konumla karşı karşıyayız. Onun da, sonradan adına derlenen Vâridât'm dışında
başka hiçbir eserinde Ehl-i Sünnet dışı düşünceleri olduğuna dair herhangi bir
ipucuna rastlanmadığına daha önce işaret edilmişti.
Yalnız Molla Ahaveyn'in Molla Lûtfî hakkında anlattıklarında bir nokta var ki, ihmal
edilmeyecek derecede dikkat çekiyor: Buna göre, Molla filozofların sözlerine çok
itibar etmektedir. Onun bu hususiyetinin, Fatih Sultan Mehmed'in huzurunda
ulemadan Molla Arap lakabıyla ünlü Alâ-eddîn Aliyy-i Arabi58 ile tutuştukları bir
tartışmada da vurgulandığını görüyoruz. Kendisini küçümseyerek eleştiren Molla
Lûtfi'ye karşı adı geçen zatın ona yönelttiği en büyük eleştiri, "Ekser bildüğün
felsefiyyatdır. Mü-himmât-ı dîniyyeden ve 'ulûm-ı şer'iyyeden nesne bilmezsin!"
şeklinde olmuştur.59 Öyle görünüyor ki, Molla Lûtfî, ulema ve talebe arasındaki
hasım ve rakiplerinin eline zendeka ve ilhad ile suçlanması için elverişli kozları,
kendileriyle yaptığı tartışmalarda ve verdiği derslerde İslami görüşlerini Şeyh
Bedreddîn gibi akli ve felsefi yorumlara dayandırarak bizzat sunmuştur. Onun
felsefeye yatkın mizacı sebebiyle çok tabii olarak yaptığı bu yorumlar, karşı tarafça -
tıpkı namaz meselesinde olduğu gibi- aleyhinde mükemmel bir delil olarak kullanılmış
olmalıdır.
d) Molla Lûtfî'nin idamına fetva verenlerin bilimsel şahsiyet ve
karakterleri:
Molla Lûtfî'nin niçin bu kadar şimşekleri üstüne çektiği ve neden idamla
cezalandırıldığı meselesinin cevaplarından biri de kanaatimizce, hem kendisinin
Sahn'daki meslektaş ve rakiplerinin en önde gelenlerinden biri olmasıyla, hem de
mahkeme heyetini oluşturan ulemanın şahsiyetleriyle yakından ilgili olmalıdır.
Bunların içinde adı geçen ve kaynakların belirttiklerine göre o sırada müftü
(şeyhülislam) olan Efdalzâde diye meşhur Molla Hamîdeddîn b. Efdaleddîn'in aslında
Molla Lûtfî ile herhangi bir alıp veremediği yoktu; zaten mevkii Molla'nın
üstündeydi.60 Ayrıca karakter olarak dürüst, mesleğine bağlı, ilim ve irfan sahibi bir
şahsiyet olduğu, gerek çeşitli taşra medreselerinde, gerek İstanbul'daki medreselerde
ve özellikle Sahn'da müderris iken öğrencileriyle iyi bir diyalog kurduğu ve derslerinin
çok faydalı geçtiği biliniyordu. Kendisinin, Şerh-i Tuvali (Isfahanı), Hâşiye-i Şerh-i
Muhtasar (Seyyid Şerif-i Cürcânî) gibi eserleri olup, bazı kitapları yıllarca
medreselerde en çok okutulanlardan olmuştu. Fatih Sultan Meh-med gerek sağlam
karakteri, gerekse bilimsel niteliği sebebiyle kendisini İstanbul kadılığına terfi ettirmiş,
II. Bayezid de onu şeyhülislam yapmıştı.61 Nitekim Efdalzâde, Molla Lûtfî'nin
zendeka ve ilhad ile suçlanmasına karşı çıkmış, şahitlerin söylediklerinin böyle bir
suçlama için yeterli olmadığını ileri sürmüştü. Bu yüzden idam fetvasına katılmaya bir
türlü razı olmamış, sonuna kadar tek başına kalmıştı.
Molla Ahaveyn diye anılan Muhyiddîn b. Mehmed ise, Şakâyık'ta. işgal ettiği yere
bakılırsa, diğerleri kadar tanınmış değildir. Taşra medrese -lerindeki müderrisliğini
müteakip İstanbul'a gelebilmiş ve sonunda Sahn müderrisliğine atanmıştı. Hâşiye-i
Şerh-i Tecrîd (Seyyid Şerif-i Cürcânî) isimli eserinden başka, yukarıda sözü edilen bir
de risalesi olduğunu biliyoruz. Molla Ahaveyn de Molla Lûtfî ile arası açık olan ve
onunla sürtüşen rakiplerden biriydi, ama mahkemede şahitlerin anlattıkları onu tat-
222 min etmemiş ve önce idam fetvasına katılmak istememişti. Ancak Hatip-zâde ve
Molla İzârî'nin baskısına dayanamamış olmalı ki, bu kararından vazgeçip fetvaya
katılmak zorunda kalmıştır. Bu yüzden, risaleyi belki sonradan duyduğu
huzursuzluğun şevkiyle, biraz da kendini savunmak, daha doğrusu kendini ikna
etmek için yazmış olması kuvvetle muhtemeldir.
Kaynaklardaki kayıtlara dikkatle bakıldığında, Molla Lûtfî'nin asıl dişli rakiplerinin,
daha doğrusu hasımlarının, Hatipzâde diye meşhur Molla Muhyiddîn Mehmed ile,
Molla İzârî mahlasıyla tanınan Molla Kasım-ı Germiyânî olduğu görülür. Özellikle
Hatipzâde hakkında verilen bilgiler, kendisinin her bakımdan Molla Lûtfî'nin bir ikizi
olduğu izlenimini uyandırıyor.62 Tıpkı onun gibi Ali Kuşçu ve Hızır Beğ'den okumuş,
ihtirası sayesinde çabuk ilerlemiş ve kısa zamanda Sahn müderrisi olmuş olması
dikkat çekiyor. İlmine çok güvenen, bu yüzden yüksek mevkileri hak ettiğine inanan
Hatipzâde, tıpkı Molla Lûtfî gibi sivri dilli, cerbezeli ve hasımlarım son noktaya kadar
sıkıştırıp üstlerine gitmekten hoşlanan, onları sindirmekten zevk alan bir karakter
sergiliyor. Hatta Şakâyık-ı Nu'mâniyye^c bakılırsa, Fatih Sultan Mehmed'e bile karşı
çıkacak kadar ileri derecede kendini beğenmiş biridir.63 Bu yüzden sultan kendisine
kızıp Sahn müderrisliğinden azletmişse de, Molla Güranî'nin, bu güçlü âlimi
harcamaması konusunda padişahı ikna etmesiyle, yeniden Sahn müderrisliğine,
hatta padişah hocalığına tayin olunmuş, huzur sohbetlerine katılması sağlanmıştır.
Molla Güranî'nin ona değer vermesi, Hatipzâ-de'nin önemli bir bilimsel kapasiteye
sahip olduğunu göstermesi itibariyle dikkate değer. Ancak yapısındaki daima birinci
olma tutkusu, mesela Fatih'in çok sayıp sevdiği ünlü âlim Hocazâde Muslihuddîn
Mustafa'ya adeta meydan okuyup ona üstünlük taslaması,64 sultanın tahammülünü
tüketmiş ve onu görevinden almıştır. '
II. Bayezid döneminde itibarım yeniden kazanan Hatipzâde'nin, nerede duracağını
bilememesi yüzünden, kendisine itibar edip saygı gösteren padişahı da bir süre sonra
çileden çıkarttığı görülüyor. Veziriazam İbrahim Paşa'nın, bilimsel kudretine saygı
duymasına, elinden geldiğince kendisini üstün tutmasına ve padişahın öfkesini teskin
etmeye çalışmasına rağmen, padişahtan yüz bulamamasını kendisinden bilecek
kadar bencilliğini ileri götüren Hatipzâde, sonunda onunla da ipleri koparmıştır.65
İşte Molla Lûtfî, böyle kendisi kadar güçlü ve sert bir rakiple mücadeleyi göze almıştı;
onun yazdığı, Hâşiye-i Tecrîd, Şerh-i Keşşaf, Şerh-i İbn Hâcib, Şerh-i Mevâhf gibi
eserleri küçümseyip hakaretle etrafta eleştirmeye kalkınca olanlar olmuş,
Hatipzâde'yi kendisine amansız bir düşman yapmış olmalıdır. Tabii ki bu iki güçlü
rakibin çarpışmasından biri zararlı çıkacaktı; bu da, Hatipzâde'nin kullandığı eski,
ama çok güçlü ve etkili bir silahla, zendeka ve ilhad ithamıyla vurulan Molla Lûtfî oldu.
Molla Lûtfî trajedisinin bir diğer önemli aktörü de Molla İzârî, asıl adıyla Molla Kasım-ı
Germiyânî'ydi.66 Amasya ve Edirne gibi önemli şehirlerdeki muhtelif medreselerde
müderrislik yaptıktan sonra hiyerarşi gereği İstanbul medreselerine yükselmiş olan bu
zat, sonunda Sahıı müderrisi olmayı başarmıştı. Şakâyık-ı Nu'mâniyye'yc göre,
Husrev ü Şîrîn mesnevisinin ünlü şairi Kütahyalı Şeyhî'nin yeğeni oluyordu.
Zamanında başarılı bir bilim adamı olduğunu, halli zor bilimsel meseleleri rahatlıkla
çözüp açıklayacak bir kapasiteye sahip bulunduğunu, derslerinin çok sevilerek
dinlendiğini, vaktiyle Molla İzârî'nin öğrencisi olan amcasından naklen Şakayık
müellifi anlatıyor.67 Molla Lûtfi, onunla olan tartışmasını es-Seb'u'f-Şidâd adlı
risalesinde nakleder.68 Molla İzârî de ona cevap yazmıştır. Hoca Sâdeddîn onun için
"hadîs-i sâib ve fıkr-i sâkıb sahibi idi" diyor ve Molla Lûtfî ile birbirlerine çok hücum
ettiklerini yazıyor.69
Görüldüğü gibi, Molla Lûtfî trajedisinin asıl önemli aktörlerinden ikisi bunlardır;
rekabet ve çekişme yüzünden, Molla Lûtfî'yi idam sehpasına götüren yolda
oynadıkları roller büyük olmuştur.
e) idam hükmünün Hanefi hukuk kurallarına aykırılığı: Yukarıda özetlendiği üzere,
Molla Lûtfî'nin ölüme mahkûm edilişi, aslında İslam hukukunun bu gibi konularda ön
gördüğü prosedüre şekil olarak uygun, ama verilen hüküm ve fetva itibariyle
tamamen aykırı bir şekilde cereyan etmiştir. Şekil olarak mahkeme, klasik İslami
devirdeki ilgili mahkemelerde olduğu gibi, zamanın sultanının sarayında kurulmuş,
yargı görevini yürütecek olan kadıdan başka, ulemanın -tâbir caizse bir çeşit jürinin-
katılımıyla bir mahkeme heyeti oluşturulmuştur. Bu mahkemeye şahitler çağrılmış,
dinlenmiş, sanığın kendini savunmasına izin verilmiştir. Görünürde her şey usulüne
uygundur. Ama diğer yandan, mahkeme üyelerinin -Şeyhülislam Efdalzâde ve
kısmen Molla Ahaveyn hariç olmakla suçlanan Molla Lûtfî'nin bir başkasını bu sıfatla
hicvetmesinin mantığı yoktur. Bizce doğru versiyonu Tâcü't-Tevânh ve Bedâyiu'l-
Vekâyi vermektedir. Yani bu kıta Molla Lûtfî'nin değil. Molla Izârî'nindir.
Molla Lûtfî'nin en amansız hasım ve rakiplerinden oluştuğu hemen dikkati çekiyor. Bu
sebeple bu mahkemeden onun hakkında sağlıklı bir hükmün çıkamayacağı daha
başından bellidir. Buna rağmen buna ses çıkarılmamış, üstelik verilen hüküm hiç
bekletilmeden hemen uygulamaya konulmuştur. İşte bu durum, mahkemenin ve
verdiği hükmün sıhhatine gölge düşürüyor.
İkinci olarak Hanefi mezhebine göre normalde zendeka ve ilhad ile suçlanan sanık,
suçunun şahitlerin ifadeleri ve diğer delillerle şüpheye yer vermeyecek bir biçimde
ispat edilmesi halinde, tevbeye davet edilir. Eğer sanık bu daveti kabullenerek tevbe
ederse, tevbesi kabul olunur ve idam edilmez. İdam hükmü, ancak sanığın tevbeyi
red ve zendekasında ısrar etmesi halinde tatbik edilebilir.70 Oysa Molla Lûtfî'nin
muhakemesinde buna uyulmamış, idam fetvası alelacele verilerek uygulamaya
konulmuştur. Bu ise kanaatimizce, mahkemedeki çoğunluğun, onu öldürmeyi çoktan
kafalarına koyduklarını gösteriyor. Aksi halde imanını defalarca açıklayan, zındık ve
mülhid olmadığını birçok kere ifade eden Molla Lûtfî'nin bu ikrarının dikkate alınarak
idamdan vazgeçilmesi gerekirdi. Nitekim şahitlerin aleyhte ifadelerine ve kendilerinin
sanık hakkındaki bilgilerine rağmen, mahkeme üyelerinin idam konusunda tereddüde
ve ihtilafa düşmekten kurtulamadıkları da görülüyor. Kanaatimizce bu tereddüt, bütün
hasmane duygularına rağmen, onların kendi kendilerini bir vicdan muhasebesinden
geçirme gereğini duyduklarını gösteriyor. Nitekim Şeyhülislam Efdalzâde idam
fetvasını onaylamamıştır. Bu konuda en ısrarlı görünenlerin başında, yazdığı kitabı
Molla Lûtfî'nin şiddetli eleştirisiyle karşılaşan Hatipzâde ile Molla İzârî'nin bulunduğu
görülüyor.
Olayın ilginç yanı şudur: Molla Lûtfı zendeka ve ilhadı zahir olmuş ve kendisi de bunu
ikrar etmiş biri olarak değil, bütün ithamlara rağmen, kendisinin mümin ve Müslüman
olduğunu sürekli vurgulayan biri olarak ortadadır. Zındık ve mülhid olduğunu kendisi
de bilerek yargılanan ve Hanefi mezhebine göre, tevbe teklif edildiğinde bunu kabul
edip -görünürde dahi olsa- zendeka ve ilhadından vazgeçen birinin dahi idam
edilmesi söz konusu olamazken, bu açık fıbh hükmüne rağmen, Molla Lûtfî gibi, asla
bir zındık ve mülhid olmadığını, tam aksine mümin ve Müslüman olduğunu açıkça ve
defalarca ilan eden bir şahsiyetin idamında ısrar edilmesi, gerçekte Hanefi hukukuna
aykırı bir uygulamadır. Nitekim böyle birinin katledilmemesi gerektiği, aşağıda
kendisinden bahsedilecek olan Hakîm İshak hadisesi dolayısıyla bizzat Ebussuud
Efendi'nin verdiği bir fetvada ifade edilmiştir.71 Bu sebeple Molla Lûtfı'nin idamı
olayında, Hanefi hukukunun değil, onu yargılayıp idam fetvasını zorla çıkartan
kişilerin şahsi çıkarlarının ve düşmanlıklarının rol oynadığını kabul etmek gerekir.
Sonuç olarak verilen hüküm Osmanlılar'da uygulanmakta olan Hanefi hukukuna
bütünüyle aykırıdır.
Buraya kadar anlatılanlardan bir sonuca gitmek gerekirse, bir defa Molla Lûtfı'nin
idamında şu üç faktörün belirgin bir biçimde etken olduğunu söyleyebiliriz:
1) Birinci faktör, yukarıda da sık sık vurgulanan Osmanlı ilmiye mesle-ğindeki
rekabet sistemidir. Yalnızca Şakâyık-ı Nu'mâniyye bile tek başına bu sistemin nasıl
sağlıksız çalıştığının son derece ilginç ve şaşırtıcı örneklerini görebilmek için
yeterlidir. Buradaki ulema biyografileri, bu sistemin, bilimsel ve idari liyakatten çok,
padişahın gözüne girebilmek, dolayısıyla bürokraside yükselebilmek ve önemli
mevkiler elde edebilmek için insanların hiç düşünmeksizin bir diğerinin aleyhinde
bulunması şeklinde çalıştığını hayret verici ve bazen son derece üzücü örneklerle
sergiler. İşte Molla Lûtfî olayı, bu örneklerin korkunç bir trajedi haline gelenlerinden
yalnızca biridir.
Sahn müderrisliği gibi, o devir için yüksek ilmiye bürokrasisine sıçramanın yegâne
yolu olan bir mevkie gelebilmek, geldikten sonra elde tutmak ve zamanı gelince bunu
gerektiği gibi kullanabilmek, orada kalabilmeye, bunun için de yazılan eserlerle,
faaliyetlerle, verilen derslerle sultanın veya vezirlerin gözüne girebilmeye bağlıydı.
İmparatorluk çapında ilmiye silkinin tepeye giden yolu, tâbir caizse, oraya yaklaştıkça
iyice daralan bir geçit halini alıyor, ancak o geçidin alabileceği kadar kişiye yer
bırakıyor, diğerlerini dışarı atıyordu. Sahn müderrisliği bu geçidin en dar yeriydi.
Tepeye çıkmaya talip adaylar, bu daracık geçitten geçebilmek için birbirleriyle
kıyasıya mücadeleyi göze almak zorundaydılar. Molla Lûtfi gibi güçlü bir rakibi o
geçitten atmanın tek yolu ise ancak hayatına son vermekle mümkün olabilecekti ve
öyle oldu.
2) Kaynakların buraya özellikle kendi ağızlarından aktardığımız ifadeleri, bir ikinci
faktörü gündeme getiriyor: Molla Lûtfî, en az içinde bulunduğu sistemin yarattığı
sağlıksız ve yoz rekabet ortamı kadar, kendi saldırgan ve rakip tanımaz kişiliğinin de
kurbanı olmuştur.
Molla Lûtfî meslektaşlarının yazdıkları eserleri, yalnızca bilimsel açıdan eleştirecek
yerde, küfür ve hakaret dolu sözlerle karalamayı bir zevk haline getirmiştir. Eğer o,
eleştirilerini bu kadar saldırgan ve hakaret dolu bir üslupla sergilememiş ve
meslektaşlarının üstüne bu kadar gitmemiş olsaydı, kendisini ne kadar kıskanırlarsa
kıskansınlar, onlar da herhalde işi bu kadar ileri götürme cesaretini bulamayacaklardı.
Nitekim, Molla Lûtfi konusunda yazan modem araştırmacıların hemen hepsi de,
meslektaşlarının onun saldırılarından, bu tür eleştirilerinden, kışkırtıcı
sataşmalarından, küçümsemelerinden rahatsız olmaları ve özellikle ilmen
üstünlüğünü hazmedememeleri sebebiyle Molla Lûtfi aleyhine komplo hazırladıkları
konusunda birleşmektedirler. Ama şunu da vurgulamak gerekir ki, Molla Lûtfı'nin
saldırgan mizacını aşırı biçimde harekete geçiren de, yine sözünü ettiğimiz sağlıksız
rekabet sistemidir.
3) Bize göre ilk ikisi kadar kesin olmamakla beraber, muhtemel gördüğümüz bir
üçüncü faktör, Molla Lûtfı'nin zaman zaman, belki gerçekten resmi ideolojiye ters
gelebilecek ve bir zındık ve mülhid olarak algılanmasına yol açacak -çok muhtemelen
Şeyh Bedreddîn'inkilere benzer-bazı felsefi düşünceleri, öğrencileri ve
meslektaşlarıyla olan tartışmalarında bilerek veya farkına varmadan seslendirmiş
olmasıdır. Onun gibi felsefeye ve akli çıkarsamalara çok yatkın olan birinin böyle
fikirlere sahip bulunması çok da uzak bir ihtimal gibi görünmüyor. Her ne kadar bazı
ulema Molla Lûtfı'nin zendeka ve ilhada yorulabilecek sözleri bulunmadığına dair
ifade verseler de, aleyhinde şahadet edenlerin kalabalıklığı, bu kadar kişinin yalancı
şahitlik konusunda topyekûn ikna edilerek bir araya getirilmesinin zor olması
sebebiyle, bizce bu ihtimal kuvvetlidir.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, Molla Lûtfı'nin gerek hayattayken diğer
meslektaşlarıyla olan ilişkileri, gerekse başına gelen trajik akıbet, yukarıda Osmanlı
ulemasının hiyerarşik yapısını söz konusu ederken işaret olunan nitelikleri açıkça
görmemize yardımcı oluyor. Molla Lûtfi olayı kanaatimizce Osmanlı ilmiye silkinin
anatomisini yansıtması bakımından bizce ibretle incelenmeye değerdir. Bu sistemin,
içinde yer alan ulemayı, özellikle Sahn medresesi müderrisliği gibi yüksek bürokratik
mevkilere bir atlama tahtası görevini yapan çok önemli bir mevkide bulunanları,
müthiş bir rekabet arenasının ortasına attığına dikkat etmemiz gerekiyor.
Bu arenadaki yüksek ulema, birbirine bilimsel çalışmalar ve araştırmalar konusunda
yardımcı olarak destek vermek yerine, ulaşmak istedikleri yüksek bürokratik
mevkilere giden yolda birbirlerini "ortadan kaldırılması gereken hasımlar" olarak
gösteren bir sistemin parçası olmaktan kurtula-mıyorlardı. Öyle anlaşılıyor ki, Molla
Lûtfi ve rakipleri de, bu sistemin birer parçası olarak hareket ediyorlardı.72
B) Başkent Uleması Arasında "İsevî Müslümanlık" yahut Müslümanlar Arasında Hz.
İsa Kültü (Hubmesîhîlik) (16.-17. Yüzyıllar)
Burada ele alacağımız kişilerin durumu, Molla Lûtfî'ninkinden çok farklı bir konuyu
gündeme getiriyor. Molla Kâbız, Hakîm İshak ve kendilerinden kısa da olsa
bahsedeceğimiz diğer ulemanın, Osmanlı başkentinde özellikle de böyle yüksek
tabakaya mensup kesimler içinde, İsevî Müslümanlık diyebileceğimiz, inançlarında
Hz. İsa'ya olağandan fazla ağırlık veren değişik bir Müslümanlık anlayışını temsil
ettikleri gözleniyor. Osmanlı kaynaklarının suskunlukla geçtiği -varlığını muhakkak ki
gizli gizli sürdüren- bu kesimin, aslında İstanbul'da, üstelik yüksek tabakalar arasında
belli bir sayıya ulaştığını tahmin etmek mümkündür.
İstanbul'da böyle bir Müslümanlık anlayışının 17. yüzyılda bile oldukça yaygın
bulunduğunu, İngiltere Kralı II. Charles adına IV. Mehmed nezdinde fevkalade elçi
olarak gönderilmiş ve bu sebeple İstanbul'da epeyce kalarak saray mensuplarını,
yüksek bürokratları ve halkı tanıma imkânı elde etmiş bulunan Paul Ricaut'dan
öğreniyoruz. Ricaut bu anlayışa mensup olanları, Osmanlı kaynaklarında
rastlanılmayan Hubmesîhî (Chupmessabis) tabiriyle niteliyor. Bu kelimenin, bu inanca
mensup olanların ince, zarif, kibar birini gördüklerinde ona iltifat makamında
söyledikleri "Hûb mesîhîsin!" (İyi, güzel mesîhîsin) sözlerinin bir araya gelmesinden
oluştuğu anlaşılıyor. Yazar, bu isim altında anlattığı zümrenin içinde bizzat saraydan
ve İstanbul'un eşrafından pek çok kişinin bulunduğunu bildiriyor.73 Ona göre
Enderun mektebindeki gençlerin çoğu bu inanca mensuptu. Ricaut bunların dürüst,
medeni ve cömert insanlar olduklarını, birbirlerini tanımak için özel beyaz sarıklar
giydiklerini ve gizli gizli toplanarak İncil okuduklarını kaydediyor.74 Bu insanlara karşı
sempatisini gizlemeyen yazarın, bir Hıristiyan olarak kendileriyle kolayca diyalog
kurabileceği için, onları Müslümanlardan daha fazla tanıma şansına sahip
bulunduğunu unutmamak gerekir. Sempatisi sebebiyle belki biraz mübalağa katmış
olsa da, onun Hubmesîhîler konusunda verdiği bilgilere inanılabilir.
Ricaut, Hubmesîhîliğin Macaristan sınırlarındaki Osmanlı askerleri ile özellikle
Bosnalılar arasında da mevcudiyetinden bahseder.75 Ancak buralardaki Hz. İsa
kültünü, İstanbul'dakinden farklı düşünmek gerekir. Zira bilindiği gibi, gerek
Macaristan sınır boyları, gerekse Bosna, ortaçağlarda Patharlar, Katharlar gibi başka
isimlerle de anılan Bogomiller'in yaygın olduğu sahalardır. Bu gibi değişik isimler
altında varlıklarını sürdüren Bogomiller'in büyük bir kısmının 15. yüzyıldan itibaren
kitleler halinde Müslümanlığı kabul ettikleri bilinmekle beraber,76 o dönemlerde
eskiden Hz. İsa'ya dair inançlarını geniş ölçüde koruyor olmaları çok tabiidir. Buna
karşılık İstanbul'daki Hubmesîhîlik esas olarak Müslüman kitle arasında gelişen, Hz.
İsa kültünün ağır bastığı bir çeşit İsevî Müslümanlık olarak görünmektedir. Halbuki
mühtedilerin Hz. İsa ile ilgili eski inanç kalıntılarını muhafaza etmelerinde şaşılacak
bir durum yoktur.
İşte kanaatimizce Molla Kâbız ve Hakîm İshak da, Ricaut'nun kendi I zamanında yeni
çıkmış bir dini akım olarak gösterdiği, ama muhtemelen ' daha eskilerden, en azından
15. yüzyıldan beri mevcut olan bu Hubmesî-hîliğe mensuptular. Nitekim T. Houtsma,
Molla Kâbız'ı Hubmesîhîliğin kurucusu olarak düşünüyor.77
Kaynaklardan anlaşıldığı ve hemen bütün araştırmacıların da fikir birliği halinde
söyledikleri gibi, Hubmesîhîlik daha çok Müslüman ulema arasında mevcut bir dini
eğilim, yahut bir "İsevî Müslümanlık" tarzıysa, bu tarzın Hz. İsa kültüne ağırlık
vermesinden başka ne gibi karakteristikleri vardı? Diğer hususlarda da İsevî eğilimleri
bulunmakta mıydı? Yoksa Hubmesîhîliğin temel karakteristiği sadece bu kültten mi
ibaretti? Bu kültün imparatorluk başkentinde ortaya çıkmasının sebepleri nelerdir,
veya bu kült hangi yoldan gelişmiştir? İşte bu sorular Hubmesîhîlik konusunda bugün
kesin olarak cevaplayamadığımız zor somlardır. Michel Balivet bu kültün kaynağının
Hıristiyanlık olmayıp, genelde sûfı etkilerle ve özellikle de Hurûfîlik'le ilgili olduğu
tezini savunmakta, oldukça da ikna edici açıklamalar yapmaktadır.78 Franz
Babinger'in bir İtalyan kroniğinden naklen 1444'te Edirne'deki bir Hurûfınin idamına
dair verdiği haber ile Colin Imber'in bu konudaki yorumu ve Molla Kâbız'ın Osmanlı
kaynaklarında "diyar-ı Şark" yahut "Acem" kökenli olarak gösterilmesi bu tezi
güçlendiriyor. Gerçekten Hurûfilik'te Hz. İsa'nın güçlü bir yeri olduğu bilinmektedir.
Gerek Fazlullah-ı Esterâbâdî'nin eserlerinde ve öğretisinde, gerekse onun en önde
gelen halifesi İmâdeddîn Nesîmî'nin Dîvan\n-da bunu tespit etmek mümkündür.79
Üstelik, 15. yüzyılın ilk yarısında Hurufiliğin İran'da sıkı bir takibata maruz
bırakılmasıyla birlikte, Anadolu topraklanılın Hurûfi dervişlerinin akınına uğradığı,
gelenlerin çeşitli tarikat çevrelerine sızarak buralarda gizlendikleri, propagandalarını
sürdürdükleri ve son derece de etkili oldukları hesaba katıldığında, Balivet'ye hak
vermek gerekir. Bununla beraber bu, yine de yukarıdaki soruların tamamını
cevaplamıyor; en azından bir kısmını cevapsız bırakıyor. Kısaca, şimdi ele
alacağımız Molla Kâbız'ın, Hakîm İshak'ın yahut diğerlerinin, Sünni İslam'ı kendi
ideolojisinin merkezine oturtmuş güçlü bir impara-230 torluğun başkentinde ve üstelik
sultanın sarayında en yüksek ulemanın huzurunda neden böyle bir Müslümanlık
eğilimini hayatları pahasına savunduklarını, bu güç ve cesaretin nereden
kaynaklandığını anlayabilmek, herhalde bu soruların cevaplarına bağlı olmalıdır.
1. Molla Kâbız (ö. 1527):
Kökenine atıfta bulunan başka bir deyişle Kâbız-ı Acem, yahut -genelde kaynakların
tabiriyle- "Kâbız-ı Mülhid" hakkında Osmanlı vekayina-melerinde epeyce bilgi
bulunmakla beraber, -vekayinamelerin özelliklerinden olarak- bunlar genellikle bazı
kelime değişiklikleriyle bir diğerinden aktarılan bilgiler halindedir. Molla Kâbız'dan
bahseden vekayiname-ler içinde olaya çağdaş asıl metin olarak, Koca Nişancı
Celalzâde Mustafa'nın Tabakâtü'l-Memâlik isimli ünlü eserindeki pasaj göze
çarpıyor.80 Zaten bu pasaj, hem bu konudaki en tafsilatlı bilgiyi, hem de Künhü'l-
Dostları ilə paylaş: |