- Yanlış anlamayın. Titreyen dizlerim içimden gelen yoğun heyecandan, bu heyecanım ise parti önderligimizin talimatını okuduktan sonra Ebubekir yoldaşın sözünü ettiği Özgürlük inancımın şimdi daha da artmasından kaynaklanmaktadır.
Ruken'in heyecanına herkes gülmüştü o an için ama doğrusu, bizim durumumuz da onunkinden pek farklı değildi. Ebubekir:
- Seni anlıyorum, dedi.
Ruken, çok can alıcı konuşuyordu, titrek sesiyle dahi olsa:
-
Siz, dedi Ebubekir'e ve şöyle devam etti:
-
Bundan sonraki süreçten bahsettiniz. Siyasi çözümden ve devlet ile olan gizli görüşmelerden birkaç ayrıntıyı isimler vermeden dile getirdiniz. Ancak merak ettiğim bir sorum var. Siyasi kulvara mücadelemizi taşıdık diyelim. Peki bizler ne olacağız?
Ebubekir'in yanıtı gayet netti:
- Sizler mi? Arkadaşlar siz sanıyor musunuz ki, devlet bize bugün, "Buyrun gelin, ne istiyorsanız size vereyim" dese bile bizim mücadelemizi hemen bitireceğimizi... Bizim müzakere yapanlara güvenimiz yok ki! Güvenenleyiz. Çünkü neti
cede kazanını ne olsa da, onlar bizim düşmanımız olmuşlardır. Bu sebeple nihai hedefimiz gerçekleşene dek devlet yetkilileri ile belirli konularda anlarsak bile, kırsaldaki bütün arkadaşlarımızı indirmeyiz. Ve kesinlikle silah bırakmayız.
Devlet, bize her istediğimizi vereceğini söyledi ve biz de silah bıraktık farzedelim. Ya bu, bir komplonun çok yönlü senaryosu ise! O zaman imha oluruz. Bunun için elimizdeki güç daima korunacaktır. Amacımız ise caydırıcılıktır.
Ruken:
- Peki, bizi samimi olduklarına dair ikna ettiler diyelim, o zaman ne olacak?
Ebubekir:
- Sanırım başlangıçta polisiye bir güç olarak kabul edileceğiz. Ardından ne olur bilemiyorum. Belki bağımsızlık için halk referanduma götürülebilir.
Evet, bu ikili sohbetin aslında çok derin boyutları bulunmaktaydı. Fakat konuların çokluğu münasebetiyle olayların bu kısmını sınırlı tutmakta fayda olacaktır.
PKK, böyle bir süreci yaşıyordu işte! Bağımsızlık kesinleşmişti PKK için. Ve sıra militanlar nezdinde yapılan strateji tespitine gelmişti. Oysa ki bir gün sonrasını dahi göremiyor! ardı. Militanlar, geçtikleri zor günleri ve yıllan kurtarmanın hesabını yaparlarken yaşayacakları îleriki süreçten uzak kalmışlardı.
Bu gaflete sadece militanlar değil, üst düzey yöneticiler de düşmüşlerdi. Nitekim bunun ağır faturası hem PKK açısından, hem de sivil toplum açısından telafisi mümkün olunamayacak derecede derin yaralar açılmasına sebebiyet vermiştir.
KISIM ONİKİ
Yıl: 1993...
PKK, zafer sarhoşluğuna kapılmıştı. Dağlardan bağımsızlık sesleri yükseliyordu. Herkese göre; devletin çöküşü kaçınılmaz olmuştu. Geceleri dağların hakimi olan örgüt, artık gündüz vakti dahi intikaller ger çekle sürebiliyordu. Devlet, arazi hakimiyetini yitirmişti. Vurkaç eylemleri gerilerde bırakılmıştı; taktik, vur, geri çekil, çembere al, imha et olarak uygulanmaktaydı. Karakollar eskisi gibi taciz edilmiyor, kocaman gruplarla imha amaçlı baskınlar düzenleniyordu. Ve karakolundan iki adım uzaklaşan her askerin kellesi koltuğunda demekti. Zaten karakolların bile güvenliğinden endişe duyulur olmuştu.
Böyle bir zamanda, böyle bir güce karşı devletin izleyebileceği ne politik, ne de askeri bir stratejisi yoktu. Herkes elini bağlamış, ölen asker naaşına yas tutmaktan başka birşey yapamaz olmuştu.
Ta ki Türkiye'nin ilk kadın Başbakan'ı Tansu Çiller'in Türkiye'nin başına geçmesine değin...
Tansu Çiller, liderlik koltuğuna oturduğunda, Türkiye'deki siyasal yelpaze adeta sefilleri oynuyordu. Çiller, çiçeği burnunda bir lider olarak Türkiye'yi büyük bir yıkıntı içinde teslim aldığında oldukça çaresizdi. "Ne yapsam da alnımın akıyla bu milli davadan galip ayrılsam" diye düşünürcesine bir o yana, bir bu yana dönüyordu. Terörle uzun müddet mücadele etmek durumunda kalan ülkelerin liderleriyle fikir teatisinde bulunuyordu. Ve o, bana göre; Marks'ın teorisini hayata geçiren Lenin kadar pratiksel aktiviteyi sağlayacak bir liderdi. Özal, düşünmüş, hastalığın teşhisini koymuş, ancak uygulatıcı olacak kadar uzun süre yaşamamıştı. Veya Marks'ın, teorisini hayata geçirebileceği yer ve zaman uygunluğunu sapt ayam aması gibi, O da bu tür bir imkandan yoksun kalmıştı. Ancak tarihin akışı içerisinde türeyen kahramanların destansı olaylara imza koyduğu düşünüldüğünde, Türkiye'nin de böyle bir kahramanın beklentisine girmesi gayet doğaldı.
Özal'ın düşünüp teşhisini koyduğu hastalığın tedavisini, nitekim sıradan bir bayanmış gibi ortaya çıkan Tansu Çiller üstlenmişti.
Tansu Çiller, gün gelecek imkansız denileni başaracak, Türkiye'nin beklentisine girdiği büyük bir kahramanlığa soyunacaktı. Tarihe damgasını vuracaktı.
Çiller, Türkiye'deki olaylara ilişkin önce Özal'ın tavır takmışına benzer türden çözüm arayışları içerisine girdi. İlk başlarda aceleci bir tutum sergileyerek, İspanya'da ETA örgütüne karşı konulan teşhisi "Bask Modeli" olarak Türkiye'ye taşımak istedi. Tabii Türkiye'nin koşullan ile İspanya'nınki eşdeğer tutulamayacağından bu formül büyük bir tepkiyle karşılandı. Bu nedenle Çiller, ülkenin daha fazla teorik modellere tahammülünün kalmadığına birinci elden tanıklık ederek mücadelede değişimi ve kararlılığı ön plana aldı.
Bize göre ve esasen de herkese göre Tansu Çiller, san saçlı, duygusal, söyledikleri ancak lafta kalacak maceraperest, fakat güzel bir bayandı. Lakin O, ne bizim, ne de herkesin bildiği gibi çıkmadı. Henüz liderliğinin ısınma sürecinde PKK'ya karşı sert önlemler aldı. Özal'ın başlattığı koruculuk sistemini yaygınlaştırdı. Pişmanlık Yasası'na daha inandırıcı ve rağbet kazandırıcı hale soktu. Mitinglerde, PKK'ya karşı açık bir lisan kullanarak, o dönemlerde rastlanması pek mümkün olmayan büyük bir cesaret örneği gösterdi.
Tansu Çiller'in beklenmedik hamleleri PKK açısından kısa sürede ciddi rahatsızlıklara neden olmuştu. Öcalan, hemen harekete geçti. Çiller'in ortaya koyduğu kararlılık, militanları toz pembe hayal dünyasında çok gafil avlayabilirdi. Aradan fazla zaman geçmedi. 1994 yılı bahar ayında terörle mücadele yöntemi başarıyla uygulamaya sokuldu. Nitekim ilk kez Çiller'in kişisel gayretiyle devlet, girilmedik yer bırakmadı. PKK'nın kullandığı bölgelerin tamamında operasyonlar başlatıldı. Halkın kazanılmasına çalışıldı.
Terörle mücadele kararlılığının başlangıç safhasında Çiller:
"Ya bitecek, ya bitecek!", diyordu. PKK, bu sözlere oldukça öfkelenmişti. Apo'nun yönergeleri ile kırsaldaki tüm militanlar yeni bir strateji tespiti yapmak amacıyla ivedilikle belirli noktalarda toplatıldılar. Çiller dönemine kadar olan süre zarfı içerisinde kullanılan günlük içtima sloganlarına yenilikler getirdiler. O güne dek:
"An serkeftın, an mırın", (Ya başaracağız, ya öleceğiz anlamında kullanılmıştır) olarak kullanılan slogan;
- "An serkeftın, an serkeftın" şeklinde değiştirildi.
Bu sloganların değiştirilmesindeki amaç, Çiller'in ortaya attığı sloganı -ki biz buna psikolojik savaş cambazlığı deri z-boşa çıkartmak ve militanlarda örgütün Ölümsüz bir güç olduğu izlenimini oluşturmak içindi.
Çiller'in meydan okumaları ve PKK'nın karşı atağa geçmesi bir anda neredeyse Doğu'nun tüm bölgelerinde sıcak çatışmaların meydana gelmesine sebep olmuştu. Her yerden çatışma haberleri geliyordu. Üzücü de olsa gayri nizami savaşın ağır faturası olarak cenazeler peşpeşe kaldırılıyordu. Diyebilirim ki bombanın atılmadığı, kurşun vızıltısının duyulmadığı, topların çakılmadığı tek bir dağ dahi kalmamıştı.
Doğal olarak sürdürülen askeri operasyonlar sonucu çıkan sıcak çatışmalar acı bilançolara gebe kalsa da, ordunun savaş kabiliyetini de beraberinde arttırmıştı. Ayrıca arazi yapısı tanınmış ve dağılım-taktik anlayışı PKK'nın benimsediği ölçülerde, dozajı tespit edilmesi şartıyla, inisiyatif kullanımı pratiğe geçirilmişti.
Devletin, ekonomisini hiçe sayarak bütün gücüyle giriştiği mücadele esnasında, PKK da topyekün savaş ilan etmişti. Yıllar önce nasıl ki PKK, devletin boşluğunu yakaladığı andan itibaren taban bularak hükmeder duruma geldiyse, bu kez de devlet, PKK'ya ve uzanımlarına yüklenerek örgütün açık vermesini sağlamış ve bunu Çiller'in o doyumsuz azmi sayesinde değerlendirmesini bilerek, önemli ölçüde kazanımlar elde etmişti. Çıkan operasyonlar, gün be gün stratejik noktalara inşa edilen karakollar, hakim zirvelere üsler açmalar silahlandırılan köyler örgütün o engin dağlar diye tanımladığı araziyi daracık hale sokmuştu. Eskisi gibi girilen çatışmaların veya yapılan eylemlerin nihayetiyle gerçekleştirilen güçlü manevra kabiliyeti artık yapılamıyordu. Gündüz gözüyle intikal gerçekleştirmek bir yanadursun geceleri dahi intikal edilirken bütün stratejik noktalardan uzak kalınmış veya defalarca pusu olabilir endişesiyle kontrol edilir olmuştu, incecik patika yollar... Geceleri soğuktan donulsa dahi ateş yakılmıyordu; yasaklanmıştı. Gündüzleri bile yakılan ateş duman etmesin diye yakınında mutlak bir nöbetçi bulunduruluyordu.
Evet, nerelerden nerelere varılmıştı!
PKK'nın içine düştüğü bu vaziyetlerle ilgili, bakınız Öcalan, bir talimatında nasıl bir tespitte bulunuyordu:
"Yaşanan süreç dengeleri öylesine bozdu ki, artık bizzat yönettiğim mücadelemizi ve gerillayı tanıyamaz oldum. Sanki o pısırık Türk askerinin yerini aldınız! Onlar gerilla oldu, siz ise birer avare çete gruplarını andırır oldunuz."
Öcalan'ın bu tespiti, PKK'nın sonun başlangıcına girdiğini teyit ediyordu.
Devlet, bölünmenin eşiğinden dönmüştü. Hem de tarihin akışını aleyhte iken lehe çeviren bir bayan sayesinde..
Çiller, ülkenin kurtarıcısı olmuştu. Çıkardığı yasalar ve uyguladığı yöntemler sonucu, sadece Mehmetçik'in akan kanına değil, dağlarda ütopyanın esareti durumuna düşmüş tüm gençliğin ızdıraplı yaşantısına da kendisini adamıştı.
Fakat tarih yine tekerrür etti...
Geçmişte yaşanılanlar gibi Çiller de kıskançlığın pençesine düştü. İhanetçi olarak dahi anıldığı zamanlar oldu. Ama onu unutmak da, yok saymak da PKK ile mücadelede oluşan tarihsel realiteyi değiştiremezdi ve eminim ki değiştiremeyecekti de.
KISIM ONÜÇ
PKK'nın, çıkışı ve akabinde izlediği stratejisi esasen devletinkiyle eşdeğer nitelik taşımaktaydı. İşkenceci devlet, sömürgeci devlet, şovenist devlet, istirmarcı devlet gibi tehlikeli anlayışlardı PKK'yı doğuran nedenler. Yani PKK, kendiliğinden çıkan Apo'nun destansı bir eseri değildi. PKK’nın kurulması sürecinde de, dağlara militan akışının sağlanmasında da en büyük hatalı devlet idi. Çünkü devlet, hiçbir zaman devlet olmanın gereğini yerine getiremedi. Vatandaşına şüpheli gözüyle baktı. "Devlet, vatandaşı için vardır", prensibini özü itibarı ile kabul etmedi. "Halk, devleti için var olmalıdır", sentezine kapılarak dayanaksız saplantılar içerisine girdi. Doğal olarak halkı için bir varlık gösteremeyen bir devletin güvenirliliğinden de söz etmek olanaksızdı. Nitekim sivil toplumun Önemli sesi, kendilerini düşünmeyen devlete içtenlikle devletim demedi; diyemedi. Arayışlar içerisine girdi. Kendisini düşünen ve kollayacak olan yeni bir oluşum arzu edilir oldu.
Bu noktada PKK'nın zamanlaması oldukça isabetli oldu. PKK, çelişkili beyinlere pürüzsüz bir gelecek vaatlerinde bulundu. Gerçekten de ilk başlarda sergilediği olumlu pratiğiyle de oldukça büyük bir sempati topladı.
Bu demek oluyordu ki, tüm olayları genel çerçevede değerlendirmemiz durumunda yaşanan her türlü acının sorumlusu PKK, PKK'nın varlığının sorumlusu ise, devletti. PKK, Apoizmin başarısının bir sonucu olarak değil, devletin içine düştüğü gaflet neticesinde dirilişe geçti. İsimler, sadece birer vesile olmuşlardı. PKK'yı sonun başlangıcına iteleyen kuvvet de devlet değildi.
Tansu Çiller'in gayreti şüphesiz fevkalade büyüktü.
Esasen PKK, kendi kendisini imha sürecine mahkum etmişti.
Sebep ve sonuç ilişkisi mücadele eden güçler tarafından irdelense de, irdelenmese de büyük ehemmiyet arz etmekteydi. Zaten günümüze değin idame ettirilen olayların çıkış noktası da buydu! Dikkat kesilirse PKK'nın varlık göstermesin-deki başlıca sebeplerden biri olarak istismarcılığı, şovenizmi, işkenceciliği, sömürücülüğü vs. örnek olarak işlemiştim. Bunlar, devletin içine düştüğü hatalar zinciriydi.
Ya PKK...?
PKK da yürüttüğü mücadelesinde aynı hatalara gücünün en zirvesinde bulunduğu yıllarda düştü. Halktan güç kazandığını unuttu! Kürt halkını aşağılayıcı davranışlar içerisine girdi. Halkın inancı ve değer yargılan ölçüsünde değil, kendi belirlediği kendiliğindene! pratiksel faaliyetleri benimsedi. Apo, gerilim filmlerine konu olan 'Kurt Adam" tiplemesine büründü.
Oysa ki ben gençliğimi, onun inandığım hissettirdiği davaya kurban vermeye, gönüllü rıza göstermiştim.
Zaman zaman hümanist bir çizgiye giriyordu. Bazen de tam bir paranoyak katili andırıyordu.
PKK saflarında sergilenen pratiksel faaliyetlerin çarpıklığı ise, sempatizan çevresinde dahi, hayret uyandırmaktaydı. Ve kimse Örgütün durumundan olumlu yönde etkilenmiyordu.
Esasen PKK, bu şekli ile halkçı olmadığını ortaya seriyordu. Bu, PKK'nın tarihindeki en büyük yanılgısıydı.
Sebep de, sonuç da aynı realite üzerinde birleşmişti. Bu realite, "halk gücü"nden başka birşey değildi.
Halk, herşeydi!
KISIM ONDÖRT
Yeni bin yıla adım atmış günümüz Türkiyesi'nde henüz kendisini tanımlayabilecek objektif ve üretken liderlerden yoksun kalınılması, Türk reel politiği açısından trajik bir vak'a olarak nitelendirilebilir. AB (Avrupa Birliği)'ne aday olunması da -ki hilalin yerine "haç" benimsenmedikçe ve bölünmüşlük kabul edilmedikçe bu mümkün olmayacaktır- bu gerçeği örtbas etmeye yetmeyecektir. Zaten kendisini tanımlayabilen bir devlet yapısı oluşturulabilseydi, AB'nin uzun vadedeki hesaplarını da anlamak mümkün olacaktı. Maalesef acıdır ki, AB'ye üyelik kazanamayan "aday" ülke Türkiye, jeo-politik ve jeo-stratejik konumu itibari ile dıştaki hesapların ve hazırlanan tezgahların farkında dahi olmamıştır. AB'ye adaylıktan üyeliğe doğru gidilen yolda -ki bunu reel politiği açısından ancak ütopya olarak değerlendirebilirim-olayların getirişi ancak hayallerde ümit verici olurken, götü-rüleri ise baştan itibaren somuta indirgenmiştir. Ütopya olarak nitelendirdiğim üyelik ise, manda yöntemi ile idare edilecek bir Türkiye için ancak mümkün olabilecektir. Kâh zaten yaşanan gelişmelerde, Türkiye'nin dış işlerinde izlediği politik stratejiye bakıldığında, oldukça acemice davranışlara rastgelinecektir. Bunun nedenlerini teşkil eden kendiliğindencilik ve gaflettir. PKK ile girilen silahlı ve psikolojik mücadelelerde de aynı hatalara düşülmüştür. Sürekli teröristler, caniler, Ermeni uşakları, ne idüğü belirsiz çapulcular gibi aynı temaları başlangıcından beri işlemekten kaçınmamıştır. Tabii bu tür mücadelelerde, yani iç çatışmalar esnasında psikolojik harp en önemli malzeme olduğundan, bu tür kötüleyici propagandalara başvurmak ve kitlelere kanalize yolu ile bunları enjekte ederek rağbet görür hale getirmek doğal karşılanmalıdır. Fakat hep karşı gücü işlemek, hatalatı ona maletmek de sorunların çözümü için yeterli olamayacaktır. Aksine böylesi yaklaşım tarzının olayları daha bir çıkmaz hale sürükleyeceği kaçınılmaz bir durum olacaktır.
Devleti PKK'dan ayırdeden başlıca özelliklerden biri de tarifini yapmış olduğum özeleştiri mekanizmalarının işlevselliğidir. Karşılıklı olarak adı konmamış bir savaşın yürütücüsü olan iki kuvvetin içişleyişlerine bakıldığında teoride olduğu üzere, uygulamada da farklılıklar bariz şekillerde gözlemlenecektir. Yapıcılığı itibarı ile PKK'nın, 1993 yılı sonuna kadar izlediği savaş yaklaşım tarzı konusunda devlete nazaran daha mantıklı hareket ettiği aleniyet kazanmıştır.
Devlet, kendi sistemini hiç sorgulayamamıştır. Veya işine böylesi gelmiştir. Hataları ve işlenen suçlan hep başkalarına yüklemek gibi anlamsız bir tutum içerisine girmiştir. Buna ister ihmal deyin, ister ihanet...
1984 yılının 15 Ağustos'unda PKK'nın başladığı silahlı eylemler ile başgösteren devlet deyimiyle "terör", örgüt deyimiyle "Özgürlük davası'na medya mensubundan siyasetçisine, askerinden milliyetçi akım bireylerine kadar Türk toplumu, 1993 yılına değin hep yanlı açıdan bakmıştır. Dolayısıyla bu da, resmi çalışanları daha çok hataya sevk eder olmuştur. Devlet, milliyetçilik ruhunun duygusallığına kapılmıştır.
Binaenaleyh duygusallık, bir devlet için içine düşülebilecek en büyük gaflettir. Bu gaflet şüphesiz çözümsüzlüklere yol açacaktır. Çözümsüz kalan bir devletin yaptırım gücünden mahrum kalması da kaçınılmaz olacaktır.
Rusya, ekonomik kriz yaşasa da elinde bulundurduğu silahlarla daima süper ülkeler sıralamasında yerini korumuştur. Ancak genel görünüme bakıldığında Afgan ve Çeçen güçlerine karşı çeşitli tarihlerde başlatmış olduğu savaşlarda gözle görülür ezici üstünlük sağlayamamakla birlikte, elle tutulur tarihi taktire şayan zaferlerden de uzak kalmıştır.
Bunun nedeni Rus devletinin otokontrol düzenini oluşturamamış olmasıdır. Hatalar hep görmezden gelinmiştir. Milletçe de büyük bir vurdumduymazlık söz konusu olmuştur. Bunlar atılan her adımda Rusya açısından çözümsüzlüğe sebebiyet vermiştir.
Esasen de Rusya, süper kuvvetler statüsünde halen gösterilse de yaptırım gücünden yoksun kalmıştır. Zira, yaptırım gücü, bir ülkenin yeryüzünde kullanabileceği en büyük milli kozdur.
Avrupa Birliği için aday gösterilen Türkiye'nin Avrupa'daki ülkeler nezdindeki konumu da Rusya'nınkinden pek farklı değildir. Türkiye'nin konumundan faydalanmak arzusu ile, "aramıza alalım" sinyalini ve hatta tam üyelik için ilk adım olarak kabul edilen adaylığı dahi veren AB'nin, yaptırım gücünden yoksun bir ülke olarak Türkiye'yi kabul etmek istemesi de kap ah kapılar ardında tezgahlanan planların habercisidir.
Türkiye'nin içerisinde bulunduğu konuma bakıldığında zaten AB'ye bırakınız üye olmayı "aday" bile kabul edilmesi, eğer ki Avrupa'nın iyi niyeti sözkonusu olmuş olsa idi sürpriz olacaktı. Çünkü Türkiye, bırakınız Avrupa nezdindeki aktiviteyi, kendi içişleyişindeki yaptırım gücünü dahi tam manâsıyla işlevselleştirememiş bir ülke konumunda idi.
Eee, Avrupa'daki PKK'lılar boşuna "Türkiye AB'ye alın-sın!'sloganlarını atmıyordu sokaklarda.
Türkiye'nin başlangıcından bu yana bir numaralı sorunu olan PKK hareketine karşı takip edilen savaş taktiği esnasında devlet yetkilileri, uzunca süre üretken politik ve stratejik çizigiyi yakalayamamışlardı. Bunun da sebebi belirtildiği üzere özeleştirisel yaklaşımlardan uzak kalınması, olaylar karşısında dogmatik olunmasıydı.
PKK hareketinin başlangıç yıllarını anımsayacak olursak, o yıllarda patlak veren silahlı eylemler esnasında Kürt ve Türk gibi iki ayrı kimliği realize eden yine devletin panik-çi yönetim organları ve yanlış anlaşılan sistemiydi. Devletçe soğukkanlılık muhafaza edilememişti.
PKK'nın gün geçtikçe şiddetlendirdiği eylemler esnasında hayatını yitiren Mehmetçiklerin cenazelerinde halka attırılan sloganlar bile, ne kadar aptalca bir maceranın içine girilmeye çalışıldığının kanıtıydı. Elbette ki Ölen Mehmetçiklere üzüntü duymamak ve yakınlarının çektiği ızdıraba ortak olmamak mümkün değildir. Fakat dağlara çıkartılan gençlerin mazeretlerini görmeksizin ait oldukları toplumu aşağılayarak;
"Kürt=Terörist" naralarıyla etraflarına kin kusanların tutumu da tasvip edilir nitelikte değildir. Olayların çelişkili boyutları da buradan kaynaklamış tır. Çünkü bir evladını PKK'nın pençesine kaptıran anaların, bir diğer evladını da devlete adadığı bariz çok sayıda örneklerle mevcuttur.
Esasen Kürd'e "terörist" diyen nankörler en büyük hainler sürüşüdür. Unutulmasın ki, Çanakkale'yi de, Anadolu'yu da Türkiye ile bütün tutan Kürtlerdir. Zira Kürtler gibi savaşçı bir millet olmasaydı, siz düşünebilir miydiniz ki, Batı'da el bebek gül bebek büyüyen ve hayatında fuhuş ve içicilik dışında başka uğraş bulamayan eli kınalı gençler eline silah alıp, savaşacaklar da, zafer kazanacaklar diye!
PKK'nın çıkışıyla birlikte başlayan sıcak çatışmalardan en fazla Kürtler etkilenmişlerdir. Batı toplumunun yitirdiği sadece evlatları olmuştur. Ancak, Doğu toplumunun fiziksel, psikolojik, sosyal ve ekonomik anlamda tam bir çöküş yaşadığı ortadadır.
PKK'nın varlığını sürdürdüğü yıllarda ve hatta günümüzde dahi Doğu halkı eğlence yüzü görememiştir. Ufacık çocuklar sadece silaha merak salmışlardır. Gençler boş geçirdikleri derslerle sınıf atlamışlardır. Aileler, ekonomik sıkıntılar içerisinde dağıtılan bir lokma ekmeği yavrularım doyurmak uğruna çamurlar içerisinde amansız bekleyişlere girerek kapma mücadelesine girmişlerdir. Doğu toplumunun idame ettirdiği yaşantıya da kurşun vızıltıları, dökülen kanlar, kin ve nefret duygulan ve ayrılıkçılık havası doldurmuştur...
Ya Batı toplumu?..
Gerçi amiyane bir tabir olacaktır ama, Batı toplumu içerisinde sadece evlatlarını yitirenler ve belki de yakınları ağlamışlardır. Maalesef gerisi baba parasıyla, günlük sevdalısının servetiyle geçinen vurdumduymaz lümpen takımıdır. Kimi fuhuşun, kimi uyuşturucunun pençesinde, kimi evinde beslediği köpeği ile başka arayışlar içerisinde kendilerini tatmin etmenin yollarını aramışlardır. Öyle ki, kıçını sözde zevk kürsüsünde kaldıramayan azılı, serseri sapık ruhlu kimseler, henüz PKK'nın varlığından dahi haberdar olamamışlardır.
Yani sorunların çıkmaza girdiği noktada patlak veren silahlı çatışmaların derinliklerinde Türk-Kürt uyuşmazlığı yoktur; esas olan Doğu toplumu ile Batı toplumunun zıddi duygulandır.
Evet, bizler Doğu'nun çetin şartlan içerisinde göğsümüzü atılan her kurşuna siper ederken, Batı toplumu diskolarda, barlarda sevgili değiştirmenin sarhoşluğuyla yaşamıştır. Anadolu'nun etik değerlerinden uzak düşmüştür. Bizler, çocuklarımızı okullara papuçsuz yollamanın ezikliğim yaşarken, Batı toplumu henüz "anne" dahi demesini beceremeyen kız evlatlarını yan açık, podyumlara çıkartmışlardır; televizyonlarda "pudra" reklamlarında dahi oynamalarında teşvikçi olmuşlardır. Yani sözün Özü, bizler ağlarken onlar gülmüşlerdir.
Esasen de Batı toplumculuğu demek, maneviyattan maddiyatın yakalanması arzusuna da kanaat getirmek demektir.
Batı ve Doğu toplumcu anlayışı etimoloji dışında tutulmalı, Türk-Kürt ayrımcılığı gibi yanlış saplantılara girilmemelidir. Bu, iki ayrı yaşamı soluyanların aralarındaki farklılıkların çatışması olarak algılanmalıdır.
Devlet de "Batı" toplumu zihniyeti ile hedef seçtiği PKK'ya yönelmiş ve çıkarlar, mücadele ortamında kişilere endeksli daimi gözetim altında tutulmuştur. Din, namus ve köken farklılığı gibi temalar işlenmiştir. Apo'ya, Ermeni, militanlara, sünnetsiz din düşmanı, destekleyici kitleye olaylardan nema sağlayan eroin pazarlayıcıları denmiştir.
Hep aynı tas, aynı hamam!..
PKK devletin aksine büyümesinin sırını, şu tutarlı çizgide gerçekleştirmiştir.
-
Militanlarda inanç, PKK'nın varlığıyla özdeşleştirilmiştir.
-
İdeallerin, PKK var olduğu sürece anlamlı olabileceği kabul ettirilmiştir.
-
Emre itaat edilmesinde mutlakiyetçi davranılmıştır.
-
Dava inancı ve savaşçı kişilik olmazsa olmaz koşullardan biri olarak dayatılmıştır
-
Sembolik kahramanlar oluşturulmuştur.
-
Beyinlere Kürt milliyetçiliği aşılanmıştır.
g) Ezilen sınıf olmaktan çıkılması sağlanmış, öncü sınıf olunması için aralanmış kapılar hedef gösterilmiştir.
h) Merkeziyetçilik esası üzerinde yoğunlaşılıyor olsa da demokratik platformların oluşturulmasında daimi tutum içerisine girilmiştir.
ı) Kürt dili ve kültürü uygulamalı olarak günlük yaşamda pratiğe sokulmuş ve böylelikle militanlara savaştıkları davada kimlik kazandırılmıştır.
i) Eleştiri-özeleştiri mekanizmaları işlevselleştirilmiş ve militanların kırsaldaki mücadeleye ilişkin önerileri dikkate alınmıştır.
j) Taktik savaş, gerilla sıfatıyla yürütülmüştür.
k) Silahlı milis kadrosu ve geniş bir istihbarat ağı kurulmuştur.
l) PKK içerisinde dağ kadrosunu denetleyen, bağımsız devletlerin gizli servisleri gibi gizli bir teşkilatlanmaya gidilmiştir. (HPP)
m) Dönemsel taktik üretme yetkisi verilmiştir.
n) Militanlara inisiyatif kullanma yetkisi verilmiştir.
o) Elemanların örgüte ve önderine tereddütsüz, tektiptenci sadakat göstermeleri sağlanmıştır.
ö) Düşmanı küçük gören ve daima onu işleyen değil, aynı zamanda kendisini de geçici başarılarla büyük görmeyen ve yalnızca istisnalar haricinde kendisini ve denetimi altındaki grup veya grupları tanımlayabilen, eksiklikleri saptayabilen ve sorunlar karşısında çözümleyici güç olabilen öncü kişilikler yetiştirilmeye çalışılmıştır.
Dostları ilə paylaş: |