BÖLÜM V
KENDİMİZE BAKIŞ
Önceki bölümlerde en küçük ölçekten en büyük ölçeğe kadar evrende her şeyin hareket halinde olduğunu gördük. Hareketin de kökünde, ısı, kütle çekim, elektrik, manyetik vd gibi çeşitli şekilleriyle enerji vardır. Kuvvet de dahil doğadaki her şey enerji ile oluşur. Örneğin denizlerdeki suyun veya atmosferin sıcak kısımlarındaki enerjinin daha soğuk kesimlere göçü ile su akımları ve rüzgar ortaya çıkar. Enerji cisimlerin ısı dereceleriyle artar; enerji ışıma (radyasyon), titreşim olarak yayılır. Bu titreşimin frekansı ile taşıdığı enerji arasında doğru orantı vardır. Enerjinin ne olduğunu açıklayıcı fizikte başlıca iki ifade şekli vardır. Birincisi Einstein’ın ünlü denklemine (E = m.C²; E = enerji, m = kütle, C = ışığın boşluktaki hızı) göre enerji kütlenin fonksiyonu, kütlenin bir şeklidir, kütleye bağlanmıştır. İkincisi, kuantum fiziğinin kurucusu Planck’ın denklemine (E = h.v; h = Planck sabiti : 6,6x10-3 jul/saniye, v = frekans) göre ise titreşimin frekansının fonksiyonudur. Planck, enerjinin, kuanta denilen enerji paketçiklerinden (foton) oluştuğunu söyler. Titreşen madde, atom altı parçacıklar, atomlar, moleküllerdir.
Bu parçacıklar niye titreşir ? sorusunun yanıtını, bu bölümün ana konusunu gayet iyi açıklayacağı için şöyle verebiliriz: çevresinden bilgi toplamak, çevresine bilgi aktarmak, kısaca çevresiyle iletişim kurmak için.
Canlı, cansız tüm varlıklar atomlardan oluşmuştur. Atomların ve parçacıkların özelliklerini ve davranışlarını üçüncü bölümde görmüştük. Bazı noktaları özetlemek, işleyeceğimiz konunun anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.
-
Sürekli titreşen atom altı parçacıklar birleşerek daha az titreşen atomlar, titreşen atomlar birleşerek daha az titreşen molekülleri, moleküller birleşerek daha da az titreşen cisimleri oluştururlar. Diğer bir deyişle, gitgide daha az enerji harcama haline, “rahatlama” haline gitmek genel ilkedir.
-
Bozon denilen, kuvvet (enerji, bilgi) taşıyıcı parçacıklar (fotonlar, gravitonlar) dışlama ilkesine uymadıklarından aynı anda aynı yerde olabilirler. Böylece enerjileri birbirine eklenerek artan kuvvetler meydana getirebilirler. Atomlar çevreleriyle fotonlar aracılığıyla etkileşim (enerji, bilgi alış-verişi) halindedir.
-
Atom altı parçacıklar kuantum “takıntılı”dır (entanglemant). Kuantum takıntılı bir parçacığa yapılan bir etki, yine aynı “hastalıktan muzdarip” bir parçacık tarafından anında (ışıktan en az 10.000 kez hızlı) bilinmektedir. Einstein’ın hiçbir şey ışıktan hızlı hareket edemez ilkesiyle çatışsa da, kuantum bilgeliği de denilen bu özellikle evrensel boyutta iletişim ortaya çıkmaktadır.
-
Parçacıkların davranışlarıyla ilgili öngörüler istatistiki olasılıklara bağlanabilir, fakat bir parçacığın ne zaman ne yapacağını kesin olarak bilemeyiz. Bir parçacık, ilkel halinde belirli (spesifik) bir kimliğe ve programa sahip değildir. Parçacık, dalgalar fonksiyonu olarak adlandırılan çok geniş bir gizli “olabilirlik” içinde bulunur. Bu dalga, fizik deney gibi (gözlemek) koşullara dışarıdan müdahale eden bir olayla çöker. Bu durumda parçacık, boyut, enerji ve zaman açısından olasılıkların birinde bulunmaya “karar kılar”; yani kendisi karar verir. Yukarıdaki açıklamayı daha basit olarak şöyle ifade edebiliriz. Daha önce Feynman’ın deneyinde gösterildiği gibi, atom altı parçacıklar davranışlarını çevreyle olan ilişkilerinin fonksiyonu olarak belirlerler. Gözlemleniyorlarsa parçacık gibi davranarak kendilerinden bekleneni yaparlar; gözlemlenmiyorlarsa dalga boylarıyla çevrelerini ölçüp-biçerek olasılık hesabı yaparlar ve bu hesabın sonucuna göre davranırlar. Bu durum, aşağıda değinilecek olan Theory of İntegrated Levels (Feibleman, 1954)(Tümleşik Düzeyler Kuramı, TDK) ilkeleriyle tam bir uyumluluk içindedir.
-
Atom altı parçacıklar kendilerine gösterilen hedeflere varacak şekilde davranırlar. Bunu yaparken, enerji bakımından en ekonomik sistemlere gitmeyi seçerler. Diğer bir deyişle, ekonomik olmayan yapıları terk edip ekonomik olanlara göçerler; ekonomik olmayan sistemler dağılır.
-
Yukarıdaki nedenlerle atom altı parçacıklar 14 milyar yıldan beri “information & self-organisation” (bilgi oluşturma ve örgütlenme) olarak özetlenen doğa yasaları gereği birleşerek daha karmaşık üst sistemlerde “örgütlenmeye”, toplanmaya devam etmektedirler. Amaç, daha rahat (en az enerji harcamalı) bir duruma geçmektir. Bence, buraya hemen, doğa dinamik sisteminde, özellikle canlı varlıklar dünyasında, sürekli değişim-dönüşümün gerçekleşmesinde en önemli rolü oynayan zaman faktörünü eklememiz doğru olacaktır. Gedik (2008) tarafından dönüşümün, değişimin, göstergesi olarak oluşan zaman boyunca 3,5 milyar yıl önce tek hücrelilerle başlayan basit yaşam günümüze yaklaştıkça gitgide karmaşık sistemler yaratmıştır.
Benmerkezci insanoğlu dizginleyemediği egosunun etkisinde, düşünmenin, zekanın sadece kendisine “verildiğini”, özgü olduğunu sanır. Hayvanlarda zekanın sınırlı, bitkilerde ve diğer varlıklarda ise söz konusu bile olmadığını düşünür. Bunun böyle olmadığı yapılan deneyler ve araştırmalarla anlaşılmaktadır. Bitkiler, yapraklarını yakmak veya koparmak tehdidi altında tepki verirler. Allmann ve Baldwin (2010), nicotiana attenua adlı bitkinin yapraklarını manduca sexta isimli tırtılın yediğini; bu tırtılların düşmanının da geocoris pallidens böceği olduğunu saptamışlardır. Bitki tırtıldan korunmak için bir koku yayar. Tırtılı böceğe “ihbar” edecek bu kokuyu bitki, tırtılın ağzından çıkan salgıyı analiz ederek oluşturur. Tırtıl bitkiyi yemeye başladığında yayılan bu kokuyu seven böcek de tırtılın hakkından gelir. Bu örnek, bitkinin akıllı davrandığının yanı sıra doğadaki bilgi iletişiminin de bir kanıtıdır.
İtzhak Bentov (1977) kitabının girişinde şöyle yazar. “…Geçici belirsizliği taşıyabilenler, değişimleri kolaylıkla kabul edebilenler ve çılgın fikirleri ele almaktan korkmayanlara yazıyorum…Bu yüzyılın sonlarında zirvelerini yaşayacak olan geleceğin bilim adamlarının düşünce süreçlerini uyaracağını ve akıllarına birkaç fikir sokacağını umuyorum…”. Bogdanov kardeşlerin kitabını okuduğumda Bentov’un amacına ulaşmakta olduğunu düşünmüştüm. Aşağıda vermeye çalışacağım görüşlerin oluşmasında da aynı etkinin izleri seziliyor. Ancak bunda, kuantum fiziğinin dar kabuğunu kırarak yaygınlaşmasının da önemli rolü olsa gerek. Okur, bu görüşlerin güzel bir sentezini, bol örnekler, açıklamalar ve topluma uygulamalarıyla İsmet Gedik’in “Doğadaki Oluşum Mekanizmasıyla İnsanlığın Sorunlarının Çözüm Yolu (2008)” adlı kitabında bulabilir.
Ortaklık sistemi
Doğadaki cansız ve canlı tüm varlıklar yüz dolayındaki elementin atomlarından oluşmuştur. Bu bölümde konumuz olan canlı varlıkların, özellikle insanın, ana yapısına çok daha sınırlı türde atom girer (karbon C, hidrojen H, azot N, oksijen O, fosfor P, kükürt S). Atomlar ve alt parçacıkları için yukarıda özetlediğimiz özellikler insan bedeni için de geçerlidir. Bu özelliklerin bedenimizin en temel birimleri olan hücrelere de yansıması doğaldır. Patel (2008) şöyle yazmıştır, “Tüm varlıklar atomlardan oluşurlar…Bu atomlar tüm biyokimyasal olaylarda farklı şekilde yeniden dizilirler, düzenlenirler. Bizleri oluşturan atomlar bir zamanlar Buddha’ya, Cengiz Han’a veya İsaac Newton’a aittiler. Görüleceği üzere, zamanla değişen şey, bu atomların dizilim şekilleridir ve bu dizilim şekilleri farklı bilgiler oluştururlar…”. İnsanın aklına, “reenkarnasyonun” açıklaması bu mu ? diye soru takılıyor.
Evrenimizdeki tüm varlıklar bileşenlerinden meydana gelmişlerdir. Bileşenler arası ilişkiler ve gelişmeler TDK kuramının ilkelerine uyumludur. Alt-sistem (alt-düzey, hücre) – üst-sistem (üst-düzey, beden) ilişkileri olarak bilinen bu ilkelerin başlıcaları şunlardır.
-
Her düzey altıdaki düzeyinkine (düzeylerinkine) ek yeni bir özellik taşır.
-
Üst-düzeylere doğru karmaşıklık derecesi artar.
-
Herhangi bir düzeyde ortaya çıkan bozukluk, ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler.
-
Her sistemde, üst-düzey alt-düzeye bağımlıdır; üst-düzey alt-düzeye hedef gösterir.
-
Bu hedef doğrultusunda herhangi bir düzey oluşturma kararı alt-düzeydedir.
TDK’nın işleyişini şu öyküyle açıklayabiliriz. Doğumundan sonra buzağıyı çok seven köylü kadının onu her gün bir süre kucağında taşıdığını, buzağı dana olduğunda da taşıyabildiği öyküsünü duymuşsunuzdur. Hemen, “olur mu öyle şey ?” demeyin; bir haltercinin her gün biraz artan ağırlıklarla yaptığı antrenman sonunda 200 kilogramı başının üstüne kaldırdığını düşününüz. Köylü kadının farkında olmadan yaptığı da budur. Hayvanlarda (insan dahil) en küçük bileşen hücrelerdir. Bu hücreler de, bildiğimiz titreşen, enerji dolu atomlardan yapılıdır. Kas hücrelerine gösterilen hedef buzağıyı kaldırmaktır. Buzağının ağırlığı ise her gün artmaktadır. O halde her gün daha fazla sayıda hücre bu işe katılmalıdır. Burada hücreler arası ortaklığın güzel bir örneğini görüyoruz. Bir organdaki hücrelere çeşitli yerlerden ihtiyaç talebi geliyorsa o organdaki hücreler sayılarını arttırarak yaşamlarına devam ederler. Talep yoksa ya da o organ kullanılmıyorsa hücreler, dolayısıyla organ körelir, yok olur. Bunun bir örneği ilk uzay astronotlarında kasların erimesi olarak görülmüştür. Paleontolojide türlerin mütasyonu böyle ortaya çıkar. Milimetrenin onda birinden küçük yaratıklar olan hücrelerin güçlerinin birbirine eklenmesiyle bedenin harcadığı kuvvetler oluşur. Yediğimiz besinlerden alınan enerji, hücrelerimizin birbirleriyle uyumlu davranarak enerji paketlerini birleştirmesiyle kuvvete dönüşmüş olur. Hücreler, beynin gösterdiği hedefe ulaşmak için, “kimlerin kimlerle” ve hangi oranlarda işbirliğine gideceğini kararlaştırıp sayılarını arttırdılar. Başka bir anlatımla bedenler, milyarlarca hücrenin değişim, dönüşümlere kendierini uyumlu hale getirerek daha “rahat” bir duruma geçebilmek için oluşturulmuş ortaklık sistemleridir. Bu ortaklığın kuralları (order parameter) milyarlarca yıllık karşılıklı çabalarla meydana gelebilmiştir. Özetlenecek olursa, doğayı oluşturan temel parçacıklar (atomlar, atom altı parçacıklar) pasif, cansız, bilinçsiz varlıklar değil tam tersine, çevrelerini algılayan ve komşularının durumlarına göre davranışlarını belirleyen ve daha rahat duruma geçmek için yeni üst-sistemler oluşturan canlı, bilgili nesnelerdir.
Çeşitli üst-sistemler oluştukça doğanın enerjisi de yer değiştirmiş olur. Önceden var olan canlı üst-sistemler bu yeni üst-sistemlerin enerjisine ihtiyaç duyarlar; bunları algılamaya yönelik detektörler (organlar) geliştirmeye, elde ettikleri verileri kayıt altına almaya yönelirler. Bu işlemler aşağıdaki temel ilkeler çerçevesinde gerçekleştirilir.
-
Her eleman gösterilen hedefe yönelecektir.
-
Her eleman yakın komşuları ile etkileşim içine girerek davranışını ona göre belirleyecektir.
-
Oluşturulacak ortaklıkta geçerli olacak kurallar tüm katılımcıların ortaklığı ile oluşturulur. Her eleman en ekonomik yapılaşmayı seçmelidir. Bu amaçla, atom ve moleküllerin, hücrelerin sistemini yeni hedefle uyumlu davranmaya, rezonans halinde olmaya yönelik değişimler oluşur.
Daha anlaşılır olmak için rezonans olayını açıklayalım. Rezonans, bir cismin doğal ve kolay sürdürebildiği frekansta titreşmesidir. İki kemanı akord edip birini masa üzerine bırakalım, diğeri ile bir nota çalalım. Nota çaldığımız telin aynısının masa üzerindeki kemanda da ses çıkardığını görürüz. İki keman arasında bir “sempatik rezonans” vardır. Notayı çalarken kemanın bu teli kendi öz frekansında titreşir. İki keman doğru akord edildiğinden ikisininde doğal frekansı aynıdır. İki keman “rezonan bir sistem” oluşturmuştur. Böyle bir sistemde elemanlar arasında enerji aktarımı çok kolaydır; bu örnekte enerji hava dalgaları ile aktarılmaktadır.
-
Oluşturulan kurallar her katılımcı için bağlayıcıdır (köleleştirme etkisi). Bağlayıcılığa, yeni değer yargılarının kalıcılığını sağlamak için yapılan işlemlere (solidification) denir. Atom ve moleküllerde sabitleştirmeler yapılarak sistemin “rezonanslığı” güvence altına alınır. Ama sabitleştirme işlemi, değişim,dönüşümü engellemek için yeni üst-sistemin ilk gelişim aşamalarında yapılmaz, olgunlaşma aşamasına geçişte gerçekleştirilir.
-
Varlıkları oluşturan eleman sayısı arttıkça, bunlar arası haberleşme ağı karmaşıklaşır, ekonomik olmaktan çıkar. Bu nedenle her büyümenin bir sınırı vardır.
Yukarıdaki temel ilkeler, Hanken (2000), Camazine ve diğerleri (2001) tarafından “bilgilenme ve örgütlenme” (information & self-organisation) olarak adlandırılan sistemin oluşturulmasını sağlamıştır. Bu sistem ve prensipler aracılığıyla doğal dinamik sistemin işleyişini daha iyi anlayabiliyoruz. Herhangi bir varlık oluşturma bilgisi alt-sistemlerin yapı ve dokularına işlenip depolanır ve gelecek kuşaklara aktarılır. Varlıkların yapı ve dokuları enerjinin nerelerde hangi miktarda depolanabileceği bilgilerini içerirler. Enerjinin depolanması, kullanılması veya akışı varlığın anizotropi özelliği ile ilişkilidir. Anizotropiyi kısaca, farklı yönlerde farklı fiziksel özelliklere sahip olma olarak tanımlayabiliriz. Varlıkların anizotrop olması, içlerinde değişik yerlerde değişik miktarda enerji depolamalarına, değişik yönlerde değişen oranda enerji kullanmalarına, aktarmalarına olanak verir. Bu da varlıkların farklı yönlerde farklı davranmalarını, diğer bir deyişle farklı bilgi türleri oluşturmalarını doğurur. Doğal sistem dinamik olduğu için de alt-sistemlerin yapı-dokuları (kayıtları) zaman içinde sürekli değişim geçirirler, bilgi içerikleri gitgide artar. Bu nedenle dinamik sistemler kuramının önemli kurallarından biri maksimum enformasyon ilkesidir ve bilgi eksponansiyel şekilde artmaktadır. Ancak böyle üst-sistem çevreye uyum sağlayarak rahatlar. Bu da tüm varlıklar arasında karşılıklı bağımlılık ilişkisini gerektirir. Daha önce de belirtildiği gibi bu ilişkinin ana amacı yeni oluşmuş varlıktan ve onun enerjisinden yararlanmaktır. Yeni varlık hedef konumundadır. Bunun en güzel örneklerinden biri olarak fotosentez olayı verilebilir. Güneş ışığının foton halindeki enerjisi fotosentez ile bitkinin yaprağında şeker molekülüne bağlanır, enerji şekil değiştirerek sabitlenmiştir, depolanmıştır. Dolayısıyla bu yeni enerji deposu diğer varlıkların hedefi haline dönüşmüştür. Yeni oluşan varlığında enerjiye gereksinmesi olduğundan çevresindeki kaynakları araştırma çabasına girişir. Çevre koşulları, bir varlık için hedef değiştirmeyi gerektirdiğinde yeni bir beden (üst-sistem) tasarlanır. Örneğin yaşamın karalarda sürdürülebilecek hale gelmesiyle denizdeki varlıkların bir kısmı vücutlarında gerekli düzenlemeleri yaparak karalarda yaşamaya uyum sağlamışlardır.
Doğadaki tüm kuvvetlerin enerjilerini kuantum sisteminden aldıklarını öğrenmiştik. Bu enerji hem yapıcı hem de yıkıcı özelliğe sahiptir. Hücrelerde kuantum sisteminin türevi olduklarına göre aynı davranışı gösterebilirler. Ne şekilde davranacakları gösterilen hedefe, ya da hedefsizliğe bağlıdır. Gedik (2008) bunu yöneticilerine karşı ayaklanan bir insan topluluğuna benzetir. Örnek olarak kanserojen hücreler olayını gösterir. “Hücreler, bedende ortaya çıkan bir rahatsızlığı ( örneğin akciğerlerde nikotin birikimi) düzeltmeye çabalarlar; ancak başarı sağlayamadıklarında, mevcut yapısallaşmadan (ortaklıktan) umutlarını keserek yeniden daha iyi bir beden oluşturmak üzere ortaklığın dağılmasına yönelirler, kanserojen olarak intihar ederler”.
Varlıkların yapısal-dokusal durumlarını değiştirerek çevrelerindeki değişim, dönüşümlere uyumlu hale gelmeleri canlı ve cansız varlıklarda aynı şekilde mi yapılmaktadır?. Bu iki varlık gurubunda bilgilerin kayıt altına alınma ve aktarılması benzer yöntemle farklı atomlar temelinde gerçekleşir. Cansız varlıklar bu işi silisyumun (Si), bazen onun yerine kısmen alüminyumun (Al) merkezde bulunduğu moleküller aracılığıyla (silikatlar, alüminosilikatlar) yaparlar. Oluşturulan moleküller potasyum (K), sodyum (Na), kalsiyum (Ca), magnezyum (Mg), demir (Fe) gibi atomları da yapılarına hapsedebilirler, fakat bu moleküllerin boyutları sınırlıdır, dolayısıyla depolanan bilgi de sınırlıdır. Canlı varlıklar ise karbon (C) atomunun temelinde bulunduğu büyük moleküllerle bilgi kaydedip aktarırlar. Bu moleküller yüzlerce, hatta binlerce atomu içerecek boyutta olduğundan çok daha fazla bilgi depolayabilirler. Bilgi kayıt işlemi sırasında ayrıca zamanlamanın da kaydı tutulur. Böylece amino-asit dizilimleri (DNA) olarak kalıtsal elemanlarda depolanan bilgiler kuşaktan kuşağa aktarılır ve zamanı geldiğinde ortaya çıkarlar. Ergenlikte sesin kalınlaşması, sakalların çıkması, adet görme hep bu zamanlama kayıtlarının sonucudur. Araştırmalar, canlılar aleminde bilgilerin 20 farklı amino-asit paketçiğinin kombinasyonlarıyla oluşan protein modülleriyle algılandığını; hücrelerin çevre faktörlerine uyumlarını bu temel protein modüllerinin sayısını arttırıp azaltarak gerçekleştirdiğini ortaya koymuştur. Ding ve diğerleri (2006), 3.5 milyar yıldan beri artan, çeşitlenen ve gelişen ve farklı zamanlarda ortaya çıkan canlı gruplarının genetik yapısallaşmalarında bu farklılıkların kayıt edilmiş olmasını vurgularlar. Karşılaşılan sorunlar, mevcut bilgileri yeni bilgilerle kombinasyonlar oluşturup kromozomlarla aktararak çözülmeye çalışılır. Varlıklar (hücreler) genetik bilgi depolarına aktarılan bilgilerden hangilerini az, hangilerinin önemli olduğuna, uzun zamana dayalı değerlendirmelerle karar verirler. Böylece, genetik olarak aktarılacak bilgi seçiminde zaman önemli bir rol oynamış oluyor.
Beş milyar yıldan beri kuantik enerji paketçikleri farklı kimyasal bileşikler, organizmalar şeklinde değiştiklerinden doğum-ölüm döngüsü üzerine oturtulmuş bir hayat sistemi vardır. Doğum öncesinin “başına buyruk” atomları, ortaklığın dağılmasından yani varlığın ölümünden sonra yeniden “serbestlenirler”. Diğer bir anlatımla ölümden sonra başka bir dünya yoktur. Halbuki atalarımız hayat denilen zaman dilimini sonsuzlaştırmak isteğiyle onu ölümden sonraya da yaymışlar ve bu inançlarını bizlere aktarmışlardır. “Doğa bilimlerindeki yeni araştırmalar, harici, ebedi ve değişmez bir “yapıcının” yerine bizzat varlıkların çevreleriyle anlaşarak bu rolü üstlendiklerini ortaya koymuştur” (Gedik, 2008).
Arılar, karıncalar ve insanlar
İnsanın diğer canlılardan farklı olduğu, bu farkın kalıtsal verilerde kayıtlı olduğu ve insanın bunlara göre oluşturulduğu bilinmektedir. İnsan dahil birçok canlının genlerinin nükleotid baz ardalanmaları oldukları, farklı genetik kodlamaların bu yaratıkların farklılıklarını meydana getirdiği anlaşılmıştır. Ortaya konan 49 genetik farklılık arasında en önemlisi 20. kromozomun “q” kısmındaki çok hızlı gelişen bölgedir. Bu bölge hızlı gelişmesi nedeniyle HAR1 (Hızlandırılmış İnsanlaşma Bölgesi 1) olarak adlandırılmıştır. HAR1’in gelişmesi beyinlerin korteks yapısında kendini hemen belli eder. Memelilerin beyinlerinde ayırtlanan duyu, hareket ve yorumlama (HAR1) bölgelerinin karşılaştırılması ilginçtir. Hayvanların duyu ve hareket organlarına ayrılan bölge beynin büyük bir kısmını kaplar. Buna karşın insan beyninde en geniş bölge yorumlama yeteneği bölgesidir. Bu bölge, “insanımsı” denilen cinslerin dışındaki hayvanlarda çok az gelişmişken (HAR1 = 0.27), şempanzelerde 2 insanlarda ise 18’dir. Buradan da görülüyor ki insan hücrelerinin bilgi oluşturmaya verdikleri önem nedeniyle insanlar hayvanlar kadar iyi koku alamaz, göremez, duyamaz ama onlardan çok daha fazla hayal kurar ve pek az veriden çeşitli senaryolar üretebilir. Fakat bu hayaller, senaryolar doğru verilerden üretilmeli, yoksa uyduruk senaryolarla dünyamızı cehenneme çeviririz, çeviriyoruz da.
Çok karmaşık işleyişe sahip beyni anlamaya çalışan bilim insanları onu, yaşadığı ortamı sürekli araştırıp, biraz sonra ne olacağını saptamaya çalışan bir tahmin yürütme makinası, hesaplama aracı, kumanda merkezi olarak tanıtırlar. Doğrudur ama, sadece beyin hücreleri değil tüm hücreler, atomlar, moleküller, varlıklar çevrelerinde ne olup bittiğini öğrenmeye çalışırlar. Sadece kendimizi akıllı sanmamızın ne kadar saçma olduğunu yukarıdaki örneklerle görmüştük. Bugün tam olarak tanımadığımız doğa harikası beynin karmaşık işleyişine girmeden bile hakkında söylenecek çok şey vardır. Beyindeki milyarlarca hücreden (nöronlar) her biri farklı görevler üstlenmiştir. Nöronlar elde ettikleri sonuçları kendi aralarında paylaşırlar. Aksi halde beden makinası düzenli çalışamaz. Bilgi işlemeyen nöronlar, kullanılmayan devreler yok olurlar, silinirler.
Beynin yapılanması çocuk daha ana rahmindeyken başlar; bu aşamada nöronların birbirleriyle bağlantıları çok azdır çünkü çocuğun hayatta nelerle karşılaşacağı henüz belli değildir. Bağlantıların sayısı çocuk geliştikçe artar. İlk önce büyümeyi önemseyen devreler geliştirilir. Çocuk ancak iki yaşına geldiğinde nöronların engelleyici devresi işlemeye başlar. Bu nedenle iki yaşına kadar çocuk çişini tutamaz, yürüyemez çünkü bu işlevleri denetleyecek devre kurulmamıştır. Bu devrenin çalışmaya başlamasından sonra çocuk çişini tutabilir, yürürken tehlike anında durabilir, yani kendi kontrolünü geliştirebilir. Yaşla gelişen bir olayda bedenin sol tarafını kontrol eden beynin sağ yarısı (genellikle yüz ifadeleri, ses tonları, sayısal-sözel olmayan duygusal verileri yöneten) ile vücudun sağ tarafını kontrol eden sol beyin yarısı (sayısal-sözel verileri yöneten, depolayan) koordinasyonun kurulmasıdır. Bilgilerin işlenmesi ve bütünleştirilerek değerlendirilmesi iki beyin yarısının işbirliği ile olur. Bu iki beynin birbirine “bağlanması” üç yaşından sonra gerçekleşir; bu nedenle çocuk ancak dört yaşından sonra çevresinde olup biteni bütüncül şekilde kavramaya başlar.
İnsanların, sadece kendilerinin akıllı oldukları saplantılarının yanında sadece kendilerinin bilince sahip oldukları gibi bir inancı da vardır. Bilinç kavramı tamamen görelidir. Zihinsel özürlü bir kişinin bilinci bir köpeğin bilincinden daha düşük düzeyde olabilir. Atom altı parçacıkların bilinçli davrandıklarını hatırlayalım, bu nedenle tüm varlıkları bilinçli kabul etmek durumundayız. Farklı bilinç düzeyleri kabul etmek daha akılcı olacaktır. Konumuz olan insan bilincini şöyle tanımlayabiliriz. İnsanın kendisini ve çevresini tanıma yeteneği; algı ve bilgilerin zihinde duru ve aydınlık olarak izlenme süreci. Bilinç, bedenin kalıtsal davranış kalıplarından kurtularak, çevre değişimlerine daha kolay uyum sağlaması için hücrelerin tanıdığı bir serbestliktir. Olaylar bilinç devresine aktarıldığında, daha stratejik ve daha amaca yönelik işlenebilir; bu şekilde oluşturulan sonuç koşullara uygun olarak değiştirilebilir (Siegel, 1999). Başka bir tanımlama için de şöyle diyebiliriz. Hücrelerin, bilinçaltına yerleşmesi çok uzun zaman alacak bir bilgiyi, gözlem ve deneyimlerle kısa sürede edinmeleridir. Bilinçlendikten sonra öğrenilen şeyin, hücrelerimiz tarafından “alışkanlık” denilen otomatikleşmiş (sabitlenmiş) bilinçaltına aktarılması gelir. Burada kısaca da olsa bilinçaltını tanımlamalıyız. Bilinç dışında olmakla birlikte, dilendiği zaman kapsamındakilerin bilince çağrılabildiği zihin bölgesi. Sabitleştirme işlemi için otomobil kullanmayı, bisiklete binmeyi öğrenmeyi örnek verebiliriz. Sabitleştirme işlemi, belli kimyasal moleküllerin oluşturulması ve bunların düzenlenmesiyle gerçekleşir. Sabitleşmiş bir öğretiyi ya da alışkanlığı değiştirmek zaman alır. Doğa sürekli değişip dönüştüğünden bilinç ve duygu denilen zihinsel değerlendirme yeteneği de değişmek, kuşaktan kuşağa yeniden yapısallaşmaya uğramak zorundadır. Günlük haberleşme aygıtlarında kullanılan yöntemler, bilginin işlenmesinde nöronlar tarafından uygulanır. Nöronlar, ilgili hücrelere, genlikleri, frekansı, dalga boyu farklı elektrik sinyalleri göndererek bunu yaparlar. Beynin bir gelecek tahmin makinesı olduğunu söyleyen Trevarthen (1996), hem güncel hem de geçmişin tüm kayıtlarının dikkate alınarak aşağıdaki şekilde çalıştığını vurgular. Bu işlemler için beyin bilgi ve enerji akışından yararlanır. Geçmişe ait bilgiler ve enerjiler yapı ve dokularda kayıtlıdır ve her yapısallaşmanın kendine özgü bir sinyali vardır. Diğer varlıklar o yapıyı bu sinyalle tanırlar. Beyin de çevresinde oluşan yeni yapısallaşmaları çözmeye çalışarak, onların ne tür bilgi ve enerji içerdiklerini ve onlardan nasıl etkileneceğini hesaplamaya uğraşır. Bilinç denilen canlılık özelliği, bilgi ve enerji akışına bağlı olarak, doğada ne tür yeni enerji depolama sistemleri oluştuğunu saptamaya yönelik bir bilgi oluşturma yöntemidir.
Duygu, çevreden alınan sinyallerin yorumuna bağlı olarak geliştiği için ana-babaların çocuklarına olay yorumlamada verdikleri bilgiler çok önemlidir. Kalıtsal bilgilerden yararlansa da, çocukta, bir şeyin kendisi için “yararlımı” yoksa “zararlımı” olduğu duygusunun oluşması, çevresinde güvendiği kişilerden aldığı sinyallerle gelişir. Bu sinyaller daha sonra sınıflandırılarak genetik kayıtlara geçirilir. Her sınıfı beyinde canlandıracak nöron örgütlenmeleri yapılır; bu bağlantılar işletildiğinde o kavramlar beyinde canlandırılır. Atalarımızın beyinlerinde uçak, radyo, otomobil, telefon gibi şeylerin imajları yoktu, oysa günümüz insanının beyninde bunların imajlarını tasarlayıcı sinir hücre bağlantıları ve yepyeni protein türleri oluşturulmuştur. Bu yeni proteinler eski imajlar için kullanılan, depolanmış kodlardan farklı olmalıdır ki yanlış tanımlamalara yer vermesin.
Bilinç sistemimizle oluşturduğumuz veriler hücrelerimizin davranışlarını etkiler. Yani bizler bir şeyi veya olayı olumlu-yararlı ya da zararlı olarak değerlendiriyorsak hücrelerimiz de bu değerlendirmeye uyumlu davranış içine girerler. Bu psikolojik yönlendirme veya motivasyon iyi yapıldığında çok etkilidir. İyileşeceğine inanan bir hastanın sağlığına kavuşması örnekleri pek çoktur. Üfürükçülerin, falcıların yaptıkları da bir tür hücre yönlendirme yöntemidir.
Vücuttaki her bir hücre kendine düşen görevi yerine getirmeye çabalarken, insanlar neden tembel, pasif duruyorlar ve işlerin tepedekilerin istençleri doğrultusunda yerine getirilmesini bekliyorlar?. Karınca ve arı topluluklarında her bir arı veya karıncanın görevi/görevleri vardır, ve o görevleri yerine getirmeye çabalarlar. “İşsiz” bir arı ya da karınca yoktur. Örgütlenme tamdır. Peki insan toplumları niye bunu başaramıyor ?.
Şimdiye kadar sürekli değişen Doğa Dinamik Sistemini yöneten Tümleşik Düzeyler Kuramını, Bilgilenme ve Örgütlenme Kuramını ve bu kuramların ilkelerini inceledik. Yukarıdaki soruya yanıt verebilmek için insan toplumlarının anılan prensiplere ne derece uyumlu davrandığını gözden geçirmemiz gerekecek. Bunu yaparken, atom altı parçacıkların, atomların, moleküllerin, hücrelerin yerine toplumun bireylerini; bedenin (varlığın) yerine de toplumu koyarak karşılaştırmalar, irdelemeler yapacağız.
-Hücreler gibi bireylerde diğer bireylerle bilgi alış-verişinde bulunuyor mu? sorusuna olumlu yanıt vermek olanaksız. Farklı din, cemaat, tarikat, etnisite, ideoloji aidiyeti, daha rahat yaşam olan ana hedefin yerine geçmiş olduğundan bireylerin birbirleriyle iletişimleri yetersiz kalıyor, aidiyet çıkarları ötesine geçip toplumsal bütünleşme ölçeğine çıkamıyor. Böyle bireylerin güçlerini birleştirerek aynı hedefe yönelmesi beklenemez. Bu durumun ana sorumlusu hedef göstermeyen daha doğrusu göstermek işlerine gelmeyen yöneticilerdir. Toplumu, “rezonan” bir sistem haline getirmeyi beceremiyorlar. Tepedeki yöneticiler ana hedeften çoğunlukla saparak kendi iktidarları ve aşırı zenginleşme hırsına kapılıyorlar. Bunları gerçekleştirmek için gizli hedef gösterdiklerinde toplumun kafası iyice karışıyor; din, mezhep, ırk temelinde bölünüyor. Özellikle demokrasi denemesi içinde olan toplumlarda ortaya çıkan bu rejim yozlaşmasının önlenebilmesi “ortaklık kurallarının” iyi “yazılmış” olmasıyla gerçekleşebilir. Diğer bir deyişle Devlet Kurumlarının, kuvvetler ayrılığı prensibinin, yasaların, anayasanın sağlam temeller üzerine oturtulmuş olması ve işlerliğin kontrolünün bağımsız yargı ve Sivil Toplum Kuruluşları aracılığıyla alt-düzeye, bireylere açık olmasıyla sağlanabilir. Bireyler yöneticilerini sorgulayabilmeli, sorgulamalı, icraatları hakkında “hesap” istemelidir. Kısaca, “vatandaş” olup ortaklığı sahiplenmelidir.
-TDK ve Bilgilenme & Örgütlenme Kuramının ilkelerine göre her doğa sisteminde üst-düzey alt-düzeylere bağımlıdır; bir düzeyin oluşumunda oluşturma yetkisi alt-düzeydedir, üst-düzey sadece hedef göstermekle yükümlüdür. İnsan toplumlarında böyle olduğu hiç de söylenemez.Çeşitli meslek gruplarının örgütlenmesi, sendikalaşması hükümetler tarafından ya engellenir ya da tepedeki yöneticiler tarafından dayatılır. Böyle kurulmuş bir sistemin ahenk içinde çalışması beklenemez. Yukarıda anılan kuramların ilkelerinden biri de şudur: herhangi bir düzeyde ortaya çıkan bozukluk ilişkili tüm diğer düzeyleri de etkiler. Örneğin sebze üreticilerinin hatalı örgütlenmesi aracıların türemesine, hem üreticinin hem de tüketicinin mağdur olmasına yol açar.
Beden farklı görevler üstlenen hücrelerin ortaklığıysa toplum da farklı görevler, daha doğrusu farklı meslekler icra eden bireyler ortaklığıdır. Bu meslekler arasında iletişim yetersiz ise ortaklık düzgün işleyemez. Ayrıca bireyler mesleklerini sevmiyorlarsa yaptıkları iş de kalitesiz olur, ortaklık iflasa sürüklenir. Bireyler mesleklerini yeteneklerine göre seçebilmelidirler. Oysa günümüzde uygulanan eğitim ve sınav sistemi bu olanağı sağlamadığı gibi işsizler ordusu yetiştirmektedir. Eğitim sistemi hiç olmazsa bilimsel düşünmeyi, aklı, mantığı kullanmasını öğretseydi; ama ne gezer, çoğunlukla ezbercilikten başka bir şey vermiyor.
-
Gelişmiş demokrasilerde güvenlik güçleri göstericilere fazla sert davrandığında halk sokaklara iniyor. Her ne kadar son zamanlarda Arap ülkelerinde en nihayet farklı manzaralar görebiliyorsak da diğer bazı toplumlar, ya bu protesto hakkının farkında değiller ya da aşırı güç kullanılmasıyla susturuluyorlar; köşelerine çekilip kendi aralarında yakınmakla yetiniyorlar. Neden böyle?. Yapılan incelemeler (Frazer,1890) bu davranışın gelenek ve göreneklerle ilişkili olduğunu ortaya koymaktadır. Bu toplumlarda işlerin iyi gitmesinin doğa üstü bir güç tarafından denetlendiği kabul edilerek bu gücü temsil eden lider, kral, sultan gibi kişilere bel bağlanmıştır. Böylece doğa yasalarının gerektirdiği alt-düzeye bağımlılığın tersine tepeye bağımlılık sistemi oluşmuş, insanlar pasif kalmaya koşullandırılmıştır. Bu şartlanma kuşaktan kuşağa aktarılarak gelenek, görenek haline dönüşmüştür. Tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de dinler istenilen şekilde yorumlanarak bu koşullandırmada din tacirleri, bazı siyasetçiler tarafından etkili biçimde kullanılmaktadır. Yaşadığım bir olay cehaletin ve bilgisizliğin bu koşullanmaya güzel bir örnektir. Yıl 1969, Doğu Toroslar’da doktora tezim için Çelikhan’ın doğusunda ikinci yaz çalışmalarımı tek başıma sürdürüyorum. Köylülerin evlerindeki odalarda kirasını ödeyerek belirli süreler kalıyorum. Akşamları Mezra’nın erkekleri benim odada toplanıyor, Türkçe bilenlerle sohbet ediyoruz. Amerikalı astronotlar Ay’a inmiş, eşim İsviçre’den bu olayın fotoğraflarını içeren Paris Match dergisini göndermişti. Akşam fotoğrafları gösteriyor, açıklamalar yapıyorum. Tepki imamda geliyor. Bu doğru değildir. Niye ?. Çünkü göğün 7 kapısı vardır, bunlar bu 7 kapıyı bulup Ay’a gidemezler. İkna etmem mümkün değil, akşam sohbeti son buluyor. Sanıyorum günümüzde aynı görüşte olanların sayısı artmıştır. Kızları okula göndermemek, küçük yaşta para karşılığı evlendirmek, kadınları insan yerine koymamak, namus adına öldürmek; yalan yanlış söylentilere, hurafelere dayalı bütün bu davranışlar ne yazıkki gelenek, görenek olarak ileri sürülmektedir. Aslında bizim Orta Asya’lı atalarımızda bunlar yoktu, kadının ailede ve toplumda çok saygın bir yeri vardı. O halde, atalarımızın mirası gelenek, görenek, törelerimizde ayıklamalar yapıp değişim, dönüşümümüzü akla, mantığa ve bilime dayalı olarak geliştirmeliyiz, çocuklarımıza aktarmalıyız.
-
Daha pek çok değiştirmemiz gereken konu olmasına rağmen kısaca değinmek istediğim, düzeltmemiz gereken bir kavramda ülke, vatan anlayışımızdır. Üzerinde yaşadığımız toprakların sadece bize ait olduğunu sanıyor, denizlerini, akarsularını, ormanlarını, atmosferini, çevremizi, şehirlerimizi katlediyoruz. Halbuki bu topraklar bizden önce var olan ve daha sonra da var olacak olan milyonlarca, milyarlarca hayvan ve bitkinin de vatanı. Onların yaşam hakkını sınır tanımayan çıkarlarımız için yok etmeye ne hakkımız var ?. Toplum ortaklığımıza onları da dahil etmezsek bu güzelim vatanı tümden kaybederiz.
Okur, toplumların sorunlarının nedenlerini ve çözümlerini açıklayan bilgileri Gedik’in (2008) kitabında pek çok ayrıntı ve örnekleriyle bulabilir. Biz bu konuyu burada aynı yazarın görüşleriyle noktalayalım. “Günümüz dünyasında insanlara gösterilen hedefler arasında “daha rahat yaşam koşulları oluşturmaya yönelik toplumsal birliktelik” oluşturmak diye bir hedef yoktur. Halbuki doğal sistemde varlıkların bizzat sahipliğini üstlenmedikleri hiçbir şey yoktur ve oluşturulamamaktadır. İşte insanlığın sorunlarının temel nedeni bu bilgisizliğindedir. Bu bilgi insanlığa verilmemektedir. İnsanlığa aşılanan bilgi şöyledir: “doğadaki her şey varlıkların dışında bir güç sistemi tarafından oluşturulur ve sahiplik de ona aittir”. Bu görüş doğa-bilimsel verilere tamamen terstir. Bu hatalı temel görüş aktarımı nedeniyle, insanlar da, kendilerine ait olması gereken toplumsal hayat sistemini sahiplenme bilincinden yoksun kalmakta ve toplumdaki tüm işlemleri hep ağa, şeyh, sultan, lider gibi kendileri dışındaki insanlara bırakmaktadır. Tepedeki bu insanlarda, halkın bilinçlenmemesi, uyanmaması için ellerinden geleni yapmışlardır ve yapmaktadırlar”.
Dostları ilə paylaş: |