Naylon imamı bu kursta tanıdım. Daha önce dostluklar tesis ettiği belirli arkadaşlar gurubu ile olmayı tercih ettiği için olacak; aramızda tanışmanın ötesinde çok yakın bir dostluk oluşmadı. Ancak naylon imam cazib fiziği, şık giysileri ve özellikle kolalı gömleği ve modayı izleyen kravatı ile diğer kursiyerler için olduğu kadar benim için de ilginç ve de ma'ruf bir sîmaydı.
Naylon imam Samsun'da mülhak Vakıf bir camide imam-hatip'ti. Aynı zamanda ünlü bir cenaze imamı ve meşhur bir mevlidhandı. Daha sonraki mesmûatım ve müşahedelerime göre de cami içi müslümanlarından çok cami dışı müslümanlarının ilgisine mazhardı.
Naylon imamlığı da -Allah bilir- özetlenen husûsiyetlerinden geliyordu.Hafızamı zor lamama rağmen adı ve soyadını tam olarak iyice hatırlayamadığım naylon imamın Ankara üzerinde meydana gelen bir uçak kazasında ebedî aleme irtihal ettiğini, çok sonraları dostumuz İsmail Coşar beyden öğrendim. Allah rahmet eylesin.
Bolu günlerinden bir yıl kadar sonra bir dizi konferans için Çankırı, Çorum ve Amasya'ya gittim. Oradan da Samsun'a uzandım. Otele yerleştim. Sabah namazı için naylon imamın vazifeli bulunduğu camiye gitmek üzere karar verip yattım.
Birazda geç kalkmış olacağım ki camiye vardığımda namaz kılınmış tesbihata başlanmıştı. Naylon imam mihrabdaydı. Duadan sonra imamımız Haşr sûresinin son üç ayetini güzel sesi ile okudu.
Sabah namazı cemaatine katılan her mü'min gibi huşu içinde dinlediğim mezkur ayetlerin hitamında Fatiha çekilmesini bekliyordum ki naylon imam Yüce Rabbimizin 99 Esma-i Hüsna'sını Kur'an-ı Kerim kıraat eder gibi okumaya başladı.
Esma-i Hüsna'nın camide cemaate karşı tilavet-i Kur'an üslubuyla cehrî olarak okunduğuna ilk defa şahit oluyordum. Pek çok hislendim. Yüce Peygamberimizin "Allah'ın 99 ismi vardır. Onları (inanarak ve sevabını umarak) okuyan kişi Cennet'e girer." (*)hadisi ile okuyanını cennetle müjdelediği Esma-i Hüsna'yı ümit etmediğim bir camide ve hele hele naylon imamdan dinlemek beni hem mesrur etti ve hem de gıpta ile dolu bir hayrete düşürdü.
Namazdan sonra yaptığımız çay sohbetinde memnuniyetimi dile getirdim. Müjdeleyici hadisi hatırlatarak tebriklerimi sundum. Sonra da gıpta ile merakımı birleştirerek sordum:
? Benim fazîletini bildiğim halde ezberleyip düzenli bir şekilde okuyamadığım Esma-i Hüsna'yı mukaddes gecelerimizin sabahlarında mı yoksa haftanın belirli günlerinin sabah namazlarından sonra mı okuyorsunuz?
Naylon imam bu sualimi şöyle cevapladı:
Hocam merhum falanca, bu camide otuz küsür sene kadar imam-hatiplik yaptı. Her sabah namazından sonra aksatmaksızın Esma-i Hüsna'yı okurdu. Onun irtihalinden sonra imam-hatiplik vazifesini devralan ben de 20 yıldan beri her sabah namazından sonra aynı şekilde Esma-i Hüsna'yı okumaya devam ediyorum.
Naylon imamdan aldığım bu cevap benim için çok daha şaşırtıcı ve etkileyici oldu.
Naylonluk ve benzeri vasıflarla tavsif edildikleri için önemsemeyerek geçiştirdiğimiz insanların ne güzel özellikleri, ilahî rahmete güzergah olacak ne mübarek amelleri vardı.
Elli yıldan beri her sabah Esma-i Hüsna'nın okunduğu tarihî camide o sabahki tahassüslerimi gönül müzeme yerleştirerek Samsun'dan ayrılıp İstanbul'a döndüm.
Ne var ki gönül müzemde bir hatıra olarak mekanlaştırdığım duygular hatıra olarak kalmak istemiyor, fiilî bir tebliğin kalıcı netîcesi olarak hayatıma girmek istiyordu. Nitekim girdi de.
Naylon imamın hocasının izinde sürdürdüğü yirmi yıllık tatbikatı benim için hayra yöneltici tam bir fiilî tebliğ olmuştu.
Oturdum, Esma-i Hüsna'yı ezberledim. Ama ihlaslı ama ihlassız, o gün bugündür okur giderim.
Esma-i Hüsna'yı okudukça naylon imamı hatırlar ve tebliğin fiilî olması gerektiğini daha bir derinden kavrarım.
O, bana sözle bir tebliğ yapmadı. Kıraatının ve açıklamalarının benim hayatımda müessir olabilecek fiilî bir tebliğ olabileceğini tasavvur bile edemezdi. Ama o yirmi yıllık tatbikat yok mu? İşte sır oradaydı...
Evet, Hakkı tebliğ ve batıllardan sakındırma yalnızca yazarak ve konuşarak değil, yaşanarak yapılırsa tesirli olur, sonuçları görülür.
Bizim dört-beş gün hazırlanarak yazdığımız yazılar, iki-üç gün çalışarak hazırladığımız hutbeler, vaazlar, sohbetler ve seminerler hiç mi tesir etmiyor? Elbette ediyor. Ama bizim hayatımızda müessir olduğu kadar, belirli bir süre. O da çoğu kez kültürel bir etkinlik olarak.
Mana büyüklerimizin hayatımızı yönlendiren eserleri ve sohbetlerinin daha ilmî ve edebî oldukları için değil, amel ve ihlasla yoğrularak söz ve hal bütünlüğü içerisinde bize sunuldukları için müessir olduklarından şüphe edilebilir mi?
Hudeybiye antlaşması ile Mekke'nin Fethi arasında geçen takribî iki yıllık süre içinde müslümanların sayısının katlanarak artmasına alimlerimiz oluşan sulh ortamında İslam Dini'nin diriltici ve yüceltici güzelliklerinin sahabilerin hayatında doğrudan görülebilmiş olmasına bağlıyorlar.
Ne doğru tespit.
Yaşanılan laik ve İslam karşıtı laik ortamda İslamî güzellikleri yansıtacak fiilî tebliğlere muhtacız. Naylon imamın hayatında bir örneği görülen yılların tatbikatına dayalı fiilî tebliğlere... Evet, onlara muhtacız.
*Feyzül-Kâdîr 2/483.
Kur'an-ı Kerim'de ve Hadis-i şeriflerde sık sık geçen ve bize Rabbimizi tanıtan Esmâ-i Hüsna (güzel isimler) doksan dokuzla sınırlı değildir. Hadisimiz, isimleri sınırlamak için değil, çokluğunu açıklamak için varid olmuştur.
Varlıklar üzerinde binbir çeşit tecellileri görülen ve her an görülmekte olan bu mübarek isimleri öğrenmek farziyet ölçüsünde vazifemizdir.
Esma-i Hüsna'yı konu alan te'lif ve tercüme mutemed eserler vardır. Mecmuamız yazarlarından Prof. Dr. Suat Yıldırım'ın Kayıhan yayınları arasında çıkan "Kur'an'da Ulûhiyet" isimli eseri tavsiye edebileceğimiz eserlerdendir.
Ali Ulvi Kurucu, Mısır Günlerini Anlatyor: Alem-i İslam Yaralı
Ali Ulvi Hoca ile sohbetimizin ilk bölümü geçen sayımızda yayınlanmıştı. Hoca orada, ailesini tanıtıyor ve Medine'ye hicretin sebeplerini, o dönem Türkiye' sinden değerlendirmelerle anlatıyordu.
Bu sayımızda, Ali Ulvi Bey'in Mısır Kürtlerine ilişkin hatıralarını vereceğiz. Hoca'nın bu dönem için de önemli tesbitleri var. Bir kere Türkiye'den göç eden Mustafa Sabri Efendi, Zahid Kevseri gibi şahsiyetlerle tanışmış, görüşmüş. Onların değerlendirmelerine şahit olmuş, İhvan-ı Müslimin'in gelişme seyrini takip etmiş. Birlikte okudukları ve daha sonra Türkiye'nin ilim hayatına değerli katkıları olan öğrenci arkadaşları var. Elhasıl zengin bir fikir ve kültür muhiti içinde geçmiş Mısır günleri... İlgiyle okuyacağınızı ümid ediyoruz. Söz Ali Ulvi Bey'in...
- Hocamı, müsaade ederseniz, burada Mustafa Sabri Efendinin tavrı var. Bir de Mehmed Vehbi Efendi'nin tavrı var. Nasıl kıyaslamalar yaptınız? İkisini de tanıyorsunuz.
- Efendim, ancak şunu söyleriz. İlim var, iman var. Alim var, fetva verir. Alim var takva arar. Alim var, bir partiye girmiş, parti batmış, küfür partisi olmuş , hala o partide. Te'vil bulur o partiye. Parti nedir? Size iki alim arasında bir ölçü söyleyeyim: Vehbi Efendi ömrünün sonuna kadar İttihad ve Terakki'nin ve İttihad ve Terakki'nin yolunda yürüyen partilerin te'vilini yapar idi. Sabri Efendi Sultan Abdülhamid'in hali için fetvayı Hamdi Efendi yazmıştı, "Ben fetvayı okudum" der ve bunun hesabını nasıl vereceğinin gamını çekerdi. Biri tek fetva vermiş. Mustafa Sabri Efendi bunu okumuş, bunun gamını çeken adamdı, diğer alim, batılı ömrü boyunca müdafaa etmiş. Artık, İttihad Terakki'nin devamı olan partilerin bir alim tarafından müdafaa edilecek neresi kaldı Ahmet Bey, Yani bir alim, İttihad ve Terakkinin devamı olan partileri, tek parti günlerini müdafaa edecek... Niye? "Ben maaş alıyorum diye?". Burada şimdi münakaşa edilen ilim meselesi değil, iman meselesi oluyor. Alim var, fetva arıyor, alim var takva arıyor. Fetva ile değil, takva ile. Fetva verip yaşamalı mı, veremeyip Cennete mi gitmeli? Burada birisi fetva ile amel edip hayatını kurtarıyor, öbürü takva ile amel edip, cenneti tercih ediyor. İki alim arasındaki fark buydu.
- Mehmed Vehbi Efendi'nin bakan oluşu da demek ki İttihatçılığı esasına dayanıyor.
İLİM KOLAY DEĞİL
- Tabii, tabiî, Sonra tabiî hoca ayrıldı, bıraktı.
- Efendim, Mısır hayatına devam edelim, lütfederseniz...
- Evet, Mısır'a gittikten sonra, benim Konya'da iken -muhitimiz tabii dinî bir muhitti edebiyata karşı merakım varmış da farkında değilmişim. Mesela ilahî güftelerini, gazel güftelerini bir işitmekle ezberlerdim. Besteleri de öyle. Fakat dini bir muhit olduğu için şiir yazmaya da, şiirle uğraşmaya da vakit yoktu. Hem hafızlık, hem kıraat, sarf, nahiv filan. Mısır'a vardıktan sonra şiir tarafımız gelişti. Odada oturduğumuz arkadaşlar, Ali Yakup Bey, Mustafa Runyun Bey, ve diğerleri. "Hafta sonu gelse de (biliyorsunuz Mısır'da Cuma günleri tatildir) birlikte bir hoca efendilere gitsek" derlerdi. Sabri Efendi, merhum Ali Yakup Bey'i, Hüseyin Latif Bey'i, Davudoğlu, İsmail Ezherli gibi Balkanlar'dan gelen talebeleri severdi. Faziletlilerdi de onlar. Ali Yakup Bey, Allah rahmet eylesin, çok taraflı bir insan idi. Hani kolayca Ali Yakup Bey gibi olunur gibi geliyor insanlara. Ali Yakup Bey'in medresesi uzak idi, tramvaya binmez, yaya giderdi ki, tramvaya vereceğim parayla kitap alayım, diye. Giderken de "Tramvayda kelime ezberleyemem, millet bana bakar" derdi. Fransızca, İngilizce, Farsça, Mısır'da üç lisan öğrendi.
"Yahu Şıh Ali bir saat gitmek, bir saat gelmek?" diyenlere. "Be birader, iyi hoş ama, tramvayda okunmuyor, elalem kaçırmış bu adam diyorlar. Talebe insanım, ben kitap alacağım yahu", derdi.
Sohbet uzayacak ama, bir papazla münakaşası vardı Ali Yakup Bey'in. Çok enteresan bir münakaşa. Onu anlatayım size.
ALİ YAKUB HOCADAN HATIRALAR
Ali Yakup Bey medresesine giderken yolda bir eczacıyla ahbab olmuş. Mısırlı, kıptî. Kibar bir insan. Gider oraya oturur. Maraşlılar bilir, meyan kökü var. Meyan kökü yapar o adam, onu Ali Yakup içer. Ahbab olmuşlar, dost olmuşlar. Şıh Ali Yakub'un kendisinden beklenmeyen görüşleri vardı böyle. Hani saf görünürdü de, derin, basiretli insandı. Ali Yakup'un bu temizliğinden istifade ederek eczacı demiş ki: "Ya üstad Ali, sana bir sual sormak istiyorum. Yalnız kızmaman şartıyla." Ali Yakub:"İnşaallah" demiş. Eczacı: "Bakın, bizim peygamberimiz İsa (a.s.) ömür boyu bekar kaldı. Nefs-i emaresine hakim oldu. Sizin peygamber dayanamadı, dokuz tane evlendi. Ne dersin buna?" Ali Yakub, "Yahu niye şaşıyorsun buna anasının oğlu? demiş. Sizin peygamberiniz Hz. İsa. Onda erkeklik aranmaz ki. Mucize ile yaratılmış Melek gibi bir şey. Senin sözün "Cibril evlenmedi" gibi bir şey. Babasız dünyaya gelen bir insan. Herhangi iki kişinin evlenmesiyle meydana gelmemiş ki Hz. İsa. Cebrail (a.s.) gibi bir şey. Bizimki racul ibni racul, erkek oğlu erkek. Eğer sizin peygamberinizi taklit eden keşiş ve papazlar onun gibi iffetli ve nezaretli devam ettirebildilerse, o zaman görüşelim" demiş. "Kiliselerden haberin var mı senin?" demiş. "Hz. İsa ilahî bir nefhadan meydana geldiği için bir melek gibi bakılır ona. Onu ruhani yaratmış Allahu Teala. Madde içinde tuğyan etmiş, rezil-i rüsva olmuş yahudinin tabiatını tadil için geldi o. Bu kadar maddi bir kavmi bu kadar ruhani bir peygamber ancak eğebilir. Eğri bir odunu, demiş, düzeltmek için ateşe korlar. Sopayı ateşe gösterirsiniz yumuşar, mutedil hale getirirsiniz. Böyle eğri olan Yahudi tabiatını düzeltmek için Allahu Teala onu gönderdi. Onun için Hz. İsa baba olamaz, aile reisi olamaz, zevc olamaz, yok öyle şey onlarda, olmadı." deyince diyor, oğlan kürsüye oturdu kaldı, yığıldı böyle diyor. "Nereden buldun bu cevabı yahu?" "Bu lafzı Allahu teala ilham etti." "Peki Şıh Ali, bu laftan sonra eczacı kızmadı mı sana?", "Şıh Ali filozof dermiş." Eczacı.
Şıh Ali Yakup'a benim bir nüktem var, işittiniz mi bilmem. Allah rahmet eylesin. Biz orada gaz ocağı kullanıyorduk. Şıh Ali'nin ilimden yemek yapmaya vakti yoktu, bizde yerdi. Bir gün yemek yapmak için yatağın altından bir teneke çıkardım, bir şişeye gaz koyuyorum. Şıh Ali, "Olmasın bu zemzem yahu?" dedi. "Evet" dedim, "Aşkolsun yahu, bir teneke zemzemin olsun da bana verme" dedi. "Peki getir bir bardak" dedim. Getirdi bir çay bardağı, döktüm. Kıbleye karşı döndü, duasını okudu. İçti hepsini birden. İçtikten sonra yüzü buruştu. "Gaz koktu içi" dedi. "Altı ay oldu geleli, tadı değişmiştir" dedim. O sırada Mustafa, "Gaz mı içirdin yahu? dedi. Ben, "Ameller niyetlere göredir. Sen bu niyetle içtin ya, hadi hayırlısı" dedim. Sonra gitti, bir-iki gün gelmedi. Ben korktum rahatsız oldu diye. "Yahu dedi, bende basur var. Geçirsin mi basuru bu?" dedi. Çok temiz insandı. "Osmanlıları çok seviyorsun?" diye soranlara "E kardeşim, Osmanlılar'ı ben nasıl sevmeyeyim, Onlar gelmeseydi, hristiyandım ben şimdi, öbürleri gibi kafirdim" derdi. "Osmanlılar gelmeyip, beni kurtarmasaydı. Ben her gün hatim okusam, her nefeste ya rabbi bu kavme rahmet eyle desem, haklarını ödeyemem bunların" derdi.
İSLAM VE TARİH
Bugünkü gençliğin kolay hoca olma hevesi var. Okuyan nasıl okudu bunu bilmesi lazım gençliğin. Gençlik, işi kolaydan yapmak istiyor.
Bir gün 943'te, harb içi, Servet-i Fünun şairlerinden Hüseyin Siret Bey Kahire'ye geldi. Mustafa Sabri Efendi ile de dostlukları varmış. Ben onun evinde gördüm. Şiirden bahsediyorlar. Hüseyin Bey, "Bereketzade İsmail Hakkı Bey'den işittim, Namık Kemal'i Magosa'da ziyaret etmek istemiş. Sultan Hamid'den müsaade arz etmiş. Abdülhamit Han, "Benden de selam söyle" demiş, bir kese de altın vermiş, götürmüş N. Kemal'e. Bahçede gezinirken N. Kemal, "Sultanlar hakkında bir eser yazayım diye düşünüyorum ama zor olacak. Geçenlerde Fatih Sultan Mehmet'i düşündüm, bunlar büyük insanlar" demiş. Yazdığı bir beyti okumuş:
Biz, ol al-i himem erbab-ı cidd ü içtihadız kim
Cihangirine bir devlet çıkardık bir aşiretten.
"Bir aşiret, İslam'ın feyziyle, aşkıyla "cahidu fi sebilillah" emrine ittiba ile koskoca bir cihan imparatorluğu kurmuş. Bu beyti yazdıktan sonra cihangirine devleti kuranlar hakkında bir tarih yazayım dedim, ömür kafi gelmeyecek demiş." Hoca efendi şunları söyledi;
"Siret Bey, İslam'da tarihe bakış var. Buyurur ki Kur'an-ı Kerim'imiz: "Akıl nimetinden istifade eden kimseler için peygamberlerin, eslafın tarih-i hayatlarında ibret dersleri vardır." İbret sahnesi, hikmetler, ders sahnesidir. Yalnız Fatih, Yavuz gibi büyük zatların şahıslarını övüp onunla iftihar değil... Fatih nasıl yetişmiş Siret Bey, bunun üzerinde durmamız lazım. Hep Fatih'i Akşemseddin'in duasıyla iş görüvermiş şekline getiriyorlar. Akşemseddin'e gelinceye kadar bir yetişme tarzı var Fatih'in... Molla Gürani Fatih'in hocalarındandır, hem de Fatih'in babası Murat'ın dövme salahiyeti verdiği bir hoca. Şeyhülislam, Molla Gürani'den rivayet var, dedi. Bir gece yatsıdan sonra Fatih'i okutmuş hoca. O evine gitmiş. Molla Gürani gece namazına kalkmış, Fatih'in ışığı aynen akşamki gibi yanıyor. "Şehzade hasta " galiba demiş, gelmiş yanına. Fatih açmış kapıyı:
"Ne yapıyorsun?"
"Ders çalışıyorum efendim."
"Uyumadın mı?"
"Uykum gelmedi efendim."
"Girebilir miyim?"
"Buyrun."
Yatağındaki çarşaf tortop olmuş. Yatakta kıvranmış adeta. Masanın üzerinde resimler görmüş. Demiş, "Şehzadem nedir bu?" "Sır olarak kalırsa söylerim" demiş. "Efendim, siz gittikten sonra aklıma takıldı. Sahabe-yi Kiramdan bu yana şu kadar muhasara edilir de neden alınmaz bu şehir?
"Bu fikirleri kurduğunda 17-18 yaşındaydı Fatih, dedi. Fatih'in sîretini okuduğumuzda beş, bir rivayette yedi lisan bilirdi, denir. Fatih olmak öyle kolay olmaz. Bugün, dedi, ecdadının yazısı olan Osmanlı yazısını öğrenmeyen genç, hangi davayı müdafaa edebilir, hangi şahsiyeti kazanabilir, hangi varlığını ispat edebilir? Kim dinler onu Allah aşkına, kim dinler bu kadar cahil bir genci?
İslam'ın tarih anlayışı, bu. Babası medreseye gönderemiyor çocuğunu, cevher var içinde, kaybolur diye. Kendi yetiştiriyor. Nasıl bir Fatih yetiştireceğiz, genç nesle bu imanı vermek lazım.
Akif'ten bahis açıldı. Mustafa Runyun Bey de var. Dedi ki, "Akif Bey merhum, inkılapları, Çanakkale Şehitleri gibi "Başımıza Gelenler" diye yazsaydı tarih daha başka kaydederdi kendisini" dedi. Şeyhülislam, "Mustafa Bey, Allah var orta yerde, tarih kim oluyor? Tarih nasıl yazardı demek en büyük şirktir. Evvela Allah ne diyecek Akif Bey'e bunu sormak lazım. Tarihin dosyasına geçmek var. Allah'ın dosyasına geçmek var. Tarih kim oluyor? Gördük, dedi. Tarih kimlere hain, kimlere vatan kurtarıcısı, diyor" dedi. Türk'ün tarihi yeniden yazılacak. Allah'tan öyle bir gençlik isteyelim, tarihi adım adım takip etsin, değerlendirsin, fiilen Kur'an'ın tarih anlayışıyla."
MUSTAFA SABRİ EFENDİ'DEN ÖNEMLİ BİR İKAZ
- Mustafa Sabri Efendiyi anlatır mısınız biraz efendim?
- Mustafa Sabri Efendi feraset deyin, keramet deyin, görüş deyin İsmail Bey... 943 veya 44. Alman harbi bütün şiddetiyle devam ediyor. Rus orduları Macaristan'a girdiler. Macaristan'da Alman orduları müthiş harpler yapıyorlar. Alevler içinde kainat. Hoca efendiye gittim. Akşam üzeri, akşamla yatsı arası. Şeyhülislam Türk radyosunu dinliyor. Nurettin Artanı konuşuyor. Selam verdim. Selamımı aldı dinledi. Dedi "Azizim, Almanya gidiyor." Halbuki biz de Almanya'nın galip gelmesini istiyoruz. "Fani teselliler sizinkiler" dedi. "Rus ordusu Macaristan'a gelmiş ayol. Bundan ne çıkar? Demek ki Ruslar Japonya hududundan emin olmuş. Japonya'nın vurmayacağından da emin olmuş, Japon hudutlarındaki askerlerini de getirmiş Rusya. Yalnız, adam üç kelime kullandı anlayamadım" dedi. Daha yeni çıkıyordu, "taşıt" gibi kelimeler... Dedi ki: "Azizim, gerçi siz de, 'bu hoca artık vehme kapıldı' diyeceksiniz ama, keşke ben yanılmış olsam. Türk'ün başına gelen bu dil faciası nereye gidiyor biliyor musunuz? Bozula bozula dejenere olacak. On sene evvel yazılan kitaplar anlaşılmayacak. Nesil birbiriyle anlaşamaz olacak. En nihayet bir yıkıcı daha çıkacak, diyecek ki, "bununla ne telif, ne tercüme hiçbir şey olmuyor. Ne şiir yazabiliyorsun, ne kitap tercüme edebiliyorsun. İlim, edebiyat lisanından çıktı, artık, dillikten çıktı. Binaenaleyh dil vasfını kaybetti, medeni milletlerden birinin dilini almamız lazım" diyecek. O devirdeki hakim dil neyse, ona gidiyor bu iş" dedi. "Türk'e yazık oluyor evladım" dedi.
En nihayet ben Türkiye'ye geldim. Bu işleri yapan kimmiş? Agop Dilaçar. Çoban-kurt. Sürüye kurdu koymuşsunuz çoban diye. Kurdu çoban diye koyarsanız canınıza okur böyle. Tarihin başında kim vardı?
-Enver Ziya Karal.
Çoban-kurt. Türk konservatuarında Türk musikîsi yasak.
Bir gün Kadir Mısıroğlu hacca geldi. 5 sene evvel falan. Mina'dayız, görüşüyoruz. Bir genç de onu arıyor, hemşehrisi. Görüştüler, kucaklaştılar. Kadir Bey'e dedi ki "Abi çok sert gittiniz. Bu kadar sert çıkışların felaketleri olacaktı. O: "Delikanlı, benim bildiklerimi siz bilseniz deli olursunuz, insanı deli yapar, dedi, Türk'ün başına gelenler. Elhamdülillah ben deli olmadım. M. Sabri Efendi, mantığıyla ispat etmiş bu meseleleri, benim elimdeki vesikaları görseydi de öyle ölseydi" dedi.
Ne mantık, ne feraset yahu. Onun için Efendimizin' bir hadisi var: "ittegû firasete'l-mü'min" "Müminin bir görüşü var, firaseti var, sezişi var, ona dikkat edin." "Mü'min eşya ve hadiselere Allah'ın nuruyla nazar eder." Onun görüşü de alelade bir görüş değil, basiret. "Bu iş Türkçe'yi bu hale getirir, dejenere eder, ne telif, ne tercüme yaptığınız eser anlaşılmaz. En nihayet birisi daha çıkacak, daha cesur biri, "bu dille ne telif, ne tercüme bir şey olmuyor, binaenaleyh medeni milletlerden birinin dilini almak lazım. Ya İngilizce, ya Almanca, ya Fransızca. Hangisi hakimse o zaman." demişti.
- Nitekim oldu hocam bu. ODTÜ'de İngilizce eğitim yapılmaya başlanınca o günün rektörü Kemal Kurdaş'a sordular: Ankara'da Türkiye'nin göbeğinde Türkçe değil, niye İngilizce eğitim yapıyorsunuz diye soruldu. 1967 veya 1968'li yıllarda. O da şu cevabı verdi: "Türkçe teknik terimleri karşılamaya ve benzeri eşdeğer terimler bulmaya yeterli değildir, binaenaleyh İngilizce kullanmak zorundayız.
- Tamam, istila.
AKİF'İN MEALİ
- İhsan Efendi'nin Akif'le münasebeti, bu arada Akif'in yazdığı bir meal var. Meal'i teslim edişi var.
- Evet o mesele... Konuşmalı mı konuşmamalı mı? Bir nebze anlatalım.
Akif Bey merhum, biliyorsunuz en büyük şairimiz. Hem nesri güzel, hem tercüme kabiliyeti, kelime bulma mahareti var. Küçük Hamdi Efendi tefsiri, Akif Bey de meali yazacak. Akif bey işitmiş veya sezmiş ki kendisinin tercümesiyle namaz kıldıracaklar. Kur'an yerine geçirecekler. Adamcağız imanı olan bir insan. Ne olduğunu bilen bir insandı. "Benim mealim, tercümem Kur'an yerine geçecek." endişesiyle özür beyan etti. Hamdi Efendi hem tefsiri, hem meali yazdı. Ancak Akif Bey' de "Başladım bir kere"diye on iki sene o meale hizmet ediyor. Üç defa tashih ediyor. Buraya gelirken getirememiş korkmuş. Benim hocam İhsan Efendi'ye, "Hazret, ben yakamadım, çok emek çektim, siz yakın" demiş. Fotokopi yok ki o zaman. Allah iyiliğini versin. Olsa aslını yakar da fotokopileri kalır mesela. İhsan efendi yakamamış. Akif beyin büyük emek mahsulü çünkü.
- Vasiyetine rağmen?
- İhsan Efendi'nin de vasiyeti var. Ekmeleddin Bey'e, oğluna vasiyet etmiş. Akif Bey'in yak dediği bir şeyi ben yakamadım, vasiyeti yapamadım, sen yak. Korkuyorum bu adamların niyeti halis değil, Allah'ın kelamını suiistimal edecekler. Mustafa Sabri Efendinin oğlu İbrahim Beyde benim şiir hocam. O da bu işlerde son derece hassas tabiî. "İmanımızı onlar yakmadan gel Ekmeleddin biz onu yakalım" diyorlar, yakıyorlar.
- Hocam İbrahim Sabri Bey'in çok kuvvetli bir şair olduğunu söylersiniz. Çok ağır bir üslupla şiirler yazarmış. Bu arada Victor Hugo'nun şiirlerini tercüme etmiş.
- İsmail Bey, şiirlerin şiirle tercüme edilmesi basit şey değil, İbrahim Bey'in "Zaman" diye bir şiiri var. Bakın bir mısraı şöyle.
"Gurûb secdesidir şemsin ufka haşyetle."
"Görüp verasını kevnin fenaya peyveste."
Güneş kainatın arkasını görüyor ki, fani bu dünya. Allah'ın azameti önünde "ey fanilerin içinde baki kalan Allah'ım" diyor. Kainatın verasındaki faniliği görüyor, güneş secdeye kapanıyor.
"Zeman bu secdeye seccade olduğundandır."
"Bu kubbe mabedi etmekte varid-i hatır."
Her sacidin secde ettiği bir seccade olur.
Gökkubbe, bir ibadethaneyi temsil ediyor, ibadethanede güneşler abid ve saciddir.
- Müthiş bir şiir.
- Müthiş ya.
- Hugo'nun şiirini nasıl tercüme etti?
- Hugo'yu severdi. Victor Hugo davasını şiire geçirmiş bir insan. Akif Bey'den Mısır'a geldikten sonra Hugo'nun yaptığı beklenirdi, ama Akif Bey Mısır'a münkesirü'l hayal geldi. İstiklal Savaşı'ndan sonra Ahmed Emin'lerin, Falih Rifki'ların, Yunus Nadi'lerin meydanı aldığını görünce, "Yahu bunun için mi çalışmışız biz? Kargalar bülbül olsun diye mi ben çalışmışım?" diye düşündü muhtemelen.
- Efendim, acaba Akif bu kadar ümit mi bağlamıştı da bu kadar yese düştü?