreddîn'in içinde, derinlerde, zaman
zaman ona üstün gelen bir de, kuvvetli cezbe sahibi, güçlü bir mistik Bedreddîn de
vardır. Şeyh Hüseyn-i Ahlâtî'nin keşfedip yüzeye çıkardığı bu Bedreddîn, materyalist
Bedreddîn'in tabiatın dışında soyut bir kavram olarak değil de, bizatihi kâinatın
kendisi olarak açıkladığı Allah'ın sesini işittiğini düşünerek vecd içinde "Ya Allah!"
diye haykırıp ağlayacak, yan uyanık bir durumdayken karşısında pırıl pırıl parlayan
kendi ruhunu gördüğünü sanacak, yanan mumun öldürdüğü pervaneyi dirilttiğine
inanacak kadar coşkun bir mistiktir. Cezbesi baskın çıktığı zamanlarda, materyalist
yanı tamamiyle ortadan kaybolmakta, her şeye bu coşku penceresinden
bakmaktadır. Zaten Şeyh Bedreddîn'in kendisi de bu durumun farkındadır; zaman
zaman güçlü bir cezbe hali yaşadığını ve ruh halinin değiştiğini çok iyi bilmektedir.
İşte, bu iki zıt Bedreddîn, ba-zan birinin, bazan ötekinin öne çıkmasıyla bir arada
yaşamaktadır. Bu nasıl olabilir? Kanaatimizce bunun tek örneği Şeyh Bedreddîn
değildir. Bunun tâ Hallâc-ı Mansûr'a uzunan bir kökü, Fazlullah-ı Hurûfi ve İmâ-
deddîn Nesîmî ile gelişen bir gövdesi, Şeyh Bedreddîn'den sonra da -ile-riki
bölümlerde ulemadan ve sûfıyyeden örneklerini göreceğimiz- serpilmiş dallan vardır.
Son tahlilde Şeyh Bedreddîn ne yalnız biri, ne de yalnız ötekidir; ileride çok açık ve
kesin belgeler ortaya çıkarılıp yukarıdan beri çizmeye çalıştığımız Şeyh Bedreddîn
portresini değiştirmediği sürece, kanaatimizce o her ikisidir ve Osmanlı tarihinde
kendinden sonraki bu tip insanların da önderidir, "ser-çeşme"sidir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
OSMANLI YÜKSEK ULEMA
ÇEVRELERİNDE "ZINDIK VE
MÜLHJD" "EHLİ İLİM'LER
I. OSMANLI ULEMASI ARASINDAKİ ZENDEKA VE İLHAD HAREKETLERİNİN
DÜŞÜNCE KÖKENLERİ
Şeyh Bedreddîn'den başlayarak 15.-17. yüzyıllarda yaşamış bazı Osmanlı uleması
arasındaki zendeka ve ilhad eğilimlerini, tek tür bir olay olarak mütalaa etmek doğru
değildir. Çünkü bunlar kaynaklara her ne kadar genel olarak zendeka ve ilhad
terimiyle geçmişlerse de, gerçekte birbirinden farklı nitelikler gösterirler. Bu eğilimler
içinde gerçek anlamda ve tipik olarak ateizme yönelik olanlar bulunduğu gibi,
temelinde böyle bir mahiyet taşımamakla beraber, İslam'ın bazı esaslarını reddeden
bir eylem halindeki karşı çıkışlar veya şahsi düşünce planında kalmış tavırlar da
vardır.
Hayatları pahasına devletin resmi ideolojisine karşı çıkan bu az sayıdaki insanların
yaptıklarını, nicelik itibariyle değerlendirerek sayıca azlıklarına bakıp
mühimsememek, hafife almak yanıltıcı olur ve doğru değildir. Ayrıca, Osmanlı
Devleti'nin ideolojik olarak en mutaassıp zamanını yaşadığı bir dönemde, herkesin
gerçek düşüncelerini açıkça dile getirmesi kolay kolay beklenemeyeceğine göre, bu
türlü düşünenlerin sayılarının daha fazla olması da çok muhtemeldir. Kaynaklara
intikal etmiş, dönemin mahkemelerinde davaları görülüp sonuca bağlandığı için hem
kroniklere, hem de kadı sicillerine yansımış bu olaylann dışında, açığa çıkmamış
zendeka ve ilhad eğilimlerinin bulunduğunu tahmin etmek yanlış olmasa gerektir.
Nitekim 17. yüzyılda Paul Ricaut'nun gözlemleri de bunu gösteriyor.1 Burada önemli
olan, sayısal değer değil, ulema kesimi gibi, dönemin toplumsal yapısında sıradan
olmayan bir kesim içindeki bu hareketlerin altındaki, Osmanlı resmi ideolojisine karşı
eleştiri veya tepki esprisidir. O halde bunları nicelik itibariyle değil, nitelik itibariyle
dikkate almak daha doğru olacaktır. Ayrıca önemli olan bir başka husus, o dönemde
devletin içinde yer alan ulema sınıfında bu tür hareketlerin görülebilmiş olmasıdır.
Üstelik bunların bir aşamadan sonra gizlilikten çıkıp aleniyete intikal ettiğini,
bazılarının imparatorluk başkentinde halk arasında ciddi bir yankı bulabildiğini, uzun
süren toplumsal kargaşalara yol açabildiğim de unutmamak gerekir.
Osmanlı uleması arasındaki zendeka ve ilhad hareketlerinin -özellikle Allah inancına
karşı çıkış şeklinde olanlarının- fikri muhtevası gözden geçirildiğinde, bu hareketlerin,
"Giriş" bölümünde sentetik bir tarihçesini vermeye çalıştığımız Emevi ve Abbasi
dönemi zendeka ve ilhad hareketleriyle bazı bakımlardan paralellikler sergilediği
gözlemlenir. Ancak Osmanlı ulemasının zendeka ve ilhadı, sözü edilen iki dönemdeki
esasta İran'ın düalist Zerdüşti ve Maniheist dini düşüncesinin İslami kalıplarla
ifadelendirilmesinden başka bir şey olmayan zendeka hareketlerinden çok, İbnü'r-
Râvendi ile 10. yüzyılda gerçek ifadesini bulan materyalist felsefi düşünce temelinde
İslam'ın ana inançlarını redde yönelik bir hareket olarak ortaya çıkan klasik ilhad
geleneğinin devamı olarak algılanabilir. Bir farkla ki, Osmanlı uleması içindeki bu ret
hareketlerini, aşağıda görüleceği gibi, İbnü'r-Râvendi çizgisinin daha iyi işlenmiş,
geniş bir felsefi muhteva kazandırılmış bir benzeri, dolayısıyla orijinal sayılabilecek bir
düşünce hareketi olarak değerlendirmek pek mümkün görünmüyor.
Bununla birlikte, kaynaklara yansıyabildiği kadarıyla, bu zendeka ve ilhad
eğilimlerinin (iyi işlenmiş bir felsefi arka plana sahip olmasalar bile) yine de belli
ölçüde bir felsefi düşünce geleneğinin ürünü olduğu sonucuna varılabilir
kanaatindeyiz. Abbasi devrinin ünlü zındık ve mülhidlerinin bugün Süleymaniye
Kütüphanesi başta olmak üzere, İstanbul'un tanınmış yazma kütüphanelerinde
bulunan eserleri, kanaatimizce Osmanlı "zındık ve mülhid" uleması ile onlar
arasındaki fikri yakınlığın somut bağlantı göstergeleri sayılabilir. Her ne kadar onların
bu kitapları okuduklarım bugün için kesin delillerle ortaya koyabilmek imkânsız gibi
görünüyorsa da, eğer bu şahısların tutuklanmalarından sonra el konulan mallan
arasında yer alan kitaplarının bugün elimizde listeleri bulunsaydı, bu söylediğimizi
ispat edebilecek verilere rastlamak muhtemelen kolay olacaktı.2 Her durumda, bu
kitaplar Osmanlı uleması tarafından gizli veya açık, herhalde okunuyor, üzerinde
düşünülüyor, hatta tartışılıyordu. Şeyh Bedreddîn'in Vâridctt'ı aleyhine yürütülen
kampanyaya rağmen, bazı ulemanın onu gizli gizli okumaya devam ettiğini gösteren
Şakâyık-ı Nu'mâniyye'dt mevcut, daha önce sözü edilen bir anekdot, bize bunu
düşündürüyor.
Bu itibarla gerek ulemadan, gerekse sûfi çevrelerden zendeka ve ilhad ile suçlanıp
idama mahkûm edilenlerin çok muhtemel olarak Abbasi döneminin bu eserleriyle
hem Arap ülkelerindeki tahsil süreçlerinde, hem de İstanbul'daki yaşantıları
esnasında tanışmış olduklarına kuvvetli bir ihtimal olarak bakmak mümkündür.
Nitekim bir örnek olarak Şeyh Bedreddîn'in, Kahire'de öğrenciyken hocası Şeyh
Hüseyn-i Ahlâtî kanalıyla materyalist İslam felsefesi ürünleriyle tanıştığını kuvvetle
tahmin edebiliyoruz. Aynı durumun diğer ulema ve şeyhler için de söz konusu olması
ihtimali bize kolayca reddedilir görünmüyor. Bu yüzden Osmanlı uleması içindeki
zendeka ve ilhad eğilimlerinin bir de böyle tarihsel düşünce köküne dayandığını
varsaymak yanlış olmayacaktır.
II. OSMANLI ULEMASI İÇİNDE "ZINDIK VE MÜLHİD"LER
A) Molla Lûtfî (ö. 1494): Sahn Müderrisliğinden İdam Sehpasına Giden Yolda Bir
"Kıskançlık Kurbanı"
Eğer -resmen zındık ve mülhid ilan edilmediği ve bu sebeple hüküm giymediği için-
Şeyh Bedreddîn'i saymazsak, Osmanlı ilmiye geleneği içinde 15. yüzyılda resmen
zındıklık ve mülhidlik ile suçlanarak idam edilen ilk şahsiyet, Molla Lûtfi'dir. Ama o
Şeyh Bedreddîn'den farklı olarak, sûfi çevrelerle ilişkisi ve yakınlığı olmasına rağmen
onlardan herhangi birine mensup değildi.
Yaşadığı dönemde meslektaşları arasında "Deli Lûtfi" diye meşhur olduğuna
bakılırsa, kalıplaşmış Osmanlı ulema tipinin oldukça dışında bir karakter çizen Molla
Lütfî'den, trajik akıbeti sebebiyle döneminin ve sonraki devirlerin muhtelif türden
kaynaklarında genişçe bahsedilmiştir. Çoğu ulema gibi kendisinin de şiirleri
bulunduğu için, Heşt Bihift (Sehî Beğ), Meşâirü'ş-Şu'arâ (Âşık Çelebi), Tezkire-i Lâtifi,
Tezkiretü>?-Şucarâ (Kınahzâde Hasan Çelebi), Riyâzü'f-Şucarâ (Riyâzî), Beyânı
Tezkiresi, Kafzâde Faizi Tezkiresi gibi şuara tezkireleriyle, özellikle Şakâyık-ı
Ntt'mâniyye'de ve Tâcü't-Tevârîh (Hoca Sâdeddîn), ondan naklen Bedâyiu'l-Vekâyi
(Hüseyin Efendi) gibi vekayinamelerde epeyce malumat mevcuttur. Bunlar arasında
onun hakkında en geniş bilgiyi veren, Şakâ-yık-ı Nu'mâniyye'dir. Bu kaynaklar Molla
Lûtfî'nin özellikle mizacına, çevresiyle ilişkilerine dair birbirini teyit eden ifadeler ihtiva
etmekte, onun karakterini anlamaya yarayacak önemli anekdotlar anlatmaktadırlar.
Modern tarihçiliğin de ilgisini çeken bu ilginç zattan Batı'da ilk bahseden E. J. W.
Gibb dahil, Şerefeddin Yaltkaya'dan başlayarak, F. Köprülü, A. Adnan Adıvar, H.
Şinasi Çoruh, İsmet Parmaksızoğlu ve İsmail E. Erünsal gibi bazı bilim adamları ve
araştırmacılar, önemli yayınlar yapmışlardır.3
Tokat'tan İstanbul'a gelerek zamanın ünlü âlimlerinden okuyan ve sarışın olduğu için
"Sarı Lûtfî" lakabıyla tanınan Molla Lûtfî'nin, bir ara, "zamanın Ebû Hanîfesi" diye
meşhur Molla Hüsrev'in de öğrencisi olduğu rivayet edilir.4 Fakat esas olarak,
Osmanlı intisab sistemi uyarınca kapılandığı Sinan Paşa'nın yanında tahsilini
sürdüren Molla Lûtfî'nin, kendisine minnetle bağlandığı bu hocasından çok şey
öğrendiği anlaşılıyor. Onun, hocasının tavsiyesiyle, o sıralarda İstanbul'da
bulunmakta olan meşhur riyaziyeci Ali Kuşçu'dan ders aldığını, bunları hocası Sinan
Pa-şa'ya da öğrettiğini biliyoruz.5 Babası Hızır Beğ'in yolunda yürüyerek riyaziye,
mantık, felsefe ve kelâm gibi akli bilimlere büyük bir önem veren, J06 Fatih Sultan
Mehmed'e riyaziye hocalığı yaptığı için Hoca Paşa diye de bilinen ve vezaret
rütbesiyle taltif edilen Sinan Paşa'nın (Sinaneddîn Yusuf)6 bu kabiliyetli, zeki,
mücadeleci ve yükselme ihtirasıyla dolu genç öğrencisiyle, hoca-öğrenci ilişkisinin
ötesinde ölene kadar sürecek bir dostluk kurdukları, Molla Lûtfî'nin bu dostluğa büyük
bir vefa duygusuyla bağlı bulunduğu anlaşılıyor.7 Kaynakların ortak ifadeleri, Molla
Lûtfî'nin yetişmesinde ve felsefeye eğilimli bilimsel zihniyetinin oluşmasında, hatta
mesleki hayatının başarıya ulaşmasında tamamiyle Sinan Paşa'nın rolü olduğunu
ortaya koyuyor. Bu, Osmanlı bürokrasisi içindeki intisab mekanizmasının ulema sınıfı
arasındaki etki alanını da gösteriyor.
Molla Lûtfî hocası Sinan Paşa'nın tavsiyesiyle, o sırada kütüphanesini tanzim
etmekle meşgul ve ehliyetli bir "hâfız-ı kütüp" aramakta olan Fatih Sultan Mehmed'in
sarayına girmeyi başarmıştı.8 Bu memuriyetin her iki taraf için de kazançlı olduğu
anlaşılıyor. Sultanın onun hizmetinden çok memnun kaldığı, hatta aralarında
birbirleriyle latife yapacak kadar sıcak bir dostluğun oluştuğu nakledilir.9 Buna karşılık
Molla Lûtfî'nin de bu nadide kütüphanede, başka kütüphanelerde bulunmayan çok
değerli eserleri inceleme imkânı bularak kendini geliştirme fırsatını yakaladığı
görülmektedir.10 Öyle sanıyoruz ki bu genç, ihtiraslı ve zeki molla, bu değerli
kütüphanede İslam konusunda bazı tartışmaları ihtiva eden, bugün hangileri
olduğunu bilemediğimiz, felsefe ve kelâma dair önemli kitapları okuyarak zaten
yaratılıştan mevcut serbest düşünce kapasitesini bir hayli geliştirmiş, ileride hasımları
ve rakipleri tarafından zındıklık ve mülhidlikle suçlanması için ellerine koz verecek
fikirler edinmiş olmalıdır.
Hocası Sinan Paşa'nın Fatih'in gözünden düşerek Seferihisar'a sürülmesi üzerine
onunla birlikte gitme vefakârlığını gösteren Molla Lûtfî, II. Bayezid'in tahta çıkmasıyla
tekrar İstanbul'a gelmiş, buradan Bursa'daki Yıldırım Bayezid medresesi
müderrisliğine tayin edilmiştir. Bundan sonra onu, sırasıyla Filibe'de Şihabeddîn Paşa
ve Edirne'de Darülhadis medreselerinde, nihayet İstanbul'da Sahn müderrisliğine
atanmış görüyoruz.11 1489-1490 tarihli Fatih Külliyesi muhasebe defteri kayıtlarına
göre, zikredilen tarihlerde Molla Lûtfi'nin ellişer akçe yevmiye ile önce Medrese-i
Sâbi'de, sonra Medrese-i Sâmin'de müderrislik yaptığı anlaşılıyor.l2 Ancak burada
fazla kalamamış, yevmi altmış akçeyle tekrar Bursa'ya, I. Mu-rad medresesi
müderrisliğine yollanmıştır.13 Kaynaklarda buradan tekrar İstanbul'a geldiğine dair
herhangi bir kayda rastlanmamakla beraber, Molla Lûtfi'nin yeniden Sahn
müderrisliğine tayin edildiğini kabul etmek gerekiyor.14 Nitekim trajik hikâyesi de
burada başlıyor. Sahn müderrisliğinin, Osmanlı yüksek ilmiyesinin hiyerarşik
sisteminde, önemli bürokratik mevkilere geçiş makamı ve bu makamın o devirde
sekiz kişilik dar bir kontenjanı olduğunu bilmek,15 Molla Lûtfi'nin rakiplerine karşı
hareket ve davranışlarını, rakiplerinin kendisine karşı tutumlarını ve nihayet başına
gelenleri anlamak bakımından çok önemlidir.
İlk İstanbul kadısı Hızır Beğ'in oğlu Sinan Paşa vasıtasıyla, Osmanlı İmparatorluğu
ilmiye geleneğine hâkim, pragmatik ve akılcı niteliği ağır basan Fahreddîn-i Râzî
(Fahr-i Râzî) mektebine mensup olan Molla Lût-fi, Osmanlı ulema sınıfının tarihinde
bu mektebin belirgin özelliği olan felsefi ve akli eğilimleri sergiler. Aşağıda
bahsedilecek olan eserleri, hem onun bu yönüne, hem de keskin zekâsına delalet
eder. Nitekim ondan bahiste bulunan hemen bütün kaynaklar kendisini "Efâdıl-ı
emâsil-i me-208 vâlî-i Rûm'dan biri", "Efâdıl-ı Rûm'dan câmiu'l-fünûn ve'l-'ulûm nazır
u 'adîli mânend-i 'Anka ma'dûm", "Ceriyyü'l-cinân serîu'l-beyân mütebah-hir ve
bahhâs kimesne", "Envâ'-ı 'ulûma sânı şâmil ve esnâf-ı fünûnda kemâliyle kâmil" gibi
ifadelerle anarlar,16 bilimsel kudret ve yeteneğini ittifakla tasdik ederler. Bu ifadeler,
Molla Lûtfî'nin, o dönemin "ilim ve âlim" anlayışı çerçevesinde,17 yüksek ulema
arasında gerçekten hatırı sayılır bir konumda olduğunu göstermektedir. Demek ki
Molla Lûtfî, Osmanlı geleneksel bilim zihniyetinin aradığı bütün vasıfları kendinde
toplayabilmiştir. Zaten kendisi de bu konumunun fazlasıyla farkındadır. O kadar ki,
Latîfi'nin rivayetine göre, bir gün sohbet esnasında Sahn medreselerini kastederek
Fatih Sultan Mehmed'e "Bu sekiz medresenin müsta'id ve mu'îdi, müstefidi ve müfidi
lâ'aletta'yîn gelüp benden her fenden okusunlar" diyecek kadar ileri gitmekte sakınca
görmemiştir.18
İşte bu ilginç karakteri cellat kılıcının altına kadar götürecek olan macera böyle
başlamıştır. Molla Lûtfî, Sahn'daki meslektaşlarını küçümsemektedir. Üstelik bu
konudaki hissiyatını onların gıyabına veya yüzlerine karşı söylemekten de geri
durmamaktadır.19 Bu mizacı sebebiyle kaynakların "Lâübâlî-veş ve meczûb-nakş ve
melâmî-üslûb tekellüf-meslûb", "Lâübâlî ve şûride-reng" diye niteledikleri, biraz kılık
kıyafetine olan ilgisizliği ve pejmürdeliği, fakat daha çok iğneleyici dili, herkesin içinde
yaptığı kaba şakaları yüzünden,20 "beyne'l-mevâlî Deli Lûtfî dimekle ma'rûf' Molla
Lûtfî,21 hiç şüphesiz ki bu tavırlarını yalnız meslektaşlarına değil, bazı devlet
adamlarına karşı da sergiliyor ve onları da yıldırıyordu.22 Özellikle Sahn'daki
meslektaşları -ve tabii aynı zamanda rakipleri- Molla Arap, Molla İzâri diye meşhur
Kâsım-ı Germiyânî, Molla Ahaveyn lakabıyla tanınan Molla Muhyiddîn b. Mehmed,
Hatipzâde Molla Muhyiddîn Mehmed ve kısaca Efdalzâde olarak bilinen Molla
Hamîdeddîn gibi ulemanın yazdığı eserler hakkında aşağılayıcı ve küçümseyici
ifadeleri, onları çileden çıkarıyor ve Molla Lûtfî'ye diş biletiyordu.23Öyle görünüyor ki,
Molla Lûtfl'nin bu tacizleri sonunda olan olmuş ve yukarıda isimleri geçenler dahil,
onun saldırı oklarına hedef olan bir kısım ulema, bu korkunç rakiplerini ortadan
kaldırmanın en kestirme ve emin yolunun, onu zamanın ve zeminin herkesi korkutan
-üstelik ulema içinde bile dehşet yaratan- en etkili silahıyla vurmaya, yani zındıklık ve
mülhidlik ile suçlamaya karar vermişlerdi. Kaynakların ortak ifadelerinden anlaşıldığı
kadarıyla, ulemadan kalabalık bir grup bizzat II. Bayezid'in huzuruna çıkarak Molla
Lûtfî'nin bir sapkın olduğu, kendisinde "katli mucip akvâl ve efâl müşahede ettikleri",
bununla da kalmayıp halkı da sapkınlığa teşvik ettiği, dolayısıyla din ve devlet için
vücudunun zararlı olup ortadan kaldırılması gerektiği yolunda ihbarlarda
bulundular.24 Sultan Bayezid duyduklarına inanamadığı için meselenin tahkik ve
teftişi konusunda emir verdi. Âşık Çelebi'nin kaydına bakılırsa, bu emri müteakip
Molla Lûtfî'nin tutuklandığı ve soruşturma süresince on dokuz gün hapiste bırakıldığı
anlaşılıyor.25
Sonunda başta zamanın şeyhülislamı Efdalzâde Molla Hamîdeddîn olmak üzere,
Divan-ı Hümâyun'da Hatipzâde, Molla İzârî, Molla Arap ve Molla Ahaveyn'den ve
diğer yüksek ulemadan oluşan bir mahkeme kuruldu. Ayrıca, içinde Molla Lûtfî'nin
talebesinden bazılarının da yer aldığı iki yüz kadar şahit de mahkemeye celbedildi.
Dostları ilə paylaş: |