Pekala! Ne rüya gördün? Dedi



Yüklə 1,21 Mb.
səhifə3/27
tarix30.10.2017
ölçüsü1,21 Mb.
#22657
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   27

Kur'an, müslümanlara şarabı yasak etmiştir. Müslümanlar şarabın verdiği sarhoşluğu bilmezler. Fakat ben onun yerine, müslümanlara, zikir sarhoşluğunun verildiğini düşünüyorum. Zikir sırasında kendimi ne kadar verebiliyorsam o derecede bir çeşit, ilahî diyebileceğim sarhoşluk içine girdiğimi hissediyordum. Zikir sırasında ağlayanlar, gülenler, bağıranlar sarhoşa benzemiyor mu? Onların bu halleri dışarıdan bakıldığında, alkolün tesirlerine benziyor... Fakat alkol sarhoşluğu batılıları, beden sarhoşluğuna düşürdü. Halbuki zikir, tam ve gerçek manasıyla bir ruh sarhoşluğudur.

Bu sarhoşluk, kuşların cıvıltısında, çiçeklerin renk ve kokularında, denizde ve gökte, ışıkta ve havada, canlıların sesli ve sessiz sevincinde kendisini gösteren, bütün tabiatı kucaklayan ilahi bir sarhoşluktur.

Bülbülün neşesini düşünün! O da insanlar gibi "bilinmez"e olan aşkını, bağlılığını terennüm etmiyor mu? Onun aşkıyla sarhoş değil mi?... Kuzeyin ormanlarında ilkbahar geceleri aşk şarkıları okuyan kekliğe avcılar istedikleri kadar yaklaşabilirler; çünkü o, aynı aşkın sarhoşluğu içinde etrafındaki her şeyi unutmuştur.

Manolyalar, mor salkımlar ve sarı güller içindeki bir ev de aynı sarhoşluğun içindedir. İçindekiler farkında olmasa da...

Zikirde varılmak için hedef alınan şuur hali, benliğin ortadan kalkması ve insanda bulunan ve aslına yakın ilahî bir kıvılcım olan "gerçek nefs", Avrupa'da bilinmez.

Tasavvuf felsefesi, bu şuur halini anlamış ve çeşitli şekillerde onu ifade etmiştir.

Çocukluğumuzda, hilkatin aslına en yakın olduğumuz o safiyet yıllarında, tabiatı daha yakından ve derinden duyardık. Acaba bütün yaratılmışlara sinmiş olan İlahî nuru, denizin sarkışını, ormanların sesini, çocukluktakinden daha iyi duymamızı temin etmek mümkün değil midir? Bizim yanlış eğitimimiz, çocukları, bu İlahî ışığın pırıltısından uzaklara sürüklemektedir.

Bedenin ruha yakınlaşması için, göklerin musikîsi, İlahî fikir, İlahî akıl ve İlahî kitap, insanı tamamen kuşatıp idare etmelidir. İnsanlığın gerçek görevi bu hale ermekten başka bir şey değildir. Biz bunun nasıl olacağını, tabiatın hikmet kitabında okuyabiliriz.

Sonraki günlerden birinde Şeyh Efendi hazretleri ile Avrupa ve Amerika medeniyetinin muazzam maddî ilerlemeleri hakkında konuştuğumuzda Şeyh Efendi, İncil'den yaptığı bir nakille ve şu şekilde cevap vermiştir

"-Hazret-i İsa: 'Bir insan, bütün dünyayı ele geçirse, ama ruhunu kaybetse, bunun ona ne faydası olabilir?' demiyor muydu?"

RUHÎ GÜÇ MERKEZİ

Tekkedeki bu beşinci günümde Şeyh Efendi beni ziyaret geldiğinde, yanında Bursa'dan gelmiş olan bir şeyh efendi vardı. Onu, maneviyatta çok ileri mertebelere varmış muhterem bir zat olarak takdim etti. Bursalı şeyh, siyah sakallı, açık ve güzel yüzlü, ağır başlı bir zattı. Sırtında güzel siyah bir cübbe vardı. Şeyh Efendi'ye karşı çekingen ve hürmetkar duruyordu. Onun huzurunda hiç konuşmadı. Bir heykel sükutuyla oturduğu minderde, sadece tasvip ifadesiyle başını sallamakla yetindi.

Şeyh Efendi, dünkü zikir hakkındaki intibalarını sordu. Ben de, "Benim gibi bir yabancı için çok şaşırtıcı olduğunu, fakat toplu yapılan zikrin, hatırı sayılır bir tesire sahip bulunduğunda hiç şüphemin olmadığını" ifade ettim. Şeyh Efendi:

"-Daha önce kendisine aynı suali sorduğum zeki bir yabancı da bu cevabı vermişti. Toplu zikrin, kendisine, devamlı artan bir kuvvetle dönmekte olan bir rüzgar değirmenini hatırlattığını söylemişti. Fakat ruhî güç merkezinin Şeyhin kalbi olduğunu anlayıncaya kadar, rüzgar değirmenini harekete geçiren kuvvet kendisine bir mana ifade etmemişti" dedi.

Aynı fikirde olmaktan memnun olduğumu, bu gibi ruh güçlerinin, çok ihtiyacı olan Batı'da da zamanla yerleşeceği ümidini taşıdığımı ifade ederek şöyle dedim:

"İlim, çok gururlandığımız başarıları ile, tekrar çıkış şansı bırakmadan, bizi çıkmaz bir dehlize soktu. Köstebekler gibi, maddenin derinliklerine doğru indik. Ruhî aslımızla olan temasımızı artık iyice kaybetmiş bulunuyoruz. Fakat şu kadarı var ki,bugünkü modern ilmin esası bize Doğu'dan geldi. Ama sonunda endüstri vasıtasıyla yıkıcı güçlerin hizmetine girdi. Bugün ürettiği silahlar, zehirli gazlar, lüks ve zevk malzemeleri ile insanları bambaşka bir yola sevk ediyor. Doğu’nun ilmindeki eski "hikmet"i yeniden ihya edip, Batı'da yaygınlaştırmaktan başka kurtuluş çaresi göremiyorum."

ÖNCE KENDİNİ

Şeyh Efendi, "Evet, size katılıyorum" dedikten sonra sözü ne şöyle devam etti:

"Fakat başkalarım değiştirmeyi arzu eden kimsenin, bu işe önce kendisinden başlaması gerekir. Şimdi siz, bize gönderilmiş bulunuyorsunuz. Aradığınız şeyi bizde bulup bulmadığınıza bakın. Eğer bunu başarırsanız, sizi başkaları takip edecektir. Öyle olunca biz de en iyi arkadaşlarımızı Avrupa'ya gönderebiliriz. Bu çok önemli bir meseledir. Bunun için kendim gidebilmeyi çok isterdim. Fakat çok yaşlıyım. Oğlum Mehmet Ali'yi gönderebilirim. Halkın eksik tarafı ahlak? eğitimidir. Bu çalışmalarımızda tahsil ve kitaplar bize yardım edemez. Burada daha fazla kalınız. Başkalarını ikna etmek istediğiniz şeye önce kendiniz iyice kanaat getiriniz.

Onun son sözlerine cevap olarak başımı eğdim ve "Buraya zaten inanarak gelmiştim" dedikten sonra devam ettim:

"Dininizin fevkaladeliğini görmek için müslüman olmaya gerek yok. Geçen gün sizin incir ağacının altında vermiş olduğunuz misali tekrar edebilirim. Bütün dinlerin, asıl özünü çevrelemiş olan bir dış kabuğu vardır. Çoğu kimseler sadece kabuğu görmektedirler."

Şeyh Efendi'nin cevabından mücerret meselelerden ziyade bana faydalı olacak şeylerden bahsetmek istediğini anladım:

"-Bunlar doğru. Fakat bu gibi düşünceler, bizi esastan çok

uzaklara götürecektir. Şimdi temel meseleler üzerinde durmamız daha faydalı olacaktır. Mesela siz dünkü zikir meclisinin manasını öğrenmek istiyordunuz. Bu mühim bir bahistir. Bundan bahsedelim... Siz Allah'a ve Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin onun resulü olduğuna inanıyor musunuz?"

Şeyh Efendi'nin, daha önce sorduğu ve benim müspet cevap verdiğim bu soruyu tekrar sormasını, yanındaki şeyh efendiyi rahatlatmak istemesine bağladım ve "Evet" manasında başımı sallayarak cevaplandırdım:

"-Allah'ın her yerde hazır ve nazır olduğuna inanıyor musunuz?"

"-Evet!"

"-O halde her an Allah'ın huzurunda bulunduğunuzu kabul ederek, düşünün. Bizim mütevazi tekkemize gelmekle fedakarlıkta bulundunuz. Bu fedakarlığa biraz daha katlanınız. Belki zamanla şimdikinden daha kuvvetli bir kanaate sahip olacaksınız."

ZİKİR VE HİKMET

Tam bu sırada tekke, şiddetli bir gök gürültüsüyle sarsıldı ve yağmur yağmaya başladı. Şeyh Efendi dışarıyı göstererek şöyle dedi:

"Kur'an, bize her şeyin Allah'tan geldiğini söyler. Bedenin, elbisen, evin... Her şeyini Allah'ın yaratmasına borçlusun. Şu anda yağan yağmuru da... Evet, bütün nimetleri bize ihsan eden O'dur. Eğer Allah dilediyse, araştırmakta olduğunuz şeyi de burada bulmanıza izin verecektir. Allah'ı öğrenmeye ve tanımaya geldinizse, O sizin kalbinize gereken hikmeti koyacaktır. Bu hikmet akıl yoluyla elde edilemez. Zikirden maksat ise gafletten kurtulmaktır. Ancak bu sayede Allah'ı bilebilir ve ona şükrede-biliriz. Zikir sayesinde hiç farkına varmadığınız yeni bir gücün içinizde sessizce uyanıp büyüdüğünü görürsünüz. Sonra bir gün kitaplarda yazılı olmayan o hikmete sahip olduğunuzu hissedersiniz. Bu hususta düşünün. Bu yolda atacağınız ilk adım bu olacaktır."

Şeyh Efendi kalkmak için davranınca, hepimiz ona yardım etmek için yerimizden fırladık. O dostça gülüşüyle bizlere teşekkür etti ve güçlükle yürüyerek merdivene doğru gitti. Parmaklığın kenarında saygı ile durdum. Bursalı Şeyh'in yardımı ile merdivenlerden inerken yüzyüze gelince bana nezaketle başını salladı.

Sohbet sırasında devamlı susan Bursalı "şeyh geri gelerek, sedirde yanıma oturdu ve benimle konuşmaya başladı. Az önceki sessizliğinin bende uyandırdığı intibaın aksine, gayet samimî ve güzel konuşuyordu.

"Sizi bir kardeş olarak sevgi ile selamlıyorum. Ben de Muhterem Şeyh'e bağlı ihvanlardanım. Sayımız bir hayli çoktur. Uzak yerlerden, Şeyhimizden nur ve kuvvet almak için geliriz. Sizi buraya gönderdiği için Allah 'a şükürler olsun. Zira size İslam'ı öğretecek daha iyi birisin! bulmak bilmem mümkün olur muydu?

RUHUMUZUN VATANI

Dostum Profesör (Mehmet Ali Aynî), ikindi sıralarında beni ziyarete geldi. Daha önce Şeyh Efendi'ye uğradığından, Efendi hazretleri de lütfedip onunla beraber geldiler ve bir müddet odamda oturdular. Ben de bu güzel fırsattan istifade ederek, sabahki ziyaretinden ve verdiği derin ve kıymetli bilgilerden dolayı kendisine teşekkürlerimi sundum. Sonra da tekrar zikir bahsin! açarak, "Zikre, ruhun bedenden kurtuluşunu sağlayan bir metot olarak bakabilir miyiz?" diye sordum.

"İnsanın ruhu İlahî yüceliklerden gelir. Kesafet, kazanarak, insan bedenine girer. Burada ruh, kafesteki bir kuş gibidir. Önceleri bu hapislik hissini duyar ve bedbaht olur. Fakat zamanla buna alışır. Bedeni yani hapishaneyi kendi evi gibi benimser. Geldiği asıl yerin! ve vatanım unutur. Bu unutkanlık neticesinde, oraya dönüşten korkmaya başlar; hatta döneceğin! hatırlamak bile istemez. İşte zikirden maksat, ruhlarımıza ana vatanını hatırlatmak, orasını özletmek ve dönüşü arzu etmesini sağlamaktır."

Şeyh Efendi bunları söyledikten sonra, benim ilk katıldığını zifirlerden gereği gibi istifade edemememin de tabiî olduğunu, çünkü nefsin böyle şeylere alışık olmaması sebebiyle zamanla alışarak hoşlanacağını izah ederek, şöyle devam etti:

"-Kişinin bu yolda başarıya ulaşması, şeyhine bağlılığı derecesinde olur. Eğer şeyhinin kendisine yardımcı olacağına gerçekten inanıyorsa başarıya ulaşır. Şeyhine gerektiği gibi inanmıyor ve önem vermiyorsa, hiç bir fayda elde edemez."

MADDEDEN MANAYA

Şeyh Efendi yanımızdan ayrıldıktan sonra dostum Profesörle sohbetimize devam ettik. Bana tekkede biraz daha kalmamı tavsiye etti.

"-Teşebbüs ettiğiniz, büyük bir şeydir. Yarıda kalmamalı. Benim edindiğim kafi kanaati elde edinceye kadar kalmalısınız. Şeyh Efendi size bunu verebilecek bir zattır."

Sonra kendisinin nasıl bir zamanlar ruhî hadiselere inanmayan bir adam olduğu halde şimdi inanır hale geldiğini şöyle anlattı:

"-Hayat beni maddeci yapmıştı. Sadece manevi olan, madde dışı şeylerin varlığını inkar ediyor, bunların fertlerin şahıslarına bağlı enfüsî (sübjektif) şeyler olduğunu iddia ediyordum. Birkaç yıl önce idi, uzun senelerden beri görmediğim bir arkadaşıma rastladım. Bir tarikatın şeyhi olmuştu. Sohbetimiz pek tabiî olarak az sonra dinî mevzulara döndü. Beni evine davet ettiği için, sohbetimize evinde devam ettik. Ben Batının modern bilim ve felsefesine dayanarak bütün hissî ve manevî vakaları reddediyordum. O ise Doğunun eskiden beri malum olan ruhçu fikirlerini savunmakta idi. Vakit geç olduğu için o gece onun evinde yattım.

"Derin bir uykuya dalmışken, gece yarısı uyandırıldım. Arkadaşım yanımda idi. Kendisine sorular soracakken, susmamı işaret ederek, ağzımın içine üfledi. Bunun üzerine yine derin bir uykuya daldım. Fakat bir zaman sonra ve bu sefer kendi kendime uyandım. Üzerimde havada asılı duran güneşe benzer bir şey vardı. Tam ortasında arkadaşımın yüzü görünüyor ve bana gülümsüyordu. İyice uyanmış ve hayretler içinde kalmıştım. Güneş az sonra kayboldu. Tekrar uyudum.

"Sabahleyin kalktığımda geceki görüntüleri sadece asılsız bir rüya saymak niyetindeydim. Fakat arkadaşım, bana onları hatırlatarak, hala aynı fikirde olup olmadığımı sorunca şaşırmaktan kendimi alamadım.

"O sırada resmî bir iş için Bükreş'e gitmek üzere idim. Hareket günü arkadaşımla vedalaşırken, dönüşümde aynı bahisleri görüşmek üzere sözleştik. O gece kamaramda yatarken arkadaşım odama girdi. Karşımdaki sandalyeye oturdu. Halbuki onun karada ve çok uzakta olduğunu biliyordum. Hemen yataktan fırlayarak dizlerine sarıldım.Benim gibi etten ve kemiktendi. Fevkalade şaşırmıştım. Geçen seferki gibi yine ağzıma üfleyerek beni sakinleştirdi. Derin bir uykuya daldım.

"Bükreş'te epeyce kaldıktan sonra İstanbul'a döndüm ve karşılaşır karşılaşmaz yanına koşup ellerini öptüm. Bana 'Vapurdaki gibi bu sefer unutmadın. Herhalde artık eskisi gibi düşünmüyorsundur dedi. O günden itibaren maddeci düşünceleri terk ederek, din ve tasavvuf araştırmalarına kendimi verdim. Bugünkü halimi tamamen o dostuma borçluyum."Uzun boylu, zayıf ve keskin bakışlı bir zattı. Büyük bir irade gücüne sahip olduğu görülüyordu. Kendisinden, iki ayrı yerde bulunma kerametini bana da gösterip gösteremeyeceğini sorduğumda, bunun için ikimizin arasında çok sıkı bir ruh temasının bulunması gerektiğini söyledi. Ayrıca da bunun çok zor ve mühim bir şey olmadığını, çok oruç tutan, geceyi ibadetle geçiren ve murakabede bulunanların bunu kolayca başarabileceklerini; bunun için fazla bir manevî tekamüle lüzum olmadığını da ilave etti.

HAZİRAN

Kelami Dergahından Hatıralar

Bir Danimarkalının Kaleminden / Kelâmî Dergahından Hatıralar
Carl Vett / Terc: İ. Edhem Bilgin / Yayına haz.:M.Ertuğrul Düzdağ




Cari Vett'in soruşu üzerine Şeyh Efendi şöyle dedi.

"Tenasüh inancı, yeni ruhlar yaratmaya kadir olan Allah'ın kudretinden şüphe etmektir..."

"Biz burada iyi ile kötüyü Kur'an-ı Kerime ve dine karşı olan tavırlar a bakarak ayırt ederiz. Fakat sizin Garp'ta böyle bir ölçünüz yok. İyiyi ve kötüyü neye göre tayin ediyorsunuz?



Tekkedeki altıncı günümde, Şeyh Efendi sabahleyin odama geldiğinde, söz kendisinin eserlerine intikal etti ve bana birkaç kitabını hediye etti. Bunlar, müridlerine yazdığı mektuplarından meydana gelmiş bir mecmua, açıklamalarıyla birlikte bin hadisi muhtevî bir eser ve ayrıca üç dilde yazılmış şiirleri idi.

Konuşmamız sırasında Doğu'da ve Batı'da yayınlanan kitaplardan bahis geçince şöyle dedi:

"Avrupa kitap neşriyatı ile bizimkini mukayese ediniz. Bizim burada son zamanlara kadar neşrolunan eserlerin onda dokuzu dini ve ahlakî idi. Avrupa'da ise bu tersinedir. Avrupalıların bu kitaplar yüzünden ahlak dışı tesirler altında kaldığım iddia etseler inanırım. Avrupalı herkesin okuduğu bir kitabı, kendisinin de okuması gerektiğine inanır. Fakat bu küçük gibi görünen tesirlerin ne büyük zararlara sebep olacağım düşünemiyorlar."

KÜÇÜK ŞEYLER

Şeyh Efendi gölgesini mavi gök üzerine çizerek yükselen Alemdağı'na doğru baktı.

"-Bana biraz yaklaşın."

Yanına gittim.

"-Uzaktaki şu büyük dağı görüyorsunuz. Şimdi başınızı sağa doğru yaklaştırınız. Artık dağı göremiyorsunuz. Zira şuradaki incir ağacının yaprakları görüşünüze mani oluyor. Allah'ın tam idrak edilmesi de işte böyledir. Hayatımızı dolduran küçük şeyler büyük bir hakikatin görülmesini önlerler."

O sırada pırıl pırıl olan gökte bir şahin ile bir karga dövüşmekteydiler. Birisi de hasmına üstten saldırabilmek için yukarılara yükselmeye çalışıyordu.

"-Yükseğe çıkabilmek için şu iki kuşun sarf ettikleri gayrete bakınız. Aşağı doğru uçuşları bir ok gibi süratli, fakat yukarı çıkmak için sahip oldukları bütün gücü kullanmak zorundalar. Tıpkı insanlar gibi."

Tekkedeki yedinci günümde Şeyh Efendi başka bir yere gitmişti. Ben de tercümanımla beraber dışarıya çıkarak dolaştım ve ona müslümanlıkla ilgili sorular sordum. Müslüman çocuklarına küçüklüklerinde yapılan dinî telkinlerin, onların büyüyünce hayatın zorluklarına daha iyi dayanmalarını sağladığını anladım.

MÜSLÜMAN ÖLÇÜSÜ

Tekkedeki sekizinci gününde toplantı salonunda bir kaç kişi ile birlikte oturmakta olan şeyh Efendi'nin huzuruna kabul edildim. Bana Avrupa'daki "Masonlar hakkında sorular sordu, kendisine bildiğim kadarıyla anlattım. Sonunda şöyle dedi:

"-Biz burada iyi ile kötüyü, Kur'an-ı Kerime ve dîne karşı olan tavırlara bakarak ayırt ederiz. Fakat sizin Garp 'ta böyle bir ölçünüz yok. İyiyi ve kötüyü neye göre tayin ediyorsunuz?"

Tekkedeki bütün dostlarımın benim her an hidayete ererek, müslüman olacağımı beklediklerini hissediyordum. Onların gönüllerini yapmak için sabah ve akşam namazlarına katılmaya başladım.

Zikirde ise dizlerim çok ağırdığı için halkanın dışında kalıyordum.

TENASÜH MESELESİ

Tekkedeki dokuzuncu günüme sabah namazına katılarak başladım. Hepsi yedi kişi olan ihvan alt katta yatıyorlardı. Biri ezan okumak için avluya çıktı. Şeyh Efendi'nin vefatı halinde yerine geçeceği tahmin olunan Hoca efendinin arkasında namazımızı kıldık. Hafî olarak zikrettik. Zikirden sonra, hocanın ellerini öperek, herkesin birbiriyle kucaklaşması, çok samimi bir hal idi.

Aynı gün Şeyh Efendi'nin meclisinde otururken, tenasühten (ölen canlının ruhunun, bir başka canlıda yeniden dünyaya döndüğü inancı) bahsettim. Müslüman kardeşlerim bu fikrime karşı çıktılar. Kur'an-ı Kerimde tenasühten hiç bahsedilmediğim, bunun Hindlilerin hayalî bir nazariyesi olduğunu söylediler.

Şeyh Efendi şöyle dedi:

"-İnsanlar ağaç üzerinde devamlı yenilenen yapraklara benzerler. Halbuki bize yapraklar hep aynıymış gibi gelir. Tenasüh inancı, her an yeni ruhlar yaratmaya ve bedenler göndermeye kadir olan Allah'ın kudretinden şüphe etmek, ona inanmamak demektir. İnsan ölüm kapısından geçmek sayesinde meleklerin erişemediği tecrübelere ulaşır."

Bu akşam zikre tekrar katıldım. Tesiri daha fazla oldu. Gözümü yumup kendimi ritme vererek, şuurumu kaybedebileceğimi hissettim. Fakat buna meydan vermedim.

Tekkedeki onuncu günümde Şeyh Efendi hatırımı sormaya geldiğinde, son zikrin üzerimdeki tesirini öğrendikten sonra şöyle dedi:

"- Şark ile Garb'ı karşılıklı dostluk ve anlayış içerisinde birleştirmeyi gaye edindiniz. Cenab-ı Hakk'ın bu değerli mesaînizde size yardımcı olmasını dua ediyoruz. Şark ile Garb'ın mevcut alakalarını bir at alışverişine benzetebiliriz. Satışta iki taraf da haklı olduklarım ısrarla ileri sürüp münakaşa ederlerken, hakikati temsîl eden at, bir kenarda ve sessizce durur; onları mücadeleleri içine terk eder."

-"Bu vaziyette, artık şimdiye kadar yaptığımız gibi münakaşayı bırakıp, atı arabaya koşalım ve birlikte yol almaya bakalım."

Bu cevabım şeyh Efendi'nin hoşuna gitti. Gülümseyerek:

"-Avrupalılarda pek görülmeyen bir derecede, Şarklıların kinayeli dilinden anlıyorsunuz. Fakat netice alınabilmesi için iki tarafın müşterek bir ölçü kabul etmeleri lazımdır. Biz Kur'an-ı Kerimi elimizde tutuyoruz., Onun bütün hakikatleri ihtiva ettiğine inanıyoruz."Biz Kur'an-ı Kerim'in bütün hakikatleri ihtiva ettiğine inanıyoruz. Garplılar ise bizim ileri sürdüğümüz delilleri tetkik bile etmeden ve hiç tecrübe etmeden reddediyorlar. Hiç biri içimizde yaşayıp bizleri yakından tanımaya ve anlamaya çalışmadı. Bunu ilk defa siz yapıyorsunuz. Bunun için rahatınızdan fedakarlık ettiniz. Bazen bir kişi bin kişiye bedel olabilir. Buradan dünyaya açılıp, istikbalde Şark ve Garp'tan binlerce kişinin kardeş olmasını belki siz temin edebilirsiniz. Sizi Avrupa'ya halifem olarak tayin ediyorum" dedi. Bu sözlerine çok mütehassis oldum ve teşekkür ederek:

"Bana olan bu itimadınız, vazifem için gerekli olan destek ve kuvveti bana sağlayacaktır. Zahirî konforumdan biraz fedakarlık ederek, burada manevî konforda büyük dereceler elde ettim. Çalışmalarımın yolunda, burada iyi bir adım atmış olduğumdan eminim. Benimle aynı fikirde olan birkaç arkadaşımla beraber, İslam merkezlerim ziyaret etmek ve burada kazandıklarımın üzerine daha bir şeyler ilave etmek istiyorum" dedim ve gideceğimiz yerlerde kolaylık olması için şeyh Efendi'den öteki memleketlerdeki halifelerine hitaben bir mektup yazıp yazamayacaklarını sordum.

Bu arzumu kabul ettikten sonra şunları söyledi:

-"Geçen sene müridlerimden birini bir mektup ve selamlarımla Bosna'ya gönderdim. Orada uzun müddet kaldı. Çok muvaffak oldu. Şimdi orada birkaç bin ihvanımız var."

Şeyh Efendiİ biraz düşündükten sonra, çok güzel bir hatla şu mektubu kaleme alarak bana verdi:

Bismillahirrahmanirrahim

İnsana sahip olduğu bütün ilimleri ihsan eden Allah'a hamdolsun.

Salat ve selam insanların en hayırlısı, en kerîmi, dünyaya Hak ile desteklenerek gönderilen Hazret-i Muhammed Sallallahü aleyhi ve sellem in üzerine olsun.

Salat ve selam, Onun ölü ashabına, hulefasına ve bütün müslümanlara olsun.

Bundan sonra, din ve tarikat kardeşlerimden bu mektup kendisine gelmesi muhtemel kişiler. Hamil-i mektubu kabul edip ona yardımcı olunuz. Çünkü Allah, Kitabı'nda şöyle buyurur: "Her kim Allah'ın sesine kulak verirse mükafatlanacaktır." Allah, yolu gösterenleri, insanlığın ilerlemesine çalışanları bilir.

Allah ruhları yaratır ve onlara kendisinden bir nefha üfler. Allah'ın sıfatları çok ve çeşitli derecelerde olarak insanlarda tecelli etmiştir.

Ve's-Selamu ala men't-tebea'l-Hüda...

1341 senesinin Şevval ayında yazılmıştır. Altta imzası bulunan bendeniz, hakir, fakir, Allah yolunun aciz hizmetkarı, İstanbul Bedeviyye Dergahında, Bedeviyye Tarikatı Şeyhi.

TEKKEYE GELENLER

Tekkedeki on birinci günüm Cuma idi. Sabah namazından sonra "hatm-i hacegan" dualarını okudular.

Kuşluk vaktinde üç misafirim vardı: Hukuk Fakültesi Dekanı, bir matematik profesörü ve Arap edebiyatında uzman bir yüksekokul müdürü. Bu zevat son zamanlarda kurulmuş olan "Psikolojik Araştırmalar Komitesi"ne üye seçilmişlerdi. Batıdaki komitelerle temas halinde idiler.

Bu üç nazik misafir beni, dünya nimetlerinden yüz çevirip, basit bir zühd hayatı yaşayarak hakikati aradığım için tebrik ettiler.

Şeyh Efendi teşrîf ettiği zaman hepsi kalkarak elini öptüler ve ona büyük saygı gösterdiler. Şeyh Efendi her birine Bin Hadis kitabından hediye etti. Efendi gittikten sonra da hepsi, Batı dünyasına halife tayin edildiğim için tebrik ettiler.

Cuma namazından önce Şeyh Efendi gruplar halinde gelen ziyaretçileri kabul ve onlarla sohbet etti. Cuma namazı ve zikirden sonra Kur'an tilaveti ve yine zikir ile meşgul olundu. Tarikat bütün sosyal tabakaları kucaklıyordu. Gelenlerin arasında yüksek idareciler ve zabitlerden tütün, halkın her sınıfından insan vardı.

TEKKEDEKİ SÜKUNET

Tekkedekiİ on ikinci günümde, Şeyh Efendi ile olan sohbetimizde "tenasüh" bahsini yeniden açtım. Bu sefer uzun boylu konuşuldu. Dünyanın ve insanın yaradılışından başlayarak, bütün meselelerde, müslümanların, en katı maddecilikle en yumuşak ruhî tavırları aynı anda ve aynı rahatlıkla kabul ve izah edebilmelerine yeniden hayran oldum, İslamiyet onları her bakımdan tatmin edip mesut kılıyordu.

Ben insan ruhlarının çok farklı olan ruhî olgunluklarını, tenasüh ile açıklayınca Şeyh Efendi şöyle dedi:

"-Hayır. Bu, her şeye kadir olan Allah'ın kudretinin sınırlanmasıdır. Allah ruhları yaratır ve onlara kendinden bir nefha üfler. Allah'ın sıfatları çok ve çeşitli derecelerde olarak insanlarda tecellî etmiştir. Allah çeşitli sıfatları kullarına imtihan için verir. Hesap gününde herkes kendisine verilen sıfatı ne kadar geliştirdiğine göre hesap verecektir. İyiye veya kötüye doğru gitmelerinin karşılığında mükafat veya ceza göreceklerdir."

Yüklə 1,21 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   27




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin