Osmanlica lügat



Yüklə 11,57 Mb.
səhifə32/181
tarix17.11.2018
ölçüsü11,57 Mb.
#83297
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   ...   181

DELALET-İ ZÂTİYE Kendi zatı ile, bizzat kendisini eserleri ile göstermek suretiyle olan delâlet, şahidlik.

DE'LAN Ağır yük getirmiş hayvanın yab yab yürümesi.

DELAS Yumuşak ve berrak şey.

DEL'AS (DEL'AK) Büyük, kuvvetli deve.

DELDEL (Deldâl) Deprenmek.

DELE (C.: Delâ) Kova.

DELEC Gecenin evvelinden gitmek.

DELEF Tekaddüm etmek, ileri geçmek. Önde bulunmak.

DELEHMES Arslan. * Bahâdır, kahraman. * Çeri. * Kuvvetli kişi. * Çok karanlık olan gece.

DELES Karanlık. * Yaz sonunda yapraklanır bir ot. * Bir şeyi gizlemek.

DELH Heder olmak, boşa ve faydasız olarak gitmek.

DELİ' Âsan yol, kolay olan yol.

DELİF Yavaş yürümek.

DELİK Hurma ve yağdan yapılan bir yemek. * Oğmaç aşı. * Rüzgârın yerden savurup tozuttuğu toprak.

DELİK f. Gül tohumu.

DELİL Kılavuz. Doğru yolu gösteren. Meçhûlü keşfetmekte ve malumun sıhhatını isbat etmekte vasıta ve âlet ittihaz olunan husus. * Beyyine. Bürhan.

DELİL-İ AKLÎ Akıl yolu ile bulunan delil. Nakil yolu ile olmadan, düşünülerek bulunan delil.

DELİL-İ ARŞÎ VE SÜLLEMÎ Eski mantıkta Vahdaniyyet-i İlâhiyyeyi ve teselsülün muhaliyyetini isbat bahislerinde geçen delillerdendir.

DELİL-İ İHTİRA' Cenab-ı Hakk'ın yeniden icad ederek yarattığı şeylerden meydana gelen, kendi zâtına mahsus delil. Buna misâl olarak birini zikredebiliriz:(Cenâb-ı Hak hususi eserlerine menşe ve kendisine lâyık kemâlâtına me'haz olmak üzere her ferde ve her nev'e has ve müstakil bir vücud vermiştir. Ezel cihetine sonsuz olarak uzanıp giden, hiçbir nev' yoktur. Çünkü bütün enva'; imkândan vücub dâiresine çıkmamışlardır. Ve teselsülün de bâtıl olduğu meydandadır. Ve âlemde görünen şu tegayyür ve tebeddül ile bir kısım eşyanın hudusu, yani, yeni vücuda geldiği de göz ile görünüyor. Bir kısmının da hudusu zaruret-i akliye ile sabittir. Demek, hiçbir şeyin ezeliyyeti cihetine gidilemez.Ve keza, ilm-ül hayvanat ve ilm-ün nebatatta isbat edildiği gibi, envâın sayısı iki yüz bine bâliğdir. Bu nev'ler için birer âdem ve birer evvel baba lâzımdır. Bu evvel babaların ve âdemlerin dâire-i vücubda olmayıp ancak mümkinattan olduklarına nazaran behemehâl, vasıtasız, kudret-i İlâhiyyeden vücuda geldikleri zaruridir. Çünkü, bu nev'lerin teselsülü, yani, sonsuz uzanıp gitmeleri bâtıldır. Ve bazı nev'lerin başka nev'lerden husule gelmeleri tevehhümü de bâtıldır. Çünkü, iki nev'den doğan nev, alelekser ya akimdir veya nesli inkıtaa uğrar. Tenâsül ile bir silsilenin başı olamaz.Hülâsa: Beşeriyet ve sâir hayvanatın teşkil ettikleri silsilelerin mebdei en başta bir babada kesildiği gibi, en nihayeti de son bir oğulda kesilip bitecektir. İ.İ.)

DELİL-İ İMKÂNİ İmkâna âit olan delil. $âyeti ile işaret edilmiştir. Bu delilin hülâsası: "Kâinatın ihtiva ettiği zerrelerden her birisinin gerek zâtında, gerek sıfatında, gerek ahvâlinde ve gerek vücudunda gayr-i mütenahi imkânlar, ihtimâller, müşkülâtlar, yollar, kanunlar varken; birdenbire o zerre gayr-i mütenâhi yollardan muayyen bir yola süluk eder. Ve gayr-i mahdut hâllerden bir vaziyete girer. Ve gayr-i ma'dut sıfatlardan bir sıfatla vasıflanır. Ve doğru bir kanun üzerine mukadder bir maksada, harekete başlar ve vazife olarak uhdesine verilen herhangi bir hikmet ve bir maslahatı derhal intac eder ki, o hikmet ve o maslahatın husule gelmesi ancak o zerrenin o çeşit hareketiyle olabilir. Acaba o kadar yollar ve ihtimaller arasında o zerrenin mâcerası, lisan-ı hâliyle, Sani'in kasd ve hikmetine delâlet etmez mi?İşte her bir zerre, müstakillen kendi başıyla Sâni'in vücuduna delâlet ettiği gibi, küçük büyük herhangi bir teşekküle girerse veya herhangi bir mürekkebe cüz' olursa, girdiği ve cüz' olduğu o makamlarda kazandığı nisbete göre Sâni'ine olan delâletini muhafaza eder. İ.İ.)



DELİL-İ İNAYET Allah'ın inâyetinin tecellisinden gelen ve kâinatta görülen hikmet ve maslahatlara uygun en mükemmel nizam ve tam esaslı san'at; ve kâinattaki eşyaların menfaat ve faydalarını bildiren âyetler, bu inâyet delilini gösteriyorlar.(Sâniin vücud ve vahdetine işaret eden delillerden biri de İnayet delili'dir. Bu delil; kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususâtını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır. Menfaatlerden, maslahatlardan bahseden bütün Ayât-ı Kur'aniye, bu nizam üzerine yürüyor ve bu nizamın tecellisine mazhardır. Binaenaleyh, bütün mesalihin, fevaidin ve menafiin mercii olan ve kâinata hayat veren bir nizam; elbette ve elbette bir nâzımın vücuduna delâlet ettiği gibi, O nâzımın kasd ve hikmetine de delâlet etmekle, kör tesadüfün vehimlerini nefyeder.Ey insan! Eğer senin fikrin, nazarın şu yüksek nizamı bulmaktan âciz ise ve istikra-i tâm ile, yani umumi bir araştırma ile de o nizamı elde etmeye kadir değilsen, insanların telâhuk-u efkâr denilen fikirlerinin birleşmesinden doğan ve nev-i beşerin havassı (duyguları) hükmünde olan fünun ile kâinata bak ve sahifelerini oku ki, akılları hayrette bırakan o yüksek nizamı göresin.Evet, kâinatın herbir nev'ine dâir bir fen teşekkül etmiş veya etmektedir. Fen ise kavaid-i külliyeden ibarettir. Kaidenin külliyeti ise, nizamın yüksekliğine ve güzelliğine delâlet eder. Zira nizamı olmayanın külliyeti olamaz. Meselâ: Her âlimin başında beyaz bir imâme var. Külliyetle söylenilen şu hüküm, ulema nev'inde intizamın bulunmasına bakar. Öyle ise, umumi bir teftiş neticesinde fünun-u kevniyeden herbirisi, kaidelerinin külliyeti ile kâinatta yüksek bir nizamın bulunmasına bir delildir. Ve herbir fen nurlu bir bürhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faideleri göstermekle Sâniin kasd ve hikmetini ilân ediyorlar. Adeta vehim şeytanlarını tardetmek için herbir fen, birer necm-i sâkıbdır. Yani, bâtıl vehimleri delip yakan birer yıldızdırlar.Ey arkadaş! O nizamı bulmak için umum kâinatı araştırmaktansa, şu misale dikkat et, matlubun hasıl olur.Göz ile görünmeyen bir mikrob, bir hayvancık, küçüklüğüyle beraber pek ince ve garib bir makine-i İlâhiyeyi hâvidir. O makine mümkinattan olduğundan, vücud ve ademi, mütesavidir. İlletsiz vücuda gelmesi muhaldir. O makinenin bir illetten vücuda geldiği zaruridir. O illet ise, esbab-ı tabiiyye değildir. Çünki, o makinedeki ince nizam, bir ilim ve şuurun eseridir. Esbab-ı tabiiyye ise; ilimsiz, şuursuz, câmid şeylerdir. Akılları hayrette bırakan o ince makinenin esbab-ı tabiiyeden neş'et ettiğini iddia eden adam, esbabın herbir zerresine Eflatun'un şuurunu, Calinos'un hikmetini i'ta etmekle beraber; o zerrat arasında bir muhaberenin de mevcut olmasını itikad etmelidir. Bu ise, öyle bir safsata ve öyle bir hurafedir ki, meşhur sofestaiyi bile utandırıyor. Maahaza, esbab-ı maddiyede esas ittihaz edilen kuvve-i câzibe ile kuvve-i dâfianın, inkısama kabiliyeti olmıyan bir cüz'de birlikte içtimaları iltizam edilmiştir. Halbuki bunlar birbirlerine zıt olduklarından, içtimaları câiz değildir. Fakat, câzibe ve dâfia kanunlarından maksat âdâtullah ile tâbir edilen kavanin-i İlâhiyye ise ve tabiatla tesmiye edilen şeriat-ı fıtriyye ise, câizdir. Lâkin kanunluktan tabiata, vücud-u zihnîden vücud-u haricîye, umur-u itibariyyeden umur-u hakikiyyeye, âlet olmaktan müessir olmaya çıkmamak şartiyle makbuldür. Aksi takdirde câiz değildir.Ey arkadaş! Misâl olarak gösterdiğim o küçük hurdebini hayvancığın yani mikrobun büyük fabrikasındaki nizam ve intizamı aklın ile gördüğün takdirde başını kaldır, kâinata bak! Emin ol ki, kâinatın vuzuh ve zuhuru nisbetinde o yüksek nizamı, kâinatın sahifelerinde pek zâhir ve okunaklı bir şekilde görüp okuyacaksın.Ey arkadaş! Kâinatın sahifelerinde "Delil-ül-İnaye" ile anılan nizama ait âyetleri okuyamadı isen sıfat-ı kelâmdan gelen Kur'an-ı Azîmüşşan'ın âyetlerine bak ki, insanları tefekküre davet eden bütün âyetleri şu delil-ül-inaye'yi tavsiye ediyorlar. Ve ni'metleri ve faideleri sayan âyetler dahi, delil-ül inaye denilen o yüksek nizamın semerelerinden bahsediyorlar. Ezcümle: Bahsinde bulunduğumuz şu âyet $cümleleriyle o nizamın faidelerini ve nimetlerini koparıp insanlara veriyorlar. İ.İ.)

DELİL-İ İNNÎ (Bak: Bürhan-ı innî)

DELİL-İ NAKLÎ Kur'an, Hadis-i Şerif veya diğer mukaddes kitaplardaki verilen haberler ile olan delil.

DELİL-İ SÜLLEMÎ (Bak: Delil-i arşî, Arş ve süllem)

DELK Oğuşturmak. El sürtmek. Oğmak.

DELK f. Eski ve yamalı elbise. Dervişlerin giydikleri eski aba. * Kılıcı kınından çıkarmak.

DELL (DİLÂL) Naz. * Hey'et. * Güzel ahlâk.

DELLAK (Delk. den) Hamamlarda müşterileri keseleyip yıkayan kimse, tellâk.

DELLAL İlân edici. Yüksek sesle bildiren. * Müşterileri çeken. Davet eden. * Hakka davet eden.

DELS Karanlık, zulmet. * Bir şeyi saklamak, gizlemek. * Sonbaharda yapraklanan bir ot çeşiti.

DELTA yun. Nehirlerin taşıdığı toprakların (alüvyonları) akarsuyun, denize veya göle döküldüğü yerde yığılmasıyla meydana gelen kısım.

DELUK Dişleri kırılmış ve kütelmiş olan yaşlı deve. * Kınından çıkması kolay olan kılıç.

DELV (Delve) Kova. Su koyulan ve kuyudan su çekilen bakraç. * Oniki burçtan birinin adı.

DELZ Vurmak, darb.

DEM' Göz yaşı. Sürurdan veya keder sebebiyle ağlama neticesi gelen göz yaşı.

DEM Kan.


DEM f. Nefes. Soluk. * Ağız. * Nazar. * An, vakit, saat. * Koku. * Kibir, gurur. * Âli, yüksek. * Körük.

DEM-İ CİVÂNÎ Gençlik çağı.

DEMA f. Her zaman. Vaktâki. * Soluk. Nefes. Hastalık sebebiyle tez tez solumak. * Ürpermek. * Dem. An.

DEM'A Bir damla göz yaşı.

DEMADEM f. Zaman zaman. An be an. Sık sık. Her vakit.

DEMAGOG yun. Demagoji yapan kimse.

DEMAGOJİ yun. Halkı kendi menfaati için okşama siyâseti. Halkın hoşuna gidecek sözlerle insanların sevgisini kazanarak kendi maksadını elde etmeğe çalışmak. Halk avcılığı. Cerbeze.

DEMAK Tipi (Kış gününde rüzgârın karı her tarafa savurmasıdır.)

DEMAL Ters. * Ekşimiş hurma.

DEMAME Çirkinlik.

DEMAN f. Heyecanlı. Hiddetli, hiddete kapılmış. * Vakit, zaman. An. * Bağırıp çağırma, feryat, figân. * Heybetli, güçlü, kuvvetli, azametli, cesim. * Kükremiş.

DEM'AN İçi iyice dolmuş olan. Ağız ağıza dolu kap.

DEMAN(İ) Ters, terslik.

DEMANKEŞ f. Zaman, müddet, vakit, an.

DEMAR f. Helâk, mahv, telef, ölüm, mevt.

DEMAR-ÂVER f. İntikam alan, müntakim. Helâk eden.

DEM'A-RİZ f. Ağlıyan, gözyaşı döken.

DEMBEDEM f. Bazan. Vakit vakit. Arasıra.

DEM-BESTE f. Sesi soluğu kesilmiş, susmuş.

DEMC Dühul etmek, girmek. * Mestur olmak, örtünmek.

DEMCELE (C.: Demâcil) Şişman kadın. * Huyu, hilkati güzel, iyi kadın.

DEMDEM Yüce, yüksek yer.

DEMDEME f. Hiddetli söz. Avâz. Hoşa gitmeyen sesler. * Sinek vızıltısı. * Öğütmek. Sürte sürte ezmek. * Azab vermek, eziyet etmek. * Hile. * Davul. * şöhret, nam, ün.

DEME f. Ateş körüğü.

DEMEKMEK Katı, şedid. * Çok kuvvetli kimse.

DEMENDAN f. Cehennem. * Ateş, nar.

DEMENDE f. Saldırıp kükreyen. * Üfleyen.

DEMES (C.: Dimâs) Yumuşak kumlu yer.

DEMEŞK (DİMEŞK) Şam şehri. * Yürüğen kuvvetli, seri deve.

DEMEVÎ Kana dâir, kana mensub ve müteallik. * Mc: Asabi, sinirli. Kanın çokluğu sebebi ile hâsıl olan mizaç.

DEMG Başı, dimağa erişinceye kadar yarmak. Dimağa vurmak. * Güneşin sıcaklığı dimağa tesir etmek.

DEM-GÜZAR f. Yaşayan, vakit geçiren.

DEMİM(E) Çirkin ve kısa boylu kimse.

DEMK Hız. Sür'at.

DEM-KEŞ f. Nefes çeken, soluk çeken. * Devamlı öten bir güvercin cinsi. * Kaval, ney gibi çalgıları devamlı üfürenler. * Bazı kuşların, kübbül gibi uzun uzun ötenleri. * Şarap içen.

DEM-KEŞİDE f. Kafadar, arkadaş.

DEML Yeri terslemek. * Yara, cerh.

DEMLES Kaba, galiz nesne.

DEMMA' Mütekebbir gönüllü, gururlu kimse.

DEMNE f. Fırın ve ocak bacası.

DEMODE Fr. Modası geçmiş, kimse kullanmaz hâle gelmiş olan.

DEMOKRASİ yun. (Demos: Halk; Kratia: İdare, iktidar) Halk iktidarına dayanan hükümet şekli. Devlet iktidarını elinde bulunduranların, halkın çoğunluğunun iradesiyle seçildiği hükümet şeklidir. Tatbikatı üç şekildir:1- Vasıtasız hükümet şekli: Halk, devlet iktidar ve hâkimiyetini vasıtasız olarak kullanır. Kanunları kendisi yapar, suçluları kendisi muhakeme eder, idareyi kendisi yürütür. Bu usül ancak küçük cemiyetlerde tatbik imkânına sahiptir. 2- Yarı vasıtasız hükümet şekli: Halk re'yi ile temsilciler meclisi seçilir. Meclisin çıkardığı kanunların tatbik edilebilmesi için halkın re'yine baş vurulması (referandum) şarttır.3- Temsil hükümet şekli: Cumhuriyet. Halk seçim yolu ile hakimiyet ve iktidarı, belli bir zaman için seçtiği temsilciler meclisine devreder. İktidarı halk adına meclisler kullanır.Demokrasinin temsil şekli olan cumhuriyetin de üç ayrı tatbik şekli vardır. 1- Meclis hükümeti sistemi: Hükümet, meclis iradesiyle teşekkül eder. Eğer hükümet meclisin itimadını kaybederse meclis tarafından düşürülür. 2- Parlementer hükümet sistemi: Hükümetle, meclis, belli ölçüler içinde birbirine karşı müstakildir. 3- Başkanlık hükümeti sistemi: Hükümet başkanını halk seçer. Başkan, hükümet üyelerini kendisi tâyin eder ve kendisi azleder.Demokrasi, hukuk devletine ve millet ekseriyetinin hakimiyetine dayalı olup kişi veya azınlık hâkimiyetini reddeder.Demokrasinin temellerine aykırı olmayan herhangi bir inanış ve fikir sahibi olanlar, kendi inanış ve fikrini halka kabul ettirmek için zor kullanmak veya idareyi ele geçirmek için zorlama ve isyana teşebbüs veya açıkça teşvik etmemek şartıyla her türlü inanış ve fikri; neşir, tebliğ ve telkin etmek serbestliğini kabul eden devlet şeklidir.

DEMOKRAT Demokrasi taraftarı.

DEMOKRATİK Fr. Demokrasiye uygun.

DEMRAG Çok kırmızı olan.

DEMS Örtmek. Defnetmek, gömmek.

DEM-SAZ f. Arkadaş, refik, hem-dem, dost. Sırdaş.

DEM-SAZÎ f. Dostluk, arkadaşlık. Sırdaşlık.

DEMŞİNAS f. Hikmetli davranan, akıllı.

DEMUK Sür'atli, seri, hızlı.

DEM VURMAK t. Bir şeyden gelişigüzel bahsetmek.

DEMY Kan, dem.

DEN' Horluk, zelillik.

DENA' Arkanın yumru olması, kamburluk.

DENAET Alçaklık, çok fena hareket. Zillet, kötü mizac. * Asılsızlık, aslı olmamak.

DENAET-KÂRÂNE f. Alçakçasına, alçakça.

DENANİR (Dinar. C.) Dinarlar.

DENASET Kirlilik, paslılık, temiz olmayışlılık.

DENASET-İ AHLÂK Ahlâk kirliliği, ahlâksızlık.

DENAVET Yakın olmak, yakınlık.

DENAYA (Bak: Deniyyât)

DENDANE f. Diş tanesi. * Çark vesaire dişi.

DENDENE f. Mırıltı, homurdanma. Ağır ağır, dudak kıpırtısıyla, yavaş yavaş söylenen söz.

DENEF İyileşmeyen hastalık.

DENEN Bir kişinin belinin bükülüp eğri olması. * Kolları çok kısa olmak. * Hayvanların ayakları kısa ve göğüsleri yere yakın olması.

DENES (C.: Ednâs) Kir, pas, pislik, murdarlık, necaset.

DENEY (Bak: Tecrübe)

DENEYCİLİK (Ampirizm) Fels: İnsan zihninde mevcut her bilginin ve her düşüncenin kaynağı tecrübe (deney) olduğunu iddia eden felsefi görüş. Bu görüş, tecrübenin ehemmiyetini belirtirken aklın ve dinin rolünü inkâr ediyor. Tecrübe maddi dünyayı anlamak için gerekli ama, yeterli değildir. Tecrübe görüneni ve müşahhası bize verir. Akıl ise, mücerredi, umumiyi, kaide ve prensipleri verir. Din ise tecrübe ve akıl ile beraber bunların alanını aşan hakikatleri verir. Hakikat, tecrübe ve akılla sınırlı değildir. İslâm akla ve tecrübeye yer verir fakat bunların sınırları içinde hapsolmaz. Müslüman geniş görüşlüdür, dar görüşlü teorilere bağlı düşünmez.

DENG f. Hayran, şaşkın, şaşmış olan, ahmak, ebleh, bön, sersem. * İki katı maddenin tokuşmasından hasıl olan ses. * Pergel noktası.

DENİ (C.: Deniyyât) Soysuz, alçak, ahlâksız. * Dünyaya âit, fâni ve geçici. * Yakın, karib.

DENİ' Hor, zelil.

DENİE Eksik, noksan, nakise.

DENİS Kirli, paslı.

DENİYYAT (Denâya) (Denî. C.) Ahlâksızlıklar, aşağılık şeyler.

DENİYYE Kaftan düğmesi, elbise düğmesi.

DENN (C.: Denân) Küp.

DEPRESYON Fr. Maddi veya manevi çöküntü. İç sıkıntısı.

DERA f. Çan, çıngırak.

DERAHİM (Dirhem. C.) Dirhemler. Okkanın dörtyüzde birleri. * Akçeler, paralar.

DERAHİS Şiddetler.

DER-AKAB f. Hemen, derhâl, çabuk, arkasından, akabinde.

DER-AMED f. Gelir.

DER-AN f. Derhâl, o anda, hemen.

DERARE Deyyus. Karısının kötü hâllerini görmemezlikten gelen kişi.

DERARİ f. (Dürrî. C.) Parlak yıldızlar. * Renkli şeyler.

DERAZ f. Uzun, tavil.

DERB (Dürb) Bir şeyi âdet edinmek. * Dadanmak, alışmak. * Haslet, cür'et. * Tecrübe etmek. * Denemek.

DER-BAN f. Kapıcı, kapıya bakan.

DER-BAR f. Ev kapısı.

DERBAR-I SAADET-KARAR İstanbul. (Osmanlılar devrinde İstanbul hilâfet merkezi olduğu için saadet kapısı diye tavsif edilirdi.)

DER-BEDER f. Serseri, kapı kapı dolaşan. * Dağınık, perişan.

DER-BEND f. Dağda ve tepede zahmetlerle geçilen yer, dar geçit, boğaz. Hudut. Kale. * Anahtarsız kapı.

DER-BENDÇİ Kale veya hudut muhafızı.

DER-BEST(E) f. Kapalı kapı. * Kapanmış susmuş.

DERC İçine almak. Katmak. * Kitaba koymak. * Nakışlı kâğıt üzerine yazılan yazı. * Hattatın yazılmış kâğıt tomarı.

DERCAN f. Can içinde.

DERCAN ETMEK Can içine almak, hayatını ona vermek.

DERÇİN RESMİ Kesilen hayvanlardan alınan bir cins vergi.

DERD f. Tasa, keder, kaygı. * Hastalık, illet.

DERD-İ DİL Gönül tasası, gönül gamı.

DERD-İ MAİŞET Geçinmek derdi ve zorluğu. Maişet derdi.

DERD-İ SER Sıkıntı, baş derdi, başağrısı.

DERDA f. Yazık! Vah vah!

DERDAB Sadâ, ses.

DERDAK (C.: Derâdik) Küçük çocuklar. * Her şeyin küçüğü.

DERDAR Servi ağacından bir sınıf.

DERD-AŞİNA f. Dert görmüş, mihnet görmüş kişi.

DERDEBİS Belâ. * Zahmet. * Boncuk. * Yaşlı kişi.

DERD-DEST Elde. Elde etmek, yakalamak, tutmak. Ahz. * Yapılmakta ve rüyet edilmekte olan.

DERDMEND f. Tasalı, kaygılı, dertli.

DERDNAK f. Dertli, kederli, kaygılı, tasalı.

DERDUR Su çevriği, girdab. * Derin çukur yer.

DEREBEYİ Ortaçağda kendi arazisi içindeki insanlara istedikleri gibi hükmeden, devamlı olarak birbirleriyle savaşan geniş toprak sahiplerinden her biri. * Mc: Asi, zorba.

DERECAT (Derece. C.) Dereceler, basamaklar, kademeler, yükseklikler, mertebeler.

DERECAT-I KURBİYE Yakınlık dereceleri. Allah'a manevi yakınlık mertebeleri.

DERECAT-I ŞEMSİYE Eski Kozmoğrafyaya göre; güneşi döndüğü farzedilen dâirenin on iki burca tekabül eden kısımları.

DERECE (C.: Derecât) Yukarıya çıkacak basamak. * Dairenin bölündüğü dilim. 360 kısmın beheri ki, açıları ölçmeye yarar. * Termometrenin bölündüğü kısımların beheri. Mertebe, paye. * Miktar, rütbe.

DERECE-İ HARARET Isı derecesi.

DERECE-İ SÜLLEM Merdiven basamağı.

DERECE-İ ŞUHUD İmanı ve mânevi hakikatları, mânevi terakki yoluyla görmek seviyesinde olan iman mertebesi.

DERED Ağızda diş olmamak.

DEREK Urgan ucuna eklenip, kovanın kulpuna bağlanan ip parçası (urgan suya değmesin diye) * Kiriş uçlarında olan halka (yayın başlarına geçirirler.)

DEREKA (C.: Deruk) Sığır derisinden yapılan kalkan.

DEREKÂT Aşağılık dereceleri. En aşağı mertebeler.

DEREKE Aşağı inen basamak. Aşağı mertebe. * Sıfırın altındaki derece. Düşüklük.

DEREKE-İ MİRKAT Merdivenin en alt basamağı.

DEREKÎ Gerileme.

DEREM f. Akçe, para.

DEREM Baldır etli olduğundan dolayı topuğun görünmeyip belirsiz olması ve sâir kemiklerin etlilikten belirmeyip örtülmesi. * Ağızdan dişlerin dökülüp yerini et bürüyüp belirsiz olması. * Davarın yavaş yürüyüp adımlarını birbirine yakın atması.

DEREMAN Kişinin adımlarının birbirine yakın olması. (O kimseye "dârim" derler).

DEREM-GÜZİN f. Sarraf.

DEREM-SERA f. Para basılan yer.

DEREN Kir, vesah.

DERENDE f. Yırtan, yırtıcı.

DERER Kasdetmek.

DERES Nişanın belirsiz olması. * Kaftanın eskimesi. * Evin köhne olması.

DERGÂH (Der-geh) f. Cenab-ı Hakk'a ibadet edilen yer. * Büyük bir huzura girilecek kapı. Kapı. Padişahların kapısı. * Şeyhlerin tekkesi.

DERGÂH-I ÂLÎ Padişah kapısı. Yüksek dergâh.

DERGÂH-I MUALLÂ Büyük kapı. * Mc: Saray.

DERGİŞ f. İzdiham, çok kalabalık. * Bir zerdali cinsi.

DERH Men etmek, engel olmak.

DERHAL f. şimdi, hemen, bu anda, vakit kaybetmeden.

DER-HAST f. Arzu, taleb, istek, dilek. * Dilekçe, istida.

DER-HATIR Hatırda.

DERHEM f. Karışık, karmakarışık. * Muztarib, sıkıntılı, ıztırab çeken. * İncinme.

DERHİŞTE f. Cömertlik, sehavet.

DERHOR f. Lâyık, münasib, uygun, yakışır, derhuş, sezâ, şâyeste. (Derhurd da denir.)

DERHUŞ f. Derhor, lâyık, münasip, muvafık, uygun, yakışır, şayeste.

DERİ f. Farsçanın sahihi, fasih olanı. (Kapı demek olan "der" ismi Farsça olduğu halde Arapça sayılarak müennesi "deriyye" yapılmıştır.) * Havası hoş ve lâtif. Yeşilliği bol olan dağ eteği.

DERİÇE f. Küçük kapı, oyma kapı. Pencere.

DERİDE f. Yırtık, yırtılmış.

DERİR Yürügen davar.

DERİS (C.: Dirsân) Eski kaftan, eski elbise.

DERİYYE Avcıların gizlenip av gözledikleri yer.

DERK En aşağı kat, her şeyin dibi. Aşağı inen basamak. * Anlamak.

DERK-İ DEKAİK İnce ve dakik şeyleri iyice kavrama, anlama.

DERKAA Kaçmak, firar.
DER-KÂR f. Mâlum, âşikâre olan. * İçinde olan. İçte bulunan.

DER-KEMİN f. Pusu bekleyen, pusuda olan.

DER-KENAR Kenarda bulunan, hâşiye. Bir sahifenin kenarına çıkarılan yazı.

DERKETMEK Bir şeyin en esasını, dibini öğrenmek, iyice anlamak.

DERMA' Topuğu belli olmayan, şişman kadın. * Tavşan. * Kırmızı yapraklı bir acı ot.

DERMAN f. İlâç, tiryak. * Çare-i necat, kurtuluş sebebi. * Tâkat, güç, kuvvet.

DERMANDE (c.: Dermândegân) f. Âciz, beceriksiz, biçare, zavallı.

DERMEK Çok beyaz olan un. * Beyaz ekmek.

DERMEYAN (Der-miyân) f. Ortada olan şey, arada.

DERMEYAN ETMEK Anlatmak, söylemek, iddia ve defi'de bulunmak. Beyân. İleri sürmek.

DERNEK Eğlence için yapılan toplanma. * Düğün. * Cemiyetler kanununa göre kurulmuş cemiyet.

DER-NİYAM f. Kınına sokulmuş, kınında, kılıfta.

DERPEY f. Hemen, ardı sıra.

DERPİŞ f. Önde olan, göz önünde bulunan.

DERR İyi iş. İyilik. Mahz-ı hayır. * Zat, kimse. Hod. Nefs. Bir kimsenin zâtı. * Yüzün tazeliğinin, teravetinin hastalıktan dolayı gitmesinden sonra, iyi olup düzelmesi.

DERRACE Eskiden kullanılan bir çeşit harb âletidir ki, üstü sığır derisi ile örtülü olup, tekerlekleri içinde dönerdi. * Bisiklet.

DERRAK (Derk. den) Çok dikkatli olan, çabuk anlayan, anlayışlı, müdrik.

DERRAR Yün eğerdikleri iğ.

DERS Tenbih, tâlimat, vazife. Bir şeyi öğrenmek için muallim veya o işi iyi bilen birisinden azar azar alınan vazife. * Akıl.

DERS-İ İBRET İbret dersi. Göz ve fikir açacak hâdise.

DER-SAADET f. Saadet kapısı. İstanbul'un eski ismi.

DERSEC Mercimek.

DERS-HAN f. Ders okuyan, talebe, öğrenci.

DERSHANE f. Sınıf, ders verilen yer, ders yeri.

DERS-İ AMM Bir medreseyi bitirdikten sonra, tâbi tutulan imtihan sonunda medrese talebelerine ders vermek salâhiyetini kazanan. * Asistan. * Herkese ders vermeğe salâhiyetli âlim.

DER-TESBİH Tesbihde, duâda, zikirde.

DERUC Hızlı esen rüzgâr, fırtına.

DERUHDE f. Üstüne almak. Kendini vazifeli bilmek. * Üzerine alınan iş.

DERUN f. İç taraf. Dâhil. * Kalb.

DERUNÎ f. Gönülden, içten.

DERVA(H) f. Şaşkın, şaşırmış olan, hayran. * Başaşağı asılmış. * Lâzım, zaruri, lüzumu olan, gerekli.

DERVAH f. Hastalıktan yeni kurtulan, iyice kendisine gelemeyen kimse. * Sağlam, metin, muhkem. * Doğru, asıl, gerçek. * Yiğitlik, cesaret, cesur olmak, şecaat. * Ayıp, utanma. * Sertlik, kabalık.

DERVAZE f. Kapı. Şehir. Şehir kapısı, kale kapısı.

DERVÂZE-İ NUŞ $ Mc: Ağız.

DERVİŞ f. Gayet mütevazi ve kanaatkâr olan. * Kimsesiz, fakir. * Mâneviyâtla gönlü zengin olan fakir. * Mürid veya şeyh.

DERVİŞÂN (Derviş. C.) f. Dervişler.

DERVİŞÂNE f. Dervişe yakışır halde, saflık ve kalenderlikle. Müstağni ve fakir bir surette.


Yüklə 11,57 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   ...   181




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin