ruz tabii: bizim kayınpeder gibi. Ben ne yaptım bugüne ka-
dar? Satın alıp kütüphaneye yığdım. Sonra hepsini geride
bıraktım. Hiç olmazsa onları yanıma almama izin verilsey-
di. Benim gibi kim bilir ne kadar çok insan vardır: alır oku-
maz. Kulaktan dolma aydın: Turgut Özben. Artık vaktimiz
olacak Olric. Selim de şaşırmamış mıydı Oblomov’u bana
okuttuğu zaman; beğendiğimi görünce, gerekli sözleri söy-
lediğimi görünce sevinmemiş miydi? Bende, kitaplarla do-
ğuştan bir akrabalık olduğunu söylememiş miydi? Dur ba-
kalım, bununla daha ne kadar övüneceğiz? Bıktırıncaya ka-
dar. Kimi bıktırıncaya kadar efendimiz? Bilmem. Öyle ya,
kimi? Belki seni, Olric. Biliyorsunuz, ben her seferinde yeni
duymuş gibi olurum anlattıklarınızı. Size yakışıyor, deme
Olric. Artık beni kandıramazsın. Bir iki kitabı ayırarak tez-
gâhın üstüne koydu. Boşuna dolaşmıyoruz sayın kitapçı:
endişelenme. Selim’de, okuduklarını anlatmak için bitip tü-
kenmez bir heves vardı Olric. Farkına
varmadan ne kadar
çok şey öğrenmişim ondan. İnsan zekâsının durmadan de-
ğişen görünüşlerine hayrandı. İşte Tolstoy: bunu da alalım.
Bu Dostoyevski’yi de. Neden hiç anlaşamamışlar acaba?
Tolstoy gibi bir deha neden değerini anlayamamış Dosto-
yevski’nin? Ben ikisini de anlıyorum. Aynı devirde yaşadık-
ları halde hiç görüşmemişler. Hiç mi merak etmemişler bir-
birlerini? Nasıl kaçırmışlar bu fırsatı? Bir bilseydiler. Dosto-
yevski’nin kanında Yahudice bir şey var diyor Tolstoy. Ne
yazık. Yazarlar birbirlerini değil de yazmayı seviyorlar gali-
ba efendimiz. Selim, sürrealist bir resim göstermişti bana
Olric. Ressam, yakın arkadaşlarını çizmiş: hatıra fotoğrafı
gibi bir şey. Bir kısmı oturmuş yere ön tarafta; bir kısmı da
arkada ayakta duruyor. Sanki
bir mektebi yeni bitirmişler
de bahçeye çıkıp resim çektirmişler. Aralarına Dostoyevs-
ki’yi de koymuş ressam. Ben de onunla aynı özlemi duyu-
yorum. Böyle bir fotoğraf çektirmeyi ne kadar isterdim bil-
578
sen. Bu adamların bizden uzakta ve ölmüş olmalarına daya-
namıyorum. Selim’in ölümüne dayanamadığım gibi. Öl-
dükten sonra insanların bir yerde buluştuklarını söyleyen-
lere inanmak isterdim. Yaşarken, ne sıkıcı
ve soluk insan-
larla birlikte geçiriyoruz ömrümüzü. Hiç olmazsa öldükten
sonra, aralarında bulunmaktan zevk alacağımız insanlarla
yaşasaydık. Fakat ne garip, onlar da yaşarken görmek iste-
miyorlar birbirlerini. Belki öldükten sonra anlarlar. Kavga
gürültü eksik olmaz aralarında gene. Elbette olmaz. Önemli
olan bu değil. Selim dinleseydi beni, gülerdi bu düşüncele-
rime. Dedikodularını yapacağına, onları oku önce, derdi.
Selim de yaparmış dedikodu. Ne yapalım?
Kendi seviye-
mizde düşünmedikçe yakınlık duyamıyoruz onlara. Belki
de bu yazarları okumaya cesaret edemeyenlere onları böyle
basit, günlük olaylar çerçevesinde anlatmanın bir yolu bu-
lunsaydı, daha çok okunurdu bu kitaplar. İnsan beyninin
böyle farklı güçte olması, birinin yazdığını, ötekinin okuya-
cak kadar bile bir zekâya sahip olmaması çok üzücü. Keli-
meleri herkes biliyor. Bilmedikleri de bildiklerinin yardı-
mıyla öğretilebilir onlara. Yalnız, bu masum kelimeler bir
araya gelince, içinden çıkılmaz ağlar örüyorlar. Üstelik, ke-
limeler karşısındaki çaresizliklerine üzülmüyor insanlar. Bu
kusurlarını
önemsemiyorlar benim gibi; yalancı çarelerle
avunmuyorlar; onu bunu çekiştirip teselli aramıyorlar.
Şu Dickens’ı alalım. Dostoyevski’yi çok etkilediği söyleni-
yor. Bir dedikodudur gidiyor, değil mi Selimciğim? Franz
Kafka’yı alalım Olric: bir tereddütün romanı.
Böyle bir ro-
man vardı galiba, bizim eskilerden birinin yazdığı. Eskileri-
mizi de unutmayalım. İnsandan bahsediyorlar ne de olsa.
Fakirlerin, kütle romanından haberleri olmadığı için, ne
yapsınlar, insandan, tek insandan bahsetmek gibi modası
geçmiş bir yola sapmışlar. Lisedeki edebiyat öğretmeni
Ömer Seyfettin’i severdi.
Dostları ilə paylaş: