tevbeleri kabul olunur, etmezlerse ancak o zaman öldürülürler". Allah'a hakaret etmek
ridde'dir (dinden çıkma). (...) Bazı ulema, hakaret etmediği halde (zimmînin) küfre
girdiği durumlardan başka bir şekilde Yahudiler'den ve Hıristiyanlar'dan Allah'a
küfreden olursa, o katledilir ve bu, zimmîlerle olan ahdi bozmuş olmaz, demektedir.
Yine eş-Şifâ'da denir ki, "Hakaret yollu olmamak ve küfür, ridde kasdı bulunmamak
kaydıyla, tevil ya da hata yoluyla, veya bir sıfat yakıştırmak yahut nefyetmek suretiyle
Allah'a yakıştırılmayacak bir şeyi ona izafe etmek konusunda, bunu yapanı küfürle
suçlayıp suçlamama bakımından halef ve selef arasında ihtilaf vardır." Bazı çeşitli
taifeler (tarikatlar?) ile bunların çirkin sözleri ve küfrü gerektiren veya gerektirmeyen
durumları eş-Şifâ'da ve diğer fıkıh kitaplarında zikredilmiş olup bu hususta onlara
bakılmalıdır.
Fasıl: Şahitlik hakkındadır. Ebû Muhammed b. Ebî Yezîd'e küfrü veya zen-dekayı
kulağıyla işiten şahidin durumu ve bu konuda şahitlik yapıp yapamayacağı
sorulduğunda, "Eğer şahadetiyle hükmün infaz edileceğini umuyorsa şahitlik yapsın.
Hatta hâkimin katli öngörmeyip (suçluyu) (24a) tevbeye davet edeceğini bildiği
durumda dahi şahitliğini yapsın, çünkü bu ona gereklidir" demiştir. Eğer şahitlik tam
olmazsa, (zendeka ile suçlanan) kişinin durumu, şöhreti ve sarf ettiği kelimelerin
yanlışlık ve dil sürçmesi sonucu olup kötü niyetle olmadığı göz önüne alınarak ona
göre tedip edilir. Bu hüküm, bu hususta esastır. Bununla beraber bu şahadet, tek
oluşuna ve başka bir şahidin bulunmayışına bakılarak düşmez (....).
Fasıl: Peygamber'e hakaret edenin mirası, cenazesinin yıkanması ve namazının
kılınması hakkındadır. Peygamber'e hakaret ettiği için katlolunan kimsenin mirası
konusunda ihtilaf edilmiştir. Ulemanın çoğunluğu ve Ebû Hanîfe, mirasının vârislerine
intikal edeceği görüşündedirler; ancak bu mirasın irtidad etmeden önce kazandığı
mallar olması gerektiğine dair bir görüş vardır. Bazıları ise, hakkındaki şahadeti inkâr
etmiş olduğu halde, veya hakaret ettiğini itirafta bulunmuş ve tevbeye mazhar olmuş
olarak katledildiği takdirde, hakaret ettiğini itiraf etmiş olsa bile, mirasının vârislerine
ait olacağım söylemişlerdir. Tevbe ettiği halde tev-besi kabul olunmayan zındıkın
mirası konusunda ise ihtilaf olunmuştur. Mütemâ-diyy'e (sürekli hakaret eden)
gelince, onun mirasının (vârislerine) intikal etmeyeceği, cenazesinin yıkanmayacağı,
namazının kılınmayacağı ve cesedinin kefenlen-meyeceği hakkında herhangi bir
ihtilaf yoktur. Mütemâdiyy de el-Mücâhid'dc kâfir gibi telakki olunmuştur.
Katlin şekline gelince: Ya boynu vurulur, ya asılır, ya da karnı yarılır ve sonra ipten
indirilerek ahirette cezalandırılacağı şekil üzere bu dünyada da cesedi yakılır. Allah
Aziz ve Hakimdir.
Garip bir hikâye: Büyük Sultan ve Ulu Hakan, sultanlar sultanı, Konstantin kalesinin
fatihi Sultan Murad Han oğlu -Allah Teâlâ onu Gufran (Kıyamet) Gü-nü'nde
mükâfatlandırsın- Sultan Mehemmed Han zamanında, -Allah onu lütfü ile hidayete
erdirsin- Lûtfî lâkaplı biri çıktı. Dili boşanmış, dizginleri salıverilmiş, birtakım fenleri iyi
bilen, deliliğe sığınmış, fesahat ibraz eden, rezilliği yüzüne almış, el-Kanûn ve ej-
Şifâ'dan yararlanıp tabiplik taslayan biriydi. Hadis ve ahbar (tarih) ilimlerinde maharet
iddia etmekteydi. Peygamberliği olabildiği kadar inkâr etti. (24b) Diğer çirkin sözleri ve
halleri de böyleydi. Bazı eksik akıllılar sultanın yanında onun güvenilirliğinden bahis
açtılar. Böylece hazinedeki kitaplara emin tayin olundu. (Fakat bir süre sonra)
eminlikten azledilip müderris yapıldı, ama ondan da azledildi; doğuldu; hapse
konuldu; reddedildi, ama feterât (fetret dönemleri) esnasında10 görevine iade olundu.
Daha sonra tekrar yüksek medreselere ve önemli görevlere geçti. Karakterinin
fesatlığı yüzünden gururunu artırdıkça artırdı, dilinin sivriliği sebebiyle kötülüklerini
uzattıkça uzattı ve nihayet şeriatın yüce düsturlarına taarruz etmeye ve feylesofların
safsatalarına yapışmaya başladı. Kendisini sefih talebeden oluşan çokça bir topluluk
ve kısa akıllı cahillerden meydana gelen büyük bir kalabalık taklide başladı.
Sapkınlığı güçlendi ve neredeyse insanların çoğu peşine takılır oldu. (Bunun üzerine)
durum, dince en güzel, imanca en sadık, ilimce en geniş, yumuşak huyca en yüksek,
kadri en yüce, zikri en büyük olan en âdil ve en faziletli sultanın, yani -Allah bakâsıyla
gönlünü neşelendirsin ve ihsamyla fakirlik hudutlarına set çeksin- Sultan Murad Han
oğlu Sultan Mehemmed Han oğlu Sultan oğlu Sultan Sultan Bayezid Han'ın eşiğine
arzolundu. Bunun üzerine Sultan hemen önce aşırı taraftarlarının, sonra da bizzat
onun hapsini emretti. Daha sonra yüce eşiğinde ulemanın ve şeyhlerin toplanmasını
ve vezirlerin ve kadıaskerlerin bu adamın durumunu araştırmalarını emir buyurdu.
Şahitler huzura gelip acı veren kelimeleri ve ıstırap doğuran sözleri naklettiklerinde,
mecliste bulunanların gözlerinden yaşlar akmaya, elleriyle dizlerine vurmaya, sesler
ve çığlıklar çıkarmaya başladılar. Şahitler şahitliklerini yapıp görevlerini yerine
getirince, bir kısmı zendeka, bir kısmı sebb (dine ve Peygamber'e hakaret), bir kısmı
ridde (dinden çıkma), bir kısmı her ikisine veya hepsine birden giren (Lûtfî'nin) çirkin
sözleri ortaya çıktı. Kadılar ve bazı ulema mecliste olup biteni Sultan'ın huzuruna
götürüp anlattılar. O da işi şer'i yolla hükmetsinler diye mecliste topluca hazır
bulunanlara havale etti. Bunun üzerine aralarına (25a) görüş ayrılığı düştü ve
mecliste karşılıklı mücadele ve çekişme uzayıp gitti. Ve bir hayli sürtüşme ve
çekişmeden sonra, nihayet katline ve yeryüzünü onun saptırmalarından ve
sapkınlıklarından temizlemeye hükmetmekte anlaştılar. Sonra vezirler geldiler,
yapılan işi beğendiler ve Sultan'ı övdüler. Daha sonra cellad (seyyâf) meydanda
(Lûtfi'nin) boynunu vurdu. Böylece habasetin maddesi de, soyu da ortadan kalktı.
Şüphe yok ki, zehiri içen, adeta sessiz ölümü ispat edercesine boğularak ölmüş
demektir.
Bunun için bazıları şöyle demiştir: "Sultan halkı üzerinde Allah'ın gölgesidir. Olaylar
ve fitneler onun heybeti sayesinde ortadan kalkar; mihnetler ve sıkıntılar onun
siyaseti sayesinde son bulur; here ü merc onunla defedilir; acılar ve heyecanlar
onunla engellenir". Bazıları da -Allah ondan razı olsun- Ömer b. el-Hattab'ın şu
sözüne iltifat ederek demişlerdir ki, "Sultanın ortadan kaldırdığı (kötü) şeyler Kur'an'ın
ortadan kaldırdıklarından daha çoktur". Kati ve tedip korkusu olmaması yüzünden
insanların (fesadı) çoğaldığında, (sultan) onları cezalandırma ve sorgulaması ile
hizaya getirir, Kur'an'ın emir ve yasaklarını yerine getirmeye zorlar.
Bu sebeple Allah Kur'an-ı Kerim'inde burhanı, mizanı ve demir(in anılmasını) bir
araya toplamış ve orada "şiddetli güç"ten (Be'sun şedîd) bahsetmiştir11 (ki bu
sultandır). İyi bil ki sultan diğer hükümlerde kuvvetli rivayetle, ama bu sebb ve
zendeka konusunda güçlü veya zayıf, hangi rivayet olursa olsun onunla iş görmek
emrolunmuştur. Allahım! Sen onun devletini, kudretini, merhametini ve yüksekliğini
artır! Şüphe yok ki Allah yardım ancak kendisinden istenilen ve güven kendi üzerine
olandır.
Mevlânâ Ahaveyn'e ait olan bu hoş risale(nin kopye edilmesi) 989 (1581) senesi
tarihinde tamamlandı.
EK: IV
(İbn Kemâl, Er-Risâletü's-Sâminetü ve'l-'İşrûn fi-Mac yete'allaku bi-lafzi'z-Zmdtk,
Resâil-i İbn Kemal, İstanbul 1316, II, 240-249):
YİRMİ SEKİZİNCİ RİSALE ZINDIK SÖZÜYLE ALÂKALI HUSUSLARA DAİRDİR
Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla
Övgü, tevfık sahibi Allah'a mahsustur. Dua, şefkati bol Peygamber'e, tahkik yolunun
kılavuzu Muhammed'e, onun ailesine ve güvenilir dini himaye eden dostlarına olsun.
Bu, zındık sözünü düzeltme, ince anlamını ortaya koyma ve kurallarına mutabık,
usulüne uygun, kabule şayan gerçek hikmetlerini seçme konusunda düzenlenmiş bir
risaledir.
Biz deriz ki, dil konusunda [önder kabul edilen] imamların belirttikleri üzere, zındık
sözü Arapçalaşmış olup Farsçadır. Aslının zende veya zendi olması gerektiği
konusunda anlaşmazlık bulunmakla beraber, nasıl Arapçalaştığına ve zende
kelimesine nisbeti hususunda iki şekli bulunmakla beraber, bu risalemizde de ortaya
koyduğumuz gibi, tercih edilen birincisidir. İmam el-Mutarzî'nin el-Muğrib isimli
eserinde İbn Düreyd'den naklettiği üzere, [zındıkın] aslı zende olup tabiatın
sonsuzluğunun süreceğine inanan kimse demektir. Bu anlamın temeli, az önce de
söylendiği üzere, zındık ile dehrî arasında bir fark olmamasıdır. Sa'leb'den
nakledildiğine göre ise, zındık ve ferzin [zendin olmalı] Araplar'ın sözü değildir.
Anlamı, herkesin söylediği gibi mülhid ve dehrî demektir. Biz Allah'ın izniyle bu üçü
arasındaki fark üzerinde duracağız. El-Kâmus kitabının sahibi ise, zen ve din
kelimelerinin Arapçalaşmışı olduğunu sanmaktadır, ama tahmin edileceği gibi bunun
kabul edilecek bir yanı yoktur. Çünkü Zend, Kisrâ Kubad zamanındaki (241) Senevi
[düalist] mezheplerden biri olan Mazdekiyye firkasının reisi olan Mazdek'in ortaya
çıkardığı kitabın adıdır, ki onun yandaşlarına bu kitaba nisbetle zenadıka denir.
Mazdek'i Kisrâ Enûşirvan katlettirmiştir. Mazdekîlik, Şâpur b. Ardeşîr zamanında
ortaya çıkmış olup, filozof Mani b. Mani'nin -ki onu İsa aleyhisselam'ın
peygamberliğinden sonra Şâpur'un torunu Behram b. Hürmüz öldürtmüştü-yandaşları
olan Mâneviyye'den [Maniciler] başkadır. El-Âmidî bütün bunları İb-kâru'l-Eflıâr isimli
kitabında açıklığa kavuşturmuştur. İmam Râzî ise, Mefatihü'l-Ulûm ismiyle de bilinen
Tefsîr-i Kebîrinde "Zenadıka dedikleri Maniciler'den başkası değildir. Mazdekçiler'e
de bu ismi verirler. Mazdek, Kubad'ın zamanında
çıkmış olup malların ve kadının ortak kullanılacağını iddia etmiş, adına Zend dediği
bir de kitap çıkarmıştır ki, Mecûsîler'in peygamber kabul ettikleri Zerdüşt'ün getirdiği
kitabıdır. İşte Mazdek'in yandaşları bu kitaba nisbet edilmiştir ve kelime
Arapçalaştırılarak zındık kelimesi türetilmiştir" derken, Manicilik'le Mazdekçilik
arasında fark olmadığı hususunda bizce isabet etmiyor. Ayrıca, Zend'in Mecûsîler'in
kitabı olduğunu söylerken de yine isabetli davranmıyor. Çünkü, Allah'ın izniyle
üzerinde duracağımız gibi, ikisi arasında fark vardır. Her ne kadar şirk konusunda
ortak iseler de, Mecûsîler Seneviyye'den [düalistler] başkadır. El-Âmidî İbkârü'l-
Efkâr'mda der ki, "Seneviyye beş fırkadan ibaret olup birinci firka Mâ-neviyye ikinci
firka Mazdekiyye [Mazdekçiler], üçüncü fırka Sâbie [Sâbiîler], dördüncü firka
Markûniyye [Marcioncular], beşinci fırka da Kîneviyye (?) dir. Mecû-sîler'e gelince,
onlar aynı şekilde Senevîler'in mezhebi gibi âlemin aslının nûr ve zulmet olduğu
konusunda müttefiktirler. Onlar dört fırkaya ayrılmışlardır: Birinci fırka Keyûmersiyye
[Keyumersciler], ikinci fırka Zerdâniyye [Zerdancılar], üçüncü fırka Mesîhiyye
[Mesihçiler], dördüncü fırka ise Zerdâştiyye [Zerdüştçü-ler]'dir."
İşte böylece ortaya çıkıyor ki, el-Mevâkıf kitabının sahibi "Bu meselede yani tevhid
(Allah'ın birliği) meselesine Seneviyye'den başka muhalefet eden olmamıştır" derken
isabet etmediği gibi, faziletli eş-Şerîf (Seyyid Şerif el-Cürcânî) de "Mecûsîler de
onlardan, yani iyiliğin faili Yezdan, kötülüğün faili Ehrimen (Şeytan) diyen
Seneviyye'dendir" derken yanılmaktadır. Çünkü biliyorum ki Mecûsîler bütün
firkalarıyla Senevîler'in fırkalarına aykırıdırlar; ancak asıl şirkte onlarla ortaktırlar.
Zındıklar'ın dini ise bütün semavi dinlerin dışındadır. (242) Çünkü onların
kitaplarındaki, adeta sudaki ve yiyeceklerdeki ortaklık gibi tabii görülen malları,
kadınları insanların ortaklığına sunan şeylere, ilahi kitapların hepsi karşıdır. Araplar,
bütün semavi dinlerin üzerinde ittifak ettikleri dinin asıllarını -ister biri, ister hepsi
olsun- inkâr ederek bu dinlerin dışına çıkanlara zındık adını vermişlerdir. İsterse inkâr
ettiği, Yaratıcı'nın varlığı olsun. Bu, dehrîye uygun düşmektedir. Bu sebeple Sa'leb,
daha önce de açıklandığı üzere, zındık ile dehrî arasında mutlak anlamda bir fark
gözetmez. Bunun için el-Cevherî, es-Sıhâh isimli [sözlük] kitabında, İbnü'r-
Râvendi'nin şu sözünde olduğu gibi, zındıkın ilim ve hikmet itibariyle Seneviyye'den
olduğunu söyler:
Nice akıllı kişi vardır ki gittiği yol onu yorar Oysa nice cahil de vardır ki rızkı ona erişir.
Yani, eğer âlemin gerçekten hikmet sahibi bir yaratıcısı olsaydı, akıllı kişinin
mertebesi doğrusu çok yüce olurdu, cahilin ise aklı aşağı demek olur.
Küfrün [inançsızlığın] gizlenip Müslümanlığın açığa vurulmasına gelince, anlayışlı
kimselerin malumu olduğu üzere, bununla kastettiği anlam makama uygun düşmüyor.
İki faziletli şerhçi, yani Allâme Taftâzânî ile Şerif Cürcânî'nin, el-Miftah'd. yazdıkları
şerhlerde açıkladıkları üzere, küfrün gizlenmesi hususuna itibar ederek "Zındık, yani
inançsızlığını gizleyen, hikmet sahibi bir Yaratıcı'nın varlığım olunı-suzlayandır"
şeklindeki sözleri isabetli değildir.
Allâme eş-Şîrâzî, şerhinde "zındıkın, bunun fakihlerin kullandığı bir terim olması
dolayısıyla, öyle söylendiği gibi, küfrünü gizleyen demek olmadığını, (....) aksine, nur
ve zulmet kavramlarına inanan anlamına geldiğini" söyler. Nitekim bu yüzden es-
Sıhâh\z "Zındık Seneviyye'den olup Arapçalaştırılmıştır; çoğulu zena-dıkadır.
Kelimenin [Arapça yazılışının] sonundaki "h" harfi, [çoğul yapılırken] düşen "y"
harfinin yerine gelmiştir. Zaten bu kelimenin aslı zenadik'tir. [Fiil şekli] tezendaka'dır
[= zındık oldu]. İsim şekli zendeka'dır [zındıklık] ve "Eğer gerçekten öyle bir yaratıcı
olsaydı, işler şöyle şöyle olurdu" diyerek hikmet sahibi bir Yaratıcı'nın varlığını
olumsuzlayan kişinin yaptığı iş demek olur. Bu ise, örf itibariyle kelimenin anlamına
daha uygundur." demektedir. (Eş-Şîrâzî) önce ve sonra söylediği bu sözlerinde
doğrudur. Ancak o da [zındık için] "nur ve zulmet kavramlarına inanan kişi" derken
hataya düşmektedir. (...) (243) (...) Allâme et-Taf-tâzânî terimdeki anlamı "Biri
hayırların, diğeri serlerin ve çirkinliklerin yaratıcısı olmak üzere iki tanrıya inanan kişi"
demek suretiyle tashih etmiştir. Şerif Cürcânî de, d-Miftâh şerhinin haşiyesinde, "Bu
işlerin benzerleri, serlerin yaratıcısına nis-bet edilmiştir" açıklamasını buna ekler.
Kısaca Arap dilinde zındık, yüce bir Yaratıcı'yı kabul etmeyene, (ikinci bir Yaratıcı
kabul ederek) ona ortak koşana ve evvelkine mahsus olmamak üzere o Yaratıcı'nın
hikmet sahibi olduğunu inkâr edene denmektedir. El-Cevherî'nin sözünden anlaşılan
da budur.
Zındık ile mürtedin farkına gelince, asıl anlamıyla zındık olunduğu zaman, İslam
dininden dönmek söz konusu olmadığı için, mürted olunmaz. Mürted de, ya İslam
dininden döndüğü veya batıl semavi dinlerden birine girdiği için zındık olmaz. Bir
kimse zındık olduğunda aynı zamanda mürted de olmuş ve böylece bir kelimede iki
anlam bir araya gelmiş olabilir; ama bu, iki kavram arasında özellik ve genellik
bakımından bir nisbet bulunduğu için sözlük anlamı bakımından böyledir. Yoksa
şeriat ehlinin kullandığı terim anlamı itibariyle ikisi arasındaki fark çok açıktır. Çünkü
onlar, zındık konusunda, daha önce geçtiği üzere, Allâme eş-Şîrâ-zî'den naklettiğimiz
gibi, küfrün gizlenmiş olmasına itibar etmektedirler. Bu hususta Allâme et-
Teftâzânî'nin sözü de aşağıda gelecektir. Ancak mürtedin anlamı konusunda bu kayıt
muteber değildir. İkisi arasındaki fark ve nisbet dairesi epeyce geniştir. Zındık
konusunda aynı şekilde ehl-i şer'in itibar ettiği, [zındıktan] mürtedi iyice ayıran,
[zındıkın] Peygamberimizin peygamberliğini tasdik etmiş olduğu şeklinde bir başka
kayıt vardır ki, Allâme et-Teftâzânî el-Makâsıd şerhinde, kâ-fir'in [bu ikisinden farkını]
açıklamıştır. Orada şunu der: "Kâfir, imanı olmayanın adıdır. Eğer görünüşte imanı
varsa o münafık ismiyle ayrılmıştır. Eğer küfrü Müslümanken ortaya çıkarsa,
İslam'dan döndüğü için ona mürted denir. Eğer iki tanrıya veya daha fazlasına
inanıyorsa, ulûhiyyet prensibine şirk koştuğu için ona müşrik denmektedir. Eğer,
Yahudiler ve (244) Hıristiyanlar gibi, neshedilmiş kitaplardan birine mensup bir dine
inanıyorsa, ona da kitabi adı verilir. Eğer tabiatın (dehr) ezeliliğine inanıyor ve olayları
ona isnad ediyorsa dehrî diye anılır. Eğer bir Yaratıcı'nın varlığını kabul etmiyorsa
ona muatül denir. Eğer Hz. Pey-gamber'in peygamberliğini itiraf ediyor ve içinde küfrü
gizlemekle beraber görü-
nürde İslam inançlarını kabulleniyorsa, işte zındık odur. Esasında zındık, Kubad
zamanında ortaya çıkmış olup, Mecûsîler'ce peygamber kabul edilen Zerdüşt'ün
kitabının yorumundan ibaret olduğuna inanılan, Mazdek'in kitabı Zend'c mensup
demektir".
İşte ehl-i şer', bu şekilde mutlak anlamdaki zındık konusunda değil -çünkü bu
anlamdaki zındık zaten müşriklerden olup üzerinde duracağımız üzere ehl-i
zimmetten sayılır- İslami anlamdaki zındık konusunda bu zikredilen kayda itibar
etmişlerdir. [Et-Teftâzânî'nin] bu sözünde, mürted ile zındık arasındaki herkesin ittifak
ettiği başka bir farka işaret vardır. Bu fark, mürtede verilecek cezada itibar olunan
sonradan olma küfrün, üzerinde görüş birliğine varılmış olmasının gerekmemesidir.
Bu yüzden, zındıka verilecek cezada muteber olan gizli küfrün hilafına, bazı mür-
tedler konusunda imamlar arasında anlaşmazlık bulunduğu görülür. Nitekim bu fark,
dehrî ile muattıla verilecek cezada da söz konusudur. Bu hususta el-Mevâkıf
sahibinin görüşüne dönülmüştür. O kâfirlerin durumunu açıklarken diyor ki: "İnsan [iki
türlüdür:] ya Muhammed aleyhisselâm'ın peygamberliğini kabul eder, ya da
Yahudiler, Hıristiyanlar ve diğerleri, yani, Hakim Zerdüşt'ün peygamberliğini
kabullenen Mecûsîler gibi bir kısım peygamberlikleri kabul eder; yahut peygamberliği
hiç kabul etmez. Bu tür olanlar da ya Brahmanlar gibi -ki onlar aynı zamanda deh-
rîdirler- dilediğini yapan bir Kudret Sahibi'nin varlığına inanırlar (...)12
(245) (...) Küfrü gizleme bakımından ortak olan zındık ve münafık arasındaki farka
gelince, zındık, peygamberimizin nübüvvetini kabul eder; oysa münafık böyle değildir.
Bahsi geçtiği üzere (bu), aynı zamanda zındık ile dehrî arasındaki farktır. Dehrî,
zındıkın aksine, olayları irade sahibi bir Yaratıcı'ya isnadı inkâr eder. Hâfizuddîn el-
Kerderî'nin el-Bezzâziyye adıyla meşhur fetva kitabında gösterdiği üzere, aynı
zamanda kâfirler zümresinden olan mülhid ile zındık arasındaki fark ise, zındıkın
Peygamber'in nübüvvetini kabul etmesine karşılık mülhidin etmemesidir. Yine
mülhidin aksine, zındıkın bir Yaratıcı'ya inanması muteber sayılmaktadır. Bu şekilde,
mülhidin bir Yaratıcı'nın varlığına inanmamasına itibar edilmemesi ise, mülhidle
dehrîyi biribirinden ayırır. Daha önce üzerinde durduğum gibi, lügat imamlarından
olması dolayısıyla Sa'leb, mülhid ile dehrîyi birbirinden ayırmaz. Zaten ehl-i şer'in
itibar ettiği bu farkı anlayabilen çok azdır. Küfrün gizlenmesi mülhidde dikkate
alınmaz, muteber değildir ve bu, bilindiği üzere, münafık ile Müslüman ve aynı
zamanda doğru yoldan sapan, güçlü şeriatın sünnetlerinden küfür cihetlerinden ve
sapkınlık yörelerinden birine sapan mürtedi ayırır. (...)13 (246) (...) Özet olarak
mülhid, küfür fırkalarının ceza kapsamı itibariyle en genişi, ciddiyet itibariyle en
koyusu olanıdır ve [küfür konusundaki] hükümlerin de ana kriteridir.
Dehrî konusunda daha önce söylenenler hatırlanacak olursa, dehrînin [küfür fırkaları
içinde] en şiddetlisi olduğundan bahsedilmiş ve Hâfızuddîn el-Kerde-rî'nin sözü
üstünde durulmuştu. Nitekim o Fetâvâ'smdz dehrî için şunu da diyor: "Bilindiği gibi
Peygamber, 'Benim mimberimle kabrim arasında Cennet bahçelerinden bir bahçe
vardır' demişti. Dehrî, bu hadisi duyduğunda 'İşte şurası mimber ve kabir arasıdır.
Burada bahçe görünmüyor' diyen kişidir. İşte o böylece aklının karışması yüzünden
küfre düşmüştür. Artık bundan sonrasını sen düşün".
Böylece, gerek sözlük gerekse şeriat bakımından zındık sözünün ve anlamının
tashihi işini bitirmek, Allah Te'âlâ'nın yardımıyla bize müyesser olmuştur. Şimdi ise
onunla ilgili hükümlerin açıklanmasına başlayalım. Tevfîk Allah'tandır diyelim.
Şunu biliniz ki zındık, ya sapkınlığı propaganda etmesi dolayısıyla açıktan açığa
bilinir, ya da böyle olmaz. Bu ikincisini d-Hidâye sahibi "tecnîs" konusuna ayırdığı
kısımda bahis konusu etmiştir. O, Fakih Ebu'l-Leys'in Uyûnü'l-Mes&il isimli kitabından
naklen "zındıkların hükmü" bölümünde şöyle diyor: "Zenâdıka üç çeşittir: Ya asıl
itibariyle zaten şirk üzerine olduğu için zındıktır; ya Müslümanken zındık olmuştur;
yahut ta zimmî iken zındık olur. Birinci durumda şirki üzerine olduğu gibi bırakılır.
Yani esas olarak bir acemî [Arap kökenli olmayan, yabancı] olduğu için aslen kâfirdir.
İkinci durumda kendisi İslam'a davet edilir; kabul ederse ne âlâ, etmezse katlolunur;
çünkü mürteddir. Üçüncü durumda ise, yine kendi haline bırakılır; çünkü "Küfür tek bir
dindir". [El-Hidâye sahibi] şunu da diyor: "Zındıkın kendi haline bırakılması, acemî
olduğu takdirdedir. Yoksa aslen Arap olan, şirki üzerine bırakılmaz; onun için iki tercih
vardır: Ya İslam, ya kılıç. İkinci durum hakkındaki sözüne gelince, mesele çok açıktır;
İslami zındıkın (247) hüküm iktibariyle mürtedden hiçbir farkı yoktur. Ancak bu
durumda, bu hükmün, zındıkın dini fesada vermek maksadıyla sapkınlık
propagandası yapmamış ve bu suretle tanınmamış olması lazım geldiği konusunda
bir uyarıda bulunmamız gerekir. Birinci durumda ise, sorguya çekilmeden evvel veya
sonra, tevbe etmekten hâlî olmamalı ve gittiği yoldan dönmelidir. İkinci durumda olan
[zındık] katlolunur, başka bir yolu yoktur. Fakih Ebu'1-Leys, yakalanmadan önce
tevbe ettiği takdirde sâhir'in [sihir, büyü yapan] tevbesinin kabul olunacağını ve
katledilmeyeceğim, yakalandıktan sonra ise tevbesinin kabul edilmeyeceğini söyler
ki, propagandacılıkla tanınan zındık da böyledir.
İmam Kadıhan Fahruddîn, "Fetva bu söz üzerinedir" der. "Bu söz üzerinedir"
demesinin sebebi, Hâfızuddîn el-Kerderî'nin Fetâvâ'smda zikrettiği bir başka görüşün
bulunmasıdır, ki o şunu diyor: "Sihirden tevbe etmesi istenmez, (doğrudan doğruya)
öldürülür; zındık ise, İkinci İmam'a yani Ebû Yusuf a göre istitâbe-ye tâbi kılınır".
Burada istitâbeden maksat ondan tevbe etmesinin istenmesidir. Bu ise zaten [o
tevbenin] kabul edileceğinin bir delilidir. Bu kabulden murat, tevbe edenin
salıverilmesine dair kazai kabuldür, yoksa o tevbenin Allah Teâlâ yanında kabul
edileceği anlamına gelmez; zira bu, bizim bilebileceğimiz bir konu değildir.
Dostları ilə paylaş: |