Osmanlica lügat



Yüklə 11,57 Mb.
səhifə90/181
tarix17.11.2018
ölçüsü11,57 Mb.
#83297
1   ...   86   87   88   89   90   91   92   93   ...   181

KADRO ing. Bir işin yürütülebilmesi için icab eden bir cinsten şeylerin, bilhassa insanların tamamı veya bütünü.

KADR-ŞİNAS (Bak: Kadir-şinas)

KADUM (C.: Kudm) Keser. * Şam yakınında bir köyün adı.

KADV Yemeğin kokusu iyi olmak.

KADY Yemeğin kokusu güzel olmak.

KAF Ufuk. * karfinin ismi. * Bir dağ adı.

KAF SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 50. suresidir. Bâsikat ismi de verilir. Mekkîdir.

KA'F (C.: Kıâf) Ayağı sert olarak basmak. * Ayak ile toprağı yerinden koparıp küremek. * Kap içindeki suyun tamamını içmek. * Koparmak.

KAF'A Yumuşak kuru ot. * Parmakları soğuktan dökülmüş ayak.

KAF'A Yağcılar tokmağı. * Hurma kabuğundan yapılan, zenbile benzer kulpsuz bir nesne.

KAFA (C.: Akfâ) Baş. Kafa. * Ense, arka. * Akıl, zekâ, anlayış.

KAFADAR f. Arkası sıra giden, peşinden ayrılmayan. * Kafaları birbirine uyan, kafaca birbirine denk olan arkadaş.

KAFAR Katıksız ekmek.

KAFAVE Sütten yapılan azık.

KAFAVÎ Kafa ile alâkalı.

KAFD Bileğin eğri olması.

KAFDER Çirkin yüzlü, katı başlı kimse.

KAFEDAN Attarların eczâ koydukları kese veya torba.

KAFENDER Çirkin yüzlü, katı başlı kimse.

KAFER Zayıf ve etsiz olmak.

KAFES Tel, ince demir veya ağaç çubuklarından yapılan ve içine kuş ve saire konulan şey. * Dışardan içerisi görünmesin diye, ince tahta çubuklarından yapılıp harem pencerelerine takılan siper, * Ahşap bir binanın kaplama ve sıvası olmaksızın direklerden ibaret taslağı.

KAFF Parmak arasına birşey gizlemek. * Ot kurutmak.

KAFFAF Parmakları arasında birşey gizleyip çalan kimse.

KAFFAL Çilingir. Anahtarcı.

KAFFAN Büyük terazi.

KÂFFE Hep. Bütün. Cümle.

KÂFFE-İ EF'AL Bütün işler.

KÂFFE-İ EFRÂD Bütün fertler.

KÂFFETEN Bütünü. Hepsi birden.

KAFH (KIFÂH) Başa vurmak. * İçi boş olan şeyi vurmak.

KÂFİ Kifayet eden. Vâfi, başka şeye ihtiyaç bırakmayan. Yeten, yetişen, elveren.

KAFÎ Birine uyup peşinden giden.

KAFÎL Kuru ağaç. * Parça parça olmuş ot. * Kamçı. Bir otun adı.

KÂFİL Birinin yerine ödemeyi kabul eden. Kefil olan.

KAFİLE (A, uzun okunur) Birlikte sefere çıkanların cemaatı. Kervan.

KAFİLE-SÂLÂR f. Kafile reisi. Kafile başı.

KAFÎNE Kafasından kesilen koyun.

KÂFİR Hakkı görmeyen ve örten. İyilik bilmeyen. Allah'ı inkâr eden. Dinsiz. İmanın esaslarına veya bunlardan birine inanmayan. Mülhid.(Arkadaş! İman, bütün eşya arasında hakiki bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihad rabıtalarını te'sis eder.Küfür ise, bürudet gibi bütün eşyayı birbirinden ayrı gösterir ve birbirine ecnebi nazarıyla baktırır. Bunun içindir ki, mü'minin ruhunda adavet, kin, vahşet yoktur. En büyük bir düşmaniyle bir nevi kardeşliği vardır. Kâfirin ruhunda hırs, adavet olduğu gibi nefsini iltizam ve nefsine itimadı vardır. Bu sırra binaendir ki, dünya hayatında bazan galebe kâfirlerde olur. Ve keza kâfir, dünyada hasenatının mükâfatını (filcümle) görür. Mü'min ise, seyyiatının cezasını görür.Bunun için dünya kâfire Cennet (yani âhirete nisbeten), mü'mine Cehennemdir. (Yani saadet-i ebediyesine nisbeten). Yoksa dünyada dahi mü'min yüz derece ziyade mes'uttur, denilmiştir.Ve keza iman, insanı ebediyyete, Cennet'e lâyık bir cevhere kalbeder. Küfür ise ruhu, kalbi söndürür. Zulmetler içinde bırakır. Çünkü, iman, kabuğunun içerisindeki "lübb"ü gösterir. Küfür ise, lübb ile kabuğu tefrik etmez. Kabuğu aynen "lübb" bilir ve insanı cevherlik derecesinden kömür derecesine indirir. M.N.)

KÂFİR-İ Nİ'MET Nankör. Nimeti inkâr eden.

KÂFİRANE f. Kâfire yakışır şekilde, kâfir gibi.

KÂFİRÛN Kâfirler.

KÂFİRÛN SURESİ Kur'an-ı Kerim'de 109. sure olup El-Kâfirûn da denilir.

KAFÎR Hayvan tersi.

KAFİYE Tâbi olan şey. * Herşeyin son tarafı. *Edb: Manzum yazılan satırların ses bakımından sonlarının aynı olması. (Yaman, duman, saman... gibi.)

KAFİYEPERDÂZ f. Kafiye uyduran. Şair, nâzım.

KAFİYEPERESTLİK Kafiye için safiyeyi feda edecek derecede kafiyeye ehemmiyet vermek. Birinci derecede kafiyeyi düşünüp, mânayı arka plana atmak.

KAFİYESENC f. Kafiye dizen. Nâzım, şair.

KAFİZ (C: Kufzân-Akfize) Ölçek.

KAFKAF şahtere otu.

KAFKAF şarap, hamr.

KAFKAFE Titremek, titretmek.

KAFN Kafa.

KÂF-NUN TEZGÂHI (Risale-i Nur Külliyatında geçen bir tabirdir) Allah'ın Kün emriyle her işin olması. (Kün ) "Ol" emri olan bu kelime "Kâf" ve "Nun" harfleri ile yazıldığından böyle denilmiştir.

KAFR Arz. Çöl. Beyâban.

KAFS Zorla birşey almak. * Gadap, hiddet. * Mevt, ölüm.

KAFS Sıçramak. * Hafiflik. * Sevinç, neşat. * Hayvanın ayaklarını bağlamak.

KAFSAL Arslan.

KAFŞ Yemekten lezzet alma, fazla yemek yemek. * Pabuç. * Cem'etmek, toplamak.

KAFŞELİL Kepçe.

KAFTA Cima etmek.

KAFTAN Ekseriya mükâfat ve taltif olarak giydirilen süslü üstlük elbise. Hil'at, esvab.

KÂFUR Beyaz ve yarı şeffaf, kolaylıkla parçalanan bir madde. Sert, güzel kokulu, katı ve yağlı bir madde. * Cennette bir kaynak ismi.

KAFUR (KUFUR) Hurma çiçeğinin kılıfı.

KAFV Bir kimsenin ardına düşüp ittibâ etmek, ona tâbi olup uyma.KAFY : Uymak. * Kafasına vurmak.

KAFZ (KAFAZÂN) Sıçramak.

KAFZEA (C: Kafâzi) Başın çevre yanlarının saçı.

KÂGAZ f. Kâğıt.

KAĞITHANE Kâğıt fabrikası. * İstanbul'da vaktiyle böyle bir fabrikanın bulunduğu yerdeki mesire.

KAĞNI (Kağlı) İki tekerleri dingille sâbit öküz arabası.

KAGŞAR Yıkılmak üzere. Yıkılıp harabolmaya yüz tutmuş.

KÂH f. Saman. Saman çöpü.

KÂH f. Köşk, kasır. * Tek oda. Bir gözlü oda. * Yüksek binâ.

KAH Sultan.

KAHA Ev ortası, saha.

KAHAL Koyunların derisini kurutan bir hastalık.

KAHAME İlerlemiş yaşlılık.

KAHB Yaşlı, ihtiyar. * Büyük dağ.

KAHBA (KAHBE-KUHBE) Kırmızısı çok olan beyaz nesne.

KÂHBAN f. Harman bekçisi.

KAHBE Namussuz kadın. Fâhişe. * Mc: Hilekâr, kalleş ve sözünde durmaz adam.

KAHD Koyunun beyaz kuzusu. * Açılmamış nergis.

KÂHDAN f. Samanlık. İçine saman doldurulan oda.

KAHDE (C.: Kıhâd) Devenin hörgücü dibi.

KAHF Kap içindeki suyun tamamını içme.

KÂHGİL f. Samanlı sıva çamuru.

KAHHAR Galib-i Mutlak ve her an kahretmeğe muktedir olan Allah (C.C.) Hak Celle ve A'lâ'nın esmâ ve sıfâtındandır.

KAHHARANE Kahharcasına. Kahredercesine.

KAHİF Şiddetli yağmur.

KÂHİL Saçına ak düşmüş adam. Yaşlı, ihtiyar. Tembel.

KÂHİLANE f. Tembelce, tembelcesine, tembel olana yakışır surette.

KÂHİN Karışık ve tahmini sözlerle gaibden haber verdiği söylenen kimse. Haberci. Falcı. * Âlim.(Kâhinlere gaybi haberleri getirmek için şeytanlar, tâ semavata çıkıp kulak veriyorlar, yarım yamalak yanlış haberler getiriyorlar diye tefsirlerdeki ifadelerin bir hakikatı şu olmak gerektir ki; semavat memleketinin pâyitahtına kadar gidip o cüz'i haberi almak değildir. Belki cevv-i havaya dahi şumulü bulunan semavat memleketinin (teşbihte hata yok) karakol haneleri hükmünde bazı mevkileri var ki, o mevkilerde Arz memleketi ile münasebetdarlık oluyor, cüz'i hadiseler için, o cüz'i makamlardan kulak hırsızlığı yapıyorlar. Hatta kalb-i insani dahi o makamlardan birisidir ki, melek-i ilham ile şeytân-ı hususi, o mevkide mübareze ediyorlar. Ve hakaik-ı imaniye ve Kur'aniye ve hadisat-ı Muhammediye (A.S.M.) ise, ne kadar cüz'i de olsa, en büyük, en külli bir hadise-i mühimme hükmünde en külli bir daire olan Arş-ı Azamda ve daire-i semavatta (temsilde hata olmasın) mukadderat-ı kâinatın mânevi ceridelerinde neşrolunuyor gibi her köşede medâr-ı bahsoluyor, diye beyan ile beraber, kalb-i Muhammediden (A.S.M.) tâ daire-i Arşa varıncaya kadar ise, hiçbir cihetle müdahale imkânı olmadığından, semavatı dinlemekten başka, şeytanların çaresi kalmadığını ifade ile, Vahy-i Kur'ani ve Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) ne derece yüksek bir derece-i hakkaniyette olduğunu ve hiç bir cihetle hilâf ve yanlış vahy ile ona yanaşmak mümkün olmadığını, gayet beliğane, belki mu'cizane ilân etmek ve göstermektir... L.)

KÂHİNANE f. Kâhin gibi ve ona benzer şeklide haberler veren. Bir nevi zan ile gaibden haber verir gibi.

KÂHİNE Kadın kâhin.

KAHİR (A, uzun okunur) Üstün gelen. Yenen. Galip gelen. * Zorlayan. Mecbur eden.

KAHİR-ÜL EŞRÂR Şerleri ve kötülükleri ortadan kaldırıp yok eden. Haydutları kahreden.

KAHİR-ÜS SÜMUM Panzehir.

KAHİT Şiddetli kıtlık olan sene.

KAHİZ Müşkil, zor nesne.

KAHKAHA Yüksek sesle ve çokça gülme.

KAHKAHAZEN f. Kahkaha atan, fazlaca yüksek sesle gülen.

KAHKAHA' Öldürücü bir yılan.

KAHKAR Taş.

KAHKAR Katı, sert, sağlam taş.

KAHKARA Geri geriye gelme, dövüşerek çekilme.

KAHKARÎ Birdenbire geri dönme, aniden arkaya dönme. * Geri çekilmekle ilgili, geri dönmekle ilgili.

KAHKARİYE Geri dönme. Rücu'.

KAHL Göze sürme çekmek.

KAHL (KUHUL) Kurumak.

KAHL Zemmetmek. * Nimete nankörlük etmek.

KAHLESE Yuvarlak baş.

KAHM (Kuhum) : Düşünmeden kendini bir iş içine atmak.

KAHPE (Bak: Kahbe)

KAHR Zorlama. Cebir. * Ezme. Mahvetme. * Fazlaca üzüntü. Keder içine işleme. * Cenâb-ı Hakkın şiddetli ve azab verici vasıflarının tecellisi. (Kahr, lütfun zıddıdır.) (Bak: Celal)

KAHR-I DEHR Dünyânın ve zamanın kahrı.

KAHR-I HİDDET Hiddetin ve kızgınlığın yıkıcı galebesi.

KAHR Yaşlı, ihtiyar kişi. * Yaşlı at. * Yaşlı deve.

KAHRAMAN (C.: Kahramanan) f. Yiğit, cesur, bahadır. * Fars mitolojisinde Rüstem'in yendiği kişi. * İş buyuran, hüküm sâhibi.

KAHRAMANAN (Kahraman. C.) f. Kahramanlar. Cesur kimseler, yiğitler.

KAHRAMANANE f. Kahramanca, yiğitçe, cesurane.

KAHRAMANÎ f. Yiğitlik, kahramanlık, cesurluk.

KAHREBAN Kehribar.

KAHRENÎ Kahr ile, zorla. Ezerek, cebren.

KAHT Kıtlık. Kuraklık. Kuraklıktan dolayı mahsulün yetişmemesi.

KAHT-I RECUL (Kaht-ı rical) Adam kıtlığı. Değerli devlet ve siyaset adamlarının yokluğu.

KAHT Ü GALÂ Yokluk. Kıtlık. Fakirlik. * Pahalılık.

KAHUS Uzun boylu erkek.

KAHVALTI t. Sabah ve ikindi vakitleri yenilen hafif yemek.

KAHVE şarap. * Hâlis süt. * Kahve. * Güzel koku. * Bolluk, bereket. * Kahvehane.

KÂHYA Büyük konaklarda ev işlerini idare eden kimselerle san'at ve ticaret sahiplerinin işlerine bakmak üzere hükümet tarafından seçilen kimselere eskiden verilen addır.

KAHZ (Ok atmak. * Sıçramak. * Yarmak.

KAHZ (KIHZ) İbrişim karışıklı beyaz bez.

KAIF Yeri kazıp götüren, toprağı sürükleyen yağmur.

KAILE (C.: Kavâil) Dağ başı.

KAİB (C.: Kevâib) Tomurcuk memeli kız.

KAİBE Hüzün ve gamdan perişan olmak.

KAİD (A, uzun okunur) Süren. Sevkeden. * Koyunların önünden giden ve "Küsem" denilen koyun. * Yedeğine alıp çeken. Çavuş. Serasker, kumandan. * Sıradağ. * Geniş ark.

KAİD (Kuud. dan) Oturan, oturucu, oturmuş.

KAÎD (C.: Kavayid) Çekirge. * Ulu, yüce kişi.

KAİDAN (Kaid. C.) Kumandanlar, komutanlar, seraskerler.

KAİDE Esas. Temel. Düstur. Nizam. Yol. Ayaklık. * Dip taraf. * Bir şeyin meydana gelmesine şart ve düstur olan husus. * Bir ilim ve fennin düsturlarından her biri. * Fık: Hayızdan ve çocuktan kesilmiş kadın.

KAİDE-İ KÜLLİYE Açık ve sarih olan kaide ve hüküm. Herşey hakkında tatbik edilebilen, umumi kaide.

KAİDE-İ RABT Bağlama kaidesi, bağlama cümlesi.

KAİDEN Oturarak, oturduğu hâlde.

KAİDEŞİKEN f. Kaide ve usullere uymayarak. Kuralları çiğniyerek.

KAİDEŞİKENÂNE f. Usul ve kaideye riayet etmeyerek, kuralları çiğneyerek, kaideyi bozarak.

KAİDETEN Kaide ve hükümlere göre. Kurala uygun olarak.

KAİDEVÎ Kaide ve kural ile alâkalı. * Mat: Tabana ait.

KAİD-ÜL CEBEL Dağın çıkıntısı, burnu.

KAİD-ÜL CEYŞ Orduyu, askeri idare ve sevkeden. Kumandan. Serasker.

KAİL Söyleyen. Anlatan. Nakleden. Söz sahibi. İnanmış. * Boyun eğmiş. Rıza göstermiş, razı olmuş.

KAİM Ayakta duran. Mevcut. Baki. * Vaktini ibadetle geçiren.

KAİME Uzun bir kâğıda yazılan ferman. * Kitap yaprağı. * Kâğıt para.

KAİMEN Ayakta durarak. Yıkılmamış. * Canlı olarak.

KAİM-MAKAM Birinin yerine geçen. Kaymakam. Bir kazayı (İlçe) idâre eden memur. Osmanlılarda, binbaşı ile miralay arasındaki askeri rütbe. Yarbay.

KÂİN Olan. Var olan. Bulunan. Mevcut.

KÂİNAT Var edilen şeylerin hepsi. Yaratılanlar. Mevcudat. Âlemler.

KÂİNAT-I NÂİME Uyuyan kâinat.

KÂİNAT-EFRUZ f. Kâinatı süsleyen, cihanı donatan.

KAÎR Daha derin, çok derin.

KAÎS Çok yağmur.

KÂJ f. Eğri, bükülmüş. * Şaşı.

KAK Uzun, tavil. * Alaca karga.

KA'K Kuru ekmek. Peksimet.

KA'KA Kuru, yâbis. Meşakkatli yol. * Yemame'den Kûfe'ye giden geniş yol.

KA'KA' Korkak, zayıf kişi.

KA'KAA Silâh çatırtısı. Kılınç veya süngü gibi silâhların birbirine çarpmasından çıkan ses.

KA'KEA Men'etmek, engel olmak. * Hapsetmek.

KAKUM Kürkü makbul bir cins kedi.

KAKUNC Kanbel otu. (İt üzümünün bir nevidir.)

KAKUZE (C.: Kavâkiz) Boş maşrapa.

KAKÜL (Kâgül) f. Alnın üzerine sarkıtılan kısa kesilmiş saç.

KAL' Bir şeyi kökünden çekip koparmak. * Kendisinden iyi kalay çıkan maden. * Azletmek. Bir tarafa ayırmak.(... İşte bak: şu cezire-i vasiada vahşi ve âdetlerine mutaassıb ve inadcı muhtelif akvamı ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-yi vahşiyanelerini def'aten kal' u ref' ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medeni ümeme üstad eyledi... M.N.)

KAL'-İ EŞCAR Ağaçların sökülmesi.

KAL (A, uzun okunur) Söz.

KÂLA f. Kumaş. * Ev eşyası, giyim eşyası. * Sermaye, anamal.

KAL'A Kale. Eskiden yapılan büyük merkezlerin ve şehirlerin bulunduğu etrafı duvarlarla çevrili ve düşmanın hücumundan muhafaza edilen yüksek yerlerde inşa edilmiş yapı. * Çobanın çantası. * Hurma ağacının dibinden kesilen taze fidan.

KAL'A-BEND f. Bir kale içinde yaşamağa mahkûm olmuş olan. Kal'aya bağlanmış.

KAL'A-DÂR f. Kale koruyucusu, kal'a muhafızı. Dizdar.

KALA Buğz, adâvet.

KALAFAT Geminin tahtalarının aralıklarını üstüpü vs. ile doldurup üzerine zift sürme işi. * Sahte süs, düzen.

KALAFAT Vaktiyle Yeniçeri Ağasının giydiği kırmızı bir başlık.

KAL'A-GİR f. Kale tutan.

KALAH Diş sarılığı. * Sarık uzunluğu.

KALAİD (Kılâde. C.) Gerdanlıklar. * Akarsular.

KALAİL (Kalil. C.) Az şeyler, kaliller.

KALAK Can sıkıntısı. Gönül darlığı. Kararsızlık. * Zahmet. Meşakkat.

KAL'A-KÜŞA f. Kale zapteden.

KALALİB (Kullâb. C.) Çengeller, kancalar. Uçları eğri olup bir şeyler asmağa yarayan demirler.

KALÂNİS Takkeler, külâhlar.

KALÂNİSÎ Takkeci.

KAL'A-NİŞİN f. Kalede oturan.

KALANSUVE (KULENSİYE) (C.: Kalânis-Kalânis-Kılâs) Takke, külâh, kavuk. (Bak: Kalensüve)

KALANTOR Zenginliğini göstermeye özenen kellifelli ve şişman adam.

KALAR f. Büyük sel yarıntısı.

KALAVRA Eskimiş meşin eşya veya yamalı ayakkabı.

KALAYE Kilise odası.

KALB Vücudun kan dolaşımı merkezi. Yürek. * Gönül. * Herşeyin ortası. * Bir halden diğer bir hale çevirme. Değiştirme. *İmanın mahalli. * Fuâd, sıkt-ül ilim, tâbut-ül ilim, beyt-ül hikmet, via-i ilim de denilir. (Dâima değiştiği ve hareket halinde olduğu için kalb ismi verilmiştir.) Bir şeyi geri döndürmek ve çevirmek. * Yüreğe vurmak veya dokunmak. Gönüle dokunmak. * Bir şeyin içini dışına ve dışını içine çevirmek. * Aks ve tahvil.(Ehl-i tahkik indinde; çam kozalağı şeklindeki cismanî et parçasına taalluk eden letaif-i Rabbaniyedir. Bütün kuvvetin mebdeidir. Dimağ ise; bütün hislerin mebdeidir.)(Kalb, imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sâni'i arayan ve isteyen ve Sâni'in vücudunu delâili ile ilân eden, kalb ile vicdandır. Zira kalb, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze mâruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik, emellerin tenmiyesi (nemâlandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramağa başlar. Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir. Demek, kalbin sem' ve basara hakk-ı takaddümü vardır.Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir latife-i Rabbaniyyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma'kes-i efkârı, dimağdır. Binaenaleyh, o latife-i Rabbaniyyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki; o latife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki bütün aktar-ı bedene mâ-ül hayatı neşreden o cism-i sanevberî bir makine-i hayattır; ve maddî hayat onun işlemesi ile kaimdir. Sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar. Kezalik o latife-i Rabbaniye a'mâl ve ahvâl ve mâneviyatın hey'et-i mecmuasını hakikî bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u imanın sönmesi ile mâhiyeti, meyyit-i gayr-i müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır. İ.İ.) (Bak: Hiss-i sâdis)

KALB-İ ÂHENİN Demir gibi metin ve sağlam olan kalb.

KALB-İ HABİDE Uyumuş kalb.

KALB-İ HARÂB Harab olmuş gönül.

KALB-İ MECRUH Yaralı kalb.

KALB-İ METRUK Terkedilmiş kalb, bırakılmış gönül.

KALB-İ MUNTAZAM Edb: Harfleri ters okunduğu zamanda da bir mâna çıkan kelimedir. Meselâ: "Reşat, taşer" gibi.

KALB-İ MUZTARİB Iztırab çeken kalb.

KALB-İ NÂ-ŞÂD Hüzünlü gönül, kederli kalb.

KALB-İ SELİM Temiz gönül.

KALBEN İçten, kalbden, yürekten, gönülden. Samimi olarak. Kendi kendine.

KALBGÂH f. Ordunun sağ ve sol kanadlarının ortası. Merkez bölümü. * Canevi.

KALBÎ İçten. Yürekten. Kalbe ait ve müteâllik. Samimiyetle. Riyâsızca.

KALBOLMA t. Başka hâle gelme. Değişme.

KÂLBÜD f. Kalıp, şekil. * Gövde, beden, insan veya hayvan cesedi.

KALBZEN f. Kalpazan. Sahte para basan. * Yalancı.

KALD Gümüş bilezik.

KALE (A, uzun okunur) Dedi. O söyledi.

KALE (Bak: Kal'a)

KALE f. Kumaş. * Ham kavun, kelek.

KALE Söz söylemek.

KALEB Dudak dışarıya sarkmak.

KALEB (C.: Kavâlib) Kalıp.

KALEBE Hastalık. İllet.

KALEHZEM Yeyni, hafif. * Suyu çok olan büyük deniz.

KALE-KÎLE Dedi-denildi şeklindeki nakiller.

KALEM (C.: Aklâm) Kamış. Yazı için ucu inceltilen bir nevi ince ve sert kamış. * Yazı yazmak için kullanılan her türlü âlet. * İfâde. Üslub. * Mâden, taş ve tahta üzerinde oymak için ucu sivri çelik âlet. * İnce boya, fırçası. * Yazı enva'ı. * Resim. Nakış. * Resmi dâirelerde kâtiplerin çalıştıkları oda. * Ağacı aşılamak için kullanılan ucu kalem gibi yontulmuş ince çöp. * Çiçek ve sâir hastalıklara karşı kullanılan aşıyı hâvi ufak şişe. * Ok.

KALEM SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 68. suresinin ismidir. Mekkîdir.

KALEMDAN f. Kalem kutusu, kalemlik.

KALEMEN Yazı ile, kalem ile. * Sayıca, sayı bakımından.

KALEMGİR f. Yazı yazarken kalemin kâğıda takılmadan rahatlıkla kayması.

KALEMÎ (Kalemiyye) Kalemle alâkalı. Kalemle münâsebet ve alâkası olan.

KALEMİYYE Eskiden kalemlerde yazı karşılığı olarak alınan para.

KALEMKÂR f. Tülbent veya ince kumaş üzerine fırça ile şekiller yapan yazmacı. * Maden üzerine kazarak şekiller yapan kimse. * Duvar veya tavanlara süs yapan, nakkaş.

KALEMKÂRÎ f. Resimcilik, ince nakkaşlık. * İnce nakkaşın elinden çıkmış.

KALEMKEŞ f. Yazan, yazıcı, yazar, müellif. * Çizen. * Yazıda silinti yapan.

KALEMREV f. Bir hükümdar veya hükümetin hükmünün geçtiği yer.

KALEMZEDE f. Yazılmış, kaleme alınmış.

KALEMZEN f. Yazan, yazıcı, kâtib.

KALEN (A, uzun okunur) Söylemek suretiyle. Söyleyerek.

KALENDER f. Dünyayı terkederek elini çekip Allah yolunda giden kimse. * Dünyâdan elini çekip herşeyi hoş gören kimse. * Dünya alâkalarından uzak, alâyişe aldanmaz hakikat adamı. Filozof.

KALENDERÂNE f. Kalenderce. Kalender olan bir kimseye yakışır surette.

KALENDERÎ f. Feylesofluk; kalenderlik; dervişlik; serserilik. * Edb: Halk edebiyatı tâbirlerindendir. Halk şâirleri "mef'ulü, mefaîlü, mefaîlü, feûlün" vezninde tanzim ettikleri gazele bu adı verirler.

KALENSÜVE Üzerine sarık sarılarak başa giyilen külâh. * Mantarın başlığı, tablası.

KALES Kusuntu.

KALET (C.: Kılât) Helâk olmak. * Dağlarda, içinde su biriken çukur. * Göz çukuru. * Baş parmağın dibinde olan çukur.

KALFA Sarayla konaklardaki cariyeler hakkında kullanılan bir tâbir idi. Konaklarda bu tâbir, daha çok bunların eskileri ve yaşlıları hakında kullanılırdı. Gençlerine "kız" denilir ve adlarıyla çağrılırlardı. * Eski tarz mekteblerde öğretmen yardımcısı. * Bir san'atta usta ile çırak arasındaki işçi.

KALGAY Eskiden Kırım Hanlığı'nın veliahtlerine verilen ünvan.

KALH Eşek anırtısı. Aygır kişnemesi.

KALH Ferc.

KALHEBAN Uzun, tavil.

KALHEBE Beyaz bulut.

KALIB (Ka, uzun okunur) Hususi bir biçim, bir şekil alması istenen bazı şeylerin konmasına mahsus araç. (Buz kalıbı, çizme kalıbı gibi) * Hususi surette dökülmesi istenen şeylere mahsus zarf. * Beden, vücut, gövde. * Şekil ve suret nümunesi, örnek. * Bir kalıba dökülmüş veya kalıptan çıkmış şey.

KALİ' (Kal. dan) Kökten söküp atan. Kökünden çıkaran.

KALÎ Dedikoducu, gıybet eden, çekiştirici. * Söylemekle. Söylenmiş. Söz olarak. Söze dair ve müteallik.

KALİ f. Halı.

KÂLÎ Veresiye satmak.

KALÎB Kuyu, çok eski zamandan kalmış kuyu.

KÂLİB (KELİB) İt tutan kimse. Köpeğe av tâlim ettiren kimse.

KALİÇE f. Küçük halı.

KALÎF Hurma kabuğu.

KALİF Sünnet olmamış kimse.

KALİFİYE Fr. Yetişmiş usta, işçi vs.

KÂLİH Katı, şiddetli, şedid.

KALİL Az. * Bodur kimse.

KALİL-ÜL BİDÂA Sermayesi az.

KALİLEN Az olarak.

KALİTA ing. Eskiden kalyon cinsinden yük gemisi.

KALİTE Fr. Vasıf.

KALİYYE Tava kebabı. * Kavrulmuş.

KALİZEM Kuyu. * Suyu çok olan deniz.

KALKADİS Siyah boya.

KALKAL Deprenmiş, hareket etmiş.

KALKALE Bir şeyi titretmek. * Tecvidde: Okurken harflerin üzerinde birden durarak harfi, mahrecinden çıkar çıkmaz kesmek suretiyle bu harfleri tekrar okumak. Kalkale ile okunan harfler şunlardır: Kaf, tı, ba, cim, dal. (Hakk kelimesinde okunduğu gibi)

KALLA' Beylere koğuculuk yapan yalancı. * Halk içinde tanınmak için kendine bir alâmet yapan kimse.

KALLAB (Kalb. den) Düzenbaz, hilekâr. * Kalpazan. Sahte para basan kimse.

KALLAS Takke dikici, takke diken.

KALLAŞ Kalleş. Hileci, dönek.

KALLAVÎ Vaktiyle vezirlerin giydikleri bir cins kavuk.

KALLE Az olmak.

KALLEYS San'a şehrinde bir kilise.

KALLİ t. Sözlü. Dil ile.

KALLİDNÂ Boynumuza geçir, tak (manâsındadır).

KALM Kesmek.

KALMES Ulu kişi, seyyid.

KALORİ Lat. Bir kilogram suyu bir derece ısıtmak için lâzım olan ısı miktarı. * Gıdaların vücuda yarayışlı olması ve hararet vermesi bakımından değeri.

KALP t. Hileli. Sahte. Taklit. * Yalandan cesaret satan korkak adam. * Yalancı. Kendisine güvenilmez olan.

KALTABAN f. Namussuz. Pezevenk.

KALÛ (A, uzun okunur) Dediler. Onlar söylediler (meâlinde fiil).

KALÛ BELÂ Cenab-ı Hak ruhları yaratıp, onlara Rabbiniz değil miyim, meâlinde: "Elestü Bi-Rabbiküm" buyurduğunda, ruhlar: "Evet Rabbimizsin" meâlindeki Kalu Belâ diye cevap verdiklerini bildiren Kur'andaki bir tâbirdir. (Bak: Bezm-i elest)

KÂLUC f. Küçük parmak. * Güvercin kuşu.

KAL U KÎL "Dedi denildi" şeklindeki nakiller.

KÂLUS f. Ahmak, ebleh, akılsız.

KALUS (C.: Kulus-Kalâyıs) Ayakları uzun genç deve. * Yüksek. * Murdarlıklar akan çay. Kirli ırmak.

KÂLUSANE f. Akılsızcasına, ahmakçasına.

KALUŞE f. Çömlek. * Tencere.

KALY Et ve buğday kavurmak. * Buğz, adavet, düşmanlık.

KALYAN f. Nargile.

KALYON Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan yelkenli ve kürekli harp gemilerinden biri.

KÂM f. İstek. Arzu. Maksad. Murad. Dilek. Lezzet. * Ağzın üstü. Damak. * Koyun, sığır ağılı. * Ağaç kilit.

KÂM U NÂKÂM Elbette, ister istemez.

KAM' Kahretmek. Zelil etmek. * Zabtetmek. Ezmek. Kırmak. * Hasta etmek. * Başına vurmak. * Bir sese kulak verip dinlemek. * Ağzı dar olan bir şeyin içine huni ile akıcı maddeyi koymak. * Huni.


Yüklə 11,57 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   86   87   88   89   90   91   92   93   ...   181




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin