Ebu Bekir Yaş Bakımından Büyük Olduğundan Dolayı Hilafete Geçti Sözünün Yanıtı
İkinci delilinize gelince; Ebu Bekir’i, yaş bakımından Hz. Ali (a.s)’dan büyük olduğu için hilafete daha layık olduğunu buyurdunuz. Sizin bu deliliniz merdut, birinci delilden daha boş, gülünç ve anlamsızdır. Eğer hilafette yaş şart ise Ebu Bekir ve Ömer’den daha yaşlı olanlar vardı. Hakikaten, Ebu Bekir’in babası Ebu Kuhafe o zamanda hayatta olmasına ve oğlundan daha büyük olmasına rağmen neden onu halife etmediler?
Hafız: Ebu Bekir, yaşlı olmasıyla birlikte bu işe de layıktı. Dünya görmüş ve Resulullah’ın mahbubu olan yaşlı bir adam kavmin arsında olursa, bir genci halife yapmazlar.
Davetçi: Tecrübeli bir ihtiyarın olmasıyla birlikte genç birsine, herhangi bir işte, özellikle Allah’a ait olan bir işte, mesuliyet vererek iş başına getirmek doğru değildir diyorsunuz. Eğer mesele dediğiniz gibiyse, o zaman sizin bu itirazınız ilk önce Resulullah’a yöneliktir; çünkü Resulullah (s.a.a) Tebuk savaşına hareket etmek istediğinde, münafıklar gizlice bir anlaşma yaparak Resulullah’ın gıyabında bir inkılâp yapmayı kararlaştırdılar. İşte bunun için, Resulullah (s.a.a), Medine’de kendi yerine, Medine’nin işlerini idare edecek ve münafıkların komplo ve operasyonlarını etkisiz hale getirecek iş bilir, güçlü ve siyasetmedar birisini bırakması gerekirdi. Şimdi muhterem beylerden temennim şudur ki buyursunlar: Acaba Peygamber (s.a.a), Medine’de kimi kendi yerine halife olarak bıraktı?
Hafız: Açıktır ki, Hz. Ali’yi (k.v) kendi yerine halife ve naip olarak bıraktı.
Davetçi: Meğer Ebu Bekir, Ömer ve diğer sahabeden yaşta büyük olanlar, Medine’de değiller miydi ki, Resulullah (s.a.a), yaşta genç olan Emir'ul- Muminin Hz. Ali (a.s)’ı kendi yerine resmi bir halife ve vezir olarak tayin etti? Resulullah (s.a.a) açıkça şöyle buyurdular:
“Sen, benim Ehl-i Beytim arasında ve benim hicret evim olan Medine’de benim halifemsin.”
Beyler, delil sunduğunuz zaman biraz düşünerek söyleyiniz ki cevap vereceğiniz zaman cevapsız kalmayasınız. Resulullah (s.a.a)’in, Ebu Bekir ve Ömer gibi ashabın yaşlılarının orada olmalarına rağmen genç yaşta olan Hz. Ali (a.s)’ı hilafete tayin etmesindeki maksadı, sizin bu akşamki sözlerinize ameli bir cevap olup sizin, dünya görmüş yaşlı birisi varken bir genç iş başına getirilmemelidir sözünü söylemememiz içindir.
Resul-ü Ekrem (s.a.a)’in ameli, halife tayini ve risaletin tebliğinde yaşlı veya gencin asıl etken olmadığına en büyük delildir. Eğer yaşlı insanların hayatta olmasıyla, genç bir kimsenin iş başına getirilmemesi gerekiyorsa, o zaman neden, Tevbe suresinin ilk ayetlerinin Mekke ehline açıklanması için Ebu Bekir gönderildikten sonra, Peygamber yaşlı olan Ebu Bekir’i yolun yarısından geriye çevirip, “Allah-u Teâla bu emri ya kendin veya kendin gibi birisi tebliğ etmelidir” diyerek bu işi genç olan Hz. Ali (a.s)’ın uhdesine bıraktı? Oysa zahirde, böyle önemli ve tehlikeli bir işi, dünya görmüş, tecrübeli ve yaşlı birisinin yapması daha uygun olurdu!
Yine Resulullah (s.a.a), neden Yemen ehlinin hidayeti için Ebu Bekir, Ömer ve diğer yaşlı olanlardan istifade etmedi de, bu için Emir’ul- Müminin Hz. Ali’yi görevlendirdi?
Bu çeşit örnekler çoktur. Resulullah (s.a.a), Ebu Bekir, Ömer ve diğer ihtiyarların olmalarına rağmen, genç olan Hz. Ali’yi seçerek büyük işleri O’nun üstesine bırakmıştır.
Binaenaleyh, sizin getirmiş olduğunuz bu yaşlılık şartının boş ve anlamsız olduğu ve yaşın büyük olmasının kesinlikle nübüvvet, velayet ve hilafet şartlarından olmadığı bu sözlerimizle ortaya çıkmış oldu. Gerçekte hilafetin nübüvvet gibi asıl şartı, Allah’ın kabul ettiği ve beğendiği bütün kemal sıfatlarına sahip olmaktır. Kim bütün yüce kemal sıfatlarına sahip olursa, ister yaşlı olsun ister genç, Allah-u Teâla onu hilafet makamına atar, Peygamberi vasıtasıyla O’nu halka tanıtır ve onların da böyle birisine itaat etmesi gerekir.
Onların hilafetinin batıl olduğuna büyük delilerden diğer biri de, şimdi aklıma gelen şu delildir: Hakla batılı ayırt eden Emir’ul- Mu’minin Hz. Ali (a.s)’ın, o sahte icmaya karşı muhalefet etmesidir.
Hz. Ali Hakla Batılı Birbirinden Ayırt Edendir
Resulullah (s.a.a)’in buyruğuna göre, Hz. Ali (a.s) hakla batılı birbirinden ayırt edendir. Nitekim sizin büyük alimleriniz bu konuda bir çok hadis nakletmişlerdir. Örneğin: Şeyh Süleyman Belhi el-Hanefi, “Kitab'us- Seb’in fi Fezail-i Emir'il- Mu’minin” kitabından naklen “Yenabi’ul- Mevedde”nin 16. babında, Harem-i Şerifin imamı olan Ebu Cafer Ahmed bin Abdullah eş-Şafii, Firdus Deylemi’den naklen 70 hadisin 12. hadisinde, Mir Seyyid Ali Hemedani eş-Şafii “Meveddet'ul- Kurba”nın 6. Meveddetinde, Hafız “Emali” adlı kitabında ve Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet’ut- Talib”in 44. babında, senedi İbn-i Abbas, Ebu Leyla ve Ebuzer-i Gifari’ye ulaşan üç hadisi, farklı ibare ve lafızlarla bu konuda nakletmişlerdir. O hadislerin birinde Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
“Pek yakında benden sonra bir fitne çıkacaktır, böyle olduğunda sizler Ali ile olun; çünkü kıyamet günü beni ilk gören ve benimle ilk musafaha eden O olacaktır; O, yüce makamda benimle beraberdir; O, hakla batılı birbirinden ayırt edendir.”
Öyleyse, Resulullah (s.a.a)’in vefatından sonra, halifenin kendilerinden olmasını isteyen Ensar ve Muhacirin birbirine düşmesi olayı ve fitnesinde, Resulullah’ın hükmü ve emri gereğince, hakla batılı birbirinden ayırt etmesi için, ümmetin Hz. Ali (a.s)’ı getirmesi gerekirdi. Çünkü Resulullah’ın buyurduğuna göre, Ali hangi tarafta olsa, o taraf hak, karşı taraf ise batıldı.
Hafız: Sizin naklettiğiniz bu hadis, haber-i vahittir (yani bir kişinin naklettiği haberdir); haber-i vahit de muteber olmadığı için onunla amel edilmez.
Davetçi: Çok şaşılacak bir şeydir ki çabuk unutuyorsunuz veya kasıtlı olarak öyle davranıyorsunuz. Geçen akşamlarda arz ettim ki, Ehl-i Sünnet alimleri, haber-i vahidi hüccet kabul ediyorlar. Siz bu yüzden hadisi, haber-i vahid olarak reddedemezsiniz. Bunun yanı sıra, bu konuda sadece bir hadis yoktur; sizin güvenilir büyük alimleriniz tarafından bu konuda, farklı ibarelerle maksadı ispatlayan bir çok hadis naklolunmuştur. Biz bu hadislerin bazılarına geçen akşamlarda değindik. Ama şimdi meclisin vakti fazla alınmasın diye sadece raviler silsilesi ve onların kitaplarıyla yetiniyor ve senetli hadislerin hepsini zikretmekten vazgeçiyorum. Şimdi yine, sözlerimin doğruluğunun teyidi için, vakit ve hafızamın yeterliliği dahilinde bazı hadislere değinmek istiyorum.
Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib'us- Süul”da, Taberi “Tefsir-i Kebir”de, Beyhaki “Sünen”de, Nureddin Maliki “Fusul'ul- Mühimme”de, Hakim “Müstedrek”te, Hafız Ebu Naim “Hilye”de, İbn-i Asakir Tarihinde, İbn-i Ebi'l- Hadid “Nehc'ul- Belağa Şerhi”nde, Taberani “Evsed”de, Muhibbuddin “Riyaz”da, Himvini “Feraid”de, Suyuti de “Dürr'ül- Mensur”da İbn-i Abbas, Salman, Ebuzer ve Huzeyfe’den şöyle nakletmişlerdir: Peygamber (s.a.a) mübarek eliyle Ali bin Ebi Talib’e işaret ederek şöyle buyurdular:
“Şüphesiz bu, bana ilk iman eden ve kıyamet günü benimle ilk görüşecek olandır; bu, Sıddık’ı Ekberdir; bu, hak ile batıl arasını ayırt edecek olan bu ümmetin Faruk’udur.”
Muhammed bin Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet'ut- Talib”in 44. babında bu hadisi, şu birkaç kelime izafesiyle nakletmiştir:
“...O (Ali), müminlerin sultanıdır; O, ondan gelinecek olan kapımdır; O, benden sonra halifemdir.”
Yine Muhammed bin Talha eş-Şafii “Metalib'us- Süul”da, Hatip Harezmi “Menakıp”ta, İbn-i Sabbağ Maliki “Fusul'ul- Muhimme”de, Hatib-i Bağdat “Tarih-i Bağdad” adlı kitabının 14. cildinin 21. sayfasında, Hafız bin Merduye “Menakıp”da, Sem’ani “Fezail'us- Sahabe”de, Deylemi “Firdevs”de, İbn-i Kuteybe “el-İmamet'u ve's-Siyaset” adlı kitabının 1. cildinin 68. sayfasında, Zemahşeri “Rabi'ul- Ebrar”da, Himvini “Feraid”in 37. babında, Taberani “Evsed”de, Fahri Razi “Tefsir-i Kebir”in 1. cildinin 111. sayfasında, Yusuf-u Genci eş-Şafii “Kifayet'ut- Talib”de, imam Ahmed “Müsned”de ve sizin diğer alimleriniz Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:
“Ali nereye dönse, Ali hak ile, hak da Ali iledir.”
Yine aynı kitaplarda, o kitaplara ilaveten Şeyh Süleyman Kunduzi el-Hanefi “Yenabi'ul- Mevedde”nin 20. babında Himvini’den naklen, Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu zikretmiştir:
“Ali hak iledir; hak da Ali ile; hak nereye meyl ederse, Ali de onunla meyleder.”
Hafız Ebu Naim Ahmed bin Abdullah İsfahani “Hilyet’ul- Evliya”nın 1. cildinin 63. sayfasında kendi senetleriyle Resulullah (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
“Ey Ensar topluluğu! Sizleri, sıkıca sarıldığınız takdirde asla sapmayacağınız bir kimseye hidayet edeyim mi?” Ashap; “Evet, ya Resulellah” dediklerinde Hazret şöyle buyurdular: “Sarılmış olduğunuz takdirde dalalete düşmeyeceğiniz O kimse, (gördüğünüz) bu Ali’dir. Öyleyse benim sevgimle O’nu seviniz; benim kerametimle ona ikramda bulununuz. Şüphesiz Cebrail, Allah tarafından size söylediklerimi bana emretti.”
Çeşitli lafız ve muhtelif ravilerle nakledilmiş olan bu nebevi hadisler, ilk bakışta haber-i vahid olarak görülüp has bir mana için beyan olunmuş olsa da, ilim ehlinin yanında bunlara tevatür-ü manevi denilmektedir. Tevatür-ü manevi, çeşitli lafız ve kelimelerle nakl olan özel delillerin içerdiği manadan elde edilen genel ve ortak bir manadır. Genel ve ortak manadan kasıt da, Resulullah (s.a.a)’in velayet makamına olan teveccühüdür ki, O Hazretin diğer kimselere değil Hz. Ali’ye olan meylini ispat etmektedir.
Bunun yanı sıra şunu da bildirmektedir ki; Hz. Peygamber (s.a.a)’in şefkat ve sevgisine maruz kalan Hz. Ali (a.s)’dır; çünkü Peygamber (s.a.a) daima Hz. Ali (a.s)’dan yardım talebinde bulunmuştur. Zira Hz. Ali (a.s), yardım etmede uzman birisi idi. İşte bundan dolayı, ümmeti de kendisinden sonra Hz. Ali’ye müracaat etmeğe ve ona sarılmaya davet etmiştir. Çünkü Hz. Ali (a.s), sürekli hak iledir ve hakla batılı birbirinden ayırt edendir. Bu tür hadisleri mütalaa ettikten sonra biraz insafla konuşunuz. Acaba Hz. Ali’nin, Ebu Bekir’e karşı muhalefet etmesi, sizin hayali icmanızın dışında kalması ve Ebu Bekir’e biat etmemesi, Ebu Bekir’in hakkaniyetine mi yoksa onun hilafetinin batıllığına mı delildir?
Eğer Ebu Bekir’in hilafeti hak idiyse, o zaman neden hak ve hakikat simgesi olan ve Hz. Peygamber’in de hakkında “O hak ile, hak da onunladır ve hak daima onunla döner” buyurmuş olduğu Hz. Ali (a.s) onlara biat etmedi ve aksine onlara karşı muhalefet bile etti?
“Sakife” günü yapılan acelecilik, gerçekten çok şaşırılacak ve üzülecek bir şeydir. Kesinlikle araştırmacı her şahsı, o güne karşı kötümser ve karamsar ediyor. Eğer işin içerisinde hile ve fitne yoktuysa öyleyse neden Hz. Peygamber’in de buyurduğu gibi hakla batılı birbirinden ayırt eden Ali (a.s)’nin, sahabenin ileri gelenlerinin, Ben-i Haşim’in, özellikle Peygamber (s.a.a)’in amcası Abbas’ın, umuma ait olan hilafet meselesinde bir araya toplanıp görüş ve fikirlerini belirtmeleri için birkaç saatliğine sabretmediler?
Hafız: İşin içerisinde hile ve siyasetin olmadığı apaçıktır. Zira ortamı tehlike bürümüş olduğundan dolayı, İslâm’ı korumak için halife tayininde acele ettiler.
Davetçi: Yani siz, Ebu Ubeyde Cerrah’ın (Mekke’nin eski mezarcısı) veya diğerlerinin, Hz. Peygamber (s.a.a)’in amcasından, kendi canını din yoluna adayan Hz. Ali (a.s)’dan veya sahabenin diğer ileri gelenleri ve Beni Haşim’den daha çok mu İslâm’ı düşündüklerini söylemek istiyorsunuz?
Eğer orada konuştukları kadar sabretseydiler veya Ebu Bekir ve Ömer mecliste konuşarak onları oyalayıp Ebu Ubeyde veya başka birisini, Hz. Ali ve Abbas’ı çağırmak ve İslâm’ın tehlikede olduğunu onlara bildirmek için gönderseydiler ve o iki mühim şahsiyetin gelmesi için biraz sabretseydiler, İslâm ortadan kalkacak veya önlenilmeyecek bir fitne mi doğacaktı?
İnsaflı olunuz, eğer birazcık sabredip de en azından Ben-i Haşim ve sahabelerin ileri gelenleri olan Abbas ve Ali (a.s)’ın Sakife'ye gelmeleri için haber salsaydılar, o üç kişi hak olduğu takdirde güç kazanacaklardı. Böyle olunca da, İslâm’da ihtilaf kelimesi doğmaz ve 1335 yıldan (müzakere ve münazara tarihi) sonra, bu akşam Müslüman, din kardeşi olan biz ve sizler bu mecliste birbirimizin karşısına çıkmayacak, aksine gücümüzü bir araya toplayarak İslâm’ın asıl düşmanlarıyla savaşacaktık. Öyleyse İslâm’ın başına ne geldiyse, o gün geldiğini tasdik ediniz; işte bu ihtilaf, o üç kişinin gizli hedef ve maksatlarına ulaşmak için aceleciliklerinden ortaya çıkmıştır.
Nevvab: Kıble sahip (alicenap)! Acele davranarak mescid ehline ve Peygamber’in Ehl-i Beytine haber vermemelerinin sebebi ne idi?
Davetçi: Bunu kesin biliniz ki, onların acele etmesinin sebebi şuydu: Eğer bütün Müslümanların veya en azından Usame bin Zeyd ordusunun ileri gelenlerinin ve Medine’de olan sahabe ile Ben-i Haşim’in büyüklerinin oraya gelmeleri ve istişareye katılmaları için sabretseydiler, kesinlikle o toplulukta hilafet için adı zikr olunan şahısların içerisinde Hz. Ali’nin de adı zikr olunacaktı. Eğer Hz. Ali (a.s)’ın veya Abbas’ın adı o toplantıda anılsaydı, hak ve hakikat taraftarları elde olan açık delillerle, onların külahını siyaset alanı arkasına atacaklardı.
İşte bundan dolayı, Ben-i Haşim ve sahabenin ileri gelenleri Peygamber (s.a.a)’in gusül, kefen ve defin işleriyle meşgulken, onlar kendi işlerini görmek ve Ebu Bekir’i iki kişinin icmasıyla halife tayin etmek için acele ettiler. Nitekim de bunu başardılar. Sizler de kalkıp bu akşam böyle bir işe, Müslümanların icması adını veriyorsunuz. Nitekim sizin Taberi ve İbn-i Ebi’l- Hadid gibi büyük alimleriniz ve bunlardan başkaları, Ömer’in şöyle dediğini yazmışlardır: “Ebu Bekir’in hilafeti, acele ile ansızın gerçekleşti; Allah onun işini hayır kılsın.”
Dostları ilə paylaş: |