Gerçi bizim bu önerimize Keçeli Baba yanaşmaz. Siz de Serçeşme hediye cd.sindeki cemde Ali Sümer Baba’yla ne kadar uyumlu göründüğünüzü referans yapabilirsiniz. Gerçi şunları size rağmen derginizde yazan Keçeli “Esat ve benzerleri Alevilik/Bektaşilik yapmıyorlar. Onlar yeni bir din yaratıyorlar. (…) din yaratmak isteyen birçok dangalak veya sahtekar çıkmış (…) Esat kötü niyetli mi, iyi niyetli mi, bilmem. Ama aptal olduğuna [acep derviş anlamında mı kullanıyor?] (…) Tanrı huzurunda yeminle tanıklık ederim;” (Keçeli 2008, Tahtacılar Yazışma Grubu,) ikna olur mu, bilemeyiz. Kıvılcımlı Usta her yazısında boşuna “parti kurmak çadır [eski kasaba panayır çadırları] kurmaya benzemez,” demiyordu.
Korkmaz’ın toplantıda okunan yazısının başlığı bayağı manidar geldi bize: “Örgütsel Yeniden Yapılanma”. Birazcık da yazıdan bahsedelim. Çünkü onca dedikoduyu yazımıza doldurunca seviyemiz konusunda ikircikli bir durum kendiliğinden ortaya çıktı. Dedikoduları büyük meselelerle uğraşan büyüklerimizin ne kadar “kırçıl ve hırçın” olduklarını göstermek için yazdık. Geçici düşkünlüğümüze hafifletici neden, “dedikoduların yayınlanmış” olmasıydı. Yoksa işittiklerimizi … de mi yazdık?
Korkmaz yeni alevi örgütlenmesinin gerekçesini şöyle açılıyordu: “Yol örgütlenmesi bağlamında, gerçek yaşamın gereksinimlerini karşılamaya yönelik olan ve yüz-yüze ilişkilere, doğrudan demokrasiye dayanan topluluk örgütlenmeleri, yani gelenek örgütlenmeleri ya kan-soy, ya yer ya da inanç bağı toplulukları olarak yapılanır. Ancak (…) topluluk örgütlenmelerinin varlık nedeni olan yüz-yüze ilişkiler, kan-soy bağları ve inanç dayanışması önemli ölçüde çözüldü ya da örselendi. (…) Yol örgütlenmesini tümüyle anlamsız mı bulacağız? Ya da çağdaş toplum örgütlenmesine gitmekten vaz mı geçeceğiz? (…) her iki örgütlenme tipini birlikte yaratacağız ya da canlandıracağız.” (Korkmaz 2011:-toplantı bildirisi- 1, 2.) Bu o kadar da basit anlaşılacak bir şey miydi? Alevilikten “yüz yüze ilişkileri, doğrudan demokrasiyi, kandaşlığı, inanç dayanışmasını,” ve Korkmaz’ın saymadığı özellikleri kaldırınca geriye “uyduk imama” müslümanlığı kalmaz mıydı? “Her ikisini birlikte” nasıl yaratacaktınız? Yay’la mı? Pek de “muasır” değil bizce. Hem antikancı görünüp kanbağını merkeze alıyor, hem de doğrudan demokrasiyi “dergah sıkı merkezi”ne feda ediyorsunuz. Bu da bir örgütlenme; ihtiyaçların, hayatın meselelerinin yönlendirdiği bir örgütlenme değil, vakfıyla, aydın danışma kuruluyla, tek başkanıyla ve Anglosakson gelenekleriyle bir postmodern kurum olur. Ne diyelim, gizli niyetlerini “canlar” edebiyatında arayanlar buyursunlar. Hem bayağı bir sabırla belki tutar beklentisiyle el el, ülke ülke yedi yıl dolaşmak kolay değildi.
Korkmaz’ın dilinin altındaki bakla ıslanmadan düşüyor.
“ ‘yeniden yapılanma’, bir inanç örgütlenmesi olmamalıdır, bir Yol örgütlenmesi olmalıdır. Bu gerçeği atlarsak, düşünen insanları, yani aydınları ‘Yeniden Yapılanmanın’ dışına atmış oluruz;” diyor. İyi de üstaz, biz sizi “proletaryanın öncü aydınları” partisi değil, Alevi inancının yani yolumuzun örgütlenmesi peşinde sanıyorduk. “Aydınlar [Keçeli, Engin, Savaşçı, H. H. Ulusoy, İpek, Dönmez, Savaş, Sezgin… mi?] örgütlerimizde yönetim kurulu kararlarına göre çalışan memurlar olmaktan çıkarılmalıdır. (…)” (Agb. s.3.) Netsek neylesek postnişin postu arkasına birkaç post daha mı eklesek zahit! Müsaade ederseniz bunu bir tartışalım.
“Örgütsel Yeniden Yapılanma bağlamında gelenek örgütlenmesi, Hace Bektaş Veli Dergahı önderliğinde yaşama geçirilmelidir; tüm gelenek örgütleri, Hace Bektaş Dergahı’na bağlanmalıdır. [Efendi?] Ötesinde demokratik kitle örgütlerinin çatısı altında Yol görevlerinin yerine getirilmesi için oluşturulan ve ‘komisyon’ başlığı altında toplanan çalışma grupları da Dergah merkezli yapıya bağlanmalıdır.” (Agb. s. 3.) Korkmaz korkmadan ekleyebilirsin, DİB de buraya bağlansın öylece yurtta örgütsüz hane kalmasın!
Tekrardan medet umup acaba “başkası” tekrar ederken yeni bir neng eder mi diye sabrımıza zulüm ettik. Baktık ki yeni denilen “eski Bolşevik örgütlenmesi” kadar merkeziyetçi, altüstlü, kulüsçüydü. Bari bırakın da Alevilik aydınlarının sınıfsal kökenlerini tartışma lüksümüzü bir dem yaşayalım.
Yörükoğlu da oradaydı. “Ölüm adın kalleş olsun.” (Gökçe 1973: 17) A. Koçak’ın çıkardığı Sacayak dergisi özel sayısında birinci sayfası “Hacı Bektaş Veli Dergahı Postnişini Veliyettin Hürrem Ulusoy Efendi”nin “Zor Süreç”ine, arka sayfa “Derlenişin Tek Yolu: Dergah ve Çelebiler”le Yörükoğlu’na ayrılmıştı. Yazı “Okunacak En Büyük Kitap …”ın 1995 baskısının 443-451. sayfalarının “günün anlam ve manasına atfen” özetlenmiş haliydi.
Kim kaldı? Federasyon ve konfederasyondan bazı zatlar da oradaydı. “ Dernekler, bu birlik yolunda yalnız yardımcı bir hizmet görebilirler. Bu hizmet ise yörelerinde cemevi kurulmasına öncülük etmektir. [Dernek Liderleri! Yeni mimar, mühendis üyeler kaydetmek için ileri!] Özellikle büyük kentlerde kurulan cemevlerinin farklı ocaklardan Alevilerin bir araya gelmesine uygun olmasını sağlamaktır. (…) ikinci temel, kendilerine karşı devlet eliyle uygulanan ayrımcılığa ve baskılara karşı direniştir. Tarihte bu işlevi dergah üstlenmiştir, ama bu görev ağırlıkla derneklere düşmektedir; [proletaryanın stratejik mevzilenmesinin gereği olarak?] ” (Esen Uslu, Serçeşme 17, Aralık 2005;) şeklindeki görevlendirmeyi kabul etmiş olmalıydılar. Dergahın komutasında tarihten gelen direnişlerine devam edecekler; “inanç birliğinin zeminini döşeyebilecek tek merkez HBV. Dergahı’dır. (…) Ne dernekler, ne de vakıflar bu işi üstlenemez;” (agy.) vargısını hayata geçireceklerdi. İnanç birliği denilen neydi? Yoksa DİB, HBV. Ar. Mer. ve Keçeli’nin “Hz. Ali’yi katletmeye kalkışanlar sade bunlar değildir. O’na uluhuyet (Allahlık niteliği) izafe edenler ile Tanrı’nın Hz. Ali’de cisimleştiğini (tecessüm ettiğini) söyleyenler de Ali katilidir. (Alevilik-Bektaşiliği İslamdan kopartmaya çalışanların baş düşmanı Alidir derken, kimisinin Ali’siz Alevilik tasarladığını…)” (Keçeli, Serçeşme 44, s.22) cümlelerinde işaret buyurduğu bir inançta birlik mi? İnsanı gazanız mübarek olsun temannasını defalarca fısıldama arzusu sarıyor.
Galiba “dernekçiler” bu merkezi dergahçılığın kendilerini de kurtaracağını düşünmüş olmalılar. Çünkü çoğusunun 12 Haziran seçimi yenilgisinin şaşkınlığı yüzlerini henüz terk etmemiş gibiydi. Vakıfçılardan katılanlar kurulacak yeni vakfı duyunca ne hissettiler acaba? Yok yok; yeni oluşumun Osmanlının eski vakıfçılığı olduğu kesinlikle akıllarına gelmemiştir. Toplantı boyunca Azazil bize çalışıyordu.
Temsilin temsilinin sonundaki konakta yeni merkeze gelinirken toplantıya figüran olarak çağrılan dedelerden Hüseyin Kargınoğlu (Dede Kargın Ocağı /Alaca) dayanamayıp biraz söylendi. Salondan bir Ağuçenli de bağırarak konuşmaya bütün müdahillerine rağmen devam ederek olanların şaşkınlığını yaşadığını gösterdi. O kadar ayrıntıyla uğraşılmıştı ki bir Nusayri dedesi bile davet edilmişti. Ulusoylar kadınlı erkekli heyecanlı görünüyorlardı. “Eski günlerin şaşaasını bir daha yaşasak” der gibiydiler.
Bizim gazetenin –Sulucakarahöyük- kadrosu da ordaydı. Doğrusu görevlerini aksatmadan tarihe tanıklıklarını ifa ettiler. Acaba Momo’yu okumuşlar mıydı? İzleyebildiğimiz kadarıyla toplantı sonrası internette birkaç “halif” yazı göründü. Bir de olmuşluğundan kimsenin haberi olmayan bizim beyhude tartışmalar. Ne desek, Dergahçılar erdi muradına. Biz çıkalım kerevetine!
“Ben size bunları olup bitmiş gibi anlattım. Oysa gelecekte olacakmış gibi de anlatabilirdim. Benim için ikisi arasında büyük bir ayrım yok.” (Ende 2005: 222.)
AÇMALIK 1: BEKTAŞİ ÖRGÜTLENMESİ
Kavramı (Divitçioğlu 2011: 103 ve 2008: 83 –‘appendix’in karşılığı olarak-)’ten ödünç alıyoruz. Zeyl desek de olurdu. “Dergah postnişini” kavramı Aleviliği, Bektaşiliği bilmemekten ya da bile isteye bazı gerçekleri örtmeye hizmet ettirmek için kullanılıyor olmalı. Yazdığımız her cümleye tanık/alıntı göstermekten elbette rahatsızız. Konunun hassasiyetinden dolayı böyle davranıyoruz ve bunun hiç de sevimli olmadığını teslim ediyoruz. Tesellimiz mesnetsiz yazanların benzeri olmamak çabasındaki gayretimiz .
Osmanlı Bektaşi örgütlenmesi bir asitaneye bağlı dergahlar, hangahlar, zaviyelerden oluşuyordu. “Tam tarikatte pir, yani o tarikatin kurucusu (…) vardır. Hilafet silsilesi ona ulaşan halifeler, halifelerin irşada mezun ettiği şeyhler, şeyhlere intisap etmiş müridler mevcuddur. Tarikatin astane denilen pir makamı (Pirin yattığı tekke), hankaah denen büyük tekkeleri, makam bakımından ondan aşağı sayılan dergahları, yani toplantı ve zikir yerleri, konup göçenleri konuklamak üzere kurulmuş zaviyeleri (…) kendisine göre teşkilatı (…) vardır. Astane ve zaviye de dahil, tarikat ehlinin yerlerini, buralarda hizmet edenlerin geçimini sağlayan vakıfları mevcuttur; böylece tarikatler, adeta hükümet içinde, evkafın ayrı bir istihlak kolu olmuştur.” (Gölpınarlı 1997: 186, 187.)
Bektaşilikte Balım Sultan 2. Pir sayılıyor. Çünkü ikinciliğin doğrudan işaret ettiği birinci pirin bir kurucu değil, bir tarikat zincirini gösteriyor olmasıdır. Hacı Bektaş’ın “Bektaşilikle” ilgisinin saymaca olduğu Melikoff’tan Ocak’a onlarca araştırmacı tarafından ortaya konulmuştur.
Bir tarikat örgütlenmesinin mekanı olarak Hacı Bektaş Tekkesi, en azından 1730’lardan beri izleyebildiğimiz Osmanlı yazışmalarında “Hacı Bektaş Veli kaddes sırrahü’l aziz’in Hangah-ı Aliyesinde (…)” (1. Mahmud fermanı, 1730/1. akt. Ulusoy 1986) olduğu gibi hangah; “müşarünileyhin [Hacı Feyzullah] tarikatına mensup nazargah ve tekye ve hangah ve zaviyelerinin (…)”de olduğu gibi merkez adlandırılmadan alt birimler, bağlı birimler sayılmaktadır. Hacı Bektaş Veli’den halen asitanelerinde seccadenişin olan (…) (1. Abdülhamid fermanı 1784/5. akt. agy.)da olduğu gibi asitane; “halen asitanesinde seccanişin olan” (3. selim fermanı 1789.)da asitane geçmektedir. Zaten asitane olarak adlandırılması da gerekirdi. Çünkü merkez olarak ancak emsal bir yerin adıyla kıyaslanmalıydı. O yer de “Asitane-i Saadetime [=Saadetli –kutsal- mekanıma, 3. Mustafa yönetim ve konut yeri olarak bir mekanı tanımlıyor] ve Dergah-ı Âli ağası olan el- Hac Şahin Mehmed Paşa’da olduğu gibi dergah asitaneden aşağıdadır.
Elbette bazı yazışmalarda katipler bilerek “dergah” kelimesini kullanmış görünüyor. Bunu ince tahlile tabi tutmasak. Sadece gerekçelerden birinin ideolojik göründüğünü, asitane-i saadet’e tekyeyi eş tutmamak için ve onu ikincile eş kılmak için “dergah-ı âli” yazdılar.
Bu konuda Ulusoylar’dan fazla söz hakkı olması gereken kişi Noyan. Çünkü Ulusoylar Bektaşi vakıflarının mütevelliliği, seccadenişinliği, evladiyelik paylarıyla ilgiliyken, Babaganlar tarikatın örgüt mekanları ve o mekanlarda yaşayan çoğunluğu Balkanlardan gelen –hala Hacıbektaş’ta ne güzel ki yaşayan aileler var-dervişlerin örgütlenmesi, ibadeti, eğitimiyle ilgiliydiler. Noyan şöyle der:
Pir Evi dışında dört esaslı dergah (Astane-i Bektaşiyan) vardı ki bunlar, 1) SAS. Dergahı, 2) Kerbela dergahı, 3) Elmalı’da (…) Abdal Musa (…) 4) Mısırda (…) Kaygusuz Sultan. Bu dergahlar Halife Makamı idiler. Dergah (kapı yeri) anlamındadır. (…) Mürşid ve dervişlerin oturdukları, resmi [dikkaat! Çoğu siyasi, askeri konularda yapılan törenler olmalı!] ve dini törenlerin yapıldığı yapıdır. Büyük ve meşhur olanlarına “Astane”, “Hankah” denirdi. Türkçede tekke, daha ufak olanlarına köşe, bucak, açı anlamlarına (zaviye) denir.” (Noyan 1995: 55.)
Bu genel girişten sonra Yörükoğlu ve arkadaşlarının ne dediklerine bakalım.
Birinci itiraz: “Dergah bugün yok. Orası müze oldu, ama yeniden kurulmalı”. Dergah yoksa Postnişini nasıl oluyor? Müzenin postnişini olur mu? Demek ki sünni devletin orayı müze yapmasıyla Dergah ortadan kalkmıyor. Nasıl olur da bir Alevi böyle konuşabilir? (…) Orada bir insan yaşıyor, Postnişin Efendi, hepimizin saygısı üstüne ve çalışmalarını tüm olumsuz koşullara rağmen sürdürüyor.” (Yörükoğlu: 1995, Sacayak 2011, s. 4.)
Sahi bir Alevi nasıl böyle konuşabilir? Bir mekanın varlığıyla o mekanı kuran tarikatın yapısını ve onun işleyişini karıştırıyor. “Son Çelebi’nin adının da ‘Veli’ olması ilginç bir rastlantıdır.” (Ulusoy 1986: 104.) Galiba Yörükoğlu 1925’in Veliyeddin’ini okurken bugünkü Veliyeddin sanmış olmalı. Yörükoğlu’nu ayıplamıyoruz. Biz de Rum Selçukluları ve Çelebiler’i çalışırken ondan fazla zorlandığımıza iddiaya gireriz.
Son kez söyleyelim. O asitanede örgütlü olan Bektaşilik tarikatıydı. Evet, Çelebiler tarikatın vakıflarının mütevelliliği yanında 1502-1925 arasında en azından Osmanlı ve Cumhuriyet Türkiyesi Devleti nezdinde Sec… hadi postnişin diyelim, idiler. Biz Aleviler olarak, Boğazkale/Çorum Çelebi talipleri dahil Balıkesir Çetmilerinden, Tahtacılarına, Dersim Zaza Alevilerinden Malatya Balyan, Atma, Arguvan Alevilerine, Ankara Avşar Alevilerinden Sarıoğlan Yedibucak Alevilerine, Karakoçan Kürt Alevilerinden Varto Kürt Alevilerine, Çankırı, Çubuk, Beypazarı Alevilerine kadar pek de dar olmayan bir cografyada Aleviler tanıdık. Hiçbiri “postnişin” diye bir kavram bilmezlerdi. Dedenin postu elbette vardı. Dedenin döşeğiydi bu ve cemlerde –en azından Hıdır Abdal, Garip Musa ocaklı dedelerin yürüttükleri ibadetlerde- döşek açma, döşek kaldırma ritüeli/yordamı vardı. “Nişin” bir sünni tarikat teriminin eki olarak o toplulukların belki bildikleri, ama çağrışımı ve anlamı açısından hiç hazzetmedikleri bir kavramdı. İngilizcesi neyse sevimliydi belki de.
Aleviliğin o tekkeyle, o tekkedeki yapıyla manevi bağları hariç bir ilgisi yoktu. Tekkeyi ziyaret bir dinsel ibadet olarak elbette hep vardı. Çelebilere bağlı Alevi taliplerin durumları özeldi. Onlar dergaha değil Çelebiler’e bağlıydılar. Dergah kapatılınca Aleviler Çelebiler’in kaldıkları yapılara gelerek cemlerini, ziyaretlerini yaptılar. Yıllık hakullahlarını sundular. Hatta çocuklarını o kapıya “hizmete” bırakan talipler hiç de az değildi. Örnek mi, Aşık Dertli Divani. Bu kurumu Hacıbektaş Kasabası’nda bilmeyen bir kişi varsa beri gelsin. Bunun da Bektaşilikle bir ilişkisi yok.
Dergahtaki yapı en azından 1551 sonrası baş kim ya da hangi tarikattan olursa olsun bir Alevi yapısı değil, bir Bektaşi yapısıydı. Ve biliniyor ki Balım’dan sonraki çok yakın bir dönemde tekkede ikili bir yapı vardı.
“ Eskiden, H. B. dergahında, Alevilerin temsilcisi olarak dede ve Bektaşilerin temsilcisi olarak Çelebi, yan yana bulunurlardı: dede’nin silsilesinin Ali’ye, Çelebinin ise kutsal bir gebelikle, -çünkü Hacı Bektaş’ın döl çocukları yoktu-, Hacı Bektaş’a uzanması gerekmekteydi.” (Melikoff 2006: 55, 56.) Her ne kadar bu satırlar meseleyi iyice karıştırıyor olsa da, yani Bektaşilerin temsilcisi olarak Çelebi meselesi, Çelebiler’in bilinen nedenlerle orada yalnız kalmadıklarını bize gösteriyor.
Mesele Köprülü’nün de zihnini karıştırmıştı. “Köy Bektaşileri” kavramıyla karışıklığı aştığını düşünmüş olmalı. Evet, köylerden Çelebiler’e talip olanlar vardı. Ama bunlar Bektaşi değillerdi. Sadece Balım Sultan döneminde açılan çevre tekkelerinde bilerek mesele “birleştirildi.” Çünkü Alevilerin Bektaşileştirilerek Safevilerle olan bağları bir devlet siyasası olarak kırılmak isteniyordu.
Dergah kapandı. Bektaşilik mekanından oldu. Salih Niyazi Arnavutluk’a gittiğinde Türkiye Bektaşileri A. N. Baykal Dedebaba’nın önderliğinde evlerde ibadet edip örgütlenmelerini yeraltına –iyi ki de- çektiler. “Son Veli” de M. Kemal’in mebus adaylarına oy vermeyenleri Alevilikten atma tehditleri savura savura bir köşeye çekildi. Alevilik zaten yeraltından en azından 1240’lardan beri hiç çıkmadı. Bu yüzden 1925 yasakları Aleviliğin değil Bektaşiliğin yasaklanması üzerineydi. Aleviliği yasaklayacak bir erk çok istense de bulunamamıştı. Tıpkı 1826 yasaklamasının olduğu gibi. Ama bu olgulara rağmen “bu yasa yalnızca Alevilerin zararına kesmiş bir bıçaktır. 20 milyonluk bir toplumun örgütlenmesini darmadağın ediyor (…)” (Yörükoğlu 1995: 441.) İnsaf 1925’te Türkiye nüfusu? Ajitprop. gerçeğe yaslanırsa bir işe yarayabilir. Alevilik 1925’te zerre zarar görmedi. Şeyh’in isyanında Alevi Kürtlerin hükümet güçlerini desteklemek için verdikleri kayıplar ve bu tavıra karşı sünni Kürtlerin Alevi yerleşimlerine baskınla verdikleri zararlar hariç. (Fırat ve Dersimi: değişik yerler.) 1935, 1936, 1937, 1938 mi? Cumhuriyet’in Alevi yerleşimlerini “Medeniyete Açma” girişimiydi sadece. Resmi rakamlarla bu kırımlarda 50 bin Alevi acımasızca öldürülüp kalanlar yersizyurtsuzluğa kaydedilirken “alkışçılar” utansın. Acısı tabii ki hep Alevilere!
“Dergah yoksa” ne demek? Beyler uyanalım! Kıvılcımlı okumuşluğunuz da mı yok! “Uyarmak için uyanmalı. Uyanmak için uyarmalı [nur içinde yatsın! Rahmetli totologiadan hazzederdi,].” 1925’ten beri dergah yok. Dergahın Alevilikle zorlarsak sadece Çelebi talipleri bağıyla bir ilişkisi vardı. Bunu anlayınız lütfen. Ha, “postnişin nasıl oluyor”a gelirsek, bunun sonradan zuhur bir kurmaca olduğu o kadar açık ki! İnanmayan Keçeli Baba’ya sorsun –Korkmaz’la muhabbetleri vardır atışsalar da-, dergah var ve işliyor mu? Evet, müzenin postnişini var diyenler kim? Yanlış mı anlıyoruz? Gerçekten akla ziyan ve gülünç.
AÇMALIK 2: DEVLETİN TOPLUMLARINDA DİNİN İŞLEVİ VE MERKEZİ, ÇEVRESEL DİN ÖRGÜTLENMELERİ
Belki hiçbir kaynağa dayanmadan sezgisel bir bilgiyle Oytan ve Şapolyo Hacı Bektaş’tan sonra en azından Sulucakarahöyük’te kalan yapının yürütülmesinde posta onun soyundan olmayan kişileri getirerek önemli bir düşünce oluşturuyorlar. Önemli, çünkü bu konuda elimizdeki tek kaynak H. B. Vilayetnamesi’dir. Çok katmanlı ve yıllar geçtikçe eklemeler yapıldığından katmanların farklı zamansallığı da söz konusudur. Vilayetnamedeki ilk ardıl Habib Emirci olarak belirtilir. Bunu ciddiye almak bizce bir hayli anlamlıdır. Hem de metnin başka satırlarında “Hızır Lale’nin posta birinci olarak geçtiği”nin tekrar edilmesine rağmen. Bu olgu Türkmen dinsel, yönetimsel ve toplumsal geleneklerine ters düşüyor görünse de 13. yy.ın son çeyreğinde Rum’a yerleşmiş toplulukların boy örgütlenmelerini 900-1000 yılları arasındaki çekişmelerle çoktan geride bıraktıklarını ve yeni yapılarına yeni örgütlenmeler yaratarak “zamanın ruhuna” uyduklarını kestirebiliriz. Bundan dolayı da Hacı Bektaş sonrası toplulukların 13. yy.daki Selçuklu ve İlhanlı hatta Bizans devletlerinin çözülmeye girişiyle yeni durumlara yeni gelenekler oluşturarak ayakta kalmaya çalışmaları kadar sıklıkla görülen toplumsal bir işleyiş yoktur.
H. B. Vilayetnamesi’ndeki Rum erenleri, Horasan erenleri çekişmelerinin simgeselliğinden çıkıp 13. yy.ın son çeyreğinin bir geçiş döneminin sonu olduğunu unutmazsak Babalılar dinsel hareketi sonrası göçebe, yarı göçebe topluluklarda önderler olarak beylerle dedelerin toplulukları ortaklaşa yönlendirdiklerini, bunun da Hazarötesi Türkmen boybirlikleri yapısının kadim bir geleneği olduğunu hatırlayıp esasında bir gelenek değişmesi olmadığını öne sürebiliriz. Bu olguyu anlamak için önşart bugünün devletli yapısının dışında bir işleyişi ve yapılanmayı düşünebilmek ve kabul etmek gerekir. Devletle göçebe, yarı göçebe toplulukların ilişkisi toplum dairesine devletin küçük teğetsel dokunuşlarıdır. Bunlar kabaca vergi toplayıcılar, nüfusun çoğunluğunu oluşturan köylüler ve göçebelerden iş alamayan kadılar, subaşılar; timar, zeamet, has beyleri ve vakıf yöneticileriyle ilişkileri olan kesimlerle sınırlıdır.
Geçiş dönemi sonu vurgumuz yoktan var olan yapı ve işleyişleri değil, dağılan Bizans, Rum Selçukluları, İlhanlı devletlerinin şekillendirdiği toplumsal yapıların yeni coğrafyalarda –Ege, Marmara, Batı Akdeniz, Trakya, Balkanlar- yeni toplumsal örgütlenmelerle, değişik bir deyişle siyasal, ekonomik, ideolojik, dinsel örgütlenmelerle varlıklarını sürdürmelerinin kendiliğinden yollarını bulmalarıdır. Bilindiği gibi geçiş toplumları yeni durumlara ya yeni çözümler yaratarak ayakta kalırlar ya da Rum’da olduğu gibi eriyip giderler. Rum’un bilinen eski –en azından ortaçağ boyunca süren- tarihi onlarca uygarlığın yüzlerce etninin, halkın adlarının bile unutulmasının, ortadan kalkmasının tarihidir de.
Örgütlenme deyince, devletli yapılardan başka bir şey düşünmek istemeyen kişilerin inanmak istedikleri “dinsel önderlikle siyasal önderliğin toplumun, toplulukların her parçasında birliği” dogması en azından 1050-1300’lü yıllarda Rum’daki Türkmen topluluklarında yoktur. Her devletli yapı toplumu her alanda denetimi altında tutmak ister. Osmanlı devleti, ondan sonra kurulan Türkiye devleti din konusunda aynı anlayışı izlerler. Şeyhülislamlık diyanet işleri başkanlığına, onların dayandığı ekonomik birimleri idare etme örgütü olan evkaf vekaleti, vakıflar idaresine ad değiştirerek evrilmiştir. İki dönemde de örgütlenme anlayışı hatta kadro kökenleri açısından aynılık vardır. Günümüzde bu iki kurumun bankası, mali iştirakleri, vakıf içi vakıfları bulunmaktadır. İnanılmaz nicelikte sermaye bu iki kuruluşun denetimindedir. Devletin dinsel ideolojisi bu kurumlarda güncellenmekte, ilahiyat araştırmalarına, araştırma kadrolarına, Hanefiliğin toplumda örgütlenmesine, camilere, kuran kurslarına vb. doğrudan ve dolaylı mali kaynak aktarılmaktadır. Toplum içinde bu faaliyetler için oluşturulan dinsel ve aynı zamanda ideolojikpolitik, ekonomik derneklerin yapıya aktardıkları parasal tutarlar tahmin bile edilemez. Sadece Ankara’da o zamanın emniyet müdürlüğüne kayıtlı (2004) 3500’den fazla cami yaptırma ve kuran kursu açma, yaşatma vb. derneğinin bulunduğunu söylersek bu olgu yapının büyüklüğünü hayal etmemize yardımcı olabilir.
Anılan yıllarda Rumlu toplulukların yapı ve işleyişlerine ilişkin onlarca destanın verdiği bilgiler arzulanan “birliği” değil, ayrılığı gösteriyor. Dede Korkut Oğuznameleri’ndeki sayısız hikaye bunun canlı tanığıdır.
“Yarınki gün zeman dönüb ben ölüp sen kalıcak
Tacım tahtum sana vermeyeler deyü
Sonumu angdum33 agladum, ogul” dedi.
[Kazan Beg Oglu Uruz Oguznamesi’nde beyliğin soya değil hünerler sahipliğine bağlı oluşu…]
“A beg baba, devece böyümüş-sün,
köşekce aklun yok.
(…)
Hüneri ogul atadanmı görür ögrenir
Yohsa atalar oguldanmı ögrenür?” (Tezcan-Boeschoten 2001: 97.)
[Bu da “tacun tahtun” ne menemliğine hüccet: Bay Büre Beg oglı Bamsı Beyrek Oguznamesi]
“Han Kazan, nece aglamayayın bozlamayayın? Ogulda ortacum yok, kartaşda kaderüm yok. Allahu teala meni kargayubdur, begler. Tacum tahtum için aglaram. Bir gün ola düşem ölem, yerümde yurdumda kimse kalmaya” (age. s. 68)
[Aynı hikayede dinsel önderlerin işlerine –hatırlayabilececeğiniz gibi toplumun hayatı üretmesi, yaratmasında dedelerin yaratılana kutsallık katmaları işin önünde ve sonundaki karışmalarıyla sağlanırdı- ve topluluktaki konumuna hüccet:]
“Büre Beg, (…) Kalın Oguz beglerini çagırdı, konukladı. Dedem Korkut geldi, oglana ad kodı, eydür:
Sözüm dinle, Bay Büre Beg!
Allahu teala sanga bir ogul vermiş, tuta versün!
Agır sancak götürende müsülmanlar arghası olsun!
(…)
Allahu teala senin oglına aşut versün!
Kanlu kanlu sulardan geçer olsa geçüt versün!
(…)
Sen oglını ‘Ba[m]sam!’ deyü oghşarsın,
Adını ben dedüm, yaşını Allah versün!” (age. s. 71.)
KAYNAKLAR
Abdülbâki Gölpınarlı, Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatler, İnkılâp 1998.
-Vilayet-name, İnkılap Kitabevi 1958.
A. Celalettin Ulusoy, Hacı Bektaş Veli ve Alevi-Bektaşi Yolu, 1986.
Ahmed Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri, haz. T. Yazıcı 1973.
Ahmet Taşğın, Bisati Şeyh Safi Buyruğu, Bielefeld Alv. Klt. Der. 2003.
Ali Yaman, Alevi’likte Dedelik ve Ocaklar, Karacaahmet Slt. Der. 2004.
Anonim Osm. Kroniği, haz. N. Öztürk, TDAV 2000.
Aşıkpaşazade, Tevarih-i Al-i Osman, haz.N. Atsız; başka bir çalışma: haz. Kemal Yavuz.
Aşık Ali Paşa, Garibname, haz. Bedri Noyan, Ardıç 1998; haz. K. Yavuz, TDK 2000 [?]
Bedri Noyan, Bektaşîlik Alevîlik Nedir? Ant/Can 1995.
-SAS. Velayetnamesi, Ayyıldız?
-HBV. Manzum Vilayetnamesi, Can 1996.
Cemaleddin Çelebi, Müdafa, haz. N. Birdoğan, Berfin 2006.
Ebu’l Vefâ Menakıbnâmesi, haz. Dursun Gümüşoğlu Can 2006
Hacı Bektaş Veli Güneşte Zerresinden, Deryada Katresinden, haz. P. Ecevit, A. M. İrat, A. Yalçınkaya, dipnot 2010.
Dostları ilə paylaş: |