EKİM, geçmişi değerlendirmek çabasını, geleneksel devrimci gruplarda toplu bir yenilenmenin değil, fakat sağlıklı bir “iç ayrışma ve saflaşma”nın bir olanağı olarak değerlendirdi hep. Bir çok vesileyle, ve örneğin, geride bıraktığı ilk iki yıla ilişkin değerlendirmesinde, bunu şöyle ifade etti:
“Biz, geçmişi değerlendirmeye dönük her ciddi çabanın bayrakların netleşmesini kolaylaştıracağı, devrimci grupların çelişik-eklektik konumlarında yaşanılması kaçınılmaz olan ve karşı-devrim döneminde zaten bir ölçüde kendiliğinden yaşanmış da olan çözülme ve saflaşmanın bilince çıkarılacağı, ideolojik-siyasi ifadeler kazanacağı, hareketin bünyesinde içiçe bulunan komünist, devrimci-demokrat ve liberal eğilimli öğelerin bilinçli bir ayrışma ve saflaşma sürecine gireceği düşüncesinde ve inancında olduk. ” (Devrimci Harekette Reformist Eğilim, Eksen Yay., s. 146-147)
Eğer EKİM, geleneksel yapıların kendi içinde yenilenebileceğine inansaydı, aynı yerde de ifade edildiği gibi, bu, “bilimsel kavrayışı yitirmek, nesnel gerçeklikten kopmak demek olurdu”. Devrim saflarında buna dönük olarak var olan ve hep kırmaya çalıştığı ham hayallerin batağına bizzat kendi düşmüş olurdu.
II
Türkiye’nin yakın geçmişinde ve kent ve kır küçük-burjuvazisinin damgasını taşıyan devrimci toplumsal-siyasal çalkantı(120)lar içinde kazandığı (bugüne kadar da yenileyemediği) ideolojik-politik ve örgütsel kimlik, geleneksel devrimci grupların bugün yaşamakta olduğu tasfiyenin tarihsel kökenini ve temellerini oluşturmaktadır. Fakat bu durum bizi hiç de, ‘87 sonrası süreçlere, bu tarihsel temel üzerinde, fakat yine de kendine özgü koşulları ve yapısı içinde bakmak yükümlülüğünden kurtarmaz. Bu yapıldığında, bugünkü tasfiye sürecinin kendine özgü niteliği ve başlıca unsurları konusunda somut bir fikir edinmek de, olanaklı olabilecektir. Kuşku yok ki, belli safhalarını değişik vesilelerle zaten değerlendirmiş bulunduğumuz bu süreci, burada, ancak en genel çizgiler içinde tanımlamakla sınırlıyabiliriz kendimizi.
***
Karşı-devrim döneminin yarattığı ölü sessizliği, daha 1984 yılında yırtılmaya başlamıştı. Kürdistan’da gerilla savaşı başlamış, büyük kentlerde ise hoşnutsuzluğun yankısı ilk işçi toplantıları gerçekleşmişti. Fakat yine de asıl dönüm noktası, 1987 yılı oldu. Bir dizi gelişme 1987 yılında üstüste bindi. İşçi hareketliliğinde ve grevlerde, geçmiş sessizlikle kıyaslandığında gerçek bir atılım yaşandı. İşçiler yeni dönem hareketliliğinin merkezinde olduklarını açıkça gösterdiler. Kitle katılımındaki sınırlılığına rağmen öğrenci hareketliliği de toplumda belli bir yankı buldu. Kürdistan’daki gerilla savaşının gücü ve etkisi daha iyi hissedilmeye başlandı.
12 Eylül’ün, düzeni bunalıma iten hiç bir temel sorunu çözemediği, tersine ağırlaştırdığı açığa çıktı. Burjuvazinin 1987 yılı boyunca en çok kullandığı tabir, “istikrar” oldu. Bu, varolan değil, fakat istenendi. Erken seçime bu parolayla gidildi.
1987 yılı yeni bir hareketlilik dönemini haber veriyordu ve bu hareketliliğin odağında işçilerin bulunacağını gösteriyordu. Olayların sonraki yıllarda aldığı seyir, bu ilk işaretleri tümüyle doğruladı.
Grevlerle başlayan işçi hareketliliği, yıldan yıla yayıldı; daha geniş ve daha geri kesimleri içine aldı; daha ileri biçimler kazandı. Devrimci saflarda ilgi, umut ve heyacan yarattı. ‘89 Baharı ve onu izleyen yılın büyük grev ve eylem dalgası, burjuva yazarlara(121)bile “sınıfa karşı sınıf’ sözleri ettirebildi. Öğrenci hareketi, yeni dönemde çok şey vaad etmediğini göstermekte gecikmedi. 12 Eylül’ün en önemli sonuçlarından birini gençlik alanında elde ettiği, zamanla daha iyi anlaşıldı. Kürt hareketi ise, istikrarlı ve başarılı gelişimini sürdürerek, tüm toplumun gündemine çıkmamacasına oturdu. Cumhuriyet dönemi inkarcı politikaları tuzla buz oldu. Gerilla hareketi, özgürlük istemiyle ayağa kalkan politik kitle gösterileriyle birleşti; bu gelişme hareketi yeni bir safhaya ulaştırdı. Bu, ‘89 sonu ve ‘90 başına denk geliyordu.
Düzen cephesine gelince, iktisadi ve siyasal bunalım, işçi hareketi ile Kürt hareketinin gitgide güç kazanan çifte baskısı altında, ancak şiddetlenebilirdi. Erken seçim istikrar getirmemiş, tersine, parlamentonun yeni bileşimi, daha başından bir istikrarsızlık unsuru olmuştu.
Aynı dönemde uluslararası planda ise ters rüzgarlar esiyordu. Gorbaçov’la birlikte başlayan yeni süreç, tam da 1987 yılından itibaren, etkisi sürekli artan bir gerici liberal cereyana dönüştü dünya ölçüsünde. Bu süreç, önce Doğu Avrupa’nın çöküşüne, hemen ardından ise Sovyetler Birliği’nin dağılışına yolaçtı. Arnavutluk’taki gelişmelerle noktalandı. ‘90 yılı, Türkiye’de yeni dönem hareketliliğinin doruğa çıktığı bu yıl, dünya ölçüsünde süren gerici anti-komünist kampanyanın da doruğu oldu.
***
İşçi hareketliliği ile devrimci saflarda yenilgi sonrasi ilk ciddi toparlanma girişiminin aynı yıla (1987) denk gelmesi, dikkate değer bir kesişmeydi. Gelişen hareketliliğe henüz hemen hiç katkısı olmayan devrimci gruplar, kuşku yok ki, toparlanma çabası doğrultusunda ondan yine de anlamlı bir moral destek aldılar. Bu yıldan başlayarak, ulusal ve uluslararası plandaki gelişmeler birbirine zıd bir seyir izledi ve devrimci hareketin her bir kesimi, bu zıd cereyanların çifte baskısını yaşadı.
İki belirgin eğilim görüldü. ‘80 öncesinde devrimci hareketin reformizme en yakın kesimlerini oluşturan ve 12 Eylül sonrasında liberal tasfiyeci bir platforma kayanlar, dikkatlerini daha çok(122)dıştaki gelişmelere yönelttiler. Bu güçlü dış tasfiyeci baskının altında iyice ezilip, tümden dağıldılar.
Yenilgiye rağmen devrimci kimliği koruyanlar ise, dikkatlerini içteki gelişmelere yönelttiler. Bunu toparlamak, dağılmış bulunan örgütsel yapılarını yeniden inşa etmek için uygun bir ortam olarak değerlendirmeye çalıştılar. Dışarıdaki gelişmeleri ise gözucuyla izlemekle yetindiler. (”Anti-revizyonist” gelenekten gelenler, Doğu Avrupa’daki gelişmeleri kendi geçmiş tespitlerinin doğrulanışı sayarak bir süre için teselli buldular, ta ki Arnavutluk’taki rejim de çökene kadar.)