Yavuz Sultan Selim'in nedimlerinden Hasan Can, Tacü't-tevarîh adlı meşhur kitabın yazarı olan oğlu Hoca Saadettin Efendi'ye şunları anlatmıştır:
Yavuz Sultan Selim Hazretleri, gecelerini genellikle kitap okuyarak geçirmeyi adet edinmişti; pek az uyurdu. Çoğu zaman bana okutur kendisi dinlerdi. Tarihi baştan sona bilirdi. Bir keresinde, bu şekilde bir kaç gece üst üste uykusuz kalmış, sonunda yorgunluktan uyuya kaldım. Padişah da gece biraz uyumuş. Sabah namazını kıldıktan sonra hizmetine koştuğumda, bana:
- Bu gece görünmedin, ne yaptın diye sordu.
- Birkaç gece uykusuz kaldığımdan bu gece gaflet galebe edip hizmetinizden mahrum oldum diyerek özür diledim.
- Pekala! Ne rüya gördün? Dedi.
- Öyle hatırda kalacak rüya görmedim diye cevap verdim!
- Bu ne sözdür? Böyle uzun geceleri hem sadece uyku ile geçir , hem de bir rüya görme! Mutlaka görmüşsündür! Söyle! Benden saklama diyerek ısrar etti. Ne kadar düşündüysem de hatırlıyamadım.
- Nakli mümkün bir şey görmedim diye yemin ettim.
Mübarek başlarını hayretle iki tarafa sallayıp düşündü. Ben de "Bu ısrarla sualin sebebi nedir?" diye hayrette kaldım. Biraz sonra beni bir iş için kapı ağasının bulunduğu daireye gönderdi.
Gittiğimde Hazinedar Başı Mehmed Ağa, Vekilharç Başı Osman Ağa ve Saray Ağası Hasan Ağa'nın, hepsinin topluca bir arada oturduklarını gördüm. Saray Ağası Hasan Ağa'nın başı önünde ve gam ü kasavet içindeydi. Gerçi salih ve dindar bir kişiydi; ama bu hali, evvelkilerden pek başkaydı. Gözlerinden yaşlar aktığını da görünce, yakınlarından birinin vefat ettiğini zannettim. Kendisine:
- Ağa hazretleri! Kalbiniz kederli, gözünüz yaşlı görünüyor. Hikmeti nedir? dedim.
- Hayır! Hiçbir şey yok dedi, rüyayı benden gizledi, fakat Hazinedar Başı:
- Ağa kardeşimiz bu gece garip bir rüya görmüş, şu anda onun tesirindedir diye açıkladı. Ben:
- Allah Teala hayırlar vere! Bana da söyleyin!. Zira Devletli Padişahım; Sen bu gece mutlaka rüya görmüşsündür! Niçin söylemiyorsun? diye beni azarladı. Beni sıkıştırması boşuna değildir. Ne gördünse anlat diyerek Hasan Ağa'ya ısrar etti. Söylemekten sıkılarak dedi ki:
- Benim gibi asî günahkarın, padişah huzurunda söylenmeye layık ne rüyası olabilir ki? Lütfen bana bunu teklif etme!
Biz ısrara devam ettik. Gitgide hayası artıyor ve:
- Kerem edin! Vaz geçin! diye yalvarıyordu.
Sonunda Hazinedar Başı Mehmed Ağa:
- Niçin söylemiyorsun? Daha önce söylemeğe memur olduğunu kendin açıkladın. Şimdi gizlemek hıyanet olmaz mı? deyince sırrını açıklamaya mecbur kaldı:
- Bu gece rüyamda, bu eşiğinde oturduğumuz kapıyı aceleyle vurduklarını duydum. Ne oluyor diye ileri vardım. Baktım ki kapı dışarısı biraz görünecek kadar aralanmış; ama adam sığmaz. Ne var diye baktım. Ellerinde bayraklar vardı ve silahlarını kuşanmışlardı. Harbe hazırdılar. Ellerinde birer sancak olan dört nûranî kişi, kapıya yakın duruyordu. Bana: "Niye geldiğimizi bilir misin?" dedi. Ben de: "Buyurun!" dedim. "Bu gördüğün büyük kalabalık Rasulullah'ın ashabıdır. Bizi o gönderdi. Selim Han'a selam etti Hemen kalkıp gelsin, bugünden sonra Haremeyn hizmeti ona verildi" diye ferman buyurdu. Bu gördüğün dört kişi Ebü Bekir Sıddîk, Ömer bin Hattab, Osman Zinnüreyndir. Ben de Ali bin Ebî Talib'im. Git Selim Han'a benim tarafımdan bildir!" dedi ve kayboldu.
Bana dehşet gelip kendimi kaybettim. Sabaha kadar yatıp kalmışım. Hizmetçiler teeccüd zamanı, adetim olduğu halde kalkmamamı hastalığıma hamletmişler. Sabah namazını kaçırmayayım diye gelip beni uyandırmak istediklerinde, terden su içinde yattığımı görmüşler. Değiştirmek için çamaşır getirmişler. Beni ovarak uyandırdılar. Alem bana dar geldi. Aklım başıma gelince aceleyle kalktım. Namazımı kıldım; hatta zor yetiştirdim. Fakat hala benden hayret ve şaşkınlık gitmedi" dedikten sonra tekrar ağlamaya başladı. Ben de padişahın emrettiği işi görüp hemen, döndüm. Padişahın huzuruna çıktığımda o, yine rüyadan söz açıp:
-Böyle uzun gecelerde sabaha kadar uyuyup bir şey görmemen bana acayip geliyor. dedi.
Ben de:
- Padişahım! Eğer rüyayı bu Hasan kulunuz görmediyse Saray Ağası olan Hasan Ağa görmüşlerdir. Şayet emriniz olursa arz edeyim" dedim.
- Söyle!. Göreyim! buyurdular.
İşittiklerimi anlatırken mübarek yüzleri kızarmaya başladı ve:
- Biz sana her zaman demez miyiz ki "Bizler bir cihete, vazifeli olmayınca hareket etmemişizdir? Ecdadımız keramet sahibi idi, içlerinde sadece biz (onlara) benzemedik " diyerek tevazu gösterdiler.
Bu rüya olayından sonra sefere çıkan Yavuz Sultan Selim, 1517 yılındaki Mısır Seferi'nden döndükten sonra. Halife III. Mütevekkil Alallah'ın İstanbul'da kendisine bıraktığı halifelik unvanını üzerine almıştır. Bu tarihten itibaren, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 3 Mart 1924 tarihinde halifeliği kaldırıncaya kadar Osmanlı padişahları, dört asır boyunca çok büyük bir İslam kitlesi tarafından halife olarak tanınmışlardır. “
Hz. İsa ve Arkadaşı
Mevlânâ ve Mesnevi Gözüyle
..."Bir budala, Hazret-i Isa ile yol arkadaşı oldu ve derin bir çukur içinde kemikler gördü. Dedi ki:
- Ey arkadaş söyleyip de ölüleri dirilttiğin o yüksek ismi bana da öğret ki ben de iyilik edeyim, ölülerin kemiklerini dirilteyim. Hz. Isa buyurdu:
- Sus, o senin yapacağın iş değildir, senin nefeslerine ve sözüne yakışmaz. Zira ism-i azamı okuyup ölü diriltmek birr ve takva sahiplerinin, nefeslerinden daha temiz, seyr ü amelde meleklerden fazla kavrayışlı bir nefes ister. Onun için de uzun zaman çalışmak lazımdır. Farzet ki, Hazret-ı Musa'nın asası senin elinde, fakat Musa'nın ellerindeki ma'nevi kuvvet nerededir? Budala adam.
- Madem ki ben o esrarı öğrenip okumaya layık değilim, o ism-i şerifi şu kemiklerin üstüne sen oku dedi. Hz. İsa buyurdu:
- İlahi! bu esrar nedir? Şu adamın bu husustaki ısrarı nedendir? Nasıl oluyor da bu hasta adam kendi tasasını çekmiyor? Nasıl oluyor da bu kişi kendi canının derdinde değil... Bu adam ma'nen ölmüş olan nefsini bırakmış da yabancı bir ölü için yama arıyor...
İsa aleyhisselam, o genç ve budala arkadaşının isteği üzerine kemiklerin üstüne Allah'ın ismini okudu Kudret-i ilahi o ham adamın isteği üzerine o kemikleri diriltti. Fakat o da ne? Kemiklerin ortasından siyah bir arslan sıçradı ve bir pençe vurup adamı öldürdü... Çabucak kellesini kopardı beynini akıttı. Ceviz içi kadar bir beyni vardı ki o kafada beyin yok demekti. İsa aleyhisselam arslana !
- Niçin bu adamı alelacele öldürdün, diye sorunca Arslan:
- O'na senin canın sıkıldığı için dedi... Yine Isa:
- Adamın kanını niçin içmedin deyince de.
- Taksim-i ezelide o kan bana rızık olmadığı için dedi... ve ilave etti:
- Ey Isa!.. bu av, yemek için değil, ibret göstermek içindi. Bu adamın parçalanması, saf ve berrak bir su bulup da o'na pisleyen merkeb'in cezasıdır. Eğer merkep o derenin kıymetini bilmiş olsaydı oraya ayağını sokmak değil, başını daldırırdı.
O adam senin gibi bir peygamberi ve hayat veren bir suyun sahibi olan Ruhullah hazretlerini bulmuşken, ey hayat suyunun sahibi "kün" emriyle bizi dirilt diye nasıl da ölmedi... O kemiklerin yerine beni dirilt diye yalvarmadı...
Ey insan!...
Aklını başına al da... Nefs köpeğinin dirilmesini isteme ki, o nefs çoktan beri senin düşmanındır. Ey kayayı görüp de insan zanneden ve eşyanın hakikatini göremeyen göz. Sen başkalarına mesela ölmüş akrabana ağlıyorsun. Onlar için yaş dökeceğine otur da kendin için ağla... Ağlayan buluttan ağaç dalları yeşerir. Mum da ağlamakla daha ziyade aydınlanır. Her nerede ağlıyorlarsa sen de orada otur. Zira ağlamaya sen onlardan çok muhtaçsın... (l)
Dipnotlar : (l) Mesnevi C: 2 K: l
Malik Bin Dindar
Adı Malik bin Dînâr, künyesi Ebü Yahya, Benî Sâme azadlılarından ve Hasan Basrî yârânından.
Tevbesi ve zühd yoluna sülûkü şöyle: Bir gece arkadaşlarıyla birlikte bir eğlence alemine vardı.Eğlenceden sonra derin bir uykuya daldı. Hakk, onun bahtını çalmakta olduğu udun dilinden şöyle uyardı: "Ya Malik sana ne oldu ki hala tevbe etmiyor da lehviyatla uğraşıyorsun?" Dehşet ve heybetle yatağından fırladı. Hemen Hasan Basrinin meclisine gitti ve onun huzûrunda tevbe etti.
Tevbesinden sonra kendisini Hakk'a ibadete verdi ve geceleri uyumaz oldu. Kızı:
"Layık olmadığım için sûf giymek istemem, zira sûf giymek için benlikten arınmış bir iç temizliğine sahip olmak lazımdır." derdi ve şöyle ilave ederdi: "Malik delirdi demeyeceklerini bilsem,çul giyer, halkın içinde başıma kül saçardım."
* * *
Altın çağa erdi, altın nesli gördü. Onlar hakkında: "Biz sahabenin hallerini biliriz. Onlar, giyim husûsunda birbirini kınamazdı. İyi cins elbise giyen, kendisi gibi giyemeyeni ayıplamaz, hor görmezdi. İyi giyinemeyen de iyi giyineni kıskanmazdı. Her biri kendi aleminde idi." buyurdu.
Kadının biri kendisine: "Ey müraî!" diye bağırdı. O şöyle karşılık verdi. "Basralıların kaybettiği ismimi bu kadıncağız buldu." Riyadan dikkatle kaçınır, "bana göre amellerin en sevimlisi ihlastır." derdi. "Bir kul, ilim öğrenirken niyyeti halis olursa ilmi artar. İlme, iyi iş tutmak için çalışmazsa kibri artar, kötülüğü çoğalır. Halkı hakir görmeye başlar, neticede ilmi de hiç olur." buyururdu.
* * *
Zahiddi, dünya nimetlerine değer vermezdi. Bütün yıl boyunca katığı yalnızca tuzdan ibaretti. Eti kurban bayramlarında yerdi. O da fazîletine dair rivayetler bulunduğu için. Ev halkına: "Azla yetinen benimledir. Aksi halde ayrılığa razı olun." derdi. Evi dünyalıktan yana bomboştu. Bir Mushaf-ı Şerîf, bir ibrik, bir hasır hepsi o kadar.
"Dünyalıktan yana ağırlığı fazla olanlar helak oldu." der şöyle dua ederdi: "Allahım! Malik b. Dînar'ın evine dünyalıktan yana fazla bir şey girmesin."
Basra'da kırk sene ikamet ettiği halde, Basra'nın kuru veya yaş hurmasından bir tane bile yemez, hurma mevsimi geçince: "Ey Basralılar işte karnımı hurma yemediğimden dolayı hiçbir şey eksilmedi. Sizin de bir şeyinizin arttığını sanmıyorum." derdi. Maîşetini hurma yaprağından sepet yaparak ve Mushaf yazarak te'mîn eder, elinin emeğiyle geçinirdi. Dünya ve dünya sevgisi hakkında şöyle buyururdu: "Nasıl ki beden hastalandığı zaman yeme, içme, uyku ve istirahatten zevk almazsa, kalb de dünya hastalığına tutulunca va'z ve öğütten haz duymaz."
"Şeytan dünyevî arzularını yenen kimsenin gölgesinden bile korkar, dünyevî arzuların esiri olan kimsenin ise peşinde koşmaktan vazgeçer; zira o bela ona kafidir."
* * *
"Şu cadıdan farksız dünyadan sakının çünkü alimlerin kalplerini büyülemiş ve kendine bend etmiştir."
"Şu iki şey dünya sevgisine işarettir:
1- Midenin daima dolu olması, çünkü böylesinin anlayışı kıt olur, bütün gayesi yemek, içmek ve cinsî arzudan ibaret bulunur.
2- Yatağa yatınca ne zaman sabah olacak da oyun ve eğlenceye gideceğim, neler yiyip içeceğim, demek; çünkü böyleleri bir lâşe gibi yatar kalkar."
Anlatırlar:
Basra'da zengin bir zat öldü ve geriye bir servet ile güzel bir kız evlad bıraktı. Bu kız Sabit el-Bünanî'nin yanına geldi ve dedi ki:
-Taatta bana yardımcı olması için Malik ile evlenmek istiyorum. Sabit durumu Malik'e anlattı. Malik şöyle cevap verdi:
- Ben dünyayı üç talaka boşadım. Kadın da dünya cümlesindendir. Üç talaka boşanan birini tekrar nikahlamak caiz değildir.
Naklederler ki:
Malik bin Dînar bir defasında Fatiha süresindeki "İyyake na'budu ve iyyake nesteîyn" (Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım dileriz.) ayetini okuyunca hüngür hüngür ağladı. Sonra şöyle buyurdu: "Şayed bu ayet, Allah'ın kitabında bulunmasa ve okunması emrolunmamış olsa, asla okumazdım. Bu sözden maksadım şu: "Sadece sana kulluk ederim." dediğim halde yakînen biliyorum ki, hala nefsimin kuluyum. "Ancak senden yardım dilerim" dediğim halde hala onun bunun kapısına koşuyor, teşekkür ve şikayetlerimi herkese arz ediyorum."
Bir gün kendisine sordular:
- Nasılsın? Cevap verdi:
- Nasıl olacağım, Allah'ın nimetini yiyor, şeytanın sözünü tutuyorum.
* * *
Dünyada üç şeyi severdi:
1. İhvan ile karşılaşmak ve onlarla sohbet etmek,
2. Teheccüde kalkmak ve o saatte Kur'an okumak,
3. Tenha bir yerde zikr-i ilahî ile meşgul olmak.
Sadık ve Sıddîk'ı şöyle tarif ederdi: Sadık, Mevlasından gelen imtihandan hazz alan, dostunun açtığı yaradan zevk duyan, davasında samimî kişi. Siddîk, Kur'an okunduğu zaman kalbi ahiret cihetine meyleden Allah adamıdır.
* * *
ARKADAŞ:
Kötü arkadaştan sakınmak hususunda şöyle nasîhat ederdi:
"Selamete ermek için din bakımından sana faydası olmayan arkadaşın sohbetini bırak! Böyle birinin arkadaşlığı sana haramdır."
"Zamanımız insanlarının dostluğu çarşı yemeği gibi, rengi ve görünüşü güzel, fakat tadında iş yok."
Buyurdu:
Bir köpeği vardı. Ona çok iyi bakardı. Sebebini sordular şöyle cevap verdi:
- Bu, kötü arkadaştan daha iyidir.
ZİKİR:
Zikr-i ilahî hakkında şöyle buyururdu:
"'Zikr-i ilahîden daha değerli bir nimet yoktur. Bir kimse tenhada oturup Allah'a münacat ve zikr-i ilahî ile meşgul olmaktan çok halkla oturup konuşmayı arzu ediyorsa o kimsenin ilmi az, kalbi ölü, ömrü hüsrandır."
"Tevratta şöyle yazılı olduğunu gördüm: Ey sıddıklar, dünyada zikr-i ilahî nimetinden istifadeye bakın, çünkü zikr-i ilahî dünyada gönül huzuru, ahrette en büyük mükafattır."
Bir gün, "Ehl-i dünya tadların en güzelini tadamadan göçüp gitti" dedi. Sordular:
- Ya Ebu Yahya, nedir en büyük zevk? Buyurdu:
- Ma'rifet-i ilahî, yani Hakk'ı tanımak.
Bir başka vesileyle bu Hakkı tanıma (ma'rifet) hakkında şöyle buyurdu: "Köpeğin önüne altın ve gümüş konsa kıymetini bilmediği için hiç iltifat etmez. Ama kemik atılınca hemen o tarafa koşar. Hakk'tan gafil olan beyinsizler de böyledir." Ma'rifet-i ilahînin tadını bilemedikleri için ona rağbet etmezler.
"Hakk Teala, Muhammed ümmetine Cebrail ve Mîkaîl'e bile vermediği iki ikramda bulundu:
1. Beni zikrediniz ki, ben de sizi hatırlayayım. (el-Bakara, 152)
2. Bana dua edin ki size icabet edeyim. (Gafir, 60)
Kendisinden dua talebiyle yanına gelen zamanın idarecilerine şöyle derdi:
"Sizin için nasıl dua edeyim ki, binbir kişi size beddua ediyor."
Kalbin hüzünlü olmasını kalb i'marına vesîle sayar şöyle buyururdu:
"Hüzün kalbin bekçisi gibidir. Nasıl ki, bir evde oturan olmayınca harab olursa aynı şekilde hüzün bulunmayan kalb de harab olur."
* * *
TEFECİLİK
Bir tefecinin akıbetini şöyle anlatırdı:
Bir defasında hasta ziyaretine vardım. Baktım hasta can çekişiyor. Kendisine kelime-i şehadet telkin ettim ama nafile, bir türlü söyleyemiyor, durmadan "On, onbir" diyordu. Bir ara bana: "Üstad, önümde ateşten bir dağ var. Ne zaman şehadet kelimesini söylemek istesem bu ateş bana hücum ediyor." dedi. Mesleğini sordum. Malını ribaya verir, faizini yerdi, ölçü ve tartıda hile yapardı, dediler.
* * *
Şöyle dua ederdi:
"Allahım, kalplerimizi sana yönelt ki, seni en iyi şekilde tanıyalım, ahdimize sadık kalalım, emrini tutalım."
Ahır ömründe kendisinden nasihat isteyen birine şöyle buyurdu:
"Kurtuluşa ermek isteyen her işte ve her zamanda olana rıza gösterir. Zira senin işini yapan O' dur."
Hicrî 131 (M.748) yılında Basra'da vefat etti. Öldüğü gece rüyada görüldü: Sema kapıları açılmış ve : "Malik bin Dînar, cennete gireceklerden oldu" diye nida edilmişti.
Gazi Osman Paşa
Gazi Osman Paşa 1832 yılında Tokat'ta doğdu. Sonra ailece İstanbul'a yerleştiler. Osman Nuri Sıbyan Mektebini, Beşiktaş Askeri Rüştiyesini ve Kuleli Askeri İdadisini bitirdi. 1852'de teğmen olarak okulu bitirdi. Sonra Mekteb-i Erkan-ı Harbiye-i şâhâne'ye girdi. Ancak öğrenimini tamamlayamadan Kırım Harbi çıktı ve kurmay sınıfına alınarak Tuna cephesine gönderildi. Sonra tekrar İstanbul'a dönerek Harp Akademisi'ne devam etti. 1858'de Kolağası (Kıdemli yüzbaşı), 1864'de Yenişehir'de toplanan Türk Tümeni'nin kurmay başkanlığına tayin edildi. Orduda uzun yıllar hizmet verdikten sonra merkezi Vidin'de olan Garp ordusunun kumandanlığına tayin olundu.
Gazi Osman Paşa 1877 yılında Rus ve Romen müttefik kuvvetlerine karşı yaptığı müdafa ile dünya harp tarihine geçmiştir.
Osman Paşa Plevne'ye gelişini şöyle anlatıyor
"... Rusya ile savaşa girileceği şayiaları üzerine Vidin Kalesi tamir edilerek adeta yeniden yapıldı. 1293/1877 haziranında savaş emri alındı. Kalafat'tan toplar atıldı, biz de Vidin kalesinden karşılık verdik. Ara sıra top savaşı olurken, Rusların Ziştovi tarafından saldırarak Tekin kalesi üzerine, bir kısmı da Tırnova kasabasına doğru hareket ettiği duyulunca, önünün kestirilmesi için 7 Temmuz 1293/1877 tarihinde Plevne'ye memur edildim." Osman Paşa bir piyade taburunun taarruzuyla Plevne'yi ele geçirir ve istihkam yaptırır.
Osmanlı ordusunda operatör binbaşı olarak görev yapan Avusturyalı Doktor Charles S.Ryan Plevne'ye giden birliğin 1700 kişi olarak yola çıktığını ve 1300 kişi olarak hedefe varıldığını anlatıyor. Hedef Ruslar'dan önce Plevne'ye varmak. Ve orayı ele geçirmek. Günlerce uykusuz ve susuz bir yolculuktan sonra Plevne'ye varılır ve bir piyade taburunun taarruzuyla Plevne ele geçirilir ve istihkam yapılır. Bu sırada Niğbolu'yu ele geçiren Ruslar Plevne'yi kuşatırlar. Hem de üç defa. Her defasında bozguna uğrar ve çekilirler. Türklerin 5 bin şehidine karşılık Ruslar Plevne önlerinde 50.000'i aşkın ölü bırakırlar.
Gazi Osman Paşa askerlere hitaben "Asker evlatlarım diyordu. Hiç bir şeyden korkmayınız, düşman kurşunundan da korkmayınız. Sizi öldürecek kurşunda sizin adınız yazılıdır. O kurşun gelmedikçe ölmezsiniz." Osman Paşa'ya Üçüncü Plevne zaferinden sonra sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından Gazi Ünvanı verildi.
Savaşta Plevne'nin düşürülemeyeceğini anlayan Rus Çarı 135.000 kişilik yeni bir ordu ile Plevne'yi kuşattı. Bu sefer niyeti ikmal yollarını keserek Plevne'yi açlık ve cephanesiz bırakarak teslim almaktı, 22 Kasım 1877'de Plevne'de buğday tamamen bitmişti. Kumandanlar toplandılar ve bir yarma hareketiyle Plevne'den çıkmayı karar altına aldılar. Harekata başlamadan önce Gazi Osman Paşa heyecanlı bir nutuk verdi. "Asker evlatlarım Allahın inayetiyle son hamlemizi yapacağız. Bugün zilhicce ayı içindeyiz. Bütün alem-i İslam kurban kanı akıtmaktadır. Bizim ise kesilecek kurbanımız yoktur. Biz de düşman kanı dökelim. Allah muinimiz olsun."
Yarma hareketi başladı, birinci ve ikinci muhasara hattı yarıldı. Sonra Romenlerin de saldırmasıyla ordu zor durumda kaldı. Gazi Osman Paşa teslim olmayı müslümanlığına yediremiyordu. Tümen ve alay kumandanlarının arzusuyla beyaz bayrak çekilerek teslim olundu. Gazi Osman Paşa kolordu kumandanı General Gametsky'ye kılıcını teslim ettiyse de biraz sonra Rus orduları Başkumandanı Grandük Nicolas Nikolayeviç kılıcı ondan iyi kullanacak kimse olmayacağı için hürmetle ve askeri merasimle iade etmiştir.
Plevne'ye gelen imparator Alexandr'da kendisine "Senin, gibi cesur, gayretli ve dirayet sahibi bir kumandanla savaştığımız için kendimi mesut sayıyorum." demiştir.
Yapılan barıştan sonra Gazi Osman Paşa İstanbul'a döndü. Abdülhamid Han kendisini kucakladı, öptü, iltifat etti. ve Hassa Müşirliğine tayin etti. Daha sonra Mabeyn Müşirliğine ve Harbiye Nazır lığına tayin olundu.
5 Nisan 1900 de vefat eden ve Fatih Camii avlusuna gömülen büyük İslam kahramanı Gazi Osman Paşa'nın ruhu için bir fatiha. Altınoluk dergisi (Mart-1986)
Süvari ve Yılan
Akıllı bir zat ata binmişti. Uyumuş bir adamın da ağzına yılan giriyordu. Süvari yılanı görür görmez onu ürkütüp kaçırmak için atını sürdüyse de yetişip emeline muvaffak olamadı. Akıllının, çok şeye aklı erdiği için uyuyan adama bir kaç topuz vurdu. Adam korkudan bir ağaç altına kadar kaçtı. Oraya bir çok çürük elma dökülmüştü. Süvarî:
-"Ey derdli adam bunlardan ye" dedi. Adamcağıza o çürük elmalardan o kadar yedirdi ki, yedikleri geri gelmeye başladı. Nihayet dayanamayıp:
-"Ey emir! Ben sana ne yaptım ki, bana kasdettin. Şu zulmün sebebi nedir? Eğer benim hayatıma bir düşmanlığın varsa bir kılıç vur da, kanımı dök. Cinayetsiz, günahsız bir insana bu zulmü dinsizler bile caiz görmezler" dedi. Ne var kî süvarinin topuzu da hala baş uçunda olduğundan devamlı kaçıyor ve nihayet yüzüstü düşüyordu. Midesi dolmuş, uykusu kaçmış, vücudu gevşemiş, ayakları ve yüzü hayli yara almıştı.
Gece vaktine kadar süvarî, adamı koşturdu. Nihayet adamın safrası galebe edip, kusmaya başladı. Yediği bütün yemekler çıktı. Onlarla beraber yılan da dışarıya fırladı. Adamcağız ağzından yılanın çıktığını görünce o salih süvarinin önünde yerlere kapandı ve şöyle dedi:
-Sen gerçekte rahmet-i Cebrail yahut benim velînimetimmişsin. Beni gördüğün saat ne mübarek bir zamanmış. Yoksa ben ölmüş gitmiştim. Bana yeni bir hayat bağışladın.(Merkep merkepliğinden dolayı sahibinden kaçar, sahibi ise hayırhahlığından dolayı onu takib eder. Halbuki bu takib o merkebi kurt yahut canavar kapmasın diyedir). Ey temiz ve senaya layık olan ruh! Sana ne kadar saçma sözler söyledim. Ey efendi! Onları ben söylemedim, cehaletim söyledi. Beni affet... Eğer şu hali azıcık bilseydim, münasebetsiz söz söylemezdim.. Emir ise şu cevabı verdi:
-Eğer başta, ben sana bir şey anlatsaydım senin ödün kopardı. Ben sana yılanın nasıl olduğunu söyleseydim korkudan ölürdün...
Hazret-i Peygamber buyurmuştur ki: "Sizin içinizde bulunan düşmanı açıkça anlatacak olsam, cesurların ödü patlardı. Eğer benim bildiğimi siz bilseydiniz, mutlaka çok ağlar, az gülerdiniz. Ve iştahla yemek yiyemez, istekle su içemez, gölgelenmek için bir çatı altına giremezdiniz. Göğüslerinizi dağlar, tepelere çıkar nefislerinize ağlardınız.."
Peygamber Efendimiz böyle olduğu gibi, O'nun varisleri bulunan evliyaullah hazerat'ı da böyledir. Onlar da bildikleri bütün esrarı söylemezler. Sözden ziyade fiil ve hareketleriyle insanları irşad ederler.
Hikayedeki uyumuş insandan maksad, gâfil insanlardır. Ağza giren yılan nefs-i emmaredir. Emir süvari ise mürşid-i kamildir. Onu uykuda iken uyandırıp, kırda bayırda koşturması riyazat ve mücahede yani seyr ü sülûktür. Neticede yılanın içerden çıkması ise salikin nefs-i emmareden kurtulması ve hakîkî hayatı bulmasıdır...