Altınoluk: Mevlânâ Hazretleri ve Mesnevî ile dostluğunuz ne zaman başladı?
CAN: Mevlânâ ve onun eserleriyle ile dostluğum babamın tavsiyeleri ile başladı. Merhum sürekli Mesnevî... Mesnevî... diyerek Mevlânâ'dan övgüyle bahsederdi. Babamın Mevlânâ'ya karşı duyduğu muhabbet bizi de etkilemişti. Şunu belirteyim ki, Mesnevî, bir hakikatler kitabıdır. Hz. Mevlânâ Mesnevî'nin 1. cildinin önsözünde: "Mesnevî, hakikate ulaşmak ve Allah'ın sırlarına âgâh olmak isteyenler için bir yoldur. Temizlenmiş kişiler için gönüllere şifadır. Kur'an'ı açıkça anlamaya yardım eder. Huyları güzelleştirir" buyurmuşlardır. Ben Hz. Mevlânâ ve Mesnevî'yi tanıdıktan sonra istedim ki onun eserlerini herkes kolayca anlasın. Bu gaye ile senelerce evvel Mesnevî'den bazı seçmeler yapmaya başladım. Fakat yapmış olduğum bu seçmeler uzunca bir süre öyle kaldı. Bastırma imkanım olmadı. Sonra Ötüken yayınları bu eserimi yayınladı. Bütün gayem Mevlânâ'yı herkesin şerhsiz rahatça anlamasıydı.
Bakın yine size bir hatıra arz edeyim. Rus işgali olduğu zaman hemen göç etmemiştik. Ruslar'ın kasabamızı işgalinden birkaç gün geçmişti. Bir gün kapımız çalındı. Kapıyı açtığımızda bir Rus asker babama "Komutanımız seni istiyor" diyerek onunla gelmesini istediler ve kendisini alıp götürdüler. Babamı götürdükleri zaman hepimiz ona bir zarar verecekler düşüncesiyle endişe içinde idik. Saatler sonra babam yanında bir Rus askeri olduğu halde eve geldi. Babamı çağıran Rus kumandan, Moskova'da Şarkiyat fakültesini bitirmiş, son derece güzel Arapça ve Farsça konuşan bir zât imiş. Kasabaya geldiği zaman "Burada Arapça, Farsça bilen birisi var mı?" diye sorunca Ermeniler kasabada müftülük yapan babamın olduğunu söylemişler. Babamı son derece iyi karşılamış, kendisine büyük hürmet ve alaka göstermiş, onunla dost olmuşlar. Bir Rus askerini de onun emrine vermişti. Kasabada Rus askerlerinin bir haksızlık yapmaları halinde kendisine haber vermesini istemişti. İşte bu hadise, dilin, edebiyatın farklı kültürlerde yetişmiş olsalar da insanları nasıl birleştirdiğini göstermesi açısından en güzel misaldir. Çünkü hikmet var. Peygamber Efendimiz de "hikmet nerede olursa olsun alınız" buyurmuşlardır. Hikmetten bahseden bütün kitapların okunması gerekir. Peygamberimiz "müşrikde olsa şayet hikmetten, hakikatten bahsetse onu dinleyiniz" diyor.
Altınoluk: Daha önce yazılmış Mesnevî tercümeleri ve şerhleri var. Buna rağmen Mesnevî tercümesi ve şerhine başladınız? Neden?
CAN: Evet daha önce kaleme alınmış manzum ve mensur bir çok Mesnevî tercümesi var. Bazıları yarım kalmış bazıları da tamamlanmış. Fakat bu tercümelerden rahatça yararlanmak kolay olmamaktadır. Meselâ İsmail Efendi hazretlerinin yapmış olduğu şerh çok kuvvetli, Arapça ve Farsça kelimelerle kaleme alınmış. Bu tür şerhleri okuyup anlayacak kişilerin sayısı oldukça az. Yeni harflerle Maarifin bastırdığı Mesnevîde güzel bir Türkçe kullanılmış ama herkes ondan yararlanamıyor. Çünkü birbirinin içine girmiş durumda.
Altınoluk: Bizler için Müslümanlar için bir Mevlânâ ve Mesnevî dünyası resmeder misiniz? Nasıl bir Müslüman, nasıl bir insan portresi özlüyor Mevlânâ?
CAN: Öncelikle şunu arzedeyim ki Hz. Mevlânâ diğer veliler gibi Cenabı Peygamberin varislerindendir. Bu arada şunu da belirtmekte fayda var efendim "şu veli bundan üstündür. Bu, ondan üstündür" demek yanlış olur. Günaha gireriz. Her birinin meşrepleri değişik, öne çıkan yanları olabilir. Bazı Nakşiler Mevlevîliğe yukardan bakıyor. Aynı şekilde bazı Mevlevîler de Nakşilere "bırak bu yobazları" diyor. Halbuki bu çok yanlış. Dâvâ bu değil. Bir tefrikaya, kargaşaya neden olunuyor. Hepsinin yolu Muhammedi yoldur. Çeşitli olukları olan bir şadırvan düşünün. O olukların her birinde Nakşî, Mevlevî, Kadirî, Rufaî ve diğerleri yazıyor. Ama hepsinden aynı su akıyor.
Mevlânâ yalnız bir veli değil aynı zamanda büyük bir şairdi. Tam bir peygamber aşığı bir şahsiyetti. Bakın Mevlânâ'daki Peygamber sevgisini en güzel şekilde ortaya koyan bir bölüm okuyayım Mesnevî'den sizlere. Beşinci cilt "Allah'ın lütfu Muhammed Mustafa (s.a.) vaat etmişti ki sen ölsen de Kur'an ve İslâm dini ölmez. Senin kitabını, senin mucizeni ben yüceltirim. Kur'an'a bir şey katmaya Kur'an'a bir şey eksiltmeye engel olurum." Efendim bu şiirler söylendiği zamanlar Bizans İmparatorluğunun hakimiyeti söz konusu. Mevlânâ Peygamberimizin dilinden hitap etmeye şöyle devam ediyor. "Ben seni iki dünyada da korurum. Sözlerini kınayanları terk eder onları hor ve hakir bir hâle koyarım. Kimsenin Kur'an'a bir harf ilâve etmeye veya bir harf eksiltmeye gücü yetmeyecektir. Sen benden daha iyi bir koruyucu arama. Senin şeref ve şânını günden güne artırırım. Senin adını altın ve gümüş üstüne bastırırım. Senin için mescitler, minberler, mihraplar yaptırırım. Sevgi yüzünden sana öyle lütuflarda bulunurum ki senin kahrın benim kahrım olur. Yani senin sevdiğin benim sevdiğim, senin sevmediğin benim sevmediğim olur. Şimdi senin adını korkudan gizli anıyorlar. Namaz vakti gelince gizli namaz kılıyorlar. Lanetlenmiş müşriklerin korkusundan dinin yer altında gizleniyor. Ben ufukları minarelerle dolduracağım. Onların üstünden senin şerefli adını insanlara duyuracağım. Sana âsi olanların iki gözünü de kör edeceğim. Kulların şehirler alacaklar, mevkîler bulacaklar. Senin dinin yerden göklere kadar bütün dünyayı kaplayacaktır. Ey Mustafa sen dinin hükmünü kaybedip ortadan kalkacağından korkma, biz onu kıyamete kadar baki kılarız."
Hz. Mevlânâ'nın Peygamber sevgisi işte böyle... Bir konu üzerinde durmak isterim; Peygamber Efendimiz, Müslümanları "Ümmeti Mazlûme" diye ifade etmiştir. Ne demek ümmeti mazlûme? Zulüm gören, ezilen ümmet. Daha Peygamber efendimiz zamanın başlamış zulümler. Bilâli Habeşi'ye neler yapmışlar? Haccacı Zalim çıkmış binlerce insanın kellesini uçurmuş. Kabeyi mancınıklarla taşa tutmuş. Tarih boyunca hep ezilmiş Müslümanlar.
12. Yüzyılda bir seyyah Sicilya adasından geçerken Palermo şehrinde tam 120 cami minaresi saymış. Bugün orada neredeyse bir tane Müslüman bulamazsınız. Çünkü Katoliklerin soykırımına maruz kalmışlar. İspanya'da Müslümanlar tam sekiz yüz yaşadılar. Endülüs dünyanın en mamur bir şehri idi. Avrupa'da krallar hastalandığı zaman Endülüs'e gelir müslüman doktorlara görünürlerdi. Bugün oradaki Müslümanlar ne haldedir? Engizisyon onları tamamıyla ezdi, yok etti.
Bugün de tüm dünyada Müslümanların, ümmeti mazlume olduklarını ortaya koyan bir tabloyla karşı karşıyayız. Filistin'de senelerden beri Müslümanlar, Yahudilerin zulmü altında inim inim inliyor ama bütün dünya seyrediyor. Yahudi askerlerinin oradaki Müslüman halka yaptıklarını Hristiyanlara yapmış olsalardı Batı dünyası kıyameti koparırdı. Bosna'da yapılanları gördük. Bugün Kosova'da aynı dram yaşanıyor... Kısaca Müslümanlar hep eziliyor. Neden Allah Teâlâ buna fırsat veriyor? Çünkü zulüm gören, sıkıntı çeken yine imanını kaybetmiyor. Rusya'da yaşayan Müslümanlar yetmiş sene zulüm ve baskı altında kaldılar ama dinlerini imanlarını kaybetmediler.
"Men bende-i Kur'ânem" Ben Kur'an'ın kuluyum, kölesiyim. Men hak-i reh-i Muhammed-î Muhtârem. Ben Hz. Muhammed'in ayağının bastığı toprağım, buyuruyor Hz. Mevlânâ. Bu kadar büyük bir peygamber sevgisi, insan sevgisi vardı. Mevlânâ'nın insan sevgisine örnek olarak şunu anlatayım. Bir adam içki içse ve evine gidemeyecek bir halde yolun kenarında kalsa, bazı kardeşlerimiz cezasını bulmuş der geçer. Mevlânâ ise öyle bir adam gördüğünüz zaman ona acıyınız der. Ne derdi vardı ki o içkiye müptela oldu? diye sorulması lâzım geldiğini düşünür. Onu hor görmeyiniz, ona acıyınız der. Onun için Hz. Mevlânâ'nın arkasından Müslüman da, Hıristiyan da, herkes ağladı. Neden? Çünkü Mevlânâ herkese hitap ediyordu. Hiçbir zaman Müslümanlığı, gayri müslimlerin dini ile müsavi tutmazdı. Ama kimseyi hor görmemek temel prensibiydi. Kimseye kafir demeyin son nefeste Allah diyebileceği ümit edilir derdi. Avrupa'da bir çok insan vardır ki bugün onun eserleri sayesinde müslüman olmuşlardır.
Tabiî her şeye rağmen müslüman olmayanlar da olabilir. Ebu Cehiller böyledir. Bunlar bugün de olabilir. Cahiliye döneminde eline birkaç taş parçasını alan Ebu Cehil Peygamber Efendimiz ile karşılaştığı zaman elinde ne olduğunu sormuş. Efendimizde, "elinde tuttuğu" şey benim hak peygamber olduğumu söylerse müslüman olur musun?" diye sormuş. Efendimiz sözlerini tamamlar tamamlamaz Ebu Cehil'in elinde bulunan taşlar dile gelerek Kelime-i Tevhit getirmeye başlayınca, Ebu Cehil taşları hemen yere atıyor ve "Sen büyücüsün ya Muhammed" diyor. Cenabı Hak onun hidayete ermesini istememiş. Günümüzde de İslâmiyetin ne kadar ileri bir din olduğunu ne kadar ahlaka önem verdiğini anlatsanız bile gözleri, kalpleri kör olanlar var bu gerçeği görmeyi başaramazlar. Allah kalplerini mühürlemiştir. Kulaklarını tıkamış, gözlerine perde çekmiştir.
Altınoluk: Efendim, bu güzel sohbet için sizlere çok teşekkür ederiz.
Ruh ve Cesed (Pâdişâh ve Câriye)
Mükerrem ve mükemmel yaratılan insan, diğer mahlûkattan farklı olarak iki rûhtan ibarettir. Biri, bütün mahlûkatta mevcûd olan "cân"dır ki, cesedle beraber son bulur. Diğeri ise:
"Ona rûhumdan üfürdüğüm..." âyet-i kerîmesinde beyân buyurulduğu vechile Cenâb-ı Hakk'dan gönderilen keyfiyetli rûhtur ki, cesede, ana karnındaki gelişmesinin belli bir safhasında dâhil edilir. Bu rûhun bir adı da "rûh-i sultânî"dir. Cesedin aslı ise topraktandır.
Her şeyin aslına rucû etme temâyülü fıtrî olduğundan beden, topraktan hâsıl olan nîmetlere mütemâyildir. Bu temâyül, nihâyet onun toprağa kalbolmasıyla sükûnet bulur. Rûh ise ilâhî nefhadan vücûda geldiğinden onun meyli de ulvîlikleredir. Hayat da, her insanda rûh ve beden arasında ebedî bir cidâle sahnedir. Rûhun asliyetinden doğan temâyüllerle bedenin asliyetinden doğan temâyüller arasındaki mücâdelenin neticesi, bir insanın "aşağıların en aşağısı" ile "yücelerin en yücesi" arasındaki istikrar noktasını sağlar.
Aşağıdaki hikâyede Hazret-i Mevlânâ, insan bedenindeki rûh ve nefis olarak bu iki zıddıyetin birbirlerine tahakküm mücâdelesini, kavgasını ve yekdiğerini te'sîr altına alabilme gayretlerini temsîlî bir hikâye ile şöyle sergiler:
Her bakımdan saltanat sahibi bir pâdişâh vardı. Birgün saray erkânından yakınlarıyla birlikte ava çıkmıştı.
Yolda giderken güzel bir câriyeye rastladı. Câriye o kadar güzeldi ki, pâdişâhı can evinden yaraladı ve bir anda kendisine râm etti. Ava giderken avlanmış bulunan pâdişâh, içine düştüğü sevdâ ateşinden biraz olsun serinleyebilmek için büyük meblağlar vererek câriyeyi satın aldı. Zîrâ bir kuş kafeste nasıl çırpınırsa, pâdişâhın da canı beden kafesinde öylece çırpınmaya başlamıştı.
Şimdi ise, câriyeyi satın alıp arzusuna kavuştuğu için kendine göre seâdeti bulduğunu zannediyordu. Ancak onun bu sürûru uzun sürmedi. Câriye, müthiş bir hastalığa yakalandı ve gün geçtikçe mum misâli erimeye başladı. Kurumuş ve sararmış bir sonbahar yaprağına döndü. An geldi yataktan kalkamaz oldu. Çâresiz ve dertli pâdişâh, ne kadar mâhir ve meşhûr hekim varsa, hepsini topladı ve onlara:
"-Benim de, câriyemin de hayatı sizin elinizdedir." diyerek bu derde devâ bulmaları için türlü diller döktü.
Makamının husûsiyetini dikkate almadan acziyyet içinde yalvardı.
Hekimler de, mağrûriyetle:
"-Sultânım! Her birimiz tabâbette zamanın Îsâ'sıyız! Bil ki elimizde devâsı olmayan bir dert yoktur!" dediler.
«İnşâallâh» demediler. Ancak bu benlikleri kendilerini rezil ve rüsvây eyledi. Zîrâ yaptıkları ilaçların faydası şöyle dursun, câriyenin hastalığını bir kat daha artırdı. Zavallı câriye kıl gibi zayıfladıkça zayıfladı, tamamen bîtâb düştü.
Bunu gören pâdişâh, üzüntüye boğuldu. Çöl gibi kavrulan bağrından çıkan feryâd ü figânları, boğazını düğüm düğüm eyledi.
Bütün dünyevî hekimlerin aczi üzerine nihâyet pâdişâhın aklı başına geldi ve mescide koşarak mihrabda secdelere kapandı. Gözyaşlarıyla yeri sırılsıklam ederek Rabbine ilticâ etti:
"Allâh'ım! Sen kalblerdeki bütün istekleri bilirsin! Bir fânî câriyeye esir oldum. Ey dertlere hakîkî derman olan! Beni kapından çevirme!" diye yalvardı, yalvardı, yalvardı..
Pâdişâhın bu deryâlar gibi coşkun yalvarışı karşısında Allâh'ın lutuf ve merhamet deryâsı da coşmaya başladı. Zîrâ samîmî gözyaşı, her zaman rahmet-i ilâhiyyeyi cezbeden bir müessirdi. Öyle ki, bîçâre pâdişâhın duâsının kabul buyurulmasına da müessir oldu ve Cenâb-ı Hakk, ona sâlih ve has kullarından birini, yâni ilâhî bir rehberi tedâvî için göndereceğini ilhâm etti.
Pâdişâh neş'e ve sürûr içinde saraya koştu ve öteler âleminden gönderilen misâfirin gelmiş olduğunu gördü. Nûrundan gözleri kamaştı. Zîrâ onun nûru karşısında güneşin aydınlığı bile sönük bir duman gibi kalıyordu. Pâdişâh, büyük bir hayret ve hayranlıkla âdetâ başsız ve ayaksız bir hâle gelmişti. Gönlünde apayrı hâller hissetti ve gayr-i ihtiyârî olarak o şerefli misâfire:
"-Benim asıl sevdiğim, o câriye değil, sensin. Fakat dünyâda iş işten çıkar. Allâh'ın hikmeti ile sebeplerden sebep doğar." dedi.
O nûr yüzlü kudsî misâfiri muhabbetle kucakladı. Canının içine soktu. Bir yandan o zâtın elini, alnını öpüyor, bir yandan da: «Acabâ halkın gözünde perde mi var ki, bu hakîkate âmâdırlar? Nasıl oluyor da bu kadar parlak bir mehtabı görmüyorlar?» diye düşünüyordu. Böylece târifsiz bir sürûra garkolarak: «Düştüğüm iptilâya sabır ve tahammül ile ne büyük bir mânevî hazîne buldum.» dedi. Sonra ona derdini açtı:
"-Ey bana Rabbimin hediyesi! Ey «Sabır, sürûrun anahtarıdır.» hadîsinin canlı mânâsı! Hoş geldin! Anladım ki, sensiz başımıza ne kazâlar ve belâlar yağar. Şu geniş olan semâlar bile daralır da bizi sıkmaya başlar. İşte düştüğüm dert!.." diyerek mânevî hekimi, hasta câriyenin yanına götürdü.
Bu hekim, bir mâneviyat sultanıydı. İnce düşünüş ve firâset sahibiydi. Hakk'ın nûruyla hastaya daha ilk bakışta teşhîsini yaptı:
Câriye bir gönül hastasıydı. Çünkü onun vücûdunda gerçekte hiçbir hastalık yoktu. Ancak gönlü yaralı, gamlı ve perîşândı.
Durumu sultana kısaca hulâsa eden mânevî hekim, câriyeyi konuşturabilmek için oradaki herkesi dışarı çıkardı. Sonra onun nabzını tutarak çeşitli suâller sormaya başladı. Memleketini, başına gelen cevr u cefâları, belâları v.s. her şeyi sordu. Zîrâ ancak böylelikle câriyenin kimseye açmadığı mahrem sırlarını çözecekti. Nitekim "Semerkand" adı geçtiğinde câriyenin nabız atışı hızlandı. Yüzü kızardı ve sarardı. "Kuyumcu" sözü geçtiğinde de kendini kaybedecek kadar sırrını ele verdi.
Arzu ettiği malumatı edinen mânevî hekim, sultandan derhal o kuyumcuyu getirtip câriyeyi ona vermesini istedi.
Pâdişâh, çâresiz bu talebi yerine getirdi.
Böylece sevdiğine kavuşan câriye, gün geçtikçe iyileşmeye başladı ve bir bahar dalı gibi eski güzellik ve letâfetine kavuştu.
Asıl maksadı pâdişâhın derdine devâ bulmak olan mânevî hekim, mânevî vazîfesinin diğer kısmına geçti.
Kuyumcu için gâyet te'sîrli bir şerbet yaptı. Kuyumcu, şerbeti içti ve bir anda kızın gözü önünde yavaş yavaş erimeye başladı. Zayıflayıp çirkinleşti. Baştan aşağı çirkinlik timsâli oldu. İzâfî güzellikleri kayboldu, abesleri ortaya çıktı.
Gün geçtikçe tükenen kuyumcu, nihâyet câriyenin gözünden düştü ve bir müddet sonra da ölerek toprak altına girdi. Böylece bîçâre câriye de, düştüğü dünyevî iptilâlardan arındı, tertemiz oldu.
Mesnevî'de anlatılan bu hikâye, haddi zâtında iki ayrı cins arasında geçen bir aşk değildir.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-'un, hikâyeye başlamadan evvel beyân buyurduğu gibi bu hâl, aslında bizim hâlimizin hikâyesidir.
Yâni bu hikâye, rûhun Allâh'dan bu ten kafesine üflendikten sonra insan için başlayan imtihanlarla dolu binbir hikmetli mâcerâyı ihtivâ eder. Diğer bir ifâdeyle içimizdeki Mûsâ ile Firavun'un hikâyesidir.
Rûhun rûhânî bir âlemden ayrılıp bu âleme gönderilmesi ve beden elbisesine büründürülerek bir nefis ıslâhı ile tekrar vahdet âlemine döndürülmesi, bu hikâyenin vak'aları dolayısıyla ârifâne bir şekilde ortaya konulmaktadır.
Dolayısıyla hikâyede geçen pâhişâh, Allâh tarafından insana nefhedilmiş olan rûh-i sultânîyi temsîl eyler.
Câriye, nefsin sembolü; kuyumcu da, nefsin bir ömür peşinde sürüklendiği hevâ-hevesler, dünyevî rağbetler, eskiyen, zevâl bulan geçici câzibelerdir.
Hekim ise, Rabbanî tabîb, yâni mürşid-i kâmildir.
Buna göre insanın hikâyesi şöyledir:
Vuslat sarayından ayrılan pâdişâh, yâni rûh-i sultânî, çıktığı mârifet avında önüne çıkan câriyeyi, yâni nefsi görünce kendi mevkî ve şerefini unutarak onun câzibesine kapılır. O anda yaratılış gâyesi olan kulluk ve mârifeti unutur. Âdetâ kendisi avlanır ve nefsinin esiri olur. Onun isteklerini yerine getirip nefsini memnûn etmek için elinden gelen her şeyi yapmaya başlar.
Ancak nefs, tabîatı îcâbı olarak gözü dâimâ aşağılardadır. Esfel-i sâfilîne doğrudur. Orayı seâdet zanneder. Onun kuyumcuya olan aşkı, dünyevî istekleri, altın ve gümüşü fazla sevmesi, onlara kul köle olmasını ifâde eder. Nefis, bu yönüyle rûha bir tek nazar bile etmemektedir. Yâni rûh ne kadar onun arkasından koşarsa, nefs ondan o kadar uzaklaşmaktadır.
Bundan muzdarip olan rûh da, onu birçok hekimlere gösterir. Hepsi de âciz kalır ki, bunlar mâneviyata ehil olmayan kimseleri temsîl eyler. Zîrâ onlar, derûnî dâvâlara çâre bulamazlar. Oysa hâzık bir hekime, yâni Rabbanî rehbere ihtiyaç vardır. Nitekim gerçek bir şeyh-i kâmili bulduğunda rûh, onda Allâh'ın nûrunu seyreder: «Benim gerçek mahbûbum sensin!» der ve daha evvel gönül verdiği nefsin pençesinden kurtulmak için onun verdiği talimatları harfiyyen yerine getirir. Böylece perestiş ettiği dünyâ nîmetleri onun gözünde aşağılanır, kalbini tatmîne medâr olacak muhabbetullâha tevcîh gerçekleşir. Hikâyemizdeki kuyumcunun hâzık tabîb, yâni mürşid-i kâmil tarafından çirkinleştirilmesi, bu hikmete mebnîdir. Mürşid, müridin terbiyesinde kalbi dünyevî iştihâlardan temizleyebilmek için o kalbde böylesine yer eden fânî sevgilileri Cenâb-ı Hakk'ın "er-Rakîb" ism-i şerîfinin tecellîsi ile aşağılatıp gözden düşürür. Bu bakımdan Rabbanî hekimin kuyumcuya verdiği şerbet, onun ilk bakışta gözlere gizli kalan asıl çehresini göstermek içindir ki, bununla Rabbanî hekim âdetâ şöyle demek ister:
"Sen, ey ilkbahar güzelliğine karşı dudak ısıran, hayran olan kimse! Bir de sonbaharın sararmış hâline ve soğukluğuna bak!"
"Şafak vaktinde güzel güneşin doğuşunu görünce, gurûb zamanı, onun ölümü demek olan batışını hatırla!"
"Her fânî bu mâcerâyı yaşar. Her şeyin kemâl ve cemâli zevâle mahkûmdur."
"Kezâ cam gibi nergis bakışlı mahmur bir gözü, sonunda çipil olmuş ve suları akmağa başlamış bir halde görürsün!"
"Ey yağlı ballı yemekler ve nefis gıdâlar görüp imrenen! Kalk helâya git de onların âkıbetini gör!"
"Bir ömür boyu peşinden koştuğun fânî alâka ve rağbetlerin ilk ve letâfetli hâllerine bak! Sonra onların nasıl pörsüdüklerini ve ne hâllere girmiş olduklarını seyret; ibret al!.."
"Bu fânî âlem, sana tuzağını kurmuş ve o vâsıta ile nice ham ervâhı aldatıp perîşân etmiştir."
"Aklını başına alıp sen ona tuzağını kur ve hüsrânın elinden kurtulmaya çalış!"
"Aynadaki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarlığındaki çirkinliğini ve binânın harâbe hâline geleceğini düşün de aynadaki yalana aldanma!"
Mânevî hekimin bu nasîhatlerini işiten nefis de, nihâyet bütün istediklerinin fânî ve gel-geç boş arzular olduğunu kuyumcunun eriyip ölmesi, yâni gönülden kaybolması neticesinde dünyevî bütün ihtiraslarından sıyrılarak temizlenir, rûha lâyık bir mahbûb olur. Anlar ki, ehl-i irfânın verdiği zehir bile canlara safâ, rûhlara gıdâ bahşetmektedir. Yâni onların sunduğu iksîrler, gönlün ve nefsin içinde çöreklenen ve zaman zaman şâha kalkan nice sinsi yılanları ve zehirli akrepleri bertaraf eyler ve kul Hakk'ın gönül sarayındaki yerini bulur.
Çanakkale'yi Ölümsüzleştiren Ruh
Çanakkale Muharebesi günleriydi. Rumeli Mecidiye Bataryası düşman gemilerinden yapılan bombardımanlarla sukut etmişti. Raporu alan Müstahkem Mevkii Kumandanı Cevat Paşa, Çimenlik İskelesi'nden motoru ile bataryaya geçti. Durum vahimdi. Bir top hariç diğerleri kullanılmaz hâle gelmiş, personelin çoğu şehit olmuştu. Bunlardan kimisi canlı canlı toprak yığınları altında kalmıştı. Yaşayanlar da yaralıydı. Paşa, biraz ileride yere uzanmış, nefes alıp veren bir erin yanına yaklaştı, şefkatle:
"-Evlâdım yaralı mısın?" diye sordu.
O yiğit Mehmetçik, vakur bir şekilde:
"-Hayır kumandanım!" dedi.
Cevat Paşa, biraz daha dikkatle bakınca yaralı askerin gözlerinin görmediğini anladı ve:
"-Evlâdım, gözlerin!.." diye bir şeyler söyleyecek oldu, fakat o fedâkâr, mübarek vatan evlâdı, hâlinden memnun şekilde şöyle dedi:
"-Üzülmeyin kumandanım; gözlerimi, göreceklerimi gördükten sonra kaybettim..."
Bu sözlerdeki muazzez rûh ve şuur, Paşa'yı ağlattı. O yiğidin, göreceklerimi gördüm dediği, İngiliz zırhlısı Queen Elizabeth'e iki isabet kaydedilmesiydi.
İşte bu rûhtur ki, Çanakkale'yi ölümsüzleştirmiş ve 1914-1915 Çanakkale muharebelerinde Müslüman Türk milletine bir değil, iki zafer birden kazandırmıştır. Bunlardan biri, düşmana karşı zahiren kazanılan zafer; ikincisi de ruh ve mânâ, fazîlet ve fedâkârlık, dîn, îmân ve vatan sevgisi hususlarında gösterilen eşsiz zaferdir. Nitekim yukarıdaki misâlde o yiğit Mehmetçiğin düşman hücumları esnasında gözleri kör olmasına rağmen kendisini düşünmeyerek «Yaralı değilim!» demesi, onun gönlüne hâkim olan rûhu pek bariz bir şekilde aksettirmektedir. İstiklâl şairi merhum Âkif bu rûhu ne güzel anlatır:
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından,
Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat îmân?
Âsım'ın nesli.. diyordum ya.. nesilmiş gerçek,
İşte çiğnetmedi nâmûsunu çiğnetmeyecek!
Şühedâ gövdesi, bir baksana dağlar, taşlar,
O rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar...
Bu ifadelere ilham kaynağı olan Çanakkale'de yazılan destan, ediplerin ifadelerinde ve şairlerin şiirlerinde söylediklerinden daha ulvî ve büyüktür. Zîrâ orada maddî gücümüz, düşmanın gücüne nispetle çok az idi. Askerin, İstanbul'dan Çanakkale'ye gidinceye kadar ayağındaki postal dahi yok oluyordu. Zaman zaman atacak barutu da kalmadığı hâlde müşahhas bir can ve mal infakı yaşandığı için zafer müyesser oluyordu. Mehmetçik, silâh kifâyetsizliğini îmân gücü ile telâfî ediyor ve ne pahasına olursa olsun neticeyi kendi lehine çeviriyordu. İngiliz Ordu Kumandanı Orgeneral Hamilton'un:
"Bizi Türkler'in maddî gücü değil, mânevî gücü mağlûb etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşâhede ettik!.." şeklindeki itirafı da bu gerçeği sergilemektedir.
Dostları ilə paylaş: |