gerçekten tarafsız olmaya çalışan tutumuyla güvenilir bir kaynak olduğunu ispat etmiş
bulunan Atâyî'ye göre, kendilerini Hamza Bâlî'ye nispet eden bazı müridler, Bosna'da
birtakım saf ve cahil insanları "tarikat ve hakikat" adına yoldan çıkarmışlar, "perde-i
şerîati kaldırup dâ-hil-i dâire-i vüs'at-i ibâhat olmuşlar" ve yaydıkları bâtıl fikirleriyle
bölgede gerçekten bir karmaşaya sebebiyet vermişlerdi.120 Zeyl-i Şakayık yazarı,
Hamza Bâlî'nin biyografisine ayırdığı kısımda da, onun "şer'-i şerife nâmülayim ahvâli
zuhur eylediğini" kaydediyor.121 Görüldüğü gibi Atâyî, Bosna yöresinde şeriat
yasaklarının ihlal edildiğini gösteren bazı olayların vuku bulduğunu, ancak bunu
yapan kişilerin gerçekte Hamza Bâlî'nin müridleri olup olmadığı şüpheli birtakım
kişiler olduğunu ima ederek Hamza Bâlî'yi zan altında bırakmaktan kaçınan ihtiyatlı
bir dil kullanmaktadır. Ancak öyle görülüyor ki, meselenin daha başka bir boyutu
vardır. Gençliğini olayların geçtiği dönemde ve bölgede geçirmiş bir müellif ve aynı
zamanda bir Melâmî olan Münîrî-i Belgrâdî (Bosnalı Abdullah Efendi), daha önce
bahsettiğimiz Silsiletü'l-Mııkambîn isimli eserinde ilginç ifadeler kullanıyor. Hamza
Bâlî'nin müridleriyle görüşüp konuşan ve hadiseleri onların ağzından dinleyen yazar,
ortada dedikoduların dolaştığını, bu sebeple meselenin mahiyetinin açıkça
bilinmediğini, kendisinin, Hamza Bâlî'nin müridleri arasında şeyhlerine karşı fazla
muhabbetten başka bir şeye rastlamadığını, ancak bu fazla muhabbet sebebiyle,
onun için "Sultan Hamza" tabirini kullandıklarını müşahede ettiğini söylüyor. Her ne
kadar şeyhlerini çok seven müridlerin niyeti kötü olmasa da, bu kelimenin
kullanılmasının uygun düşmediğini, çünkü yanlış' anlamalara yol açacağını ve nitekim
açtığını belirten Münîrî-i Belgrâdî,122 dolaylı olarak ortada Hamza Bâlî'nin adı
etrafında bir "saltanat iddiası" suçlaması olduğunu gösteriyor. Nitekim aşağıda daha
sonraki yıllarda Bosna Melâ-mîleri'nin aynı iddia yüzünden takibata uğradıklarına dair
resmi belgelerden söz edilecektir.
Bütün bunlardan sonra, kanaatimizce, Hamza Bâlî memleketine geldikten kısa bir
süre (Atâyî'ye göre beş yıl) sonra, yukarıda diğer örneklerini gördüğümüz, Melâmî
kutblarının doktrinleri icabı Osmanlı iktidarına karşı sık sık girişmeyi planladıkları
(muhtemelen şeyhi Hüsâmeddîn-i An-karavî'nin tamamlayamadığını tamamlamak
üzere) mehdîci bir hareketi başlatmak için harekete geçmiş olmalıdır. Nitekim
yukarıda Melâmî doktrinini incelerken gösterilmeye çalışıldığı gibi, kutbun bir de
siyasi misyonu vardı. Denilebilir ki, Hamza Bâlî'nin Bosna ve Hersek yöresindeki
propagandalarının temelinde bu fikir yatıyordu ve müridlerinin onun için kullandıkları
"Sultan" unvanı da bu meseleyle ilgili olmalıydı. Üstelik çok tabii olarak bu
düşüncenin, yöredeki Bogomilist kökenli Müslüman Boşnak halkı arasında, onların
eski inançlarıyla çok rahat bir biçimde bağdaştığını da unutmamak gerekir.
Hammer'in, olaya çağdaş Hungnad adlı bir Hıristiyan yazarın eserine dayanarak
kaydettiği bir ifade de bu çerçevede önem kazanıyor. Bu Hıristiyan yazara göre,
Hamza Bâlî -tıpkı Molla Kâbız ve Hakîm İshak gibi- Hz. İsa'nın Hz. Muhammed'den
üstün olduğunu iddia etmekteydi.123 Eğer bu çağdaş kayıt gerçeği yansıtıyorsa,
Hamza Bâlî'nin durumuna uygun düşer, çünkü Bogomilizm'in de paylaştığı Hz.
İsa'nın Mesih olduğu ve insanları zulümden kurtarmak için tekrar döneceği fikri, eski
bir köklü inanç olarak hiç şüphesiz bölge halkı arasında böyle bir halk hareketinin
başlatılmasında ideolojik motivasyon olarak çok önemli bir katkı sağlamış olmalıdır.
Bu itibarla hem bu dünyada, hem öbür dünyada tasarruf kudretine sahip büyük bir
ilahi şahsiyet, ilahi cevherle özdeşleşmiş bir kutb-mehdî olarak ortaya çıkan Hamza
Bâlî'nin, Bosna ve Hersek yöresinde, gerçekte Osmanlı iktidarına yönelik, Melâmî
geleneğine uygun mehdîci bir hareketin hazırlıkları ve propagandasıyla meşgul
olduğunu tahmin edebilir, en azından buna kuvvetli bir ihtimal olarak bakabiliriz.
Sonuç itibariyle, Hamza Bâlî'nin bir harekete girişmek üzere olduğu yolundaki ihbarlar
üzerine, Dîvan-ı Hümâyun o zamanlar Saraybosna kadısı olan Bâlî Efendi'yi diğer
kadılarla birlikte meselenin araştırılmasına memur etmiştir.124 Her ne kadar Melâmî
kaynakları devletin dedikodulara dayanarak hareket ettiğini yazsa da, genelde sûfi
çevrelere karşı olabildiğince saygılı ve hoşgörülü olan Osmanlı merkezi yönetiminin,
bütün bir bölge halkını ve bölgede büyük bir manevi nüfuz sahibi bir topluluğu
mahkûm etmek gibi mühim bir meselede sıradan, yüzeysel ve sırf halfan ağzındaki
söylentilere dayanan üstünkörü bir tahkikatla yetindiğini düşünmek pek doğru gibi
görünmüyor. Herhalde çok boyutlu bir soruşturma ve araştırma yürütülmüş ve
sonunda Hamza Bâlî ve müridlerinin niyeti konusunda bir karara varılmış olmalıdır ki,
kendisi ve bazı müridleri tutuklanarak İstanbul'a yollanırken, diğer yandan bölgedeki
tahkikat ve takibat bütün hızıyla sürdürülmüştür.
Hamza Bâlî ve müridlerinin İstanbul'a getirilmesinin, halk ve özellikle buradaki
Melâmiler arasında oldukça geniş bir yankı uyandırdığı doğru olmalıdır. İstanbul'daki
Melâmîler'in Hamza Bâlî ile ilgili gelişmeleri büyük bir dikkatle ve kendilerini ele
vermeden takip etmek için azami gayret sarf ettiklerine herhalde şüphe yoktur.
Lâlîzâde'nin anlattıklarına bakılırsa, başkentin her yerinde ve özellikle tekkelerde,
Hamza Bâlî konuşuluyor, hakkında müspet ve menfi pek çok şey söyleniyordu. Halk
bu konuda iki kısma bölünmüştü. Bir kısmı ona büyük bir sevgi ve ilgi duyarken, bir
kısmı aleyhinde konuşuyordu.
Melâmî kutbunun muhakemesi, bu gibi konularda âdet olduğu üzere, Dîvan-ı
Hümâyun'da icra edildi. Her ne kadar Molla Lûtfî ve Molla Kâbız örneklerinde olduğu
gibi, kaynaklarda muhakeme safahatı konusunda teferruatlı bir bilgi bulunmuyorsa
da,125 Ser0üze/t\cki ifadeler, zamanın şeyhülislamı Ebussuud Efendi'nin bu konuda
da her zamanki ihtiyatlı tavrını sergileyerek yalnızca Bosna'dan gönderilen sicillerin
ifadeleriyle yetinmediğini, başkentin ileri gelen ulema ve şeyhlerini mahkemeye davet
ederek Hamza Bâlî'nin sorgulamasında hazır bulunmalarını sağlayıp onların da
görüşlerini aldığını, ancak ondan sonra Hamza Bâlî'nin zendeka ve ilhadına kani
olarak idamı için bir karara vardığını ve fetvasını kaleme aldığını ortaya koyuyor. Bu
ulema ve şeyhler, aynı Bosna ve Hersek uleması ve şeyhleri gibi Hamza Bâlî'nin
"câhil ve nakıs," hatta "Oğlan Şeyhi tarîkinde olduğu"nu bildirmişlerdir. Bu konuda
tanıklık edenlerden birinin de, I. Ahmed zamanında Edirne kadılığına terfi eden Sarı
Hoca lakaplı Mehmed Efendi olduğunu Atâyî zikrediyor.126 Kısaca Ebussuud Efendi,
"İsmail'in katli zendeka ve ilhada bina olunmuş idi. Şeyh Hamza dahî ol tarîkde ise
katli meşrudur" şeklinde fetva vermiş,127 Hamza Bâlî'yi idama mahkûm etmiştir.
Burada, Ebussuud Efendi'nin babası Şeyh Muhyiddîn Yavsî'nin de Melâmî
çevreleriyle çok yakından alakalı olduğu bir kere daha hatırlanmalıdır.
Münîrî-i Belgrâdî, Hamza Bâlî'nin idamının gerçekte zendeka ve il-had sebebiyle
değil, birtakım kerametler gösterip velayet iddiasında bulunduğu için bunların
istidraca yorulması sebebiyle sihirbazlık suçundan, bununla bağlantılı olarak da
kerametleri sebebiyle etrafına toplananların sayıca çoğalması yüzünden "saltanata
kasd itmek ve fitne kalkmak ihtimali"nden dolayı olduğunu ileri sürüyor. Bu iddiasına
mesnet olarak da, şeyhin muhakemesine ve idamına tanık olanlardan dinlediği bu
yoldaki sözleri gösteriyor.128 Bu görgü tanıklığı, Hamza Bâlî'nin, hem saltanata
yönelik hareketi, hem de zendeka ve ilhadı dolayısıyla iki yönlü bir ithamın muhatabı
olduğunu düşündürüyor.
Böylece Hamza Bâlî ve beraberindeki dervişleri, 969/1561-1562'de Tahtakale'de
Deveoğlu yokuşundaki bir mahalde, -Atâyî'nin deyimiyle-"şemşîr-i şeriat" ile boyunları
vurulmak suretiyle katledildiler.129 Bu idamın özellikle o sahneyi seyretmekte olan
Melâmiler içinde fevkalade bir heyecana sebep olduğu, orada bulunan Baltacılar
Ocağı'na mensup mü-ridlerden birinin, şeyhinin başının kesildiğini görür görmez,
belindeki hançerle bir çırpıda kendi boğazını keserek intihar etmesinden anlaşılıyor.
Hemen bütün kaynaklar bu toplu idamın, İstanbul halkı arasında yine uzun yıllar
süren söylentilere sebebiyet verdiğini bildiriyorlar.
Aslında Hamza Bâlî'nin idamı, Bosna ve Hersek'te neredeyse yaklaşık 16. yüzyılın
başından beri gelişen Melâmî hareketinin ardını kesmedi. Nitekim Atâyî, bu
bölgelerde "akidesi fâsid, boyu uzun, aklı kısa mülhidle-rin" hiç eksik olmadığını
kaydetmekte ve onlara lanet okumaktadır.130 İdamın, hareketi söndürmek şöyle
dursun, tam aksine, en az bir yarım 298 yüzyıl daha sürecek ve bundan böyle Hamza
Bâlî'nin adına izafetle Ham-zavîlik diye anılacak olan daha geniş bir hareketi
başlattığı, hem bizzat Melâmî kaynaklarından, hem de resmi arşiv belgelerinden
açıkça takip edilebiliyor. Lâlîzâde de buralarda Hamza Bâlî'nin idamından sonra Me-
lâmîler'in sürekli olarak Hamzavîlik ve mülhidlik ile suçlandıklarından, birçok
"mezemmet ve umûr-ı şenî'a" ile damgalandıklarından şikâyet ederek Hamzavîliğin
nasıl bir sosyal hareket haline dönüştüğünü dolaylı olarak ortaya koyuyor.131
Divan-ı Hümâyun'un, Bosna ve Hersek'te Hamzavîler'i sürekli takibat alünda tutmak
maksadıyla Saray Bosna kadısı Bâlî Efendi'yi görevlendirdiğine yukarıda temas
edilmişti. Atâyî'ye bakılırsa, gerçekten de Bâlî Efendi'nin büyük bir şevkle kendini bu
işe adadığı söylenebilir. Ona göre Bâlî Efendi Memlihateyn (Tuzla-i Bâlâ ve Tuzla-i
Zîr) kazasında birçok Hamzavî'yi ele geçirmiş ve bunların başlarını kestirmek
suretiyle bir önemli bir temizlik hareketine -daha doğru bir ifadeyle Hamzavî avına-
girişmiştir. Atâyî onun bu çabalarının devletçe çok takdir edildiğini yazar.132 Bu da
gösteriyor ki, Osmanlı merkezi yönetimi Hamzavî hareketinin gelişmesinden çok
çekinmekte, hareketin silahlı bir isyana dönüşmesinden korkmaktadır.
Arşiv kaynakları da Hamza Bâlî'nin idamından yaklaşık,çeyrek yüzyıl sonra bile
Hamzavî hareketinin güçlü bir şekilde devam ettiğini gösteriyor. Elimizde Bosna
eyaletinde ve Hersek'te 16. yüzyılın son çeyreğinde sürmekte olan Hamzavî
hareketine dair bazı mühimme kayıtları bulunuyor. Bu kayıtlardan ilk ikisinin 980/1572
ve 981/1573 yıllarına ait olması, diğerlerinin ise münhasıran 990/1582 tarihini
taşıması, bu tarihler arasında başka kayıtlar bulunmadığına göre, Hamzavî
hareketinin Hamza Bâlî'nin idamından yaklaşık on yıl sonra yeniden baş gösterdiğini,
yeni bir bastırma ve takibat dönemini müteakip bir on yıl daha sükuttan sonra
1582'lerde tekrar alevlendiğini tahmin ettiriyor. Herhalde 1561-1562'de Hamza Bâlî
hadisesi üzerine vuku bulan şiddetli takibat, Hamzavîler'i bir on yıl kadar ortalarda
görünmemeye mecbur etmiş, 1572 ve 1573'te tekrar harekete geçmişlerdir. Bu defa
da karşılaştıkları yeni takibat, onları 1582'ye kadar bir on yıl daha geriye çekilmeye
mecbur etmiş, ancak 1582'de yeniden ve üstelik daha yoğun bir biçimde tekrar
ayaklanmışlardır. Söz konusu mühimme kayıtlarından anlaşıldığına göre belirtilen
tarihlerdeki Hamzavî hareketinin merkezleri, özellikle Edirne (Paşa) sancağında
Rodoscuk (Tekirdağ), Vize sancağında Burgos, Hayrabolu ve Bosna sancağında
İzvornik (Zvornik), Gradjanice (Gracanica), Aşağı Tuzla (Tuzla-i Zîr = Dolnja Tuzla)
ve Yukarı Tuzla (Tuzla-i Bâlâ= Gornja Tuzla) kazaları ve bunlara bağlı köylerle,
Hersek sancağıdır.133
1572 tarihindeki Hamzavî hareketi daha çok Bosna sancağına tâbi Rodoscuk ve
Hayrabolu kazaları ile etrafındaki köylerde ortaya çıkmış görünüyor. Demirci Yahşi,
Alacaoğlu, İlbasdı, Dutalı, Köteçli, Kılıçlı gibi köyler halkının, cami imamlanna
vanncaya kadar Hamza Bâlî'nin müridi oldukları anlaşılıyor. Adı geçen kazaların
kadılarına yollanan emirlerde, bu zikredilenlerin dışında daha ne kadar Hamzavî
varsa onların çok ciddi ve sıkı bir biçimde araştırılıp tespit edilmesi istenmiştir.134
Bosna sancağında-ki bu hareketi takiben 1573 yılında da Hersek sancağında yeni bir
hareketin başladığı görülüyor. Burada Hamza Bâlî'nin epeyce bir müridinin
bulunduğu ihbar edilmiş, bunlar takip ve tespit edilmiş, sicil kayıtlan tutulmuştur. Bu
olayla ilgili mühimme kaydında, özellikle daha önce zendeka ve ilhadları herkesçe
bilinen ve bu vasıflarıyla şöhret bulanlar hakkında, muhakemelerini takiben
İstanbul'dan gelecek emre göre hareket edilmesi 300 ve kesinlikle himaye
edilerek salıverilmemesi istenmektedir.135
Bu takibattan tam on yıl sonra, 990/1582'de ise, çok daha geniş çaplı bir Hamzavî
hareketinin başladığını yine mühimme kayıtları gösteriyor. Bu defaki hareketin, yirmi
yıl önce Hamza Bâlî'ninkine benzer bir tarzda geliştiği anlaşılıyor. Bu defa, Yukarı
Tuzla (Tuzla-i Bâlâ) kazasında on yedi kadar Hamzavî'nin, "Ben Sultan Hamza'nın
yerine Sultan Mehmed oldum" diyen Mehmed b. Hasan adlı zatın etrafında toplanıp
ortaya çıktıkları görülüyor. Ayrıca kadınlarıyla birlikte sohbet meclisleri düzenleyerek
"birbirlerinin avretlerinin omuzlarına yapışup musâhabet etmek" ve "bir nice ef âl-i
kabîha işlemek" ile de suçlanmaktadırlar. Yapılan kovuşturma sonucunda yakalanan
söz konusu kişiler sorguya çekilmişler ve ifadeleri sicillere geçtikten sonra durum
İstanbul'a bildirilmiştir. Gelen emirde, sicillerde isnat olunan suçların ispatı halinde,
suçlular eğer sipahi zümresine mensupsalar hapsedilmeleri, değilseler "şer'ile lazım
gelenin mahallinde icrası", yani idamları istenmekte, ancak suçların ispatı için doğru
teftiş yapılması, iftira ve yalan isnatlardan, yalan şahitliği ile suçsuz kimselere
zulümden şiddetle kaçınılması da tenbih edilmektedir.136
Bu teftişlerin 1582 yılının sonuna kadar sürdüğü görülüyor. Nitekim 990 Ramazan'ı,
yani 1582 Eylül-Ekiminde, Saraybosna'da yine birtakım melâhide (Hamzavîler)
ayaklanarak harekete geçmişlerdir. Bunların dokuzu tutuklanmış, çıkarıldıkları
mahkemede zendeka ve ilhad suçundan yargılanıp suçları sabit görüldüğünden
Saraybosna kadısı kendilerini idam ettirmiştir. Ancak mühimme kaydında, diğerlerinin
yakalanamaması sebebiyle, Saraybosna kadısından bunların mutlaka ele geçirilmesi
ve gerekli cezanın verilmesi istenmekte, şayet bunları himaye edenler olursa, aynı
şekilde cezalandırılacakları belirtilmektedir.137
6 Şevval 990/3 Kasım 1582 tarihli bir başka mühimme-kaydı, kendini sultan ilan eden
Hamzavî şeyhi Mehmed b. Hasan'in hâlâ yakalanamadığını, üstelik melâhidenin ona
yardımcı olmak üzere Hüseyin Ağa adında birini vezir, Memi b. İskender adlı şahsı
defterdar ve Ali Hâce namındaki zatı da kadı seçmek suretiyle yeniden
ayaklandıklarını gösteriyor. Tabii takibat aynı şiddetle devam etmekte, ele geçenler
yakalanıp muhakeme edilerek idam olunmaktadır.138
Hamzavîler hakkında yürütülen bu sıkı takibat, tutuklamalar ve idamlar sırasında bazı
suçsuz kimselerin de şu veya bu bahaneyle Hamzavî oldukları ihbar edilerek haksız
yere suçlanıp cezaya uğradıkları anlaşılmış olmalı ki, yukarıdakiyle aynı tarihli bir
başka belgede, bundan böyle yapılan teftiş ve tahkikatın çok ciddi bir şekilde
yürütülmesi, suçsuz olanların ayrılmasına dikkat edilmesi, bu insanların haksız yere
öldürülmelerine engel olunması istenmektedir.139
Nihayet, Divan-ı Hümâyun tarafından hadisenin araştırılması için resmen
görevlendirilmiş olması sebebiyle, Saraybosna kadısı Bâlî Efendi'nin başkanlığında,
ölümünden bir müddet evvel bölgedeki diğer kadılar gözetiminde düzenlenen,
kadıların isim ve mühürlerinin yer aldığı iki sayfalık defterden ibaret, Şaban 990
(Ağustos 1582) tarihli son bir belgeden daha bahsetmemiz gerekiyor. Bu belgede,
"İzvornik sancağında hurûc idüp mâbeynleriııde sultan, vezir, kadıasker, kadı,
defterdar ve çavuş tayın idüp saltanat davasın iden melâhide"nin yakalanıp
tutuklanmasında yardım ve gayreti dokunanların birer birer isimleri verildiğine ve
kendilerinin mükâfaatlandırılması istendiğine göre,140 Hamzavîler aleyhine uzun
zamandır sürdürülen takibat ve tahkikatın müsbet sonuçlandığını, saltanat ilan
edenlerin yakalandığı anlaşılıyor.
İşte, kısaca özetlenen mühimme kayıtları, 1572-1573 ve 1582 yıllarında, artık
Hamzavî terimiyle adlandırılan Hamza Bâlî müridlerinin, yani Rumeli'ndeki Bayramı
Melâmîleri'nin Osmanlı merkezi iktidarına karşı açıkça iki defa daha ayaklanmaya
giriştiklerini anlatıyor. Bu ayaklanmanın, Bosna ve Hersek sancaklarındaki kasaba ve
köylerde her tabakadan insanlar arasında yayılarak tam manasıyla bir halk hareketi
haline dönüşme istidadını göstermekte olduğu sırada, devletin buralarda -kelimenin
hakiki anlamıyla- bir "Hamzavî avı" başlattığı görülüyor. Belgelerden anlaşıldığı
kadarıyla yaşın yanına kurunun da yakıldığı bu av, Saraybosna kadısı marifetiyle
yürütülmüştür. Bu avın baş aktörü olan Saraybosna kadısı, hiç şüphe yok ki, Atâyî'nin
sözünü ettiği Bosnalı Bâlî Efendi'dir; zira hem Bâlî Efendi'nin Saraybosna kadılığı tam
bu yıllara rastlamaktadır, hem de yukarıda son olarak zikredilen belgede, Gracanica
kadısı Lutfullah ve Mem-lihateyn kadısı Mahmud Efendi'lerin mühürleriyle beraber,
Saray (Saraybosna) kadısı Bâlî Efendi'nin mührü bulunmaktadır.
Bâlî Efendi'nin bu son derece sıkı takibatının sonunda kurtulmayı başarabilen
Hamzavîler sağa sola dağılmış veya kendilerini dikkatle gizlemiş olmalıdırlar. Nitekim,
bu takibattan kurtulabilenlerden biri de bizzat Hamza Bâlî'nin torunu Şeyh İbrahim b.
Timur'dur. Muhammed el-Mu-hibbî adlı bir Arap müellifin Hulâsatü'l-âsâr adlı
eserinde Abdurraûf el-Munâvî'nin el-Kevâkibü'd-Dürriyye fi Terâcimi's-Sâdâti's-
Sûfiyye'smAcn özetleyerek verdiği bilgilere göre, bu zat Bosna'dan kaçtıktan sonra
Arap ülkelerine gitmiş ve Hamzavîliği yaymaya çalışmıştır.141 Bu zat, aşağıda sözü
edilecek olan Melâmî kutbu meşhur Şeyh Aliyy-i Rûmî, öteki adı, daha doğrusu
lakabıyla, meşhur İdrîs-i Muhtefî'dir.
Hamzavî hareketi Bosna ve Hersek'teki faaliyetlerle sınırlı kalmadı. İmparatorluk
başkenti İstanbul'da da oldukça etkili bir Hamzavî (yahut Melâmî) hareketinin zaman
zaman baş gösterdiği, muhtelif tarikat çevrelerince kaleme alınan Hamzavîliğe
reddiye mahiyetindeki risalelerden anlaşılıyor. Bunlardan şimdilik bazılarını biliyoruz.
Bir ikisi vaktiyle A. Göl-pınarlı tarafından ortaya çıkarılan142 bu risalelerin ilki,
1575'ten sonra Yusuf Sinan Efendi adlı bir Halvetî-Sünbülî şeyhi tarafından kaleme
alınmış olan Tadlîlü't-Te'vîl veya Ibtâl-i Rüsûhî adlı küçük risaledir. Bu risale,
983/1575 yılı ortalarında İstanbul'da "Bir dâhiye-i dehyâ ve musîbet-i dîn ü dünyâ
gulât-ı mutasavvifeden ve tugât-ı mutasallifeden bir gûl-i nâ-bînâ zuhur ve bürûz"
ettiğini, şeriata uymayan birtakım sözler sarf etmek suretiyle avamdan pek çok gönlü
zayıfları dalalet ve ilhada sevk ederek ortalığı fesada verdiğini, adı zikredilmeyen bu
zata karşı çıkanların, onun tarafından ciddiye alınmayarak küçümsendiğini
anlatıyor.143
Bundan yaklaşık yirmi yıl sonra Mehmed Amîkî adında bir tarikat şeyhi tarafından
kaleme alınan Eyyühe'l-Veled adlı bir başka risale ise, Ham-zavîler'in imparatorluk
başkentinde sipahiler arasında da bir hayli nüfuz ve itibar kazandıklarını gösteriyor.
Mehmed Amîkî, 1023 Muharrem'inde (1614 Şubat'ı) kaleme aldığı bu risalesinde,
kendi müridlerinden olan genç sipahilerin, Hamzavîler'in şeyhi tarafından kandırılıp
mürid yapıldıklarını, "Tâyife-i melâhide ve firka-i zendekadan bazı kimesneler ile
musa-habet eylemeğin ki Hamzavî dimekle meşhurdurlar -hazelehümullâhü te-âlâ-
sûret-i hak'da ümmî talipleri ıdlâl idüp pâk akidelerin fesada virirler" şeklindeki
şikayetiyle dile getiriyor.144
Hamzavîler'e karşı çıkan süfîlerden biri de, yine Halvetiyye tarikatının ünlü
şeyhlerinden Niyâzî-i Mısrî'dir. Önceleri Hamzavîler'le arası çok iyi olduğu, hatta
Gölpınarlf ya göre, onların arasına katıldığı halde, sonradan birtakım sebeplerle ihraç
edilen bu ünlü şeyh, hayatının son zamanlarına doğru Hamzavîler'e ateş
püskürmekte, onların zındık ve mülhid olduklarını söylemekte, aleyhlerinde yazıp
çizmektedir. Hatta, "Cümle milletde Hamzavî hordur" nakaratıyla biten bir ilahi bile
yazmış ve okutmuştur.145
Buraya kadar söylediklerimiz açıkça ortaya koyuyor ki, Hamza Bâ-lî'nin güçlü
karizmatik şahsiyeti, İsmail-i Maşûkî'den bile daha etkili olarak Melâmîliğe kendi adını
verdirebilmiştir. Boşnak kökenli bu zat, Bay-râmiyye Melâmîliği'nin tarihinde hiç
şüphesiz en geniş ve en uzun süren resmi ideoloji ve düzen karşıtı toplumsal hareketi
meydana getirmiş, bu yola kendi adını verdirecek kadar hâkimiyetini yayabilmiştir.
Hamzavîler, Osmanlı merkezi yönetimini yıllar boyunca uğraştırmışlar ve nüfuzlarını
17. yüzyılda bile güçlü bir şekilde sürdürmüşlerdir.
3. Sütçü (Lebenî) Beşir Ağa (ö. 1661-1662)
Burada, doksan yaşında boğularak idam edilen bir ihtiyarın trajedisini göreceğiz.
Lalîzâde, "Şems-i felek-i cezbe-i Rahmânî, beşîr u nezîr-i şe-304 rî'at-ı rûhü'1-ekvânî-
i vâlâ-mekânî, şehîd-i cihâd-ı ekber, vahîd-i hakîkat-i insân-ı enver, şerâb-ı aşk-ı
Yezdan, Hazret-i Beşîr-i Şehîd Sultan" diyerek yücelttiği Beşir Ağa'nın, Arnavutluk'ta
Koniça kasabasından olup gençliğinde İstanbul'a gelerek Bostancı Ocağı'na girdiğini,
sonra mizacındaki tasavvufa yatkınlık sebebiyle Hoca Ali'ye (Şeyh Aliyy-i Rûmî, İdrîs-
i Muhtefî) mürid olduğunu yazar.146 Beşir Ağa'nın, Bostancı Ocağı'nda uzun müddet
görev yaptıktan sonra emekli olunca, yine Melâmî şeyhlerinden Hacı Kabâyî'ye
intisap ederek onun evinin yakınında bir ev satın alıp her gün şeyhinin hizmetinde
bulunduğu rivayet ediliyor. Bu arada, Silivri yakınlarında da bir çiftlik satın alarak kışın
İstanbul'daki evinde, yazın da burada oturmaya başlamış ve beslediği ineklerin
sütünü satarak geçimini sağlamaya çalışmıştır. Bu da kendisinin Sütçü (Lebenî) Beşir
Ağa diye anılmasına sebep olmuştur.147 Hacı Kabâyî'nin 1037/1627-1628'de
vefatıyla kutbluk makamına geçen Sütçü Beşir Ağa'nın, Bostancı Ocağı çıkışlı olması
dolayısıyla gerek bu ocak mensuplarından, gerekse Yeniçeri Ocağı'ndaki iki
hemşehrisi Bektaş Ağa ve Murad Ağa vasıtasıyla da bu ocaktan pek çok müridinin
olduğu kaydedilmektedir. Otuz yıldan fazla kutbluk makamını dolduran Sütçü Beşir
Ağa'nın talihi son zamanlara doğru dönmüş ve adı etrafında halk arasında birtakım
söylentiler yayılmaya başlamıştır.
Lâlîzâde'ye göre, gerek bu müridlerin çokluğu, gerekse, memleketi olan Arnavutluk'ta
İskenderiye'den (İşkodra) hemşehrisi olan pek çok "Câvidan'cı Fazlullah-ı Hurûfî
tarîkinde olan" kimselerin Sütçü Beşir Ağa'nın evine gidip gelmeleri, uzun müddet
Dostları ilə paylaş: |