Pekala! Ne rüya gördün? Dedi


ALTINOLUK:  Ülkemizden tekrar dünya çapında şairler yetişmesi için ne kadar bekleyeceğiz?



Yüklə 1,21 Mb.
səhifə25/27
tarix30.10.2017
ölçüsü1,21 Mb.
#22657
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   27

ALTINOLUK:  Ülkemizden tekrar dünya çapında şairler yetişmesi için ne kadar bekleyeceğiz?

PALA: Zaman zaman, şiir yazdıklarını söyleyen okuyucularım veya öğrencilerim benden tavsiye istiyorlar. Ben de onlara saman alevi gibi olmamanın, kalıcı olmanın, dünya çapında şairliğin şartı olarak şunu söylüyorum: Kültür bir akıştan ibarettir. Bugünün şairi klâsik şairden daha zoru başarmak durumundadır. Klâsik şairimiz vezin ve kafiye kullanıyordu, adına nazım diyordu. Şiir iki kanadıyla uçabilen bir kuş gibiydi; bir kanadı vezin, bir kanadı kafiye... Söyleyeceği sözü vezin ve kafiyeye oturttuğu zaman zaten kendiliğinden güzelleşiyordu. Ama bugünün şairi vezin ve kafiye kullanmadığı için sözü salt "güzel" söylemek zorunda; yani tamamen yüreğini ortaya koyarak bir güzellik yapmak zorunda. Bu bakımdan şiir nazımdan daha zor bir sanattır. Nazım yer yer zenaat olabilir, ama şiir asla zenaat olmaz, o hep sanattır.

Bana göre şair olmanın iki şartı vardır: Birincisi, Allah'ın o insana şairâne bir ruh bahşetmiş olması, ikincisi de o insanın şiir eğitimi alması. Bu coğrafyada onyedi yaşında herkes şairdir. Bunların içerisinden seçkinleşip, şiirleri dergilerde yayınlananlar henüz şiir eğitimi almadıkları halde şairdirler. Hâlbuki mutlaka şiir eğitimi almaları lâzım. Bu ülkede hiçbir şiir eğitimi almadan ömrünü tamamlayan şairler vardır. İşte onun için kalıcı olamıyorlar zaten. Kendileri ile birlikte on yıl, onbeş yıl içerisinde şiirleri de unutulmaya başlıyor. Peki, nasıl yapmalıyız? Ben diyorum ki, birinci sınıf şairler Allah'ın kendilerine bahşetmiş olduğu o büyük güç, o şairâne ruh sayesinde sanata, süse fazla ihtiyaç duymadan söylerler; işte Yunus, Karacaoğlan, Pir Sultan, Âşık Ömer, Emrah vs. Onların yaradılıştan gelen güçle ağızlarından dökülen her bir kelime, bizim söyleyeceğimiz on-onbeş kelimeye bedel, içi dolu dolu kelimelerdir. Öte yandan, Allah şairâne bir ruh vermediği halde, ömrü şiirler ve şairler arasında geçip şiir söyleyenler vardır. Klâsik şiirde bu çoğunlukla böyledir.

Asıl şair kimdir? O, Allah'ın kendisini şairâne bir ruh ile yaratıp bir de böyle bir şiir muhitinde şiir eğitimi almış olandır. İşte o zaman şairin adı Fuzûlî olur, Bakî olur, Nedim olur vs. Yunus'tan üstün görerek söylemiyorum. Birisi tamamen eğitimin dışındaki bir şiiri söylediği için büyüktür; diğeri klâsik şiir dediğimiz bir eğitim içinde aynı şiiri söylediği için büyüktür. Bugünün şairine de bu lâzımdır. Şimdi gençler şiirler yazıyorlar. Ben beğeniyorum gençlerin şiirlerini... Ama daha güzel yazabilirler! Bunun formülünü de ben şöyle özetliyorum: Bizim klâsik şairlerimizden bir tanesini, saz şairlerimizden bir tanesini, tekke şairlerimizden de bir tanesini seçerek, bu üç şairin bütün eserlerini kelime kelime, hece hece okuyarak, inceleyerek, sorgulayarak hatmetmedikçe şiir eğitimimiz tamamlanmamış demektir. Şiir eğitimi fakültede olmaz, bu ancak daha önce yazılmış şiirleri okumakla mümkündür. Onyedi yaşında herkesin şiir yazdığı 70 milyonluk Türkiye'de 70 tane şair bulamıyorsanız, bu, şair adaylarının okumamalarından, okumadan şair olmayı hayal etmelerindendir.

Genç bir şairimiz Nobel'e aday olmak istiyorsailerde, hadi Nobel adaylığını bırakalım, güzel şiirler yazarak adını tarihe kazımak istiyorsa eğer, onu da bırakalım, güzel şiirlerle insanları etkilemek istiyorsa, bunu da bırakalım, gerçekten güzel şiirler yazarak mutlu olmak istiyorsa, yapması gereken bir tek şey var: Yunus Emre'yi, Fuzûlî'yi, Karacaoğlan'ı satır satır okuyarak kendi şiirini ölçmek, "poetika"sını oluşturmak ve onların o zengin kültür birikimini kendi şiirine sindirmek! Az evvelki sorunuzun cevabında "aruzu bırakıp ruhunu alalım" dediğim işte budur. "Klâsik şiirimizde gazel şu kadar beyit olur, kafiyelenişi şöyledir vs." yerine o bir beyitteki mânâ nedir, onu bugüne taşımamız lâzımdır. İşte o, küllerin altındaki kordur, avucumuza alacağımız elmastır... Bugünün şairi de aynı elmasa muhtaçtır. Yukarıdaki isimleri değiştirebilirsiniz, siz deyin Pir Sultan Abdal, Âşık Ömer, Nedim. Bir başkası desin Emrah, Kul Himmet, Nabî. Farketmez. Hâtta bu okuma, inceleme döneminde şair adayı hiç şiir de yazmamalı bence. Onların şiir örgüleri içerisindeki güzellikleri çok iyi görmeli, kendi şiirinin nerede durduğuna karar verip sonra şiir yazmalı... Bu dönemden sonra yazdığı şiire baktığında "Keşke daha önce hiç şiir yazmasaydım!" diyecektir. Sonuç olarak biz bu kültürdeki akışkanlığı arka plana ittiğimiz için bugün şiirimiz olması gereken yerde değildir.

 Günümüzde kültürler savaş veriyor. Heybemizdeki kültürün ne kadar kıymetli olduğunun farkına varmadan geleceğin dünyasında varolamayacağız. Bugün ileri ülkelerde ferdlere temsil ettikleri kültür kadar değer veriyorlar; yakında devletler de böyle olacak! Şöyle denecek: "Benim kültürüm daha zengin, sen kaç paralık devletsin!" Savaşlar da bu zeminde yapılacak. O güne hazır olabilmek için eski şairlerimize, yani atalarımıza, yani kendimize bir dönüp bakmamız gerekiyor. Yanlışlık şuradaydı: "Bu adamlar da birşeyler söylemiş, anlaşılmıyor" deniyordu. Şimdi "Bu adamlar birşeyler söylemiş, neden anlamıyorum acaba?" diye sormanın zamanı. Bugüne kadar hep o adamları suçladık; "Niye bu kadar güzel söylüyor" sonucu çıkarılabilecek saçma bir suçlamaydı bu, "Niye benim anlayamayacağım bu kadar yüksek şeyler söylediler?" demekti. Şimdi onların fazlalığına değil de kendi eksikliğimize yanmanın vaktidir.



Biz Cumhuriyet çocuklarıyız, ama geçmişimizle barışarak yaşarsak varolabileceğiz. Geçmişimizle ilgilenmek asla gericilik demek değildir. Dünyanın birçok devleti kendi otantik kültüründen birşeyler taşıyorsa sanatçısını, şairini, yazarını alkışlar; bizde ise suçlanır, hapse atılır. Çarpıklık burada...

ALTINOLUK: Bu güzel sohbet için çok teşekkür ederiz hocam.

PALA: Ben de teşekkür ederim.

Konuşan: Serdar YILDIRIM

Zenci Musa

Son dönem tarihimizde pek çok efsanevî şahsiyet vardır; islâmî zihniyetle dizayn edilen Osmanlı Devleti'ni ayakta tutabilmek için katlanmadıkları fedakârlık, göze almadıkları tehlike yoktur. Hepsinin amacı "Biz ölebiliriz, fakat bu ümmet yaşasın" idi. Hayatlarının baharlarından itibaren belki bir gün kendileri için yaşamadılar; pek çoğu canını, kimisi gençliğini gelecek nesillere verdiler. Yemenli kabile reislerinden Şerif Mehmet Muzaygır, San'alı Mehmed Mucahid, Saraybosna'nın Delikli köyünden Haydar, Üsküb'ün Vlânık köyünden Hasan Nusret, Şam'ın Kunaytıra ilçesinin Mansure köyünden Abaza Eyüb Benzenç, Medine'nin Asvat mahallesinden Habeşistanlı Mahbub, Girit'in Hanya ilçesinden Arnavut Mamaka Mustafa ve Zenci Musa unutamayacağımız kahramanlardan sadece birkaçıdır.

Zenci Musa aslen Sudan'lıdır. Dedesi Kahire'ye, babası Girit'e göçmüş; Zenci Musa Girit'te dünyaya gelmiş. Dedesi İslâm ahlâk ve adetlerine göre yetişmesini istediği için, torunu Musa'yı Kahire'ye yanına almış. Dedesi bir Türk mahallesinde oturduğundan, Musa'nın çocukluk arkadaşlarının hemen hemen tamamı Türk'tü; dolayısıyla büyürken Türkçeyi de öğrendi.

1911 yılında Amiral Benito Obri'nin komutasındaki italyan donanması ilk baştan otuz beş bin seçkin asker, yüz üç ağır ve sahra topu, altı bin at, sekiz yüz kamyon, dört uçak Trablusgarb'a çıkardı. Çok kısa zamanda asker sayıları yüz bini geçti. Osmanlı'nın ise burada redifler (Terhis edildiği halde ihtiyatta bulunan askerler) de dahil olmak üzere, sadece üçbin civarında askeri vardı; bunlar ne topa, ne de makineliye sahiptiler. Zaten Osmanlı'nın Trablusgarb'taki askeri durumunu bildikleri için çıkarma yapmışlardı. Çünkü kısa bir süre önce Habeşistan'a saldırmış, başarısız olmuşlardı. Oysa devletler arası bloklaşmalar gerçekleşiyor, Avrupa'daki başkentlerde esrarlı toplantılar yapılıyordu. Bu bloklaşmaların birinde İtalya'nın iyi bir pozisyon kapması, Habeşistan'daki başarısızlığını unutturmasına bağlıydı. Libya onlara çok elverişli görünüyordu, hareketlerine "Askerî gezinti" adını takmaları kendilerinden emin olduklarını göstermekteydi. Hatta kazanacakları zaferlerin halklarına eksiksiz anlatılmasına dair tedbirleri de ihmal etmediler. Konçino Rivoli gibi seçkin Romancılarını, şairlerini, müzisyenlerini de oraya getirdiler.

O yıllarda Osmanlı Devleti'nin durumu yürekler acısıydı; Çanakkale Bogazı'ndan çıkabilecek pek gemisi yoktu; hazine tamtakırdı; Ülkenin değişik bölgelerinde isyanlar birbirini kovalıyordu. Orduda cuntalar  mantar gibi çoğalıyor, keşmekeşlik sürüp gidiyordu. Fakat vatanın bir yeri işgal ediyor; durum ne olursa olsun, eldeki imkanlarla karşı koymanın gerekliliğine bazı genç subaylar inanıyorlardı. Binbaşı Enver Bey'le, Eşref Bey Milli Savunma Bakanı Ahmed İzzet Paşa'yı ziyaret ettiler ve ona meâlen şöyle söylediler:

- Savaşta yenmek de, yenilmek de vardır. Memleketimizin bir bölgesi işgal edilirken, bunu sukûtla karşılamak bize yakışmaz. Ne ecdadımız, ne de töremiz bizi affeder. Biz oraya gidip, savaşmak istiyoruz.

Onları dikkatle dinleyen Ahmet İzzet Paşa "Yarın gelin konuşalım" dedi. Herhalde padişah, sadrazzam kabinenin diğer üyeleriyle istişare ettikten sonra onlara şunları söyledi.

-Hiçbir gemimizin Çanakkale Boğazı'ndan çıkamayacağını, hazinemizin feci olduğunu siz de biliyorsunuz. Size ne gemi tahsis edebilir, ne de bir kuruş verebiliriz. Hatta pasaport dahi veremeyiz. Yalnız sizi ve diğer gidecekleri izinli sayarız. Yenilirseniz, "Bize sormadan gittiler" der, sizi ordudan atarız; galip gelirseniz, zaferinizi sahipleniriz; yani devletimizin olur; Bu şartlarda gitmek istiyorsanız, buyurun gidin.

Ne yapacaklarını tartışmak amacıyla, Trablusgarb'a gitmeye kararlı genç subaylar akşam Enver Bey'in evinde toplandılar. Önce Enver Bey'le, Eşref Bey'in gitmesine karar verdiler. Çünkü Enver Bey imparatorluk camiasında tanınıyordu; Eşref Bey'in de gençliği Arap dünyasında geçmişti; Arapça'yı şivelerine kadar biliyordu. Bir şey yapabilecekleri kanaatı hasıl olursa, diğerleri de gidecekti. Hazırlıklar çok büyük bir gizlilik içinde yapılacaktı. Enver Bey'e "Hamdi Bey" adıyla bir tüccar pasaportu çıkarılacak, Tanin gazetesinde de Enver Bey'in Karadeniz bölgesine gittiğine dair bir haber yayınlanacaktı.

Enver Bey'le, Eşref Bey değişik kıyafetlerle, farklı adlara düzenlenmiş pasaportlarla hayvan nakleden gemilere binerek yola çıktılar. En büyük ümidleri Şeyh Sunusi hazretleri ve bir de Eşref Bey'in tanıdığı Mısır'daki zenginlerdi. Tahminlerinde yanılmadılar; Şeyh Sunusi hazretleri onlara kucak açtı, Mısır'daki zenginler de maddi destek verdiler. Bir şeyler yapabilme ümidi doğunca, genç subayların ikinci kafilesi yola çıktı.



Binbaşı Enver Bey Trablus-Garb'ın Başkumandanı, Eşref Bey de Milli Kuvvetler Kumandanı oldu. Eşref Bey onların alimiyle, bedevesiyle, hatta hayduduyla kendi lehçelerinde konuşuyordu. Her türlü ihtiyacı temine çalışıyor, büyük bir gerillacı olduğu için, gece baskınları yapıyordu. Bu gayretler bütün İslâm ülkelerinde yankılanıyor, eli silah tutan gençlerin mücahid ruhları "Ölürsek şehit, kalırsak gaziyiz" diyerek Libya'ya koşuyorlardı. İşte Zenci Musa da Kahire'den Libya'ya koşan gençlerin arasındaydı.

Zenci Musa her göreni etkileyecek bir yapıya sahipti; iki metre boyunda, güçlü kuvvetliydi. Öylesine güçlüydü ki yemini verirken kolunu ısıran katananın kulak tozuna can havliyle bir tokat indirince hayvanı öldürdüğünü Eşref Bey'den öğreniyoruz. Göğsünde de hem duygu, hem de şecaat bakımından emsalsiz bir yürek taşıyordu.

Düşmanın topu tüfeği, askeri çoktu, Osmanlı'ların silah, cephane bir yana, asker elbiseleri, çadırları yoktu; çölde, güneşin altında yanıyorlardı. Neye ihtiyaçları varsa, çoğunu düşmana yaptıkları gece baskınlarıyla temin etmek zorundaydılar. Bütün Avrupa İtalyanların Libya'da çok kolay zafer kazanacaklarına inanıyordu. Günler, haftalar, aylar geçtiği halde İtalyanlar kıyılara çakılıp kalmışlar, iç kısımlara ilerliyemiyorlardı. Umdukları gerçekleşmeyince büyük gezeteler savaş muhabirlerini göndermeye başladılar. Gelen muhabirler İtalyanlarla, karşılarındaki subay ve erlerin aynı elbiseleri giydiklerini görünce şaşırdılar. Bunun sebebini sordular. Eşref Bey'den şu cevabı aldılar: "İtalyanlar bizim davetsiz misafirlerimizdir, Onlar bizim topraklarımızda dolaşıyorlar, buna mukabil biz de onların elbiselerini giyiyor, çadırlarında yaşıyor, silâhlarını kullanıyoruz."

İnancın nelere kadir olduğunu Libya'daki bir avuç Osmanlı askerinin; Şeyh Sunisi'nin kabilesine ait gençlerin, manevî evlâtlarının, değişik ülkelerden gelen mücahidlerin gayretlerinde ve başarılarında şahit oluyoruz. Her bakımdan onlarla mukayese edilemeyecek kadar üstün İtalyanları kıyılara çivilediler. Gece örtüsü çökmeye başlayınca, ıssız çöl  İtalyanlar için hayaller dünyasına dönüyor, her an bir baskına uğruyorlardı.

Eşref Bey ilk gördüğünde Zenci Musa'nın şahsiyetini keşfetmiş, cesaretini sezmiş, yanına almıştı. Baskınlarda Eşref Bey'i bir gölge gibi takip ediyor, en tehlikeli görevleri üstleniyor, başarıyla da yerine getiriyordu. Ele geçirdikleri cephane sandıklarını, tüfekleri sırtlaması görenlere parmak ısırtıyordu. İtalyanlar'dan gasb ettikleri büyük çadırlardan birini Eşref Bey kullanıyor, Musa da aynı yerde kalıyordu. Akşam olunca sağda solda görev yapan subayların pek çoğu Eşref Bey'in çadırında toplanıyor elemli vatanlarının dertlerini ele alıyorlardı.

Bir akşam üstü; Eşref Bey düşmana yapacakları baskında hangi mücahit ne getirirse, nasıl ödüllendireceğini yazarken yanına Fuad Bey (Bulca) geldi. "Hayır ola Eşref Bey?" diye sorunca, şu cevabı verdi. "Bir tek sen bil; sakın başkasına söyleme. Avakır aşireti'nin gençleriyle bu akşam bir baskın yapacağım. Mücahitlerimizi şevklendirmek için vereceğim ödülleri tesbit ediyorum. Sakın ha, Enver Bey duymasın; düşmandan gasb edilecek malların devletin olacağına, verilecek ödüllerde hazinenin zarara uğratılacağına dair öyle bir nutuk atar ki; Maliyeci Cavit Bey bile şaşırır."

Akşam karanlığı basarken subaylar gene Eşref Bey'in çadırında toplanmaya başladılar. Dışarlarda dolaşıyormuş gibi yapan Eşref Bey, Zenci Musa'yı yanına aldı; baskına hazırlandığı Avakır kabilesinden gençlerin yanına gitti. Akşamın çöle has derin, esrarlı sessizliğini bozmadan düşmana doğru yaklaşmaya başladılar. İtalyanların çadırları görününce durdular. Avakır kabilesinin gençleri orada kaldılar. Eşref Bey, Zenci Musa, Mamaka Mustafa, Eyüp Berzenç gibi mücahidler sürünerek yaklaşmaya devam ettiler. Çadırlara iyice sokulunca durdular, Nöbetçileri paylaştılar. Nihayet iki kilometre kadar güney doğuda cepfenerinin ışığı gezinmeye başladı. Nefeslerini dahi kontrol ederek tekrar sürünmeye başladılar. Nöbetcilerin cepfenerini dikkatle izlediklerini fark ettiler. Eşref Bey'in bir el hareketiyle birden üzerlerine atladılar. Bir Silah patlayınca, geride kalan gençler korkunç sayhalarla hücuma kalktılar. Baskına uğrayan İtalyanlar selameti denize doğru çekilmekte, donanmanın toplarına sığınmakta buldular. Donanmanın çelik namluları alev kusarken çölde ana baba günü yaşanıyordu; süngüler, cembiyeler parıldıyor, gövdeler yere yıkılıyor, sıcacık kanlar fırın gibi kumlara karışıyordu.

Devam Edecek...

Zenci Musa -2-

Çölde top tüfek sesleri başlayınca, Eşref Bey'in çadırındaki subaylar da telaşlandılar; kendilerinde top olmadığından baskına mı uğradıkları endişesine kapıldılar. Bunun üzerine Fuad Bey "Eşref Bey Avakın tâburuyla baskın yapıyor" diyerek durumu açıklamak mecburiyetinde kaldı. Subaylar. "Bize niçin haber vermedin" deyince, kendisine sıkı sıkıya tembih ettiğini söyledi.

Kırk kilometre kadar uzakta bulunan Enver Bey de geldi. Top tüfek sesleri devam ederken Eşref Bey'in çadırında büyük bir telâş sürdü. Sabaha karşı silãh sesleri azaldı. Ne olup, ne bittiğini öğrenmek merakıyla çadırın dışına çıktılar. Çölün sabah rüzgarı yüzleri yalarken, yüreklerde heyecanlar dolaşıyordu. Çok geçmeden doğuda bir kızıllık belirdi; kısa bir sürede kızıllık yangına dönüştü. Çölün ihtişamı ortaya çıkmaya başladığı anda ufukta kalabalık uç verdi. Subaylar dürbünlerini gözlerine getirdiler, bütün gözler Eşref Bey'i arıyorlardı. Dağ gibi Zenci Musa'yı fark edince yanındakinin de Eşref Bey olduğunu tahmin ettiler. Gözler onun üzerindeydi; yaklaşıyorlardı. Ama Eşref Bey'in kıyafeti değişikti; üzerinde pelerin vardı, boynunda bir fotoğraf makinası asılıydı. Kâfile yaklaştıkça gönüllülerin omuzlarındaki tüfekleri, cephane sandıklarını, Zenci Musa'nın elindeki mitralyözü görüyorlardı. Çadırın çevresi bayram havasına döndü.

Fakat sevinç uzun sürmedi. Elena kahramanı Osmanlı'nın en yaşlı maraşali olan Deli Fuad Paşa'nın oğlu kahraman Halit ile Mamaka Mustafa yoktu. Ne yapabilirlerdi? Belki cesetlerini bulabilirlerdi; geri mi dönsünlerdi? Durum değerlendirmesi yapmak için Enver Bey, Eşref Bey, Mustafa Kemal Bey ve diğer subaylar çadıra girdiler. Hepsinin gözünün önünde ihtayar Deli Fuad Paşa ile tığ gibi Halit vardı. Baba yüreği buna nasıl dayanacaktı... Biraz sonra dışardan "Geliyorlar! Geliyorlar!" diye sesler duyunca onlar da çadırdan çıkıp, göğüslerindeki dürbünleri hemen gözlerine getirdiler. Mamaka Mustafa'nın elinde tüfek vardı; yanındaki bir garip yürüyordu; Halite de pek benzemiyordu. Yanındaki Halit değildi, ama kimdi? Sırtında da birisi vardı. Herkes tahminde bulunuyordu.

Aradan çok geçmeden durum anlaşıldı. Mamaka Mustafa esir aldığı İtalyan'ın sırtına Halit'i yüklemiş getiriyordu. Bir alkış başladı. Bu anda yanlarına gelinceye kadar sabredemeyen Eşref Bey'in sesi de duyuldu.

- Halit'e ne oldu?

- Ayağından yara aldı Kumandanım.

- Halit'i sırtına yükledin getirdin; ama şimdi bu askeri ne yapacağız?



- Biz ordu değil miyiz Kumandanım; birde esirimiz olsun.

Fuad Bey attığı kahkahadan sonra!

- Herhalde Mamaka tayınının yarısını ona verecek, dedi.

Olay hiç de umdukları gibi gelişmeyen İtalyanlar gün geçtikçe prestij kaybediyorlardı. Bunun önüne geçmeleri lazımdı. İtalyan Kralı Viktor Emonuel'in kayınbabası olan Karadağ Kralı Nikola'ya büyük iş düşüyordu. Onun gayretleriyle Karadağ, Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan arasında ittifâk doğdu ve Balkan savaşı patlak verdi. Osmanlı o sırada Batı sınırlarını güvenli bulduğu için buradaki ordusunu terhis etmişti. Buna rağmen Avrupanın büyük devletleri Osmanlı'nın galip geleceğini düşünerek "Kim nereyi alırsa alsın, geri çekilecek, eski sınırlar korunacak" diye bir deklerasyon yayınladılar. Olay tahmin ettikleri şekilde gelişmeyince deklarasyonlarını unuttular. Osmanlı Ordusu yirmi dört günde Manastır'dan İstanbul'un Büyük Çekmece gölünün civarındaki Muratlı tepelerine çekilmek mecburiyetinde kaldı. Bulgarlar İstanbul'a girmek için hazırlık yapmaya başladılar. Bulgar Kralı Ferdinand Alman asıllıydı; herhalde bundan dolayı Alman Kaiseri İstanbul'un Bulgaristan'a ait olduğunu açıkladı. İtalyanlar Karaköy, Beşiktaş havalisini istiyorlardı, çünkü oralar geçmişte onların (Cenovalıların) dı. Papalık Ayasofya'nın çevresi benim olmalıdır, diyordu. Batı'nın çeşitli devletleri istanbul'dan bir parça koparmanın, Bulgaristan ise tamamına sahip olmanın peşindeydi.

Milli savunma Bakanı Ahmed İzzet Paşa Trablusgarb'ın savunmasında bulunan subaylara durumu ve onlara İstanbul'da ihtiyaç olduğunu bildirdi. Fakat Şeyh Sunusi hazretleri onlara güvenip, evlâtlarını emirlerine vermişti. İzin almadan çekip gitmek, onlara gösterilen güvene ihanet etmek anlamına gelirdi. Enver Bey'le, Eşref Bey, Şeyh Sunusi hazretlerini ziyaret edip, durumu anlattılar. Nemli gözlerle onları dinleyen Şeyh Sunusi hazretleri şunları söyledi.

- Gidin evlatlarım; İstanbul bizim kalbimiz, Trablusgarb bizim kolumuz bacağımızdır. Kolumuz bacağımız kopsa, gene yaşayabiliriz; fakat kalbimizi kaybedersek yaşayamayız.

Enver Bey yerine kumandan olarak yüzbaşı Ali Bey'i bıraktı. Enver Bey, Eşref Bey, Mustafa Kemal Bey, Ali Fethi Bey ve diğer İstanbul'dan giden Subayların çoğunluğu geri döndüler. Zenci Musa'da Eşref Bey'in emir eriydi; o da Eşref Bey'i takip ederek İstanbul'a hareket etti.



Balkan Savaşı başladığı zaman, Avrupa'nın büyük devletleri Osmanlı'nın galip geleceğini tahmin ederek, "Kim nereyi alırsa alsın, yine eski sınırlara çekilecek" ilkesini belirten bir deklarasyon yayınlamışdı. Tahminlerinin aksine Osmanlı yenilince, bu ilkeyi unuttular, Çatalca'nın biraz ilerisindeki Enez-Midye hattından söz etmeye başladılar. Balkanlar'daki katliamın önünden kaçan yüzbinlerce muhacir İstanbul'a sığınmış, cami avulularında yaşıyorlardı. Çaresiz hükümetimiz bu hatta razı oldu; fakat Bulgarlar Büyük Çekmece gölünün yanındaki Muratlı Tepeleri'nden geri çekilmeyi reddettikleri gibi, bir yandan İstanbul'u işgal etmek için hazırlıklarını yapıyorlar, diğer yandan da Yunanistan ile olan anlaşmazlığını Almanya'nın yardımıyla süratle çözmeye çalışıyorlardı. O zamanki hükümetimiz ve yüksek rütbeli paşalar Muratlı Tepeleri'nden Bulgarları sokup atacağımıza inanmadıklarından, savaş sebebi olmaması için Bulgarlara hucum etmemeyi prensip olarak kabul etmişlerdi. Bu arada Kamil Paşa Londra ile anlaşıp Edirne ve çevresine yeni bir statü getirmenin Bulgaristan ve Yunanistan'la aramızda bir tampon bölge oluşturmanın peşindeydi. Ama Avrupa'nın büyük devletleri nezdinde İstanbul'un yeni sahibi olarak Bulgaristan belirlenmişti. Bulgar Kralı Ferdinand Alman asıllı olduğu için Alman Keiser'i ikinci Wilhem Bulgaristan'ın yanında bütün ağırlığı koyuyordu. Papalık Ayasofya ve çevresini istiyor, İtalya Karaköy, Beşiktaş, Bebek semtleri Bizans'ın değil, bizimdi diyordu. Fakat gücü doruk noktasında bulunan Almanya Bulgaristan'ın tek sahip olmasında ısrar ediyordu.

Bu hengamede Libya'dan İstanbul'a gelen Enver ve Eşref Beyler kolları sıvayıp, gayet gizli bir şekilde çalışmaya başladılar. Enver Bey kendisini halim selim bir insan olan Hurşit Paşa'nın kumandasındaki Onuncu Kolordu'nun Kurmay Başkanlığına tayin ettirdi. Trakya'da bulunan bu kolordunun imkanlarından herhangi bir şekilde gönüllülere yardım etmek istiyordu. O zamanın yetkililerini pısırık bulup, İzmir'e çekilen kardeşi Selim Sami'yi, Kafkasya'nın yiğit evladı, büyük gerillacı Cihangiroğlu İbrahim'i de Eşref Bey İstanbul'a getirtti. Anadolu'nun çeşitli illerinden elaltından gönüllüler toplanmaya başlandı. Bunların arasında Uşaklı doksan yaşında Mehmed Ağa adında bir piri fani de vardı. Gece gündüz "Ya ilahel âlemin, Edirne'deki hükümet konağımıza Ay yıldızlı bayrağı çekmeyi bana nasib et; orada da ruhumu kabzet" diye dua ederdi.

Kafkasya, Karadeniz, Doğu ve Orta Anadolu'dan Ege bölgelsinden gelen gönüllüler Taksim, Metris kışlalarında gerillacılıkta pişen Zenci Musa, Mamaka Mustafa gibi kişiler tarafından eğitiliyorlardı. Böyle bir harekâta hükümetimiz ve üst rütbeli paşalar karşı idi. Doğu Anadolu gönüllüleri arasında, talebeleriyle beraber bulunan Said Nursi ile Metris kışlasında Cemal Paşa arasında şöyle bir münakaşanın geçtiği rivayet edilir. Cemal Paşa Said Nursi'ye şöyle der: "Biz Edirne'nin alınmasına karşı değiliz; hatta orayı alanın ayağının altını öperim. Fakat bunu imkansız görüyorum. Lütfen askerliğime hürmet edin; bir savaş başlarsa, İstanbul elden gideceği gibi Bulgarları Anadolu'nun neresinde durduracağımız belli değildir."

Üst rütbeli paşalardan bir tek onları Alena kahramanı Deli Fuat Paşa destekliyordu. İki oğlu Libya'da Eşref Beyin emrinde çarpıştı. Şimdi'de bu hazırlığın içindeydiler. Üçüncü oğlu Reşit onsekiz yaşına geldiğinde onu da Eşref Bey'in emrine vermek için gönüllülerin talim yaptığı kışlaya getirince, Eşref Bey onu kapıda karşıladı Eşref Bey'e oğlu Reşit'i teslim ederken şu ricada bulundu. "Eşref Bey oğlum, milli haysiyetimizi siz kurtaracaksınız. Üç oğlum emrindedir; benim çocuklarım oldukları için onları en tehlikeli görevlere göndermezsen, ahirette yirmi tırnağımla yakandayım. İstirhamım şudur; bunlardan birisi, ikisi ve üçü şehit olurlarsa, fırsat olursa, defin merasiminden beni de haberdar edin. Şehit babası olmanın gururunu yaşamamı benden esirgemeyin."

Yüklə 1,21 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   27




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin