AYNI sokakta bir komşuda olan Hacer Ana arabanın süratle geri gidişini görünce telaşlanıp eve koştu. Açık olan bahçe kapısından içeriye girince torununun henüz daha sıcacık cesediyle karşılaştı. Hıçkırıklar düğümlendi boğazına "Yavrum, ne yaptılar sana" diyerek var gücüyle bağırıp üzerine kapandı. Onun feryadına komşular da koşuştular. Herkes birbirine "Nasıl olmuş" diye meraklı bakışlarla soruyordu.
Biraz sonra minibüs evin önünde yeniden durdu. Hasan gözlerinden yanaklarına süzülen yaşlarla küçük oğlunun cansız vücudunu kucaklayıp kalabalığa doğru yürüdü. Aşırı kan kaybından hastaneye yetişemeden ölmüştü Erhan. Herkes suskun ve şaşkındı. Bir Hasan'ın kucağına, bir Hacer Ananın kucağına kayıyordu dehşet ve üzüntü dolu bakışlar. Aniden bastıran yağmur gibi bastırmıştı felaket bulutu. Yavaşça yol açan kalabalığın arasından ananın kucağında cansız yatan büyük oğlunu gördü Hasan. "Yavrum" diye inledi. Kucağına baktı "Yavrularım" diye inleyerek olduğu yere yığıldı.
"Yanlış yaptın Hasan, yanlış hem de çok yanlış" diye gözyaşları arasında mırıldanıyordu Hacer Ana.
Evliyayı Tahkir Eden Bir Alim
Arapzâde Molla Muhyiddîn, Kanunî Sultan Süleyman devrinin alimlerindendi. İlm-i zahirde eşsizdi. Bazı ilmî eserleri de vardı. Fakat evliyayı inkar ederdi. Hatta:
-"Ben ömrüm boyunca büyük günahlardan hiçbirini işlemedim. Evliyalık ıslah-ı hal ile olsa, evliya ben olurdum" dermiş. Evliya düşmanlığı öylesine fazla imiş ki, Şeyh İbrahim Gülşenî Hazretlerinin yanına:
-"Senin kemiklerini ateşte yaktırırım" demek için gidermiş.
FATİH Camii'nin yanındaki Semaniye Medreselerinden birinde müderris iken, bir meseleden dolayı Şeyhülislâm Ebussuüd Efendi'ye öfkelenerek onu Sadrazam Rüstem Paşa'ya şikayet etti. Şikayet yazısı padişaha iletilince Arapzâde, Divan'a getirilip sorguya çekildi. Neticede suçu sabit olduğundan dayak cezasına çarptırıldı ve görevinden alınarak Bursa'ya sürüldü. İki yıl sürgünde kaldı. Bilahare affedilip Süleymaniye Medresesi Müderrisliğine tayin olundu.
Kalın (Semiz) Ali Paşa Sadrazam olduğunda, Kanuni Sultan Süleyman'a ilk arzında, Arapzâde'nin Mısır Kadılığı'na tayinini istedi. Padişah bu isteği kabul etti. Fakat canı sıkılmıştı. Divan'dan sonra Hasoda'ya geldiğinde, o sıradaki Hasodabaşı Yakup Ağa padişaha:
-"Düşmanlarınız üzülsün, derdiniz nedir?" diye sorduğu zaman,
-"Vezir ettiğimiz cahile canım sıkıldı. Divan'da cezalandırılmış olan bir gafil için Mısır Kadılığı'nı teklif etti. İlk arzıdır, vermesek vezirlik itibarını ayaklar altına almış oturduk. Verdik ama, kendimizi Mısır ulemasının suçlamalarına hedef yaptık. Ne olaydı ki, Allah vere de sağlıkla Mısır'a varamayaydı" cevabını aldı.
FATİHA
Arapzâde gemiye binerek Mısır'a doğru hareket etti. Rodos Adası'na vardığında oranın Sancakbeyi Hüsam Bey kendisini karşıladı. Birkaç gün sonra tekrar gemiye bineceği gün Hüsam Bey:
-"Burada defalarca kerameti görülmüş, duası Allah Katı'nda makbul, Borazan Ali Dede adında bir velî vardır. Ondan himmet dilemeden gitmeyin" tavsiyesinde bulundu. Bu öğüt Arapzâde'nin inançlarına aykırı düştüyse de, sırf sancakbeyinin hatırı için, orada bulunan Muîd Muhyiddîn Menteşevî'ye bir dinar kurban parası vererek:
-"Bize dualar etmeyi unutmasınlar" sözüyle velî ihtiyara gönderdi. Muîd Muhyiddin Efendi, Ali Dede'nin yanına vararak dinarı onun önüne koydu ve duasını rica etti. İhtiyar iki elini kaldırarak:
-"Ruhu için Fatiha" dedi. Muîd, velînin yaşlılık sebebiyle sözünü anlamadığını zannetti. Biraz duraklayıp aynı ricayı tekrarladı. Gene:
-"Ruhu için Fatiha" cevabını aldı. Bu hal üç kere tekrarlandı. Muhyiddin Efendi hayretler içinde:
-"Görelim bakalım, ihtiyarın nefesinden ne çıkar" diye düşünerek geri döndü.
ARAPZÂDE o akşam Mısır'a gitmek üzere gemiye bindiğinde, Kur'an-ı Kerîmden sayfa açmak suretiyle tefe'ül etti.
-"Ve'n-Naziati ğarkan: (Cesetlerine) boğulmuş olan ruhlarını ta derinlikler(in)den söküp koparan,... (meleklere) andolsun ki..." ayeti çıkınca orada bulunanları bir korku kapladı. Fakat Arapzâde:
-"Ayetin başındaki vav, ulaşma manasına gelen vusul alametidir. Falımız gayet güzel geldi" diye sevindi. Yanındaki alim ve kadılardan bir-iki tanesi:
-"Bizim niyetimiz batmaktan kurtulmak için iken, buradaki gark (batmak) sözünü böyle değiştirmek uygun değildir" diye itirazda bulundular. Fakat Arapzâde itirazları kabul etmedi; hatta canı sıkılarak itiraz edenlerden birini meclisinden dışarı attı. Geride kalanlar seslerini çıkarmadılar. Gemi denize açıldı.
FIRTINA DİNDİ
GECE olduğunda Arapzâde, her geceki gibi okumak için tefsiri açtığında Allah'ın hikmeti, Nuh (a.s.) Tufanı konusunun açıklamasına rastladı. Okumaya devam ederken karşıdan mendil büyüklüğünde bir bulut göründü. Yanındakilere bir taraftan okuyup bir yandan da bulutu göstererek:
-"İşte şu kadarcık bir parça bulut görünür ve anında alem hicab perdesine bürünür" dediği anda birdenbire sözleri gerçekleşti. Öylesine bir fırtına koptu ve öyle bir zifirî karanlık bastı ki, herkes kendi can derdine düşüp bir tarafa çekildi. Gemidekiler hayattan ümitlerini kestiler.
SABAH olanca fırtına da dindi. Kendilerine gelenler kaptan köşkünün, fırtınanın şiddetinden kopmuş olduğunu gördüler. Arapzâde de kaptan köşküyle beraber yok olmuştu. Muîd Muhyiddîn de kaptan yerinde bulunmadığından kurtulmuştu. Hemen geminin rotasını geri çevirip Ftodos'a geldiler. Vakit geçirmeden ihtiyar velînin yanına gidip ayağına kapandılar. O, şu açıklamada bulundu:
-"Siz bize kurban parası getirdiğiniz zaman müşahedemizde gördüm; sanki o gemide berabermişiz. Hızır aleyhisselam Hazretleri elinde bir keserle geminin dört yanını durmadan deler ve keserdi. Ona:
"-Niçin böyle yapıyorsun?" dedim. Arapzâde'yi göstererek:
"-İşte şu zalimin boğulması istenmiştir" dedi. Bu sefer:
"-Ya bu müslümanlara yazık değil mi? İstenen onun yok edilmesi ise, kaptan köşkünün koparılması kafidir" dedim. O da:
"-İyi söyledin" diye beni takdir etti ve elindeki keser ile geminin tahta bağlantılarını kopararak o şekilde bıraktı. Böylece ne olacağını öğrenmiş oldum. "Fatiha" sözleri bu sebeple ağzımdan çıkmış idi."
Adı geçen Borazan Ali Dede, Şeyh İbrahim Gülşenî'nin halifelerinden Abdi Halife adındaki velîye tam bir teslimiyetle bağlanarak intisab etmiş bir velî idi.
HADİSE Peçevî Tarihi'nde anlatılmaktadır. Meşhur tarihçi Peçevî İbrahim Efendi, gemideki olayları, Muîd Muhyiddin Menteşevî'nin bir oğlunun, gene meşhur tarihçilerimizden Alî Efendiye gelerek anlattığını yazmaktadır.
Rahmetullahi aleyhim ecmaîn.
Kıtmir'in Sevgisi
İNSAN sevgiyle vardır.
O "Habibim sen olmasaydın alemleri yaratmazdım" buyurarak sevgilerin en büyüğünü göstermiştir.
İki cihan güneşi olan sevgili de "ümmetim, ümmetim, ümmetim" diyerek, mayasında sevgiyi bizlere yansıtmıştır.
Evliyaullah sevgiye olan muhabbetleri sayesinde var olmuşlar, bir aşk halkası meydana getirerek tıpkı güneş ve yıldızlar misali Allah Resulü'nden aldıkları ilhamı insanoğluna altın tasta nur olarak sunmuşlardır.
Hz. Musa (a.s.). Cenab-ı Hakk'a iltica ederek sorar:
- Yarabbi, bana öyle bir amel söyle ki seni razı edeyim,
Hak Teâlâ cevaben buyurur:
- Ya Musa benim sevdiklerimi sev, sevmediklerimi sevme.
Gene, Ashab-ı kehf zamanın zalim hükümdarından kaçarak bir mağaraya sığınırlar. Bir de köpekleri vardır yanlarında, adı "Kıtmir"... Köpek onları takip ederek, arkalarından mağaraya girer.
İŞTE, Kıtmir Allah dostlarının izinden gittiği onları sevdiği için ve bu bağlılığı yüzünden cennete girecektir. Köpek bile Hakk'ın sevdiklerine bağlılığının mükafatını alıyor.. Peki, ya insan!
Elbette ki adaletin sahibinin terazisi çok hassastır. Elbette ki iyi yada kötü her ameli muhakkak bil-a kaydü şart bir değerlendirmeye tabi tutulacaktır. Ve, muhakkak ki kişinin yaptıklarının muhasebesi ortaya çıkacak, sahibi sonuçtan sorumlu olacaktır.
Öyleyse sevmek!
"Yaradandan ötürü yaradılanı sevmek". Ve bu sevgiyi sermaye yapabilmek kendine...
Allah'ı sevenleri Allah için sevmek. Onlara muhabbet etmek iltifat etmek, aman sakın ola ki düşman olmamak, aleyhlerinde bulunmaktan kaçınmak.
BİR ağaç düşününüz.
Hiç bakım yapılmıyor, aşı görmüyor, yağmur almıyor. Meyve vermesi için dışardan bir etki yapılmıyor kendisine...
Ürün verebilir mi hiç?
Verse bile kaç mevsim devam eder bu.. Mahkumdur eninde sonunda kurumaya. Mahkumdur harap olmaya, niteliksiz bir kütük olmaya... Ta ki gerekli bakımı olsun aşı yapılsın ki verimli bir ağaç olabilsin.
İşte insan da böyledir.
Beşer, şaşar. Aşı yapılmazsa şaşmakla da kalmaz insan olma özelliğini kaybeder. Tabiri caizse verimsiz bir ağaç misali kütük oluverir.. O'nu yeniden hayata döndürmek için manevi hasletlerle bezenmiş bir "El" lazımdır. Ki gıdasını verebilsin...
Bu da muhabbetle olur.
Sevgilerin zincirinden bir yol yapılarak Allah dostlarının rehberliğinde ancak Cenab-ı Hak'kın rızasına gidilebilir.
EKİM O'nun Yokluğunda O'nunla Beraber
İNSAN, sahabenin, Hz. Peygamber (s.a.s.) henüz hayattayken yaşadığı hasreti düşündükçe titriyor. Bizler, O'ndan şu kadar yüzyıllık uzak bir gurbette yaşayan bizler ne yapmalıyız? Sahabenin O'nun yanındayken ve ondan ayrılınca yaşadığı ruhi kesafet farklılığı, bizde kim bilir nasıldır, diye düşünüyor ve titriyor.
HANZALE'NİN PANİĞİ
Hanzale b. er-Rebî el-Üseyyidî, yolda, Hz. Ebûbekr (r.a.)'e rastlıyor ve büyük bir panik içinde:
- Hanzale münafık oldu, ey Ebû Bekr! diyor.
Hz. Ebû bekr şaşırıyor:
- Sübhanallah, ne diyorsun sen ey Hanzale, diye mukabele ediyor. Hanzale içinde bulunduğu halet-i ruhiyeyi büyük bir yürek ezikliği içinde anlatıyor:
- Biz, diyor, Peygamber aleyhissellam'ın huzurunda bulunuyoruz. O bize Cenneti ve Cehennemi anlatıyor. Biz gözlerimizle görmüş gibi oluyoruz. Peygamber aleyhissellam'ın huzurundan çıkıp da çoluk çocuğumuza kavuşup, işimizin başına gidince (bu öğütlerin) çoğunu unutuyoruz.
HAZRETİ EBÛ BEKR Hanzale'yi teselli ediyor. Ancak Hanzale'nin içindeki yangın sönmüyor. Rasûlullah'a gidiyor. O'na da aynı duyguları ifade ediyor:
- Ya Rasûlallah Hanzale münafık oldu, diyor. Hazreti Peygamber;
- O nasıl şey, diye hayretini belirtiyor.
Hanzale, O'nunla beraber ve O'ndan ayrıyken yaşadığı duyguları Rasûlullah'a da anlatıyor. Allah Rasûlü Hanzale'yi dinledikten sonra şunları söylüyor:
- Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, huzurumda bulunduğunuz hal üzere ve zikirde devam edebilseydiniz, yataklarınızda ve yollarınızda melekler sizinle musafaha ederlerdi. Lakin ya Hanzale, bir saat ibadetle bir saat dünya işleriyle uğraşınız yeter.
Allah Rasûlü bu sözlerini üç kere tekrarlıyor.
Bu, bir sahabinin, Peygamber ve gurbeti ile ilgili olarak yaşadığı bir hadise.
Bir başkası da şöyle:
BİR KÖLENİN AŞKI
Hazreti Peygamber bir gün, kölesi Sevban'ın büyük bir üzüntü içinde olduğunu, zayıfladığını, benzinin sarardığını görüyor. Ona üzüntüsünün ve zayıflamasının sebebini soruyor. Sevban cevap veriyor:
- Ey Allah'ın Rasûlü! Bir kaç gün seni görmemeye dayanamadım. Beni öylesine korku sardı ki anlatamam. Ahirette seni görmeme ihtimali aklıma geldi. Çünkü şayet ben bir ihtimal cennete girersem sen nebîler derecesinde ve makamında olacaksın, bense o derecede olamayacağım için seni göremeyeceğim!."
Sevban'ın büyük aşkından doğan bu sorunun cevabını vahiy veriyor:
"Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği Peygamberlerle, siddıyklarla, şehitlerle ve salihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel dostlardır." (Nisa Suresi, 69)
ONLAR NE GÜZEL!
ONLAR ne güzel dostlardır! Onlar ne güzel aşıklardır! Onlar, sevdikleri insandan ayrılığı, bir lahzacık ayrılığı, cennetteki ayrılığı, yüreklerinde bir sızı halinde ne güzel yaşayanlardır! Onlar, bu ayrılıktan doğacak ruhi kesafetteki düşüşten ne güzel acı duyanlardır! Onlar ne güzel insanlardır?
Ey güzel dost, en Hanzale! Senin ölçülerinde bizim durumumuz nedir? Bizler ki Allah Rasûlünden yüzlerce yıllık bir gurbet halindeyiz. Bizim durumumuz nedir Allah aşkına? Biz, sizlerin Rasûlullah yanında ulaştığınız yücelişi nasıl tadacağız? Sizin ulaştığınız iman kesafetini nasıl bulacağız?
Ey Sevban sen söyle! O acı nasıl bir şey? Peygamber'e hasret nasıl bir duygu? O duyguya nasıl ulaşılır? Senin köleliğindeki bu aşkla bizim hürriyetimiz de yaşadığımız bütün duygular tartılsa inan senin aşkın ağır gelir. Söyle bu aşkın sırrını bize!
BİZLER, gurbete mecbur olanlar... Kendimizi büyük bir sorgulamadan geçirmeliyiz. Hazreti Hanzale'nin canhıraş feryadını anlamalı Peygamber'in yokluğunda O'na ümmet olabilmenin yollarını bulmalıyız. İçimizdeki imanın kesafetini sürekli yoklamalıyız. "Nifak"tan korkarcasına aşkımızdaki eksilmeden korkmalıyız. Ona aşkın, onun sünnetine sımsıkı sarılmakla büyüyeceğine inanmalıyız. O sanki karşımızdaymışcasına, her davranışımızda ondan izin istiyormuşcasına, onu içimizde ikinci bir ben gibi hissedercesine, onu bir vicdan ölçüsü, onu bir kafa yapısı, onu bir iman mihveri yaparcasına, onunla birlikte olmalıyız. "O ki o yüzden varız."
İncil'de Müjdelenen İsm-î Nebevî
İNCİLDE DE Hazret-i Mustafa'nın, Seyyidü'l-Mürselîn olan o bahr-i safa'nın vasfı vardı.
Nebiyy-i ekrem'in İncilde şekli, şemali, gazaları, orucu ve iftarı anlatılırdı.
Nasara taifesinden bir gurup İncilde O nam ve hitaba gelince sevab olsun diye O'nu öperlerdi.
Aralarında -daha sonra- fikrî fitneler çıkınca bu güruh fitneden ve kargaşalıktan emîn kaldılar.
Ahmed ism-i şerîfi'nin penahma sığındıkları için başlarına bela olan yahûdî vezîr ve hristiyan beylerinin şerrinden emîn ve mahfuz oldular.
Onların nesilleri de çoğaldı. Nûr-ı Ahmedî yar ve yardımcıları oldu.
Hristiyanlardan diğer bir güruhsa Hazret-i Ahmed'in ismine hürmet etmezlerdi. Onlarsa aralarında fitneler çıkınca hor, hakîr ve zelîl oldular.
Hazret-i Peygamberin namı bu suretle yardım ederse, bizzat Nûr-ı nebevî'nin nasıl muhafaza buyuracağı düşünülmelidir.
Hazret-i Ahmed'in ism-i şerifi böyle müstahkem bir kale gibi olunca, O rûh-ı emîn'in nasıl olacağı anlaşılmalıdır.
Bakacak ve dikkat edecek olursan talihlerin niyazı, abidlerin tazarruu, cevher-i Muhammedi'nin şûalarından ibarettir.
Şûleler cevherler ile döner, dolaşır, şûle cevherin bulunduğu tarata doğru gider.
Mesela gayet şeffaf bir elmas bir yerde durur, O'nun parıltısı etrafa akseder Elmas bulunduğu yerden kaldırılıp bir tarata götürülürse, şuleler parıltılar da beraber gider. İşte ümmet içinden bir takım aşıkların niyaz ve tazamılan da Hazret-i Peygamber'in dua ve münacatlarına nisbetle o elmasın parıltıları gibidir.
Pencereden giren ışık, evin içinde dolaşır ve yer değiştirir. Çünkü güneş bir burçtan başka burca geçer...
Pencereden giren bir ışık güneş ile pencerenin durumuna bağlıdır. Pencere tamamen güneşe doğru olursa, oradan girecek ışık muhakkak ki kuvvetli olur. Eğer pencere yan tarafta kalıyorsa, ışık ta zayıf olur. Hakîkat-ı Muhammediyye güneşi de böyledir. Oradan aksedecek feyizlerin ışıklanda gönül penceresinin durumuna göredir. Yani bu hakikat, Güneş'e yaklaştıkça istifade artar. uzaklaştıkça da istifade azalır...
Nefsin her nefeste bir hilesi vardır ki, o hilelerin her biri yüzünden yüzlerce Fir'avn ve yüzlerce askerleri boğulmuştur.
Musa'nın rabbına ve O'nun himayesine sığın. Fir'avnlık edip de îman şerefini kaybetme!.
Allah'ın emrine ve Peygamberin sözüne sarıl!. Ey birader şu ten Ebû Cehl'inin elinden kurtul.
Nefs bir insan için Firavn ve Ebû Cehil gibidir. Ona uyan Fir'avn ve Ebû Cehl'e uyanlar gibi ebedî husrana uğrar. Ebedî kurtuluş ise Cenab-ı Muhammed aleyhisselam'a uymaktadır.. Nefsini O'nun yoluna uydur da ebedî kurtuluşa er... (1)
Dipnotlar : l. Mesnevî Şerhi. Cild:1 Kitap:2 Hz. Âişe'nin Dilinden Peygamberimiz
DÜNYAYI teşrifinin yıldönümü dolayısıyla sevgili peygamberimize tahsis ettiğimiz bu sayımızda size, Peygamberimiz'i Hz. Aişe validemizin dilinden anlatmaya çalışacağız. Bu tercihimizin iki sebebi bulunmaktadır: Birincisi "O'nun ahlakı Kur'andan ibarettir" diye Efendimizi en kısa ve en tam şekilde tarif eden Hz. Aişe'dir. İkincisi; Efendimizin şemaili, günlük hayatı ve davranışları ile ilgili rivayetlerin büyük bir bölümü Hz. Aişe'ye aittir.
"Hanımlarının dilinden peygamberimiz" diye düşündüğümüz bu yazının, "Hz. Aişe'nin dilinden peygamberimiz" şekline dönüşmesinin bir başka sebebi de, konunun, uzun ve özel bir araştırmayı gerektirecek mahiyet ve zenginlikte olmasıdır. Bizim burada yapmak istediğimiz ise, günlük hayatta örnek alıp uygulayabileceğimiz Peygamberimizin bir kaç davranışını bir kez daha hatırlatmaktan ibarettir.
* Temizliği ve güzel kokuyu çok severdi:
Hz. Aişe validemiz şöyle buyuruyor:
"Rasûlullah evine girmek istediği zaman, ilk iş olarak, dişlerini misvaklardı". "Gündüz veya gece, her ne zaman uyuyup uyansa. ilk yaptığı iş, misvak kullanmaktı."
Bu, hem temizlik, hem evdekilere gösterdiği saygı ve nezaketin bir işareti hem de hanımlarına bir ikramdı.
"Rasûlullah güzel kokuyu pek severdi." "İhrama girmek istediğinde, bulabildiği kokuların en güzeli ile kokulanırdı."
Güzel koku, ruha inşirah vermesi yanında beşerî münasebetlerde karşıdakilerin hak ve zevklerine riayet vasıtasıdır.
* Yalancılığa şiddetle karşıydı:
"Hz. Peygambere göre en kötü huy yalancılıktı." "Yakın çevresindekilerden birinin bir yalanına muttali olursa, tevbe edinceye kadar ondan yüz çevirirdi."
* Konuşması tane taneydi:
"Rasûlullah sözü tane tane söylerdi. Öyle ki, onun kelimelerini saymak isteyen saya-bilirdi." "O'nun sözleri batıldan arındırılmış, doğru, hak ile batılı biribirinden ayırıcı ve açıktı. Her duyan anlardı."
O'nu izleyenlerin de anlaşılır ve doğru sözlü olması lazımdı.
* Yaptığı işi sağlam yapardı:
"Rasûlullah bir iş yaptığı zaman, sağlam yapardı." "O bir namaz kıldığı zaman, onu tam kılar ve ona devam ederdi."
Sağlamlık ve devamlılık müslümanın iş ve amel hayatının iki temel prensibidir. Zira, yine Hz. Aişe validemizin rivayet ettiği bir hadisinde Hz. Peygamber "Allah Teala, sizden birinizin yaptığı işi sağlam yapmasını sever" buyurmuştur.
* İyimserdi;
"Rasûlullah sözleri hayra yormaktan hoşlanır, uğursuzluktan ve kötüye yormaktan hoşlanmazdı."
* Beğenmediği isimleri değiştirirdi;
"Rasûlullah çirkin isimleri değiştirirdi."
Lafzının çirkinliği, aklen veya şer'an manasının kötü görülmesi gibi sebeplerle; şirk kültürünü hatırlatan, kibir-gurur vesilesi olan isimleri güzelleriyle ve İslâm esaslarına uyanlarıyla değiştirmek Hz. Peygamberin başlattığı bir uygulamadır. Bugün de önemini korumakta, müslüman ülke ve gönüllerin İslâmî çizgide devamlarına yardımcı olacak mahiyettedir.
* Sağdan başlamayı adet edinmişti;
"Rasûlullah (s.a.) ayakkabı giymekte, saçını sakalını taramakta, abdest almakta; hasılı hemen bütün günlük (değerli) işlerinde gücü yettiği sürece sağdan başlamaktan hoşlanırdı."
Aynı imanı taşıyan insanların "müşterek tavır" ortaya koyabilmeleri, günlük işleri belli bir tercihle yapma alışkanlığına bağlıdır. Hz. Aişe validemiz de "Nebî (s.a) yemek içmek, abdest almak, elbise giymek, almak-vermek gibi işlerinde sağ elini, bunların dışında kalan işlerinde de sol elini kullanırdı" demekte, Rasûlullah'ın bizim için örnek olan bir başka davranışını belgelemektedir.
* Hatayı yüze vurmazdı:
"Rasûlullah (s.a.) herhangi bir kişide hoş olmayan bir hale (veya söze) muttali oldu-gunda, "filana ne oluyor ki şöyle diyor (veya yapıyor)" demezdi; "bazılarına ne oluyor ki şöyle diyor (veya yapıyor)lar" buyururdu.
Hatanın duyurulması ve düzeltilmesinin istenmesi, hatalıyı teşhirden çok daha nazik ve medenî bir usuldür. Bunu öğretende son resuldür.
* Hastalara şifâ dilerdi;
"Rasûlullah (s.a.) bir hastanın ziyaretine gittiği ya da kendisine bir hasta getirildiği zaman; "ey insanların rabbi, sıkıntıyı gider; iz bırakmayacak şekilde şifa ver. Zaten şifa verici sensin ve senin şifandan başka şifa yoktur!" diye dua ederdi." Hastalara mutlak şifa dilerdi. "Rasûlullah (s.a.) i'tikafta bulunduğu zamanlarda bile hastaları ziyaret ederdi."
Ağa-bey, fakir-zengin ayırımı yapmadan hasta mü'minleri ziyaretle onlara dua edip gönüllerini almanın anlamı, bugün her zamankinden çok daha büyüktür.
* Hediyeye hediye ile mukabele ederdi;
"Rasûlullah (s.a.) hediye kabul eder ve ona mukabelede bulunurdu." Dostluk ilişkilerinin taraflara külfet olmayacak hediyelerle pekiştirilmesi Efendimizin tavsiyesidir "O (s.a.) hediye olarak gelenleri yer, sadaka olarak getirilenleri yemezdi." Zira sadaka O'na ve ehl-i beytine haramdı.
* Soğuk-tatlı içecekleri severdi;
"Rasûlullah (s.a.)ın en çok sevdiği tatlı-soğuk içeceklerdi" "O (s.a.) tatlı yiyecekleri ve balı severdi."
Suyu, besmele ile başlayıp acele etmeden içmeyi ve sonunda "elhamdülillah" demeyi de Peygamberimiz tavsiye etmiştir.
* Yapılabilecekleri emrederdi:
"Rasûlullah (s.a.) ashabına emrettiği zaman daima amellerin kolaylıkla üstesinden gelebilecekleri mikdar ve şeklini emrederdi"
* Kolay olanı tercih ederdi:
"Rasûlullah (s.a.) iki şey arasında muhayyer bırakıldı mı, O, günah olmamak kaydıyla, mutlaka en kolay olanı tercih ederdi. Eğer kolay olan, herhangi bir günahı gerektiriyorsa, o zaman, ondan halkın en uzak kalanı olurdu".
Bu, "işin kolayına kaçmak değil"; asırlar boyu yaşayacak olan müslümanların, görevlerini kolaylıkla ve sürekli olarak yapabilmelerinin prensibini öğretmektir. Zaten O'nun en çok hoşlandığı amel, devamlı olandır."
* Geceleri ihya ederdi;
"Rasûlullah (s.a.) (yatsıdan sonra) gecenin ilk kısmında uyur, son yarısını uyanık geçirir, ihya ederdi."
Hem bedenin, hem kafanın, hem gönlün hem de ibadetin hakkını vermek için Hz. Peygamberin bu uygulamasından daha iyi bir yol yoktur. Bunun böyle olduğu, "akşam yatmaz-sabah kalkmaz"ların huzursuzluğundan anlaşılmıyor mu?
* Zikr-i daim hâlindeydi:
"Rasûlullah (s.a) her halinde Allah tealayı zikrederdi"