Filistin'e göç edip yerleşmek gibi ilk nazarda mâsumâne görünen arzularının Sultân Abdülhamîd tarafından mutlak bir sûrette redde mahkûm olduğunu gören yahûdîler, o mübârek şahsiyeti bertaraf etmedikçe emellerine ulaşamayacaklarını anlamakta gecikmediler. Bundan dolayıdır ki, önce İstanbul'da ve sonra da yahûdî muhiti Selânik'te temerküz eden İttihat ve Terakkî cemiyetini kurdurarak vatanın bir kısım bedbaht evlâdlarını bir propaganda sisinde boğdular.
Tehlikeyi gören Sultân Abdülhamîd, yahûdîlerin Filistin'de toprak satın almalarını yasakladığı gibi, onların bu emellerine muvâzaa yoluyla ulaşmalarını engellemek için de, her arâzîsini satmak isteyenin yerini şahsî parasıyla satın alarak "emlâk-i şâhâne" hâline getirmiştir. Filistin Çiflikât-ı Şâhânesi böylece vücûda gelmiştir. Sultan Abdülhamîd bunlara ilâveten oradaki müslüman nüfûsu da artırma yoluna gitmiştir.
O sırada Rus tahrikıyle teşekkül etmiş çeteler, Balkanlar'ı cadı kazanı hâline getirmiş bulunuyordu. Bunlarla mücâdele eden birliklerin birtakım subayları, İttihat ve Terakkî ve onun arkasındaki yahûdîlerce iğfâl edilmişlerdi. Bunlar isyân ederek Abdülhamîd Han'ı II. Meşrûtiyet'in ilânına zorladılar.
Abdülhamîd Han, yeni bir kânûn-i esâsî hazırlatıp tatbik etmeyi düşünüyordu. Fakat gayet buhranlı ve ihtilâl hazırlıklarının yapıldığı karışık bir ahvâl içinde buna fırsat bulamamıştı. Mecbûren eski kânûn-i esâsîyi yürürlüğe koydu.
Meclis-i Meb'ûsân 17 Aralık 1908'de toplandı. En azılı Osmanlı düşmanları dahi meb'ûs seçilerek meclise girmişti. Hatta ne hazîndir ki, mecliste azınlıkların te'sîri müslüman meb'ûslardan daha çoktu.
İttihat ve Terakkî iktidarı, kısa zamanda halkın umûmî sûrette nefretini kazandı. Karşılaştığı tenkîdleri şiddetle bastırıyor ve muhâliflerini gazeteci veya fikir adamı demeden suikastlerle yok ediyorlardı. Bu durum, zuhûr eden nefreti had safhaya çıkarınca, kendi iktidarlarını korumak için sâdık adamları sandıkları avcı taburlarını Rumeli'den getirip Taşkışla'ya yerleştirdiler. Ancak bunların başlarındaki subaylar, kısa zamanda Beyoğlu âlemleriyle siyâset girdabına sürüklenip askerleriyle alâkalarını kestiler. Serbest kalan avcı taburları efrâdı, halkla temas edince, İttihat ve Terakkî'nin irtikâb ettiği mel'ûnâne zulüm ve hıyâyetlerini öğrenerek kendilerini korumaya me'mur oldukları bu kadroya karşı ayaklandılar. İstanbul'da birkaç gün terör hâkim oldu. Bazı İttihat ve Terakkî milletvekilleri sokak ortasında katledildi. İşte 31 Mart Vak'ası denilen hâdise budur. Bu ayaklanma sebebiyle iktidarlarını tehlikede gören İttihat ve Terakkî,Rumeli'den "Hareket Ordusu" denilen çoğu rum, ermeni ve yahûdî çapulcusu onbeş bin kişilik bir kuvveti İstanbul üzerine sevk ettiler.
Sultân Abdülhamîd, bu gürûha karşı -maalesef- aşırı merhameti sebebiyle hareketsiz kaldı. Halbuki sarayının etrafında iyi tâlim ve terbiye görmüş otuz bin asker vardı. Neticede tâc ve tahtı için şu hengâmede bile kan dökmeye râzı olmayan Sultân Abdülhamîd, Hareket Ordusu'na arkalanan İttihat ve Terakkî hükûmetince hal' olunarak tahttan indirildi. Usûlen tanzîm edilen fetvâ da, tamamen haksız ve mesnedsizdi. Kendisine bulunabilen kusur, "kütüb-i mu'tebere-i dîniyyeyi cem' u ihrâk", yâni mûteber dînî kitapları toplatıp yaktırmaktı.
Bu bühtanın aslı şudur: O zaman Kur'ân-ı Kerîm'in şahıslarca basım ve yayını yasaktı. Kur'ân-ı Kerîm'i devlet bastırır ve parasız dağıtırdı. Şahısların Kur'ân-ı Kerîm tab'ında gereken ihtimâmı gösteremeyecekleri düşüncesiyle konulmuş bulunan bu yasağa rağmen Kur'ân-ı Kerîm tab' olursa, bunlar müsâdere edilip ihrâk olunur (yakılır), külleri de îtinâ ile çiğnenmeyecek bir toprağa gömülürdü.
Diğer taraftan, hal' fetvâsı âid olduğu makamdan sâdır olmamıştır. Bu maksadla parlementoya celbedilen ve kendisine baskı tatbik edilen fetvâ emîni Hacı Nûrî Efendi, Pâdişâh'ın hal'i için kâfî bir şer'î sebep mevcûd olmadığını beyândan sonra:
"Hal' meş'ûmdur (uğursuzdur)! Sultân Abdülazîz hal' edildi. Arkasından koca Rumeli elden gitti.Rumeli'den milyonlarca muhâcir İstanbul'a geldi. Medrese ve câmîler, lebâleb bunlarla doldu. Ben o zaman medrese talebesiydim. Yetîm çocukları sırtımda taşımaktan omuzlarım çürümüştü. Mâdem ki ille de Pâdişâh'ın hal'ini arzu ediyorsunuz, kendisine arzediniz; O, kendi kendisini azletsin!.." dedi.
Bu münâkaşaya şâhid olan Talat Paşa, ipin ucunun elinden kaçacağını anlayınca, ulemâdan olan milletvekillerine istenilen fetvâyı vermeleri için baskı yaptı. Bu baskı neticesinde tefsir sâhibi Elmalılı Hamdi Efendi'nin takrîri (söyleyip yazdırması) ile Sultân Abdülhamîd Han hakkındaki mâhut hal' fetvâsı ortaya çıktı.
Hazindir ki, bu keyfiyeti Sultân Abdülhamîd'e tebliğ için parlementoca seçilmiş bulunan dört kişilik hey'ete ısrarla Selânik meb'ûsu yahûdî Emanuel Karassou Efendi kendisini de dâhil ettirmişti. O koca Sultân, bu hey'ette şu yahûdî çıfıtı da görünce, diğerlerine dönüp:
"-Sizler müslümansınız! Beni halîfe olarak görüp görmemeyi arzu etmek hakkınızdır. Lâkin bu yahûdînin aranızda işi ne?!." demekten kendini alamadı.
Onlar da, bu söz üzerine başlarını önlerine eğdiler. O zaman Sultân, bütün bu olanların mukadderât îcâbı olduğunu düşünerek:
"Bu, azîz ve alîm olan Allâh'ın takdîridir..." meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.
II. Abdülhamîd Han Azledildikten Sonra
Hal edilmesinin hemen ardından Sultân, kasden bir yahûdî muhiti olan Selanik'e gönderilip orada zengin bir yahûdî aile olan Alâtîn-i Biraderler'in köşküne hapsedildi. Burada sıradan bir adama bile reva görülmeyecek zulüm ve baskılar altında tutuldu. Çoluk-çocuk bütün aile efradı günlerce aç bırakıldı. "Emlâk-i şahane"si millîleştirildiği (!) gibi, menkul serveti de tamamen elinden alındı. Hareket Ordusu, İstanbul'a geldiğinde Pâdişâh'ın tahttan indirilmesini mutaakıben Yıldız Sarayı'nı tamamen yağmalayarak zenginleşmiş bulunan subaylar, bir de bu sürgün hâdisesinden sonraki yağma ile "orduya hediye" (!) adı altında adetâ büyük bir servete kondular. O derecede ki, takriben on yıl sonra Sultân Vahidüddîn merhumun talimatı ile yapılan tahkikatta ortaya çıkan tablo yüz kızartıcıdır. Yağmagir ve hırsızların listesi, Hareket Ordusu Mahmud Şevket Paşa'dan baş/ayarak en küçük zabite kadar kocaman bir liste teşkil etmiş, fakat o buhranlı zamanda bu hıyanetin hesabını sormak -maalesef- mümkün olmamıştır.
Sultân Abdülhamîd Han'ı bertaraf eden İttihat ve Terakki erkânı ülkeyi cahilane bir surette idare etmeye başladı. Yumuşak huylu pâdişâh Sultân Reşâd, kendilerinin elinde âciz bir kukladan farksızdı.
İttihat ve Terakki hükümetinin gaflet ve cehaletleri, birçok acı felâketlere sebep oldu. Trablusgarb'daki mahallî mukavemet devam ederken Balkan Harbi çıktı. Ordunun hiçbir ciddî hazırlığı ve istihbaratı yoktu. Düşmanın sür'atle ilerlemesi karşısında Selânik'i tehlikede gören ittihat ve Terakkî hükümeti, Sultân Abdülhamîd'i oradan İstanbul'a nakletmek teşebbüsünde bulundu. Sultân Abdülhamîd, ne sebeple İstanbul'a nakledilmek istendiğini sorunca, kendisine karşı karşıya bulundukları askerî tehlike nakledilerek, düşmanın Selanik'e yaklaşmakta olduğu bildirildi. Pâdişâhın dış dünyâ ile yıllardan ben bütün alâkası kesilmiş bulunduğundan olup bitenlerden haberi yoktu. Durumu öğrenince dehşete kapıldı ve:
"-Galiba siz kiliseler mes'elesini hallettiniz!.." diye hicranla haykırdı.
Ardından bunu kendisine haber veren Râsim Bey'e büyük bir öfke ile:
"Rasim Bey! Râsim Bey!.. Selanik demek, İstanbul'un anahtarı demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede?.. Ecdâd kanlarıyla sulanan bu toprakları nasıl terkederiz? Biz buraları bırakıp gidersek, târih ve ecdâd bizim yüzümüze tükürmez mi?.. Biraderim Hazretleri, buranın tahliyesine razı mı oldular? Nasıl olur? Hayır, ben razı değilim!... Yetmiş yaşımda olduğuma bakmayın! Bana bir tüfek verin, asker evlâdlarımla beraber Selânik'i son nefesime kadar müdâfaa edeceğim..."dedi. Fakat kendisine Sultân Reşâd'ın selâmı ve ricası iletilince, bir Osmanlı hanedanı mensubu olmanın mes'ûliyeti ile Pâdişâh'ın irâdesine boyun eğmek zorunda kalarak İstanbul'a nakledilmeyi kabul ederken, büyük bir teessür içindeydi.
Doğruydu. Balkan kavimlerinin aralarında bir ittifak kurulmasının asıl sebebi, kiliseler mes'elesinin halledilmiş olmasıydı.
Oysa Abdülhamîd Han, İstanbul'da Balat'taki Rum Ortodoks patrikliğinin karşısına bunların Rum patrikliğine muâdil ve onunla aynı hukuka sahib "erksahlık" adıyla Bulgar kilise riyasetini te'sis etmişti. Patrikhane demek olan bu müessesenin binasını da, bir gecede monte ettirmişti.
Bu surette Bulgar kilisesi, Sultân Abdülhamîd'in bu siyâsi manevrası ile teessüs etmiş oldu. Bu bir ihtiyaç olduğu ortaya çıkınca, Bulgar ve Rumlar'ın müştereken oturdukları yerlerde kavga başladı.
Gafil İttihatçılar, iş başına gelince, "kiliseler kanunu" denilen bir kanun çıkardılar. Rum ve Bulgarlar'ın müştereken yaşadıkları yerlerdeki kiliseleri onlar arasında taksimi için nüfûs ekseriyetini esas aldılar. Sayım yaptılar. Hangi taraf ekseriyette ise kiliseyi hükümet kuvvetlerini kullanarak o tarafa feslim edip kilisesiz kalan tarafa da iki sene içinde devlet parasıyla yeni bir kilise yaptırarak aralarındaki ihtilâfı bertaraf ettiler.
Bu surette kiliseler kavgası hitâma erince, Bulgarlar ve Yunanlar, birkaç yıl içinde dost oldukları gibi, ezelî düşmanımız Sırplılar'ı da yanlarına alarak Balkan Harbi' ni başlattılar.
İttihat ve Terakkî hükümetlerinin cehalet ve hıyanetleri saymakla bitmez... Sultân Abdülhamîd Han'ın artık yahûdi güdümüne girmiş bulunan İngiliz siyâsetine karşı Almanlar'ı tahrîk etmesinin mâhiyyetini anlayamayan ittihatçılar, Balkan Harbi'ni mutaakıben ortaya çıkan 1. Cihan Harbi'ne de Almanlar'ın yanında girmek ahmaklığını gösterdiler. Hem de bir yahûdî emr-i vâkîsi ile...
İttihatçılar, düşman tazyîkından kaçıyormuş gibi yaparak Çanakkale Boğazı'ndan içeriye giren Goben ve Breslaw isimli iki Alman zırhlısını güya onları satın alıyorlarmış gibi göstererek müttefiklerin protestolarından kurtulmak istediler. Bu gemilerin filo kumandanı Amiral Şuşon yahûdî asıllı idi. Hususî bir talimatla hareket ediyordu. Gemi efradının İstanbul'da sıkıldığını söyleyerek Karadeniz'e açılmak müsaadesi istedi. Artık Osmanlı bayrağı çekmiş olan bu gemilere bir Türk kumandan tâyin edilmemişti. Amiral Şuşon, Karadeniz'de bir Rus nakliye gemine taarruz ederek Osmanlı Devleti'ni bu emr-i vâki ile harbe soktuğu zaman, bundan, Enver Paşa dışında hükümet erkanından hiç kimsenin haberi yoktu.
Henüz Balkan Harbi faciasının yaraları sarılmamışken sırf Almanlar'ın yükünü hafifletmek maksadıyla Osmanlı Devleti'nin hazırlıksız bir surette harbe dahil olması, yıkılışın en korkunç âmili olmuştur.
Harbin sonu belli olmaya başladığı hengâmede, Sultân Abdülhamîd'i demekle hatâ ettiklerini nihayet anlayabilen ittihat ve Terakkî reisleri Enver ve Talat Paşalar, artık Beylerbeyi Sarayı'nda ikâmet etmekte bulunan mahlû (tahttan indirilmiş) Pâdişâh'ı ziyaret edip fikrini sordular. O koca Sultân, bir atlas getirterek onlara, İngiliz sömürgelerini göstertti. Nüfûslarını yekûn ettirdi. Sonra Almanlar'ın sömürgelerini sordu. Tâbi Almanlar'ın sömürgesi olmadığı ortaya çıktı. Sultân keder dolu bir hüzünle:
"-Şu hesabı da mı yapamadınız?!. Hiç İngiltere'ye karşı Almanlar'ın yanınla harbe girilir miydi? Ben Almanlar'ın İngiliz emellerini dengelemek için kullandım. Bundan öteye birşey düşünmedlim. Şimdi fikrimi soruyorsunuz!.. Bu evvelce gerekliydi; artık çok geç!.." dedi.
İkisi de nemli gözlerle sarayı terkederken:
"-Bizler böyle bir sultanın kıymetini takdir edemedik! Ne büyük bir hatâya düştük!.." diyorlardı.
*
Çanakkale Harbi esnasında düşman donanmasının Marmara Denizi'ni geçebileceği endişesi ile tedbir olarak padişah ve hükümetin Eskişehir'e nakli kararlaştırılmıştı. Abdülhamîd Han, durumdan haberdar olunca bunu büyük bir cesaret ve şecâatle redderek:
"-Ben Fâtih Sultan Mehmed Han'ın torunuyum!.. Hiçbir zaman Bizans imparatoru Kostantin'den aşağı kalamam! Dedem Fâtih İstanbul'u alırken, Kostantin askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Biraderim nereye giderlerse gitsinler.. Fakat bilinmelidir ki, o ve hükümet, İstanbul'dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben, Beylerbeyi Sarayı'ndan ayağımı dışarıya atmam!" dedi.
Nitekim O'nun bu kararlılığı karşısında pâdişâh ve hükümet İstanbul'da kaldı. Böylece devletin daha o gün yıkılması önlenmiş oldu.
Son derece yoğun, yorgun ve çileli bir ömürden sonra Abdülhamîd Han, yetmiş yedi yaşında 10 Şubat 1918'de rahmet-i Rahmân'a kavuştu. Mekânı cennet olsun!.. Rahmetullâhi Aleyh..
*
Ulu Hakan, 1918'de vefat ettiği zaman bütün mağdur ve mazlum millet yas bağlamış, bütün İstanbul halkı görülmemiş mahşerî bir kalabalıkla O'nu dîvân yolundaki türbesine defnederek Âhıret'e yolcu ederlerken bazıları:
"Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Ulu Hakan?" diyerek ağıt yakmışlardır.
Kendisine karşı en çirkin ve şiddetli muhalefeti göstermiş bulunanlar bile, zamanla ve arkasından sökün etmiş olan faciaların îkâzıyla uyanarak nedamet hislerini terennüm etmişlerdir. Bunlardan biri olan filozof Rızâ Tevfîk'in de kulaktan kulağa yayılıp meşhur olmuş bulunan Abdülhamîd-i Sânî'nin Rûhâniyetinden İstimdâd isimli şi'rini dikkatlerinize sunalım:
Nerdesin şevketli Abdülhamîd Han?
Feryadım varır mı bârigâhına?..
Târihler adını andığı zaman;
Sana hak verecek ey koca Sultan!
Bizdik utanmadan iftira atan;
Asrın en siyâsî Pâdişâhına!..
Pâdişâh hem zâlim hem deli dedik;
İhtilâle kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse biz "belî" dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına...
Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz;
Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz;
Sâde deli değil, edebsizmişiz;
Tükürdük atalar kıblegâhına!..
Nadimlerden biri olan Süleyman Nazif de nedamet hislerini şöyle ifâde eder:
Kaç zamandır gelmemişken yâda biz;
İşte geldik Sen'den istimdada biz;
Hasret olduk eski istibdada biz!..
*
Filistin'in ilk mazlumu Abdülhamîd Han'dır. Çünkü hal'i O'nun Filistin mes'elesinde yahûdî Teodor Hertzel'e mukavemeti sebebiyle gerçekleşmiştir.
Vefatı ile bütün İslâm âlemi adetâ yetim kalmıştır. Çünkü gerçek manâsıyla hilâfeti ayakta tutan O idi. Kendisinden sonra -askerî gaileler sebebiyle- bir daha bu dirayeti göstermek mümkün olmamıştır. Gerçekten Sultân Abdülhamîd, 1900 yılında Çin'de milliyetçi bir grup tarafından Alman büyükelçisi Kettler katledilip büyük bir batı aleyhtarı hareket başlayınca, "Boxer İsyanı" denilen bu hâdise dolayısı ile Wilhem'in kendisinden yardım istemesini bahane ederek oraya bir "nasîhat hey'eti" göndermiş ve Pekin'de uzun müddet faaliyet gösterecek olan "Hamidiyye Üniversitesi" adıyla bir dînî tedris müessesesi kurmuştur.
Yine Japonya'ya, tarihimizde "Ertuğrul Faciası" diye bilinen bir ilmî hey'et gönderip İslâm'ı oralara kadar yaymak ve hilâfet nüfuzunu âlem-şumül bir duruma getirmek yolunda yürüyen Sultân Abdülhamîd'in şu İslamcı siyâsetinin şümul ve kuvvetini anlayabilmek için, Medîne-i Münevvere'ye kadar döşetmiş olduğu demiryolu hattının, devlet kesesinden bir kuruş çıkmadan sırf dünyâ müslümanlarının yardımlarıyla gerçekleşmiş bulunduğunu hatırlamak kâfidir.
Sultân Abdülhamîd, o ileri görüşlü insandı ki, Amerika'da horlanan zencilerin maruz kaldıkları zulümlerden istifâde ile onları İslâm'a çekmek maksadıyla oraya propagandacılar gönderdiği ve bugünkü zenci-müslüman varlığının teşekkülüne âmil olduğu da bir gerçektir.
Oturduğu yerden dünyâyı fotoğraflarla tâkib eden ve bundan dolayı bugün kendisinden üç binden ziyâde albüm kalmış bulunan Sultân Abdülhamîd, zamanında dünyâdaki bütün gelişmeleri harfiyyen tâkib etmekteydi. Meselâ 1904 Rus-Japon harbinde dünyâda hiçbir Allah kulu Japonlar'ın galip geleceğine ihtimal vermezken O, uzak şarka gitmek üzere boğazdan geçen Rus gemilerinin, Sadrazam'ına geri dönmeyeceklerini söylemiştir. Hattâ bu harbi meşhur Pertev Paşa vasıtasıyla günü gününe tâkib ederek Ruslar'ın Japonlar'a mağlûb olmasının kendi devleti hesabına kazançlı neticelerini devşirmekten geri kalmamıştır.
Son söz olarak şu hususu belirtmeliyiz ki, Sultân Abdülhamîd, O'nun mübarek şahsiyeti, siyâsetinin incelikleri ve zamanının dahilî ve haricî gaileleri böyle makale hacimli yazılara sığmaz... O umûm milletin müstehak olduğu musibetleri bertaraf için bir beşer takatinden umulmayacak derecede gayret gösterdiği hâlde, netice şerirlerin galebesi suretinde tahakkuk etmişse, bunu kader perspektifinden bakmadıkça anlamak mümkün değildir. Böyle bir dirayet içinse, kendisinin şu sözünü okuyucularımıza yardımcı olabileceği düşüncesiyle zikrederek yazımıza nihayet verelim:
O, Hareket Ordusu'na karşı hareketsiz kaldığı yolundaki tenkıdlere cevaben buyurmuştur ki:
"-0 güruhun önünde Hızır -aley-hisselâm-'ı görmesem, böyle yapmazdım!.."
Abdülhamîd Han'ın dindarlığı, hizmetleri, merhameti, zekâsı ve kabiliyeti destanlıktır. O'nun ihlâsını şu hâtıra ne güzel ifâde eder:
Sultan Abdülhamîd Han, âcil bir iş zuhur edince, gecenin hangi vakti olursa olsun uyandırılmasını ister, ertesi güne bırakılmasına rızâ göstermezdi. Bu hususta mâbeyn başkâtibi Es'ad Bey, hatıratında şöyle demektedir:
"Bir gece yarısı, çok mühim bir haberin imzası için Sultân'ın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım, yine açılmadı. "Acaba Sultân'a emr-i Hakk mı vâkî oldu?" diye endişelendim. Biraz sonra tekrar çaldım; bu sefer kapı açılarak Sultân, elinde bîr havlu ile kapıda göründü. Yüzünü kuruluyordu. Tebessüm etti:
"Evlâd! Bu vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım. Kapıyı daha ilk vuruşunuzda uyanmıştım, ancak abdest aldığım için geciktim; kusura bakma!. Ben bu kadar zamandır milletimin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım... Getir imzâlıyayım!.." dedi.
Ve "besmele" çekerek evrakı imzaladı."
Hattâ zevcesi, Abdülhamîd Han'ın bu husûsiyetiyle alâkalı olarak, O'nun yatağının başında dâima temiz bir tuğla bulundurduğunu ve bununla yataktan kalktığında çeşme mahalline kadar abdestsiz yere basmamak için teyemmüm aldığını, sebebini sorduğunda da kendisine:
"Bunca müslümanlarm halîfesi olarak, biz sünnet ölçülerine dikkat etmezsek, ümmet-i Muhammed bundan zarar görür!.." dediğini nakleder.
Mâbeyn kâtiplerinden Abdülhamîd Han bağlılarından olmayan birisi de hatıratında şu câlib-i dikkat hâdiseyi anlatır:
"Bir akşamdı. Mâbeynde nöbetçi olarak ben kalmıştım. Gelen mektub, telgraf, rapor ve tezkerelerin listesini tertibleyip huzura çıkmak üzere iken bir telgraf geldi. İstanbul Lâleli Postahanesi me'mûrlarından birinin Hünkâr'a çektiği bir telgraftı bu:
Bîçâre me'mur, karısının o gece doğum yapacağını ve doğumun da tehlikeli olacağına dâir doktorların ikâz ettiğini, fakat elinde hiçbir imkân bulunmadığını, bu sebeple merhamet-i şahaneye sığındığını, bildiriyordu.
Ben de bunu pek kayda değer görmeyerek zât-ı şahaneye vereceğim listenin içerisine almadım.
Ancak huzurda, Pâdişâh âdeti üzere herşeyi ayrı ayrı gözden geçirdikten sonra ilâve etti:
"-Başka birşey var mı?"
"-Kayda değer birşey yok efendim!" dediysem de Sultân'ın ısrarla suâlini tekrarladı ve:
Şaşkın bir vaziyette telgrafı getirdi. Sultân, orada yazılanları dikkatle okudu. Ardından düşündüğümün tam aksine daha saray doktorunu çağırtarak bana dündü:
"Derhal beraberce Lâleli'ye gidiniz"! doğum yapacak olan kadıncağıza gerekli müdâheleyi yaptırınız!" diye ferman buyurdu.
Sultân'ın bu emri üzerine saray doktoru ile o memurun evine gittik. Vazifemiz yerine getirip hastaneden döndüğümüzde ise, vakit sabaha yaklaşmıştı. Saraya girince, kapının sesinden bizi farkeden Sultân, perdeyi araladı ve eliyle "gelin" diye işaret etti.. Odasının ışıkları yanıyordu. Demek ki, sabaha kadar ibâdet ve dua ile meşgul olmuştu.
Hemen huzuruna girdik. Neticeyi sordu. Olduğu gibi anlattım:
"-Sultânım, doğum bir hayli müşkil oldu. Ancak mütehassıs doktorların gayretten ile hasta kurtuldu elhamdülillah.. Bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Adını da Abdülhamîd koydular. Sabaha kadar golfları içinde zât-ı âlînizin ömür ve devletlerine dua ettiler..."
Bizi ayakta dinleyen milletin merhametli babası olan Hünkâr, bu durum üzerine rahatlayarak derinden bir "elhamdülillah" dedi. Sonra paravananın arkasına geçerek iki rek'at namaz kıldı.
Osmanlı Devleti'nin 620 senelik şan ve şeref dolu târihini şâir ne güzel hulâsa eder:
KİMDİM?
A'sâra sorarsan, beni söyler sana kimdi?
Bir başka denizdim, kürenin rub'u benimdi!..
Mermiler, alevler beni bir kal'a sanırdı,
Efserlerin enkazı uçar, dalgalanırdı...
Cevval atımın kanlı, kıvılcımlı izinde,
Bir umk idi aksim ebediyyet denizinde.
Çarpardı göğün kalbi hilâlin avucunda
Titrerdi yerin tâlii mermimin ucunda...
A'sâr elimin çizdiği mecradan akardı,
Üç kıt'ada mağrur atımın izleri vardı...
Fevkinde uçarken o neşîbin, bu firâzın
En şanlı hükümdâr-ı buruşanına arzın
Tek bir nazarım berk-ı inayetti, keremdi
İklîli hediyyemdi, ekaalîmi hibemdi...
.........
Dünyâ bilir iclâlimi, "ben böyle değildim!"
"Ben altı asırdan beri bir defa eğildim!.."
Sultan Abdülhmid'in Torunu Muhammed Kubilay el-Bekri ile... Vatan Bizim İçimizde Yaşar, Biz Onun Değil
Soylu bir kimseyle sohbet ediyoruz. Bu zât Türkiye'nin büyük sultânı II. Abdülhamid'in torunu Muhammed Kubilay el-Bekrî Bey... Belki de o, üç kıtada hüküm sürmüş, etrafındaki insanları ve dünyayı meşgûl etmiş aileden kalan son kişi.
Asil ve şerefli bir aileden gelen Muhammed Kubilay İstanbul'da bulunduğu bir sırada ailesinin yaşadığı saraylardan birini görmek ister. Bu saray bir zamanlar onların mülkiyetinde idi. Fakat hilafet düştükten, Sultan Abdulhamid öldükten ve Türkiye, cumhuriyete dönüştükten sonra saraylar devletin mülkiyeti haline getirilmişti. Dolayısıyla Muhammed Kubilay Bey de ailesinin yaşadığı yerleri herhangi bir turist gibi bilet kestirmesi gerekiyordu. Gerçekten de bilet kestirdi, dedelerinin sarayına girdi ve sarayın hususiyetlerini incelemeye başladı. Bu tuhaf bir şeydi. Daha da tuhafı sarayda sergilenen şeyler arasında annesine âid bir elbise gördü. Elbisenin altında şöyle yazıyordu: "Bu elbise Sultan II. Abdulhamid'in torunu Adile Sultan'a âiddir". O anda Muhammed Kubilay Bey'in gözlerinden sıcak damlalar süzüldü ve geçmişteki şeref ve asâletini yâdetmeye koyuldu. Çünkü o -binbir gece masallarında bile- bir kimsenin dedelerinin sarayını ve annesinin elbisesini parayla göreceğine inanamamıştı.