Paradigma Bryan Magee Büyük Filozoflar Platon’dan Wittgenstein’ Batı Felsefesi Paradigma



Yüklə 2,52 Mb.
səhifə12/21
tarix28.07.2018
ölçüsü2,52 Mb.
#61317
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   21
Magee. Bütün bunların doğurduğu başka bir soru da, bu kadar karanlık, anlaşılması bu kadar güç olan birinin, daha yaşadığı sıralarda, nasıl olup da bu kadar büyük bir etki yapabildiği sorusudur?

Singer. Bunun ben kısmen, Hegel’in o zamanlar Almanya’nın yıldızı parlayan devleti Prusya’nın başkentinde bulunan üniversitedeki, yani Berlin Üniversitesindeki konumundan kaynaklandığını düşünüyorum. Bu, aynı zamanda Hegel’in düşüncelerinin çok çeşitli alanlarda verimli olmasının bir sonucudur. Hegel’in yapmış olduğu etki, yalnızca felsefedeki etkiyle sınırlanmış olmayıp, teoloji, tarih, siyaset, iktisat ve savaş alanlarını da kapsar. Hegel’in fikirlerinin bu şekilde çeşitli alanlara uygulanabilmiş olmaları olgusu, onun yaklaşımının, özellikle de yaklaşımının tarihsel öğelerinin ne kadar yararlı olduğunu gösterir. Hegel’in herşeyi gelişmiş bir sürecin sonucu olan bir şey olarak tarihsel bir açıdan görme tavrı, âlimler tarafından verimli bir şekilde uygulanabilmiştir.

Magee. Şimdi, bu düşüncelerin, onun yaşamından sonraki, çok büyük önem taşıyan seyrine geçebilir miyiz? Hegel’in ölümünden sonra vukû bulan gelişmelerden ilki, onun izleyicilerinin Genç Hegelciler ve Yaşlı Hegelciler ya da başka bir deyişle. Sol Hegelciler ve Sağ Hegelciler diye iki kampa ayrılmalarıdır. Bu ayırımı açıklayabilir misiniz?

Singer. Sağ Hegelciler, Hegel’in felsefesinin, Prusya devletine benzer bir şeyin, Hegel’in düşüncelerinin işaret etmekte olduğu organik devlet olduğunu dile getirdiğini düşünen insanlardan meydana gelmekteydi. Onlar bunu Hegel’in kendisinin, en bilinen siyasî eseri olan Hukuk Felsefesi'nâz söylemiş olduğunu düşünüyorlardı. O, burada Prusya devletinden çok farklı olmayan bir devleti, anayasal bir monarşiyi betimliyordu; bundan dolayı, siyasî alanda başka bir değişikliğe gerçekten ihtiyaç duyulmadığını düşündüler. Buna göre, onlar Muhafazakârlar ya da Sağ-Kanat Hegelcilerdi.

Sol Hegelciler ise Hegel’in felsefesinin gerçek ve temel anlamının çok daha radikal olduğunda ısrar etttiler. Hegel, bu tartışmanın başında





He gel ve Marx 211


da söylediğimiz gibi, akılla arzu ya da ahlâkla kişisel çıkar arasındaki bölünmeyi aşmaktan söz ediyordu. Bu, gerçekleştirilmek durumunda olan temel bir değişmeydi. Bunun, 1830 yılının Prusya’sında gerçekleşmiş olduğuna kimse inanamazdı. Sol Hegelciler, bundan dolayı Hegel’in felsefesinin temel anlamı ya da ilgisinin, uzun erimli bir değişme, ihtilâlci bir değişme olduğunu öne sürdüler. Onlar Hegel’in Hukuk Felsefesinde
bir devrimci gibi yazmamış olduğunu kabul etmek durumundaydılar, bununla birlikte bir yandan da, Hegel’in maaşının Prusya devleti tarafından ödendiğine işaret ediyorlardı. Onlara göre, Hegel uzlaşmacı olup satılmıştı, oysa kendileri Hegel’e, Hegel’in kendisinden daha fazla sadık kalmak istiyorlardı. Onlar Hegel’in düşüncelerini ileriye, akıl ve arzu, ahlâk ve kişisel çıkar tez ve antitezinin aşıldığı bir noktaya -ahenkli bir toplum sentezine ulaştığımız, insan doğasındaki bu uçurum ve bölünmelerin uzlaştırılmış olduğu noktaya- taşıma çabası veriyorlardı.

Magee. Bu da bizi, elbette Genç ya da Sol-Hegelcilerin, bizim için günümüzde, en önemlisi ve en ilginci olan Marx ve Marksizme getirir. (Bu arada, sizin son yorumunuzun, hem aşın sağ-kanat ve hem de aşın sol-kanatla ilgili teşhislerin Hegel’den nasıl geçerli olarak çıkartılabileceğini göstermede -ki, bu konuyu kendi başlarına incelemeyen birçok kişiyi şaşırtan bir şeydir- çok açınlayıcı ve başarılı olduğunu düşünüyorum. Sağ-kanat ve sol-kanat totalitarizmi, sadece pratikte birbirine benzemekle kalmaz, fakat onların entelektüel ataları da birbirine benzer. Hegel her ikisinin de atasıdır.

Hegel’in hemen tüm, fakat özellikle de bizim şimdiye kadar tartıştığımız temel fikirleri Marx tarafından benimsenmiş ve Marksizmin merkezi yapılmıştır. Bu fikirler ise: Birincisi gerçekliğin tarihsel bir süreç olduğu fikri; İkincisi, bu sürecin değişme tarzının diyalektik olduğu fikri; üçüncüsü, bu diyalektik değişme sürecinin belirli bir amacı olduğu fikri; dördüncüsü, bu amacın çatışmadan bağışık bir toplum olduğu fikri; ve nihayet, beşincisi de, söz konusu amaca ulaşıncaya kadar, bizim yabancılaşmanın şu ya da bu şeklini yaşamaya mahkûm olduğumuz fikridir. İkisi arasındaki en büyük fark, Hegel’in bu süreci zihinsel ya da tinsel bir şeyin kaderi olarak gördüğü yerde, Marx’ın onu maddî bir gerçeklikte vuku bulan bir şey olarak görmesidir. Ne var ki, fikirlerin bütün bir sıra ve düzeni, söz konusu farklılık dışında, aynı kalır. Sanki Marx, Hegel’den uzun bir denklemler dizisi almış ve denklemleri



212 Büyük Filozoflar


tümüyle ve aynen koruyup, sadecex’e farklı bir değer vermekle yetinmiş gibidir.

Singer. Aynen öyle. Onu, örneğin Marx’ın materyalist tarih anlayışında görebilirsiniz. Bu, Marx’ın düşüncesinin temel görüşüdür. O, tarihin gelişmesinin maddî üretim güçleri tarafından belirlendiğini düşünmüştür. Bundan dolayı, maddî yön, yani üretim güçleri hayatımızın zihinsel yönüne hâkim olur. Bütün düşüncelerimiz, dinimiz, siyasetimiz, hepsi toplumumuzda sahip olduğumuz ekonomik yapının sonucudur. Bu, Hegel’in tarih görüşünün tersine çevrilmesidir. Marx’m kendisinin de söylemiş olduğu gibi, o Hegel’i ayakları üstüne oturtacaktır. Hegel için, münferit toplumlarm ve tikel tarihsel dönemlerin oluşumuna götüren şey, elbette ki, Zihinin gelişimidir.

Magee. Marx için, onun felsefeye özgün bir katkı yaptığı iddiasında bulunulabileceğini düşünüyor musunuz?

Singer. Marx’ın, gerçekliğin nihaî ve en yüksek doğasına ilişkin problemlerden söz ettiğimiz dar anlamı içinde, felsefeye önemli katkılar yaptığını düşünmüyorum. Marx kesinlikle bir materyalistti, fakat bir filozof olarak materyalizmini kanıtlayacak argümanlar öne sürmemiştir. Önemli olan, Marx’ın spekülatif Alman metafıziksel soyutlamasının bir türü diye sırt çevirdiği ya da karşı çıktığı Geist gibi bir şey değil de, maddî dünyadır. O, bundan dolayı materyalizmi lehine kanıtlar öne sürmemiş ve dolayısıyla bu türden felsefî tartışmaya katkı yapmamıştır. Onun yaptığı şey, bize bir tür vizyon kazandırmak, bizim ekonomik koşullar tarafından yönetildiğimizi ve bu sebepten dolayı, özgür olmadığımızı ortaya koyan bir dünya görüşü vermekti. O, yine de, bizim tarih oyunundaki piyonlar olduğumuzu dile getirmek bakımından He- gel’e benzer; özgür olabilmek için, biz, herşey bir yana kendi güçlerimiz olan ekonomik güçleri kontrol etmeliyiz. Ekonomi, herşey bir tarafa, bizim kendimize besin, barınak sağlama yollarımızdan başka bir şey değildir. Bundan dolayı, o bizim, kendimizin gerçekten bir parçası olan bir şey tarafından yönetildiğimizi ortaya koyan bir görüştür. Bizim, özgür olmak istiyorsak eğer, bu güçleri kontrol etmemiz gerekir. O, insanın durumu üzerine, güçlü ve genel bir felsefî görüştür, fakat “felsefe” sözcüğünün dar, akademik anlamı içinde, önemli bir felsefî buluş değildir.

Magee. Birbirine sıkı sıkıya bağlı iki düşünce-sistemi olan Hegei- cilikle Marksizmi birlikte değerlendirdiğinizde, size göre, onlann fel



Hegelve Marx 213


sefî düşünceye, kendi zamanlarından beri olan katkılarının en değerlisi hangisidir?

Singer. Şimdiye kadar söylemiş olduklarımızdan, düşünmemizin ve düşüncelerimizin her yönünü etkileyen bir süreç olarak tarih fikrinin, Hegel ve Marx’tan gelen kavrayışımızın önemli bir parçasını meydana getirdiği açık olmalıdır.

Magee. O, ondokuzuncu yüzyılda neredeyse her tür düşüncenin hâkim yeni yönü veya unsuru hâline geldi, öyle değil mi? O, hiç kuşku yok ki, kısa süre içinde, Danvin’in, bize her tür yaşamı -yalnızca insan yaşamını değil, fakat sosyal hayatı bile- evrim geçirmiş, ve dolayısıyla sürekli bir değişme süreci içinde yer alan bir şey olarak görmemizi öğreten evrim teorisinden güçlü bir destek almak durumundaydı.

Singer. Günümüzde, toplumları ya da fikirleri, tarihlerinden bağımsız olan, zamandışı varlıklar olarak görmeyi düşünemeyiz. Bu, bizim Hegel ve Marx’a borçlu olduğumuz, çok büyük önem taşıyan bir şeydir. Çok büyük önemi olan başka bir düşünce de, onların, liberal özgürlük anlayışından büyük farklılık gösteren, ve bizim yazgımızı kontrol altına alamadıkça, ekonomik koşulların estirdiği rüzgârlar tarafından sürüklenmek (Marx) ya da aklın görünmez eli tarafından yönetilmek yerine, fiilen kendi gücümüzü kontrol altına almadıkça veya hayata geçirmedikçe, yazgımızı kontrol altına almak için, ve salt bunu yapmak için insan varlıklarının kapasitelerini gerçekleştirmedikçe, özgür olamayacağımızı dile getiren özgürlük anlayışlarıdır. Söz konusu düşüncenin, sizin de söylemiş olduğunuz gibi, çok tehlikeli otoriter içerim ve yönelimleri olmakla birlikte, o çok önemli bir düşüncedir. O bize Hegel ve Marx tarafından kabul ettirildiğinden, bir zaman gelip de unutulacağını hiç sanmam.

Magee. Bu da bizi, söz konusu düşüncelerin değer ve erdemlerine olduğu kadar, kusur ve yanlışlarına getirir. Bu fikirlere yöneltilecek en büyük itham, onların çok yalın bir biçimde modem dünyadaki totalitarizmin kaynağı olmalarıdır. Hegel her zaman organik devlet düşüncesinin ve daha özel olarak da, Hitler’de doruk noktasına ulaşan, Alman devlete tapma geleneğinin entelektüel anlamda kurucusu olarak anılır; onun felsefedeki öğrencisi olan Kari Marx ise hep, Stalin’in yönetimi altında, modem dünyanın en büyük zorbalığını üretmiş olan Komünizmin fikir babası olarak anılmıştır. Hem Hitler’in ve hem de Stalin’in rejimi, milyonlarca yurttaşını katletmiştir. Elbette, bu filozoflardan biri



214 Büyük Filozoflar


ya da diğerinin kafasında, uzaklarda bir yere buna benzer bir niyet ya da düşünceye sahip olduğunu ima etmediğim gibi, onların bunu onaylayacaklarını da hiç söyleyemem. Bununla birlikte, gerçek şudur ki, her iki filozof da fikirlerin tarih, kurumlar ve toplumsal gerçeklikteki cisimleşmesini, bu fikirlerin gerçekte en önemli yönü olarak görmüşlerdir -ama, onların fikirleri tarihte, kurumlarda ve toplumsal gerçeklikte ci- simleştiği zaman, olup biten bu olmuştur. Şu hâlde, kendi öncüllerine dayanıldığmda, bu fikirlerin kendilerinde çok önemli bir yanlış bulunmalıdır. Bu yanlış, sizce neydi?

Singer. Ben onların fikirlerinin yanlış uygulandığı düşüncesini taşıyorum. Hegel’in düşüncelerinin izlerini Hitler’deki gibi ırkçı nasyonalizmde bir şekilde gerçekten de bulabileceğinizi sanmıyorum. Bu türden bir ırkçılığı Hegel’de bulamazsınız.

Magee. Şu hâlde, siz Alman nasyonalizminin devlete tapma geleneğinin Hegel’i tümüyle tahrif ettiğini, onu olduğundan farklı gösterdiğini düşünüyorsunuz?

Singer. Hegel’in burada tam anlamıyla çarpıtıldığı kesindir. Ve yine, herhâlde talihin bir cilvesi olsa gerek, Marx’m başına gelen de bu- dur. Marx, söylemekte olduğum gibi, bir özgürlük filozofudur. O özgürlüğü herşeyin üstünde tutmuş, baskıdan nefret etmiştir. Bir seferinde kızı tarafından, en nefret ettiği kötülüğü yazması istenince, o "Kölelik” karşılığını vermiştir. Oysa, kölelik, Stalin’in totaliter yönetimi altında yaşamınızı sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğunuz tek şeydir. Yine de, bu fikirlerin yanlış uygulandığı doğrudur. Onlar çarpıtılmışlardır.

Magee. Niçin? Onlarda, fikirlerinin bir bütün olarak yanlış uygulanmasını mümkün kılan bir şeyler mi vardı, varsa eğer, bunlar nelerdi?

Singer. Son çözümlemede, bana, ortada insan doğasına ilişkin olarak hatalı bir görüş varmış gibi geliyor. İnsan varlıkları arasında gerçekten varolan birlikten daha büyük bir birliğin varolduğunu gösterme yönünde bir teşebbüs söz konusudur. Bunu, Hegel’in bireysel zihinler arasındaki farklılıkların üstünde ve ötesindeki bir şey olarak Zihin ya da Geist kavramında bulabilirsiniz. Bunu Marx’ta da, ekonomik koşulları değiştirdiğiniz takdirde, insan doğasını değiştireceğiniz, ve böylelikle, insanlar arasındaki farklılık ve bölünmeleri aşacağımız düşüncesinde buluyoruz. Marx, benim çıkarımla sizin çıkarınız, bireysel çıkarlarımızla toplumun çıkarları arasındaki ayrılık ve uyuşmazlıkların, bizi





Hegelve Marx 215


pazar yerinde rekâbet etmeye götüren ekonomik yapıdan kurtulduğumuz zaman ortadan kalkacağım söyler. Ne yazık ki, bu yanlış gibi görünmektedir. Ekonomik temeli değiştirebilirsiniz, fakat akıl ve arzu, benim çıkarımla sizin çıkarınız, ve bireysel çıkarla toplumun çıkan arasındaki aynlık ve uzlaşmazlığı gideremezsiniz. Gerçekten de, insanların birbirleriyle zenginlik için rekâbet etmelerini imkânsız ya da oldukça güç hâle getirirseniz, olan şey şudur: Onlar, bundan sonra birbirleriyle statü ya da güç için yanşmaya başlarlar. Ve bu, zenginlik için yarışmaktan daha iyi değildir. Onun, Stalin’in toplumu söz konusu olduğunda, daha kötü olduğu ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, ben Marx’m insan doğasının değişeceğine inanırken, yanıldığını düşünüyorum.

Son söz herhâlde, Marx’ın ondokuzuncu yüzyıldaki büyük rakibi olan Rus anarşisti Bakunin hakkında olmalıdır, çünkü Bakunin, Marx’ın düşüncesinin tam tamına bu yönünü eleştirmiştir. Marx, işçiler toplumun büyük çoğunluğu adına, işçi sınıfı için yöneteceklerinden, bizim işçilerin yönetmesine izin vermemiz gerektiğini söylüyordu. Bakunin buna, hayır demiştir. O, yöneticilerinizin olmaması gerektiğini söylemiştir, çünkü işçiler yönetici olursa, işçi olmaktan çıkıp yönetici hâline gıritrler. Onlar, işçi sınıfının çıkarlarım değil de, yöneticilerin çıkarlarını gözeteceklerdir. Marx bunun saçma olduğunu düşünüyordu. Marx, insanların farklı bir toplumda farklı insanlar olacakları, daha farklı, kendi benlerini daha az gözeten çıkarlara sahip olup, birlikte, herkesin yararına çalışacakları düşüncesindeydi. “Marksist” toplumlarda olup bitenlere bakarsanız, Bakunin’in insan doğasına ilişkin görüşünün, herhâlde daha doğru olduğunu görürsünüz.






GİRİŞ

Magee Felsefenin, her konudaki felsefenin, modanın geçici heveslerinden uzak olduğu sanılabilir. Ama, bu pek de böyle değildir. Diğer insan etkinliklerinde olduğu gibi, felsefede de, her bir kuşağın bir öncekinin değerlerine karşı tepki gösterdiği söylenebilir. Sonuç olarak, şimdiye değin üzerlerine birçok çalışma yapılmış yazarlar unutulurken, yerine yenileri öne çıkar. Kimi belirli zaman ve yerlerde, birkaç benzer filozof gözde araştırma konuları olurken buna karşılık bir grup tanınmış filozofun ihmal edilmesi, bu durumun bir sonucu olsa gerektir. Ama ardından yeni bir kuşak gelir, ihmal edilen filozoflardan bir ikisini değerlendirir, bu filozoflar yeniden moda olur, ve bu süreç böylece devam edip gider.

Geçtiğimiz iki yüzyıl içinde bu ihmalle en çok karşılaşan filozoflardan birisi de, Schopenhauer’dir. Ömrünün büyük kısmında-kabaca, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısı- neredeyse hiç farkedilmemiş, hemen hiç dikkate alınmamıştır. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısındaysa, o bütün filozofların en ünlüsü ve en etkilisi hâline gelmişti. Fakat Schopen- hauer, yirminci yüzyılın ilk yarısında öyle derin bir ihmal ve kayıtsızlıkla karşılaştı ki, felsefe hocalarının büyük kısmı onu okuma zahmetine bile katlanmaz oldu. Ne var ki, işte günümüzde gene ilgi çekmeye başlıyor -bunun hiç de önemsiz sayılamayacak nedenlerinden birisi, onun bütün yirminci yüzyıl felsefecileri arasında en önemlisi olan VVittgenstein üzerinde belirleyici bir etkisi olmasıdır.

Arthur Schopenhauer, 1788 yılında, bugün Gdansk diye bilinen, Danzig’de dünyaya geldi. Ailesi kuşaklardır zengin Hanseatik tüccarlarını meydana getirmiş olan Schopenhauer’in aldığı eğitim akademik bir hayata değil, onu uluslararası bir ticaret işine hazırlamaya yönelikti. Ne var ki, o aile şirketiyle hiç mi hiç ilgilenmedi. Bunun yerine, üniversiteye gitmekte diretti ve varını yoğunu hayatı boyunca rahatça yazıp çizmek ve çalışmak için harcadı. Doktora tezi, On the Fourfold Root of ıhe Principle of Sufficient Reason [Yeter Neden İlkesinin Dörtlü Kökeni Üzerine] küçük çapta bir klâsik haline geldi. 1818 yılında, otuz yaşını doldurduğu yıl basılan başyapıtı World as Will and Representation [İrâde ve Tasarım Olarak Dünya]’yı yazdığı dört yıl boyunca henüz yirmili yaşlarındaydı (kitabın başta ve sonda boş yapraklarla basılışı, 1819’da olduğu için, bu yıl yanlışlıkla ilk basım tarihi olarak gösteril





218 Büyük Filozoflar


miştir). 1860 yılında, 72 yaşında ölümüne dek bir çok eser yayımladı ama bunların hiçbiri, yirmili yaşlarında ortaya koyduğu ve kendisinden hiç uzaklaşmadığı felsefe sisteminin genişletilmesi, ayrmtılandırılması ve zenginleştirilmesinden öteye gitmedi. Kısa ve öz yazılarından oluşan Parerga ve Paralipomena
adlı bir deneme ile The Basis of Morality [Ahlâkın Temeli] ve The Freedom ofthe Will [İrâde Özgürlüğü] adlarıyla iki kısa ama çok etkili kitap kaleme aldı. Adı On the Will in Na- ture [Doğadaki İrâde Üzerine] olan küçük bir kitap daha var; bu metnin amacı bilimdeki yeni buluşların kendi düşüncelerini desteklediğini göstermekti. Hepsinden daha önemlisi, Schopenhauer 1844 yılında, İrâde ve Tasarım Olarak Dünya’nın, orijinal cildin iki katı bir hacme ulaşmış olan gözden geçirilmiş ikinci baskısını yayınlamıştır.

Schopenhauer hakkında söylenebilecek birkaç dikkate değer şey daha var. Her ne kadar Schopenhauer’in eseri Kant’ın çalışmalarının doğrudan izleyicisi olarak Batı felsefesinin temel akımlarından birini oluşturuyorsa da, o Hinduizm ve Budizmi de çok iyi biliyordu; Schopenhauer bu nedenle Batı düşüncesi ile Doğu düşüncesi arasında önemli birtakım benzerlikler bulup gösteren tek büyük Batılı düşünür olmak durumundadır. O aynı zamanda açıkça ateist olan ve ateist olduğunu beyan etmekten çekinmeyen ilk Batılı filozof olmuştur. Sanatları her tür sıralamanın en üstüne yerleştiren ve onlar hakkında diğer bütün filozoflardan daha fazlasını söylemeye teşebbüs eden Schopenhauer’in birinci sınıf yaratıcı sanatçılar üzerindeki etkisi modem dönemin diğer herhangi bir filozofunu kuşkusuz bu nedenle kat kat aşmıştır. Zaten onun kendisi de, Alman düzyazısının en büyükleri arasında bulunuyordu. Yazdığı bir çok cümle öylesine mükemmel aforizmalar oluşturmuştur ki, bunlar yüzlerce insan tarafından bulundukları metinlerden çekilip çıkarılarak müstakil küçük nükteli söz (epigram) kitapları halinde basılmıştır. Bu, herşey bir yana Schopenhauer’in, felsefesi ancak bir bütün olarak ele alındığı takdirde anlaşılabilecek bir sistem kurucusu olduğu gerçeğini gözlerden sakladığı için, aslında entelektüel olarak büyük bir felakete yol açmıştır.

Bu tartışmanın gündeme geldiği sırada, İngiliz dilinde Schopenhauer üzerine yazılmış ve halihazırda basılı bulunan kitaplardan en uzunu ve en yenisi, korkarım bana ait bulunuyor. Ancak bir monolog veya tek kişilik bir konuşmanın bu tartışmalar dizisinde yeri olmadığından, Schopenhauer hakkında konuşmak üzere, onun felsefesiyle ilgili diğer kitaplardan birinin yazarını davet etmiş bulunuyorum. Konuğum, yaşayan en



Schopenhauer 219


büyük felsefe tarihçilerinden biri: Sayın Frederick Copleston. Kendisi, Londra Üniversitesi’nde felsefe tarihi alanında Emeritus profesör olarak çalışıyor. Kaleme aldığı dokuz ciltlik ünlü History of Philosophy
[Felsefe Tarihi] kitabındaki Schopenhauer bölümü ve incelemesine ek olarak, ayrıca Arthur Schopenhauer, The Philosophy of Pessimism [Arthur Schopenhauer, Kötümserliğin Filozofu] başlıklı bir de kitap yazmıştır


TARTIŞMA

Magee. Tartışmamıza başlamanın herhâlde en iyi yolu, şu soruyu ele almaktır: Schopenhauer ne yapmaya kalkıştı, neyi amaçladı? Bu soruya nasıl bir cevap verirdiniz?



Copleston. Bence, başka bir çok orijinal filozof gibi, Schopenhauer da kendisini içinde bulduğu, içinde yaşadığı dünyayı anlamak istedi ya da denilebilir ki, insan deneyiminin birlikli ve tutarlı bir yorumunu oluşturmayı, ya da fenomenler dünyası, fenomenlerin çeşitliliği üzerinde kavramsal bir hâkimiyet sağlamayı denedi. Bunu yapabilmek için altta yatan, gerideki temel gerçekliği keşfetmenin zorunlu olduğunu düşündü. Neden keşfedilmesi gerekenin altta yatan bir gerçeklik olduğunu düşündüğü sorulsaydı eğer, öyle sanıyorum ki en önemli nedenlerden birisi onun Immanuel Kant’ın öncüllerinden hareket etmiş olması olurdu. Dünyayı görme biçimimizin insana ait bir bakış açısının sonucu olduğunu ve insan zihninin önceden dünyayı belirli şekillerde görmek üzere programlanmış olduğunu düşündü. Örneğin, mekân ve zaman içinde, mekânsal ve zamansal ilişkilerle nedensellik ilişkilerine tâbi olan nesneler dışında kalan harhangi bir şeyi deneyimleyemeyiz. Ama şeylerin bize belirli bir biçimde görünüyor olmaları, onların görünme tarzlarından ayrı ve bağımsız bir biçimde, kendinde şeyler olarak da böyle olmalarını gerektirmez. Bir fenomen kavramı, yani bir insan öznesine göründüğü şekliyle şey kavramı, bağlılaşık bir kavram olarak, bize görünme tarzından farklı, kendinde varolduğu biçimiyle şey, kendinde şey düşüncesini gerektirir. Kant, kendinde şey düşüncesinden vazgeçmeyi kabul etmemiş olsa da, onun doğası hakkında pozitifhiçbir şey bilemeyeceğimizi öne sürmüştür. Kant’ın görüşünce, insanın teorik bilgisi fenomenler dünyasıyla sınırlıdır. Halbuki, Schopenhauer mümkün olduğu takdirde ve ölçüde kendinde şeyi keşfetme çabası içinde olmuştur.



220 Büyük Filozoflar


Magee. Bu -her ne kadar daha sonra birkaç kere geri dönüp değinecek olsak da- üzerinde durmamıza değecek kadar önemli bir düşünce, çünkü insanlar karşılaştıklarında, onunla başa çıkmakta zorlanıyorlar. Kant, deneyimin bize yalnızca yetilerimiz, duyusal ve zihinsel donanımımız yoluyla gelebileceğini ileri sürmüştü. Bu yüzden, neyi deneyim- leyebileceğimiz, sadece “orada-dışarda” ne olduğuna değil, aynı zamanda sahip olduğumuz yetilerin doğasına, bu yetilerin neleri ele alabileceğine ve bunun için ne yaptıklarına da bağlıdır Demek ki deneyimlerin aldığı fiilî formlar özneye bağlıdır. Kant, buradan bütün gerçekliği iki alandan meydana gelen bir şey olarak düşünebileceğimizi ileri sürmeye geçti. Herşeyden önce, deneyimimizin, biz olduğumuz gibi olduğumuz ve şeyleri aksi tekdirde idrak edip tasarlayamayacağımız için, olduğu gibi olan dünyası vardır. Kant buna fenomenler dünyası adını verir. Bir de, bizden ve deneyim formlarımızdan bağımsız olarak, kendilerinde fiilen oldukları gibi olan şeylerin dünyası var. Buna da, numenin “kendisinde olduğu biçimiyle şey” anlamına geldiği yerde, numenler dünyası diye tanımlar. Bu ikinci varlık alanıyla ilgili olarak, yani şeylerin doğası hakkında dolayımsız bir kavrayışa erişebilmemizden asla söz edilemez. Bizim dünyamız -empirik dünya, gündelik yaşamın ve sağduyunun dünyası, bilimin kendisine konu edindiği dünya- bunlardan birincisi, yani fenomenal dünyadır. Kant ve Schopenhauer gibi filozoflar için empirik dünya ile fenomenler dünyasının bir ve aynı şey olduğunu gözden kaçırmamak gerçekten de önem taşır. Bu dünyanın formları özneye- bağlıdır. İşte, Schopenhauer bütün bu analizi Kant’tan aynen almış ve kendinde dünya ile bize göründüğü şekliyle dünya arasındaki bağlantının ne olabileceği üzerine uzun süre kafa yormuştur. O Kant’ın kendinde dünyanın hiçbir zaman dolayımsız olarak bilinemeyeceği iddiasını kabul etmiş, ama bir yandan da görünen dünyaya ilişkin ayrıntılı bir analizin kendinde dünyanın ne olması gerektiğiyle
-ne olması gerektiği diyorum, çünkü görünen dünya bir anlamda kendinde dünyanın bir tezahürüdür- ilgili olarak birtakım ipuçları verip veremeyeceği üzerinde durmuştur. Buna göre, Schopenhauer şeylerin gerisindeki temel gerçekliğin doğasına, böyle dolayındı bir tarzda ulaşma çabası içinde olmuştur. Onun araştırma tarzı bu şekilde gelişti, değil mi?

Copleston. Evet öyle. Bununla birlikte, Schopenhauer için geride tek bir gerçeklik olabileceğini hatırlamanın önemli olduğunu düşünüyorum. Kant’ın kendisi buna, sanıyorum, sağduyunun bakış açısından yaklaşmış ve göründüğü şekliyle bir masanın olduğu yerde, bir de ken


Yüklə 2,52 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   21




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin