Pekala! Ne rüya gördün? Dedi


Altınoluk - Efendim babanızın Sami Efendi Hazretleri ile görüşmelerinden, hatıralarınızdan hatırladıklarınız var mı?



Yüklə 1,21 Mb.
səhifə18/27
tarix30.10.2017
ölçüsü1,21 Mb.
#22657
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   27

Altınoluk - Efendim babanızın Sami Efendi Hazretleri ile görüşmelerinden, hatıralarınızdan hatırladıklarınız var mı?



Hikmet Hanım - Zannederim 1928-30'lu yıllardı. Sami Efendi o zaman Adana'da bir fabrikanın muhasebeciliğini yapıyordu. Adana'ya her gidişimizde babam Hacı Bekir lokumları gibi hediyeler yaptırtır, götürürdü. Ziyaretleşirlerdi.

Bir ramazan günü iftar sofrası hazırlanmış, bizler oturmuş birşeyler okuyoruz. Kapı çalındı kardeşim Ali kapıyı açtı, baktık Sami Efendi Hazretleri geliyor. Hemen annemle kadınlar mutfağa geçtiler Sami Efendi ile babam sarmaş dolaş oldular. Ağlaştılar. Yanında bir de genç vardı. Sami Efendi o zaman üç gün evimizde misafir kaldı.

Çocukluğumuzda ekmek karne ile verilirdi. Bir kişiye dörtte bir ekmek veriliyor. Bir gün akşama yemek hazırlanıyor, evde ekmek yok. Annem kardeşime bir lira verdi "koş oğlum nereden ekmek bulursan bul, istersen Maçka kışlasına git askerlere bir lira ver, bir tayın al" dedi. Ali tam kapıya gitti, kapı çalındı. Yine Sami Efendi Hazretleri geldi. Biz misafir geldi diye sevindik. Elinde bohça gibi büyük yazma mendillerden vardı. Onun üstüne bir altın koymuş, içinde de ekmek var. Kardeşim Ali'ye diyor ki "söyle Münire kızıma telaş etmesin" Biz böyle nezaketleri görmüş insanlarız. Şimdiki insan ilişkilerini öyle garipsiyoruz ki.

Altınoluk - Sami Efendi Hazretleri ile Cemal Efendinin nasıl tanıştıklarını biliyor musunuz?

Hikmet Hanım- Bilemiyorum Belki Hukuk Fakültesinden mektep arkadaşları olabilirler Babacığım eve geç kaldığı için Hacı Ali efendi dedem "oğlum nerede kalıyorsun" diye soruyor. Babacığım "Efendim Hukuku Şahanenin derslerine çalışıyorum." diyor. "Dedem Hukuku ne kelimedir?" diye soruyor. "Hakk'kın cemi efendim" diye cevaplıyor babam. Hacı Ali efendi de "peki sen bir hakkı ihkak edebildin mi ki hukuku üzerine alacaksın." diyor. Babacığım 15 gün sonra diplomayı alıyor ve getiriyor Hacı Ali Efendinin önünde yırtıp, atıyor, kattiyen hukuk ile alakası olduğunu söylemezdi.

Altınoluk- Efendim Hoca efendinin Esat Efendi Hazretleri ile de hukuku olduğunu duyuyoruz. O konuda hatıralarınız var mı?

Hikmet Hanım- Belki de Sami Efendi Hazretleri ile babacığım dergahtan tanışmış olabilirler. Babam küçücükken beni Fındıkzade'deki Esat Efendinin dergahına götürürdü, "koş elini de öp dizini de öp" derdi. Elini ve dizini öptüğümü ve başımı okşadığını hatırlıyorum.

Menemen hadisesi olduğu zaman babam 15 gün beni de tevkif ederler mi diye bekledi. Şimdi o günler geçti ama hakikatleri şimdinin çocukları neden bilmesin efendim.

Emniyet Umum Müdürü Rıfat amca babama bir adam yolluyor "Hacı Cemal bana gelsin" diyor. Babam bavulunu hazırladı, Ankara'ya gitti. Rıfat Bey babama "bak birader Şeyh Esat Efendiyi ortadan kaldırmak istiyorlar, bana tazyik yapıyorlar. Cemiyetlerine adam yolluyorum, memurlarım bakıyorlar siyasi hiçbir mevzu yok. Hiçbir suçu olmayan bu adamcağız için ne yapacağımı bilemiyorum. Zaten beni buradan alıp bu işi halledecekler. Sen bu aralar dergaha gitme" diyor.

Vallahi şu anda tüylerim diken diken oldu sanki Esat Efendi Hazretleri tecelli etti, çok heyecanlandım.



Babacığım dayanabilir mi? Pendik'te iniyor, ara trenle Erenköy'e geliyor. Mübarek oturduğu yerden Cemal Efendiyi hüsnü kabul ile karşılıyor. Şimdi tam hatırlayamayacağım ama babama "unuttuk Erbil'i Irak'ı, bu yola ben canımı feda etmişim" gibi beyitler okuyor. Babam kaskatı kesiliyor, hiçbir şey söyleyemiyor, yollarda ağlayarak geliyor. Menemen hadiseleri güya çıkartıldığı zaman babacığım her gün ağlardı.

Altınoluk- MİM grubundan bahsettiniz efendim. Onun kuruluşu nasıldı, neler yaparlardı?

Hikmet Hanım- Babamlar "Vatan, millet, namus, şeref tehlikede bir cemiyet kuralım ve istiklalimize katkımız olsun" diyorlar. Daha önce ismini verdiği zevat ile bu grubu kuruyorlar.

Babam etraflarında dertleştikleri şahıslardan güvenebildiklerini tek tek yatsı namazına camiye çağırıyor. Camiden çıktıktan sonra babacığım yanına hazırladığı iki emin adamıyla cemiyete yeni katılacak şahsın gözlerini tülbentle kapatıyorlar, kollarına girip bizim eve getiriyorlar. Eve girerken bahçe kapısından, düzlükten giriyorlar, çıkarken arka kapıdan çıkartıyorlar. Yani adam nasıl bir yere girdiğim dahi bilemesin diye. Biz annemle çarşaflardan perdeler diker odanın ortasına asarız, birkaç efendi perdenin bir tarafına yeni gelen şahıs diğer tarafına oturur. Kendisine vatan ve milletin kurtulması için fedakarlık zamanı olduğu, bu gruba katılıp katılmayacağı, neler yapabileceği gibi şeyler sorulur, sonra önüne getirilen ekmek ve tabancaya el basıp Kur'an'ı Kerim-ı öper "vallahi bu uğurda ölsem gam yemem" diye söz verir ve kendisi cemiyete dahil edilirdi.

Kazım Karabekir Paşa cepheden devamlı cephane istiyor. Babacığım etrafındaki insanlarla planlar yapar 5-6 kişi bir tabut alırlar ellerine de soğanı kırıp mendile bağlıyorlar. Kokladıkça gözlerinden yaşlar akıyor ve Maçka kışlasının önüne geliyorlar. Fransızca olarak içerde askerlerinin olduğunu, onun cenazesini olmaya geldiklerini anlatıyorlar. Silahlar baş aşağı dönüyor, babamlar içeri giriyor. Babacığım, "ben zayıf giriyor, şişman dönüyordum." Derdi. Adamları vasıtası ile tabuta, üzerlerine cephane dolduruyorlar ve kışladan ayrılıyorlar. Tabutu Feriköy mezarlığına gömüyorlar. Ayazağa köyünde Mandacı Fehmi isimli bir zat vardı o birkaç gün sonra mezarı kazar, cephaneleri alır at arabasına koyar Kilyos'a götürürdü. Kilyos'tan da Anadolu'ya. Bu muzafferiyet böyle böyle kazanıldı. Yani başa geçen birkaç kişinin tekelinde değildir.

Altınoluk- Biz Hoca Efendiyi maalesef tanıyamadık. Eyyüb Sultan kitabının başında "Büyük Ümmet Meclisi" ifadesiyle karşılaşınca büyülendik. Hoca Efendinin sıradan bir hoca olmayıp ümmetin meselelerini yakından takip eden, teşkilatçı birisi olduğu anlaşılıyordu. O olumsuz dönemde Sahabe-i Kiram'ı anlatıyormuş gibi sanki bir devlet düzeninin planını veriyordu. Şimdi sizin anlattıklarınızdan bu tahminimizin çok doğru olduğunu anladık. Hoca Efendinin meşhur Eyyüb Sultan kitabını yazmaya vesile olan bir hadisesini duyduk. Onu sizden dinleyebilir miyiz?

Hikmet Hanım- Kardeşim 1951 senesinde anemiden hastalandı. Doktorlar yapacak birşey yok dediler, babacığım otlar kaynatıyor, koşturuyor. Vefatından yarım saat önce kardeşim kitabı önünde açık oturuyor "ne oldu kardeşim?" dedim. "Edirne kapıya kadar gittim, pasaportumu vize etmediler" dedi. Vefat edeceği sırada birşeyler vermek istedim "hiçbir şey istemiyorum abla, bir selvinin altında dinlenmek istiyorum" dedi ve gitti. Babam Edirnekapı'dan 4 tane mezar aldı şimdi o mezarların üçü doldu birisi bekliyor. Hz. Ali efendimiz "kendinize mezar hazırlamayın kendinizi mezara hazırlayın" buyuruyorlar ama maalesef benim mezarım hazırlanmış. Babacığım kardeşimin cenaze namazını "ben kıldıracağım" demiş "Allahu ekber" diye tekbir getirirken yere yığıldı. Kaldırdılar, meğer enfaktüs geçiriyormuş.

Babacığımı melâmi tarikatından Kudret Kurutluoğlu isimli bitişik komşumuz bir doktor tedaviye aldı. "Aman evladım baban şu anda kritik durumda şöyle yap, böyle yapma" diyor. Ben de kendisini kontrol ediyorum. Mısır ulemasından bir zatın bir kitabını tercüme ediyor. Bir gün yukarıdan tak tak sesler geldi. Yukarı çıktım babam hala masaya vuruyor, koştum bitişikteki doktor amcayı çağırdım, abdest alıyormuş hemen geldi. Şöyle kapıdan bir baktı geri çekildi, ben heyecanla, doktor amca nabız dinleyecek, tansiyonu kontrol edecek diye bekliyorum. Doktor amca "bir hal üzeredir rahatsız etmeyelim" dedi. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, babacığım "Hikmet kızım misafiri geçirdin mi?" diye içeriden seslendi. Ben de gelenin kim olduğunu bilmiyorum ama geçirdim dedim. "Elini öptün mü?" diye sordu. "Öptüm babacığım" dedim. "Ben onu yapamadım" deyince "ama kim olduğunu bilmiyorum" dedim. "Ben de bilmiyordum evladım çat diye kapıyı açtı uzunca boylu nur yüzlü beyaz sakallı bir zat; "bırak Ali'yi beni yaz, beni yaz" dedi. Ben de "baş üstüne fakat zatialiniz kimsiniz" dedim "Halid Eba Eyyüb" dedi ve çekti kapıyı gitti dedi. Babacığım Eyyüb Sultan isimli eserini bunun üzerine kaleme almıştır.

Şahit olduğum bir diğer hadise de şu oldu:

Hacı Sadık Erzi Bey vardı. O evimize geldiği zaman girişteki çeşmeden hemen abdest alır, babamın yanına abdestsiz çıkmazdı. Bir gün evimize geldi, abdest alırken onun taşlıkta olduğunu babam sofadan görmüş. Hacı Sadık amca mervidenlerden telaşla çıkıyor, babam da sahanlıkta kendisini karşılıyor "buyrun birader akşam Al-i İmrandan bir okudun bir okudun" dedi. Sadık amca da "sen de bir tefsirini yaptın bir tefsirini yaptın" dedi. Birbirlerini rüyada görüyorlar, birisi Ali İmranı okuyor, öteki tefsirini yapıyor, ikisi de birbirlerinin rüyalarından haberdarlar. Bu nedir kardeşlerim, bizim bilmediğimiz bir dünya. Biz o dünyayı bilemiyoruz ama hatıralarıyla yaşıyorum, bugünkü gürültü patırtılar hiç ilgimi çekmiyor.



Babacığım radyoda ilk dini konuşmayı yapan hoca efendi oldu. Yatsıdan sabaha kadar konuştu. Pardesesünü, çıkarttı ayağa kalktı. Coşkulu bir insandı. Kendini verirdi. Tulumbacıların reisiydi. Annem "senin ne işin var onların arasında" derdi. Babacığım da "dahiliye nazırı öyle diyorsun ama onların birçok bilmediği şey var. Tatlı tatlı anlatılırsa onlar da düzelir" derdi.

Altınoluk- Efendim Cemal hoca bu tatlı tatlı anlatma vasfıyla biliniyor. Cemaatiyle çok tatlı bir vasatta buluşuyor. Cemaatle gönül bağından hatırladıklarınız var mı?

Hikmet Hanım - Camide babam katiyyen sert konuşmazdı. Yumuşacık, tatlı, mizahi hitap ederdi "evladcığım onlar ekalliyet, benim söylediklerimi hemen anlayabilecek durumda değiller. Ancak böyle yumuşaklıkla onların zihinlerine birşeyler sokarsın" derdi. Ben o zaman "kürsüde diri konuşacağınıza şaka yapıyorsunuz olur mu" derdim. Sonradan öğrendim ki öylesi gerekiyormuş. Cemaat çok severdi, oluk oluk etrafına toplanırdı. Hanımlara da onların anlayacağı şekilde ayrı vaaz verirdi.

Altınoluk - Eyyüb Sultan kitabını hanımlar bastırmışlar öyle mi efendim?

Hikmet Hanım - Babacığım kitabı hazırladı, bastıracak para yok. Çünkü hocalar çok az maaş alıyordu. Bizim bitişik komşumuz Mustafa amca Dolmabahçe sarayının baş hademesiydi. Atatürk onun sakalını tutar "ben sakalı sevmem ama sana yakışıyor" dermiş. Mustafa Kemal, Ali Çetinkayalar konuşurken o duymuş, diyorlarmış ki "hocalarda ilim var, onlar ağızlarını açtılar mı karşılarındakileri kandırırlar, onlara yalnız ekmek parası vereceksiniz başka vermeyeceksiniz." Babamda para olmadığı için vaazlarından müstefid olan hanımlar aralarında para toplayıp kitabı bastıyorlar. Kitapta bu çalışmayı yapan hanımların isimleri vardır.

Altınoluk- Öğüt soy ismini nasıl almış babanız efendim?

Hikmet Hanım- Amcam Adana'da talebe iken çok yaramazmış, soyadı kanunu çıktığı zaman hocası diyor ki "sana Vural soy ismini vereceğim vuruyorsun, alıyorsun" demiş. Dedem de bu soyadını tescil ettirmişler. Dedem "oğlum Cemal Efendi biz şu soyadını aldık siz de buna iştirak edin" diye mektup yazmış. Babam aldı, düşündü ve cevap yazdı:

"Muhterem pederim. Kime vuracağız, neyi alacağız, mahdumunuz Cemal..." diye cevap yazdı. O zaman bunların anlamını anlayamıyordum. Avukat Halil Fevzi Bey o sırada babamı ziyarete gelmiş. "Hocam sen hep gülerek karşılardın ne oldu sıkıntın mı var?" demiş. Babam mektubu göstermiş, "öyle şey olur mu sen "öğütsün yahu" demiş soyadımız öyle kaldı.

Altınoluk- Sizleri çok yorduk, güzel hatıralar dinledik. 40-50 yıl öncesine gittik geldik. Çok teşekkürler ediyoruz.

Hikmet Hanım- Ben sevinçten uçuyorum. Evladlarım babacığımın kıymetini takdir ediyorlar, ondan hatıralar istiyorlar diye Allah sizlerden razı olsun.

II. Abdülhamîd Han

Osmanlı pâdişâhlarının otuzdördüncüsü, İslâm halîfelerinin doksandokuzuncusudur. Sultan Abdülmecîd'in ikinci oğlu olup 1842'de dünyâya gelmiştir.

Genç yaşta dînî ve fennî ilimleri mükemmel bir şekilde ikmâl etti. Şâzeliyye tarîkati şeyhi Mehmed Zâfir Efendi ve Kâdiriyye tarîkati şeyhi Ebu'l-hüdâ Efendi'den feyz alarak zâhirdeki dirâyetini, mânevî bir kemâl ile de tâçlandırmıştır.

Daha genç yaşta zekâsı ve siyâsî kâbiliyetleriyle temâyüz etmiş bulunduğundan amcası Sultân Abdülazîz Han, Mısır ve Avrupa seyâhatlerinde O'nu da yanında götürmüştü.

Çok nâzik idi. Herkesin gönlünü almasını bilirdi. Fevkalâde bir zekâ ve hâfızaya sâhibdi. Bir defa gördüğü veya sesini işittiği kişiyi aslâ unutmadığına dâir kaynaklarda sayısız misâller vardır. Alman birliğini kurmuş olan Prens Bismark rivâyete nazaran:

"Dünyâda yüz gram akıl varsa, bunun doksan gramı Abdülhamîd Han'da, beş gramı bende, kalan beş gramı da diğer dünyâ siyâsîlerindedir..." demiştir.

O'nun en büyük talihsizliği, devleti çok kötü şartlar altında eline almış olmasıdır. Buna rağmen hiç yılmadan, bıkmadan müthiş bir zekâ, sabır ve büyük bir mahâretle devleti, otuzüç sene ciddî bir kayba uğratmadan idâre etmiştir.

Sultân Abdülazîz merhûm gibi büyük masrafları ve dış borçlanmayı mûcib olan harpçı bir siyâset takibi yerine, gelişen sanayî hareketleri dolayısıyla batıda temâyüz etmiş bulunan iki devleti karşı karşıya getirmek ve onların menfaat çatışmalarını tahrîk ederek ülkeyi -âdetâ- bir sırat köprüsü üzerinde yürütmek, O'nun siyâsetinin temel esası olmuştur.

Bu sulhçu siyâsetin neticesinde yeni askerî yatırımların masrafından kat'an nazar dış borçların 300 milyon altından, 30 milyona indirilmesi sağlanmıştır. Abdülhamîd'in Almanlar'ı İngiliz siyâsî emellerine karşı mâhirâne bir sûrette kullanmasının çok çeşitli ve parlak tezâhürleri vardır. Medîne demiryolu imtiyâzının Almanlar'a verilmesi ve stratejik bir mevkî olan Akabe'nin onların yardımıyla İngilizler'den kurtarılması, bunun târihte en tipik bir misâlidir.

Abdülhamîd Han, 93 Harbi felâketinden aldığı dersle gayr-i mütecânis ve devleti parçalamaya sürükleyebilecek cereyanların müşâhede edildiği Meclis-i Mebûsân'ı böyle bir felâkete mânî olabilmek için 1878'de süresiz olarak kapatmıştır.

Mithat Paşa ve avanesinin sebep olduğu 93 Harbi felâketinin neticesinde Rumeli'de kaybedilen topraklardan pek çok müslüman ahâli, muhâcir olarak İstanbul'a gelmiş bulunuyordu. Bunların mağdûriyetlerini istismâr ederek toplayabildiği bir kısım işsiz-güçsüz takımıyla Çırağan Sarayı'na yürüyen Ali Suâvî, Sultân Abdülhamîd'i devirerek, bu sarayda mahbus bulunan V. Murad'ı tekrar tahta geçirmeye teşebbüs etti. Sultan V. Murad, mason Mithat Paşa ve avanesi tarafından tâ şehzadeliğinden beri hususî bir sûrette yetiştirilmişti. O da, akıl hocası Mithat Paşa gibi otuzüç dereceden bir masondu. Fakat hiç şüphesiz bu teşkîlata onun gerçek hüviyetini bilmeden girmişti. Bununla beraber şerîrler, kendisi pâdişâh olsa menfûr emellerine daha kolay ulaşacaklarını düşünüyorlardı. Ali Suâvî ise, Sulltan Abdülhamîd Han tarafından Galatasaray Lisesi müdürlüğünden bozuk siyâsî düşünceleri sebebiyle azledilmiş bulunmanın iğbirârı (gücenikliliği) ile haraket ediyordu. Gerçekten de Ali Suâvî, yavaş yavaş yahûdî siyâsî emellerinin hâkim olmasıyla Osmanlı aleyhtarlığına meyleden İngiliz siyâsetinin kör bir âleti durumundaydı.

Beşiktaş muhâfızı yedi-sekiz Hasan Paşa'nın kafasına indirdiği bir sopa ile Ali Suâvî'nin can vermesi bu ihtilâl teşebbüsünün akîm kalmasını sağlamıştır. Ancak Sultân Abdülhamîd, bu ve benzerî vak'alar dolayısıyle mâruz bulunduğu büyük tehlikeyi kavramış, devrinin sözde münevverlerinin hamâkat ve ihânetlerine ilâveten rum, ermeni ve yahûdîlerin kaynattıkları fitne kazanı sebebiyle muârızlarının "istibdâd" diye adlandırageldikleri sıkı bir dâhilî siyâset tâkıbine mecbûr kalmıştır.

Abdülhamîd Han, bu karışık iç bünyeye rağmen halkın huzûru ve ülkenin selâmetini sağlayabilmek için bugünkü modern devletlere bile örnek olabilecek derecede şumüllü bir istihbarat teşkilatı kurmuştur. Bu teşkilâtta kendisine karşı bombalı bir suikasti gerçekleştirmiş bulunan ermeni asıllı Jorris'i dahi bir istihbârât elemanı olarak kullanması, şâyân-ı dikkattir. Hattâ İngilizler'in Madrit büyükelçileri vefât ettiğinde, onun açılan çelik kasalarında Sultân Abdülhamîd'le muhâbere hâlinde bulunduğuna dâir vesâikın ortaya çıkması, İngilizler'i bu istihbârâtın kuvvet ve şumülü hakkında dehşete sevketmiştir. Kendisi tahttan indirildikten sonra azılı muhâlifleri tarafından Çırağan Sarayı'nın yakılmış bulunması da, O'nun bu müthiş istihbârât teşkilâtı ile alâkalıdır. Zîrâ bu sarayın bodrum katları, lebâleb Sultân Abdülhamîd'e verilmiş jurnallerle doluydu ve hiç şüphesiz ki saray, onları yok etmek için yakılmıştı. Çünkü bu jurnaller, İttihat ve Terakkî'nin ileri gelenlerini birbirine düşürecek mâhiyetteydi. Sathî bir nazarla bakıldığında, bunların birbirleri aleyhine Sultân Abdülhamîd Han'a jurnallik ettikleri ortaya çıkmaktadır.

Bu jurnal keyfiyeti dolayısıyle de Sultân Abdülhamîd, muârızları tarafından haksız ve çirkin bir sûrette itham edilegelmiştir. Gûyâ ulu orta verilmiş saçma-sapan jurnallere istinâden birçok insanı sürgüne gönderdiği pek çok yazılıp söylenmiştir. Bu hususdaki gerçeğin lâyıkıyle kavranabilmesi ve merhûmun dirâyet, liyâkat ve hassasiyyetinin anlaşılabilmesi için bir tek misâl zikredelim:

Birgün yüksek seviyede bir me'mûrun Çırağan Sarayı önünden geçerken gûyâ:

"-Âh Sultân Murâd Efendimiz!.. Sen başımızda olsaydın, böyle mi olurdu?!."

meâlinde bir söz söylemiş olduğu yolunda bir jurnal alınmış ve bundan dolayı da o me'mûrun Fizan'a sürgün edilmesi hususunda irâde-i seniyye sâdır olmuştu. Buna îtiraz eden Sadrazam Saîd Paşa:

"-Efendimiz, bu ne hâldir, anlayamıyorum?!. Bu me'mûrun takriben altı ay önce ihtilâs (rüşvet) cürmü sâbit olduğu halde onu afvetmiştiniz.. Şimdi ise, enti-püften bir jurnale istinâden onu sürgüne gönderiyorsunuz?!." demesi üzerine, o koca Sultân Sadrazam'a şu cevâbı vermiştir:

"-Hayır Paşa Hazretleri, ben onu bu jurnalden dolayı sürgüne göndermiyorum! Asıl sebep, o zikrettiğiniz ihtilâs cürmüdür. Esâsen bu jurnali de kasden kendim verdirttim. Lâkin onu, altı ay evvel böyle bir tertibe baş vurmadan cezâlandırsaydım, yalnız kendisini değil, çoluk-çocuk ve akrabâlarını da cezâlandırmış olurdum. Onlar da eş ve dostlarına karşı mahcûb olurlardı. Şimdi ise, bu adamı gûyâ benim istibdâdıma karşı çıkmış bir insan sıfatıyla kahraman telâkkî edecekler. Böyle olmasını tercih ettim!.."

Bu öyle bir hâdisedir ki, O'nun devri için sürüp gelen haklı-haksız tenkîdlerin değerlendirilmesinde bize büyük bir ışık tutar.

Sultân Abdülhamîd'in kalbî rikkatini kavramaya yarayacak bir hâdise de şudur:

Sultan Abdülazîz'in şehîd edilmesinden beş sene geçmesine rağmen halk, bu menfûr hâdiseyi unutmamıştı. Kâtillerin yakalanıp cezâlandırılmasını istiyordu. Bu umûmî arzu üzerine Yıldız'da hususî bir mahkeme kuruldu. Bu mahkemede Mithat Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve daha bazılarının Abdülazîz Han'ın kâtili oldukları sâbit oldu. Mahkeme bunlar hakkında îdam cezâsı verdi. Ayrıca Plevne kahramanı Gâzî Osman Paşa ve Ahmed Cevdet Paşa gibi şahsiyetlerin dâhil olduğu kırk kişilik mûteber bir hey'ete de bu karar bir kere daha tedkîk ettirildi. Onlar da, müttefikan karârı isâbetli gördüklerini beyân ettiler. Buna rağmen Sultân Abdülhamîd Han, îdâm cezâlarını sürgüne tahvîl etti. Fazladan olarak da suçunu îtiraf etmiş bulunan Mithat Paşa'nın cebine sürgüne giderken 800 altın harçlık koydu. İnsan, hâdiselerin içyüzüne vâkıf olunca, bu büyük merhametli pâdişâha karşı dil uzatanları aslâ afvedip hoş göremez!..

Sultân Abdülhamîd Han'ın Dünyâ çapında ithâmına vesîle olan sebeplerden biri de, devrinde başgösteren ermeni mes'lesidir. Ermeniler, ülkemizde yaşayan gayr-i müslim teb'a arasında bizim örf ve âdetlerimizi benimsemek yönünden müstesnâ bir durumda idiler. Asırlarca "teb'a-i sâdıka" olarak yâdedilmişlerdi. Fakat günün birinde kendilerini kullanarak siyâsî emellerine ulaşmak isteyen Ruslar'ın propagandalarına muhâtab olarak sadâkatten ayrıldılar. İlk önce Rus tahrikıyla başlayan ermeni kıpırdanışları, sonradan bütün hıristiyan batı devletlerinin alâkasını celbetmiş ve onlar da bu ihtilâfa dâhil olmuşlardır.

Bu maksadla ermenileri silâhlandıran Ruslar'ın faâliyetini ve bunun nihâî gâyesini görmekte gecikmeyen dâhî Sultân Abdülhamîd Han, ermenileri toplu oldukları bölgelerden sağa sola cebrî bir sûrette göç ettirmek gibi bir tedbire baş vurmuştur. Fakat bu kadar mâsumâne bir hareket, yahûdî desteği ile de beslenerek onun aleyhinde beynelmilel bir propaganda tezgahlanmasını intâc etmiştir. Neticede kendisine Viyana'da îmâl edilerek gönderilmiş bir kupa arabasına îmâlât esnasında uzun bir zamana ayarlanmış saatli bir bomba yerleştirilmiş ve bu bomba, kendisinin şeyhulislâm ile Cum'a namazı hıtâmında mûtâd hârici üç-beş dakika ayaküstü konuşması sebebiyle o daha arabaya binmeden Yildız Câmî-i Şerîfi önünde infilâk etmiş, asker, sivil bir çok insan ölmüş ve yaralanmıştır. Herkesin telâşa kapıldığı o hengâmede Sultân Abdülhamîd Han, sükûnetini muhâfaza ederek:

"Korkmayın, korkmayın!.."

diye bağırmış ve arabanın seyis mahalline oturarak ecnebî sefirlerin alkışları arasında atları kırbaçlayıp sarayına avdet etmiştir.

Devrinin sözde münevverlerinin gafletine bakınız ki, Belçikalı ermeni Jorris'in tertibi eseri olan bu suikati alkışlayanlar görülmüştür. Hattâ zamanın gözde şâiri Tevfik Fikret, bu hâdiseyi anlatan 'bir anlık gecikme' anlamındaki "Bir Lahza-i Teaahur" isimli şiirinde suikastçiyi 'şanlı avcı' diyerek tebcil etmekte ve suikasdin muvaffakıyetsizlikle neticelenmesinden doğan teessürlerini terennüm etmekteydi. Buna rağmen Sultân Abdülhamîd'in kendisine karşı en küçük bir mukâbelesini tarihler kaydetmemektedir.

Sultân Abdülhamîd devrinin gâilelerinden biri de o sıralarda filizlenmeye başlayan yahûdî mes'lesidir. 1982 yılında İsviçre'nin Bazel şehrinde 'ilk siyonist kongresini' toplamış olan Teodor Hertzel, daha önce yazdığı "Yahûdî Devleti" isimli kitâbıyla dünyâ yahûdîlerinin Filistin'de yeniden toplanmaları gerektiği yolunda teşebbüse geçmiş ve bu gâye için o gün dünyânın en büyük zengini olan yahûdî Roçilt âilesinin desteğini sağlamıştı. Onun namına iki kere Türkiye'ye gelen ve yahûdîlerin Filistin'e avdet edip orada ikâmet eylemeleri mukâbilinde Osmanlı Devleti'nin dış borçlarını ödemek teklifini Roçilt namına Sultân Abdülhamîd'e arzetmiş olan Hertzel'in, O'nun çelik gibi sert irâdesine çarparak redde mahkûm olması sebebiyle, yahûdîler tarafından bütün dünyâda o büyük hükümdar için bir karalama kampanyası başlatılmıştır.

Bu kampanya sebebiyledir ki, otuzüç senelik saltanatı boyunca hiç kimsenin burnunu kanatmamış, ancak ana ve babasını öldürmüş olan bir cânî dışında normal mahkemelerce verilen îdâm cezâlarını bile tenfiz ettirmemiş, kendisine suikast yapan bir haremağasını ve hattâ ermeni Jorris'i dahî afvetmiş bulunan Sultân Abdülhamîd Han için haksız ve mesnedsiz bir sûrette 'kızıl sultan' lakabı, meşhur ve harcıâlem bir hâle getirilmiştir. Hayfâ ki, yahûdîlerin îcâd edip ermenilere armağan ettikleri bu iftirâ, böyle ecnebî kimselerden ziyâde vatanın o gün bugündür bir çok talihsiz Türk asıllı nesilleri arasında da revaç bulmuştur.

Yüklə 1,21 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   27




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin